39. Bölüm

XXXI - YAKLAŞAN KASIRGA

Sultan Çakır
sultanakr

Helüüü, ben geldim. Aşağıda görüşelim, birtakım önemli konuşmam var okumanızı istiyorum. Oy ve yorum yapmayı lütfen unutmayın, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkıları;

12, Fahir Atakoğlu

Light of the Seven, Ramin Djawadi

Zor, Güneş

Madem, Dolu Kadehi Ters Tut

 

🕊️

XXXI

12 Ocak 2016 / Anıtkabir, Ankara

Selçuk Turalı, Ağzından

Anıtkabir'e doğru yürürken, ayaklarımın altında ezilen karların çıkardığı o hafif çıtırtıyı dinliyordum. Göz alabildiğine beyazla örtülmüş bir dünya vardı önümde. Atatürk'ün mozolesini çevreleyen o heybetli sütunlar, karla kaplanmış çatılarıyla sanki daha da ağırbaşlı görünüyordu.

Gök, gri bir battaniye gibi üzerimize serilmişti ancak bu grilik, karın saf beyazıyla bir tezat oluşturup görüntüyü büyülü bir manzaraya dönüştürüyordu.

Hava soğuktu ama tuhaf bir huzur vardı içimde. Rüzgâr, mozole önündeki bayrak direğinin çevresinde dönerken, sanki Atatürk'ün kalbinden gelen bir nefes gibiydi; nazik ve sarsılmaz.

Asena, yanımda sessizce yürüyordu. Buz gibi rüzgâr yüzünü kızartmış ama gözlerindeki kararlılığı daha da belirginleştirmişti. Alperen biraz ileride, merdivenlerin başında durmuş, etrafı izliyordu.

Bir an gözüm, mozoleye çıkan yoldaki çam ağaçlarına takıldı. Kar, dalların üzerine öyle bir şekilde yığılmıştı ki sanki ağaçlar bembeyaz birer asker gibi sıralanmış, Atatürk'e saygı duruşunda bulunuyorlardı.

"İnsanın buradan gidesi gelmiyor be Selçuk."

Asena'nın cümlesiyle adımlarımı durdurdum. Durup bana baktığında kaşlarımı çattım.

"Neden? Hududa gidip rütbeni yükseltmek istemiyor musun?" diye sorduğumda gözlerini kısarak burnundan gülerek soludu ve heybetli sütunlara baktı.

"Bana verilmiş en büyük rütbe, ilk görev yerimin burası olması. Anıtkabir'de askerlik yapmak herkese nasip olmaz, Selçuk."

Gülümsedi ve bana baktı.

"Zamanında vatanı korumuş bir Başkomutan, ebedi uykusunda bile kendi evinde askerlerini yetiştiriyor. Öyle bir ruhla yetiştim ki saatler boyu nöbet tutmama rağmen, postalımın içindeki vatka ayaklarımın altında eriyip giderken canım, bir kez olsun bile acımadı."

O an Asena'nın yüzünde, kelimelerin ötesinde bir kararlılık gördüm. Biz, Atatürk sevgisiyle yetişen askerlerdik. Bu sevgi, her şeyden ağırdı ama aynı zamanda bizi her adımda daha da güçlü kılıyordu.

Asena, hüzünlü bir nefes alıp bıraktı ve dolan gözlerini kaçırdı.

"16 Ocak 2016, benim Alpay operasyonumun başlangıcı olacak. Anıtkabir'den ayrılacağız, sen kendi yoluna gideceksin. Alperen, bozma birliklere atandı. Eee, ben ne olacağım? Alacağım kararların önüme çıkacağını bildiğim bir yola çıkmak zorundayım ve bunu tek başıma yapacağım."

Asena'nın benim onu takip edeceğimden haberi yoktu. Ona rağmen gülümseyerek apoletine elimi koyup omzunu sıktım.

"Merak etme kız kardeş, bir alo ile 'Selçuk, yetiş.' demen yeterli. Her daim gölgendeyim."

16 Ocak 2016 tarihinden itibaren Asena ile yolumuz, görünmez bir çizgi ile çizilmiş ve ayrılmıştı. Hudut'ta görev yapmaya başladığı an, resmen bir gölge olmuştum. Nereye giderse oraya gidiyor, aradığı ama ulaşamadığı bilgileri bir şekilde önüne koyuyor ve çaresiz kalmasını engelliyordum.

Bir gün, o görevlerden birinde karşıma çok güzel bir kadın çıktı. Askerdi. Gözlerindeki ışık beni öyle etkiledi ki, gönlümü ona kaptırdım, evlendi benimle. Ona Asena'nın fotoğrafını gösterdim; benimle birlikte, o da kız kardeşimi korumaya başladı. Sonra bir oğlum oldu. Oğlum, teyzesini tanıdı. Vatana olan sevgisini, teyzesiyle özdeşleştirdiğim fotoğraflardan öğrendi.

Ben evde emekleyen oğlumun sesiyle huzur bulurken, aynı zamanda kız kardeşimin peşinden emekliyordum. Onu korumak için kendimi adamıştım.

Ta ki eşim ve çocuğum gözlerimin önünde öldürülene kadar.

O gün bende öldüm.

Gölgem kayboldu.

Defin işlemleriyle uğraşırken kız kardeşimin izini kaybettim. Sanki önümde devasa bir dağ vardı, çatırdayarak parçalarına ayrıldı. Dağdan kopan kütleler, üzerime yığıldı ve beni yerle bir etti. O günden sonra hayalet gibi gezindim. Görevlerde üzerime sıçrayan kanlarla, eşimin ve çocuğumun öcünü aldım ama içim hiç soğumadı. İçimde hep yanan bir kor vardı. O kor, beni içten içe kavurdu.

Toparlanmak için bir yerden başlamam gerektiğini biliyordum.

Tarihler 24 Kasım 2019'u gösterdiğinde bir gazete manşeti, onun nerede olduğunu acıyla bana gösterdi. O günden itibaren takip altına almaya başladım. Yüzümde bir maske ile yakın takibe girdim. 10 Eylül 2021 tarihinde, Raşit Fas'ın adına Çökertme görevine katıldı. O günü hiç unutmuyorum. Görevden dönüp arabaya doluştuklarında ellerimin altındaki direksiyonu sıkmıştım. Dikiz aynasından baktığım sıra, yüzündeki maskeyi çıkartmış ve gözlerini koltuğa kilitlemişti.

"Operasyon nasıl geçti?" diye sorduğumda kimse cevap vermedi. Maskemin altından gülümsedim ve aracı çalıştırıp yola koyuldum. Arada onu izlerken sol bileğine dokundu ve kendi zihninin içine kapandı. Onları kaldıkları apartmanın önüne götürdüğümde herkes indi ama yanındaki Alev Atsız ve kız kardeşim kaldı.

Alev Atsız, Asena'nın kolundan tuttuğunda zihninden onu çekip çıkarttı. Bakışları arabanın içinde gezindi ve hızla arabadan indiler. Gaza basıp yola koyulduğumda başımdaki maskeyi çıkartıp on dakikalık mesafeye sahip şarap dükkanının önünde durdum.

Kız kardeşime aşık bir yavşak vardı.

Asena Gündüz'ü arıyordu ama Eyşan Boduroğlu olduğunda habersizdi. Eline sahte evraklar ulaştırıp onu bulamamasını sağladığım zamanlarda sinir krizine giriyor ve tabiri caizse ortalığın anasını sikiyordu. İkizi onu sakinleştirmeye çalışırken gidip onu da dövüyordu.

Mete, Mert ismini benim yüzümden sevmiyordu.

Umurumda mıydı?

Tabii ki de hayır.

Kız kardeşimin güvenliği her şeyden önce gelirdi. Savaşın içindeki aşk, tatlı gelir. Kaybettiğinde ise o tatlının aslında acı olduğunu anlarsın. Mete'yi araştırmaya başladıktan sonra gördüm ki on dokuz sene boyunca, kız kardeşimi sevmiş.

Helal olsun, dedim.

Bir daha da dokunmadım, kendi haline bıraktım.

Ona açtığım yaraların, ardında bıraktığı izleri takip ederek onu da korumaya başladım.

Zaman üzerimizden bir toz bulutu gibi sürüklenirken Eyşan ait olduğu yere, kışlasına döndü. Takibi hâlâ bırakmamıştım. Zorluklar çekiyorlar, ölümler görüyorlardı. Bir gün yolları Çamlıhemşin'e düştü. Peşlerine takıldım ve o gün çok kötü şeyler gördü, kız kardeşim. Dedesinin olduğunu öğrendiği evin hemen karşısındaki eve daldı. İçeriden bir silah sesi yükseldiğinde doğal olarak ne yaşandığını merak etmiştim.

O ve diğerleri, babamın tim arkadaşı Alparslan Çakır'la bir arabaya binip bir yola çıktıklarında, ben Kutlu Sönmez'in evini bastım. Kapıyı açan adam "Gime bahtun?" diye laubali olunca cevap verdim.

Ebene.

Tabii ki de onu demedim.

"İçeriye geçebilir miyim? Ben Züğürt'ün dostuyum." dediğimde gözleri buğulandı ve hafifçe geri çekildi. İçeriye bir adım attım.

Suikast timinde çalışan her asker, bir yere adım atmadan önce alan kontrolü yapardı. Ben de öyle yaptım. Gözlerim, etrafı hızlıca tararken her detayın farkına varmaya çalışıyordum. Ancak bu evin içinde bir şeyler beni rahatsız ediyordu. Havada tarif edemediğim bir ağırlık vardı, sanki bir gölge beni izliyordu.

Sırtımın her kıvrımında, birilerinin beni izlediğine dair bir ürperti hissediyordum. Parmaklarım tetikteydi. Nefes alışverişimi yavaşlatmaya çalışsam da içimdeki huzursuzluk kalbimin hızla çarpmasına engel olamıyordu. O sırada merdivene saplanmış çekirdeği gördüm. Kutlu Sönmez, kapıyı kapattığı an, elimi tabancamın kabzasına götürüp usulca emniyeti açtım. Bakışları korkuyla bana çevrildiğinde kaşlarımı çattım.

"Eyşan Boduroğlu'yu nereden tanıyorsun?" diye sorduğumda sağ elimi omzuna koydum. İrileşmiş gözlerini gözlerimde gezdirdiğinde hâlâ birinin beni izlediğini anlıyordum.

"Kamera mı var?" diye yüzüne hafifçe fısıldadığımda gözleri titredi. Gözlerimi kıstığımda bir saliselik hızla kameraya baktı. Göz bebekleri bendeydi ama şaşı olarak bir saliselik bakmıştı. Yan alanı görme ve orayı koruma içgüdüsüydü. Kafamı ağırca sallayıp yüzüne doğru biraz daha eğildim.

"Buradan bir silah sesi yükseldi. O kadını kayıt altına aldın mı?" diye sordum. Sesim sakindi ama içinde barındırdığı anlam, karşımdakine hızla ulaşıyordu. Adamın yüzündeki huzursuzluğu görebiliyordum. Gözleri bir anlık panik içinde etrafa kaydı. Sonra yutkundu, boğazındaki düğüm neredeyse duyulacak kadar sertti.

Cevap beklemeden kafamı salladım ve sağ elimin işaret parmağına baktım. Parmaktaki yüzük, üzerine düşen loş ışıkla hafifçe parlıyordu. İçine yerleştirilen mikrofonu düşündüğümde, dudaklarımın köşesinde alaycı bir gülümseme belirdi.

O sırada adamın bakışlarının yüzükten omzuma doğru istemsiz bir şekilde kaydığını fark ettim. Bir sır taşıdığımı hissediyor ama tam olarak ne olduğunu çözemiyordu.

"Mikrofona merhaba de." diye söyledim, sesimdeki alay, gergin havayı daha da sertleştiriyordu. Adamın yeniden yutkunduğunu görmek beni daha da rahatlattı. Yüzüğün içindeki mikrofon, her şeyin kaydını yapıyordu.

"Ona bir oyun oynamayı düşünüyordum. Evi basacağını biliyordum ve o yüzden kamera kurdum. Onun babası benim oğlumun delirmesine sebep oldu. Onunda canı yansın istedim." dediğinde dişlerimi sıkıp gözlerimi parmaklarımdan çekip gözlerine odakladım.

"O halde Eyşan Boduroğlu, sana hiçbir zarar vermedi."

Kafasını iki yana salladı.

"Vermedi."

Kafamı salladım.

"Bugünün tarihi kaç ve biz şu an neredeyiz?"

"6 Ekim 2021, Çamlıhemşin'deyiz."

Gülümsedim ve elimi omzundan çekip yüzüğümün üzerine dokundum. Kapıyı açıp dışarıya çıktığımda ellerimi ceplerime soktum. Kız kardeşim, artık çaresiz değildi. Bir gün geçmiş, gelecekte tekrardan karşımıza çıkacaktı.

18 Mart 2022 – 07:00 / Uludağ, Bursa

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Ne?

"Bir yanlış anlaşılma olmalı, uzman çavuşum." diyen Mete'nin sesiyle kendime gelirken sol eli, sağ elime sıkıca kenetlendi. Sesine yansıyan tedirginlik, elimde bıraktığı sıkılık ile örtüşüyordu. Jandarma memurlarından biri arkasına döndüğünde bize doğru yaklaşan birilerinin olduğunu anlayabilmiştim. Jandarma, hafifçe kenara çekildiğinde Selçuk ve Çilingir, çatık kaşlarıyla hem bize hem de memurlara bakıyordu.

"Günaydın, bir sorun mu var?" diye sorguladı, Selçuk. Jandarma memuru, hiçbir şey demeden bize döndüğünde Selçuk'un kaşları daha da çatıldı.

"Uzman Çavuşum, bir soru sordum." diye üstelediğinde elinde telefon tutan Jandarma memuru Selçuk'a baktı.

"Siz kimsiniz?" diye sorduğunda Selçuk, elini montunun cebine attı ve cüzdanını çıkartıp araladı. Cüzdanındaki şeffaf bölmeye sabitlediği kimliğini karşımdaki memura gösterdi.

"Mili İstihbarat Teşkilatı'na bağlı suikast biriminden Selçuk Ege Turalı. Genelde Jandarmalar beni Viran Ege olarak bilir." dediğinde karşısındaki Jandarma, kaşlarını yukarıya doğru kaldırdı. Şaşkınlığı yüzünden okunurken Selçuk, cüzdanını katlayıp cebine geri koydu.

"Viran Ege? Siz, Manisa'daki Jandarma Bölüğüne yapılan saldırıyı durduran asker misiniz?"

Selçuk, kafasını salladığında karşısındaki Jandarma, gözlerini irileştirdi.

"Namınızı çok duyduk ama yüzünüzü bilmediğimiz için tanıyamadık, kusura bakmayın. Asena Eyşan Boduroğlu hakkında, Kutlu Sönmez diye birini öldürme teşebbüsünden elimizde bir kanıt var." dedi ve elindeki telefonun ekranını Selçuk'a çevirdi ve izlemesi için kaydı geriye sardı. Selçuk'un kaşları çatılırken gözleri de aynı şekilde kısılmıştı.

"Kutlu Sönmez öldü mü?" diye sorguladı izlerken, Selçuk. Kayıt bittiğinde ise bakışlarını Jandarma memuruna çevirdi. Jandarma memuru kafasını salladı.

"Evet, dün sabah evinde, merdivenlerde ölü olarak bulundu."

Selçuk, ağırca kafasını salladı.

"Peki, bu görüntünün devamı nerede?" diye sorguladığında kaşlarım çatıldı. Aynı ifade, karşımdaki Jandarma memurunun yüzünde de olmuştu.

"Sadece bu vardı?"

Selçuk'un dudaklarında ince bir tebessüm oldu ve işaret parmağındaki yüzüğü çıkartıp sol elinin parmaklarına sıkıştırdı. Yüzüğün üzerindeki siyah bölmeyi açtı. İçindeki küçük mikrofon, kaşlarımın yukarıya doğru kıvrılmasına neden olmuştu.

"O görüntü 6 Ekim 2021 tarihine ait." dedi ve cebindeki telefonu çıkarttı. Ekranını açıp parmaklarını uzunca ekranda dolaştırıp baş parmağı ve orta parmağı arasında sabitçe tuttu. Bir hışırtı olduğunda Selçuk'un sesi gürültüyle yankılanmaya başladı.

"Eyşan Boduroğlu'yu nereden tanıyorsun?"

"Kamera mı var?"

"Buradan bir silah sesi yükseldi. O kadını kayıt altına aldın mı?"

"Mikrofona merhaba de."

"Ona bir oyun oynamayı düşünüyordum. Evi basacağını biliyordum ve o yüzden kamera kurdum. Onun babası benim oğlumun delirmesine sebep oldu. Onunda canı yansın istedim."

Kutlu Sönmez'in sesinden sonra onun sesi yeniden oynadı.

"O halde Eyşan Boduroğlu, sana hiçbir zarar vermedi."

"Vermedi."

"Bugünün tarihi kaç ve biz şu an neredeyiz?"

"6 Ekim 2021, Çamlıhemşin'deyiz."

Kayıt bittiğinde Mete, kenetli ellerimizi okşadı. Selçuk, elindeki telefonu cebine koydu ve elinde tuttuğu yüzüğün siyah üstünü kapatıp işaret parmağına geri taktı. Boğazını temizleyip eliyle beni işaret etti.

"Bu kadın benim manevi kız kardeşim. 2011 yılından beri ben kız kardeşi koruyorum. 2016'da ailemi kaybettikten sonra izini kaybettim ve saklanma durumunda kaldım. 25 Kasım 2019'da onu bulduğumda, bir hayalet gibi peşinde dolaştım. 6 Ekim 2021 tarihinde o olayın olduğu yerdeydim. 7 Ekim'de de malum Manisa olayı yaşandı."

Derin bir nefes aldı.

"Elimdeki kaynakları sizinle paylaşırım ama kız kardeşimden swap örneği almanıza izin vermem. Asena Eyşan Boduroğlu, bordo bereli bir yüzbaşıdır. Bir süre önce parmak izini kayıtlardan sildirdim. Ondan örnek alırsanız yeniden sisteme düşmek zorunda kalacak."

Kardeşim dediği o kişi bendim; bunca yıl benim için neler yaptığını kelimelerine saklamış, sessizce dile getirmişti. Oysa ben? Ben onun çektiği acıların ne kadarını anlayabilmiştim? Ailesini kaybetmiş, hayatı altüst olmuş bir adamın yasını paylaşabilmiş miydim? Hayır, o yasın büyüklüğünü ancak şimdi anlayabiliyordum.

Selçuk, benim peşimde bir hayalet gibi dolaşırken, benden önce her adımımı düşünmüş, beni tehlikelerden uzak tutmuştu.

Jandarma memuru, alt dudağını dişledi ve sıkıntıyla Selçuk'un yüzüne baktı. Bir adım ona yaklaştı ve elini montunun iç cebine attı. Bir kâğıt çıkarttığında parmaklarının ucunda bir kâğıt vardı, Selçuk'a uzattı.

"Kız kardeşinizi ihbar eden, maktulün öz oğluydu. 'Onun babası benim oğlumun delirmesine sebep oldu. Onunda canı yansın istedim.' demiş ya, arada bir kan meselesi olabilir. Kanıtlarla birlikte karakola geçelim."

Selçuk, Jandarma memurunun uzattığı kâğıdı alıp, iç cebine koydu ve bakışlarını Mete'ye çevirdi. Mete'ye dönüp baktığımda gözlerinde okunmayan bir bakış vardı. Selçuk'a öylesine derin bakıyordu ki anlamını çözememiştim. Selçuk'a baktığımda ise gözlerindeki sakinliğin ardında küçük bir parıltı vardı. Mete'nin bakışını anlamış gibiydi. Kafasını hafifçe eğip kaldırdı ve Jandarma memuruna döndü.

"Gidelim." dediğinde Çilingir'in yanındaki memur, kelepçe çıkarttı. Mete'nin elimdeki eli biraz daha sıkılırken yanındaki Jandarma memuru hızla meslektaşının elinin üzerine elini koydu ve dilini şıklattı.

"Cık, hayır. Sadece bizimle gelmeleri yeterli olur."

Mete'nin burnundan küçük bir soluk verdiğini işittiğimde baş parmağımı işaret parmağına sürttüm. Elini biraz olsun bile gevşetmediğinde yutkundum ve Çilingir'e baktım.

"Çilingir, sen bizimkileri alıp oraya geçersiniz." deyip Jandarma memuruna baktım. "Sözlüm de benimle birlikte gelebilir mi?" diye sorduğumda ise memur, kafasını salladı. Bakışlarımı hızla üzerimde gezdirdim. Altımda siyah bir eşofman altı, üzerimde ise beyaz tişörtüm vardı. Mete, bir süreliğine elimi bırakıp kenardaki askılığa uzandı ve siyah, kendine ait olan atkısını alıp ikiye katladı ve enseme koyup boynumun önünde atkının ucunu katlanmış olan aralıktan geçirdi.

Montumu bana uzattığında alıp üzerime geçirdim. Mete'nin üzerini kısaca süzdüğümde, altında gri eşofman altı ve üzerinde benimki gibi bir beyaz tişört vardı. Bana ait olan mavi atkıyı alıp bana taktığı gibi boynuna sardı ve montunu giyip tezgâhın üzerinde duran telefonlarımızı cebine koydu.

Jandarma memuruna döndü ve elimi tutup "Gidebiliriz." dedi.

Jandarma memurları kapının önünden çekildiğinde Mete, bakışlarını Çilingir'e çevirdi.

"Babamı ara, annemle birlikte hemen buraya gelsinler."

Çilingir, kafasını salladığında Mete ile ellerimiz bağlı bir şekilde evden çıktık. Mete, kapıyı kapattığında arabaya doğru yürüdük. Kapıyı açıp binmem için beklediğinde ellerimizi bir an olsun bırakmamıştı. Binip kapıyı kapattığında bakışlarım dışarıya kaydı. Selçuk'un hızla arabasına yöneldiğini gördüğüm sıra Çilingir, koşarak diğer evlerin kapısına vurmaya başlamıştı.

18 Mart 2022 09:00 / Jandarma Karakol Komutanlığı, Uludağ

Mete Mert Çakır, Ağzından

Boşluk.

Evrenin sonsuzluğuna verilen isim, neden şimdi benim içimdeki sıkıntının en büyük açıklamasıydı?

Parmaklarımı sıkan diğer elimin parmakları bile o boşluğun içini acıyla doldurmama neden olmuyordu. Yalnız bir kişinin varlığı o boşluğu dolduracakken en büyük sıkıntının oraya yerleşmesine neden olmuşlardı.

Bakışlarım Jandarma memurlarının üzerinde gezinirken bir anlığına omzuma dokunan elin sahibine baktım. Selçuk, tüm metanetiyle kafasını sallamış ve bu durumu çözüme kavuşturmak için önümdeki kapıdan içeriye girmek için hareketlenmişti. Ellerim kenetli bir şekilde, çaresizce öylece kalakalmıştım. Kapalı boş bir kapının ardındaki kadını düşünmek, zihnimin en ufak yerini bile telaşa sokmaya yeterli olmuştu.

Gözlerimi sıkıca yumdum ve derin bir nefes aldım. Bütün uğultulu sesler bir anda kesildi ve yalnızlığın sesi o boşlukta var olmaya başladı. Yüzümün buruştuğunu hissederken boşluktaki sessizliğe kulak verdim. Neden 6 Ekim 2021'de yaşanan bir olay, bu şekilde evrilip karşımıza devrilmişti?

İçimdeki sıkıntının adını koyamıyordum.

"Mete."

Selçuk'un sesiyle kapalı gözlerimi açıp ona baktım. Kenetli ellerimi çözüp ceplerime soktum.

"Kanıtları verdim ama bir süreliğine daha burada tutmaları gerekli. Eyşan'dan swap izi alınmayacak, prosedür olarak tutmaya devam edecekler." diye bir açıklama yaptığında yutkunup gözlerinin içine baktım.

Darağacında bir ip vardı ve Eyşan'ı o ipten tak diye almıştı.

Hakkını nasıl öderdik?

Selçuk, gözlerini kısıp kafasını iki yana salladı.

"Bana şöyle bakma. Bana âşık olduğunu düşüneceğim yoksa." dedi ve güldü. İstemsizce kafamı eğip güldüğümde kafamı iki yana salladım. Aralı dudaklarımdan küçük bir nefes çekip burnumdan bıraktım. Elini omzuma koyduğunda yeniden Selçuk'a baktım. Kaşları çatılmış ve gözleri şüpheyle irileşmişti.

"Bu olayın arkasında başka bir şey var Mete. -tek kaşını yukarıya kıvırdı- Geçmiş neden şu an önümüzde?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.

"Bilmiyorum ama ardından büyük bir şey gelecek Selçuk ve ben ilk defa, neyin gelebileceğini tahmin edemiyorum."

Sağımda duyduğum kalabalık adım sesleriyle bakışlarımız aynı anda gelen kişilere çevrildi. Hepsinin gözlerinde endişe ve telaş vardı. Osman ile bakışlarımız kesiştiğinde burnumdan bir nefes verdim. Selçuk'un omzumdaki eli düştüğünde Güvercin Timi, etrafımızı sarmıştı.

Osman, "Çilingir'in anlattığı doğru mu Selçuk?" diye sorduğunda Selçuk, kafasını salladı. Osman, kafasını iki yana sallayıp ellerini ceplerine soktu.

"Bakalım karşımıza daha neler çıkacak?" diye burnundan soludu ve sırtını duvara yasladı. Kalabalığın ardından Çilingir, bize doğru yaklaştı ve elindeki poşeti bana uzattı. Ona gelirken Eyşan için kahvaltılık bir şeyler almasını söylemiştim. İçinde bir simit ve ayran vardı. Poşeti elime tutuşturduğunda derin bir nefes aldım, Selçuk'a baktım.

"Yanına inmeye izin verirler mi?" diye sorduğumda kafasını salladı ve sol köşede duran Jandarmaya yaklaştı.

"Asena Eyşan Boduroğlu'ya yemek götürmek istiyoruz. Kaç kişi inebiliriz?" diye sorduğunda Jandarma eliyle iki işareti yaptı. Selçuk, kafasını salladığında bakışları bana çevrildi. Tam konuşacaktı ki ondan önce davrandım.

"Sende gel."

Gülümsedi ve eliyle yolu göstermek istercesine havaya kaldırdı. Birlikte koridoru yürümeye başladığımızda bakışlarım yeri takip ediyordu. Köşeyi döndüğümüzde merdivenleri inmeden durdu. Yerdeki bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerinde sıcak bir parıltı vardı.

"Dik dur Bozkurt, korkma. Elimizdeki deliller sağlam sadece prosedür gereği içeride tutuluyor." dedi ve elini omzuma koyup sıktı. Derin bir nefes verip kafamı iki yana salladım. Onu ilk zamanlar gördüğümde acısını deşmeye neden olacak hamleler yapmıştım.

"Hakkını nasıl öderim Selçuk?" diye sorguladığımda gülümsedi.

"Kız kardeşimi koruyarak. Ha, ayrıca ona yüzük takmakla iş bitmiyor Mete Bey, benim de gönlümü hoş tutman lazım." dediğinde kafamı sallayarak küçük bir gülümsemeye büründüm. Omzumdaki elini çekti ve aşağıya inmeye başladı. Onunla birlikte aşağıya inmeye başladığımda demir parmakları görmeye başlamıştım. Güvercin, sürekli kafese tıkılıp duruyordu.

Bizim geldiğimizi gördüğünde dudaklarında beni büyüleyen ve büyülemeye devam eden o gülümsemeyi bana bahşetti. Her şeye rağmen dik durmaya çalışan bu kadının gücüne hayrandım. Toprak bakışlımın bakışları bir bende bir de Selçuk'ta gezindiğinde elimdeki poşete kaydı. Dudaklarını içe kıvırdı ve bastırdı.

Demir parmakların önünde durduğumuzda elini havaya kaldırdı ve poşete uzandı. Gülerek uzattığımda sağ kenarda kalan tahta sandalyeye oturdu ve bize bakarak yemeğe başladı.

"Hollodoboldonoz mo?"

Deli kadın.

Gülerek kafamı iki yana salladığımda dudaklarımı kapattım ama ona rağmen yanaklarımı gerecek bir gülümsemem kalmıştı.

"Ağzındakini bitir de öyle konuş." diyen Selçuk'a baktı ve gözlerini devirip ayranına uzandı. Onun oturduğu yere doğru yaklaşıp ayranı ellerinden aldım ve üzerindeki folyoyu yarısına kadar sıyırıp ona geri verdim. Ağzındaki lokmayı çiğnerken tebessüm etti ve açtığım ayrandan bir yudum alıp yutkundu.

Benim güzel kadınım.

Her şeyinle nasıl kendine bu kadar büyüleyebiliyorsun?

"Sizce Kutlu Sönmez'i kim öldürdü?" diye sorduğunda derin bir nefes aldım ve Selçuk'a baktım. Selçuk çatık kaşlarıyla bize yaklaştığında kolunu omzuma koyup hafifçe dizlerini kırıp yere çömeldi. Onunla birlikte yere çöktüğümde bakışları Eyşan'a ve bana çevrildi.

"Olay yeri inceleme, olay mahalinde swap izi bulamamış. Senin silahından çıkan kurşun merdivene saplanan bir gerçek ama raporları incelediğimde gördüğüm tek bir sahne vardı. Kutlu Sönmez'in kalbini delip geçen mermi, merdivende bir çekirdek bırakmış olarak görünüyor." diye fısıldadığında kaşlarım çatıldı.

"Yani?" diye sorduğumda bakışlarını Eyşan'dan çekip bana baktı.

"Biri Kutlu Sönmez'i öldürdü ve Eyşan öldürdü olarak görünmesini istedi. Elimizde kayıt olmasaydı, Eyşan'ı hiçbirimiz o darağacından indiremezdik. Bir güç, Eyşan'ın geçmişini kurcalamaya başladı. Çok büyük bir sıkıntı bize doğru sürükleniyor."

Selçuk'un söylediklerinin ağırlığı göğsüme çökmüş gibiydi. Nefes almakta zorlanıyordum. Eyşan'a baktım. Parmaklarıyla sandalye kenarını sıkıca kavramıştı. Yüzünde bir ifade belirdi, bir anlığına. Korku muydu, yoksa öfke mi? Belki de ikisi birden ama hemen ardından o dik duruşunu yeniden kuşandı.

Her şeye rağmen gücünü korumaya çalışan metanetim, canım.

Neden sürekli seninle uğraşıyorlar?

Senin savaşın neden hiç bitmiyor?

Eyşan'ın gözleri bana çevrildiğinde, sanki her şeyi biliyormuş gibi bir anlam vardı o toprak bakışlarında. "Ben güçlüyüm," diyordu ama ben, onun her şeye rağmen taşıdığı yükün ne kadar ağır olduğunu biliyordum.

Merdivenlerden inen adım seslerini duyduğumda hızla Selçuk'un kolundan tutup onunla birlikte ayağa kalktım ve arkama baktım. Babam ve annem şüpheli gözlerle bize bakarken babamın bakışları Eyşan'da asılı kaldı. Merdivenleri bitirip yanımıza geçtiklerinde Eyşan, ayağa kalkmış ve elindeki simidi yiyordu. Gülmek istedim ama gülemedim. Bakışlarım babama çevrildiğinde kaşlarımı hafifçe çattım ve ellerimi ceplerime soktum.

Babam, "Dosyayı yöneten amirin yanından geliyoruz. Olay yerinde swap izi bulunmamış." dediğinde Eyşan, lokmasını ağırca çiğnedi ve yutkunup boğazını temizledi.

"Kim öldürmüş olabilir?" diye sorduğunda babam kafasını iki yana salladı.

"İbrahim, yani oğlu yukarıdaydı. Söylediği tek şey, 'Uyuyordum, silah sesine uyandım ve kameraya baktım.' oldu. Kutlu Sönmez, zamanında, aklınca oyun oynamak için yalnızca Eyşan'ın ona sıktığı yeri kayıt altında tutmuş. Kamera kaydını durdurmuş olduğu içinde başka kimsenin kaydı bulunmuyor." dedi ve Selçuk'a döndü.

"Babanın emanetini bu kadar iyi taşıyabileceğini hiç düşünmemiştim, Selçuk. O yüzük, idam sehpasından bir yüzbaşıyı indirdi."

Bakışlarımız kesiştiğinde çenesini dikleştirdi.

"İbrahim laf atacak olursa metanetini koru, Mete. En azından sevdiğin kadının iyiliği için." dedi. Kafamı onaylarcasına salladığımda bakışlarım Eyşan'a çevrildi. Elimi farkında olmadan demir parmaklardan soktum ve yanağına yasladım. Eyşan'ın yanakları kızarırken baş parmağımla okşayıp elimi geri çektim.

Hiçbir mahal, izsiz kalmazdı.

Bakışlarımı Selçuk'a çevirip gözlerimi kıstım.

"Biraz dışarı çıkalım mı?" diye sorduğumda kafasını salladı. Annem ve babam, Eyşan'ın yanında kalırken Selçuk ile yukarıya çıkmaya başladık. Merdivenleri tırmandığımızda eliyle bir kapıyı işaret etti ve oraya doğru yürümeye başladı. Onunla birlikte ilerlediğimde kapıyı açtı ve dışarıya çıktı.

Sakin bir arka bahçeydi. Selçuk, hızla etrafı taradı ve bakışlarını bana çevirdi.

"Sence kim olabilir?" diye sorguladığında kafamı iki yana salladım. Gözlerimi kırpıştırıp bakışlarımı etrafta gezdirmeye başladım.

"Bilmiyorum Selçuk ama burnuma hiç iyi kokular gelmiyor. Çok fena tufaya gelecekmişiz gibi hissediyorum."

İçimdeki o boşluk sıkıntıyla ve belirsizlikle dolmaya devam ediyordu. Yanağımın içini dişleyip Selçuk'a baktığımda Selçuk'un bakışları bir noktada sabit kalmış ve göz bebekleri küçülmüştü. Sanki zihninde bir terazi vardı ve o terazide olayları denkleştirmeye çalışıyordu.

"Her taşın bir ağırlığı vardır Bozkurt." dedi ve oradaki bakışları bana çevirdi. "Eyşan'ın adını dünyadan silmemiz lazım."

Selçuk'un sözleri zihnime çakılı kaldı.

Bir an nefes alamadım. Bu sözler, onun koruma içgüdüsünden doğmuş olabilirdi ama bu kadar ağır bir ifadeyi nasıl bu kadar sakin söyleyebilmişti? Gözlerimi Selçuk'a diktim. Bakışlarındaki ciddiyet, beni daha da sarsıyordu.

"Adını silmek mi?" dedim, sesim istemsizce titremişti. "Bu, Eyşan'ın varlığını yok saymak demek değil mi?"

Selçuk, bir adım yaklaşıp omzuma elini koydu. Gözleri kararlıydı ama orada saklı bir acı da vardı.

"Hayır," dedi. "Bu, onun yaşamasını sağlamak demek. Eyşan artık kimsenin tanıyamayacağı biri olmalı, Mete. Adını silersek, geçmişin pençelerinden kurtulabilir. Aksi takdirde, peşindekiler onu bulmak için her yolu deneyecek. Onu yaşatmanın tek yolu bu."

Sözleri mideme oturmuş bir taş gibi hissettirdi. Eyşan'ı korumak adına onu yok saymamız gerekiyorsa, bu nasıl bir seçim olabilirdi? Onun kahkahası, inatçılığı, o güçlü duruşuyla Eyşan'ı oluşturuyordu. Ama Selçuk haklıysa bu, Eyşan'ın varlığını kurtarmak için son çare olabilirdi.

Başımı eğip derin bir nefes aldım. İçimde yankılanan öfke, çaresizlikle karışıyordu.

"Bu karar bize ait değil," dedim, sesim alçak ama kararlıydı. "Eğer bu yapılacaksa, bunu Eyşan'a biz söyleyemeyiz. Bu onun kararı olmalı, Selçuk. Biz onun için karar vermeye kalkarsak, onu gerçekten kaybederiz."

Selçuk bir süre sessizce baktı bana. Gözlerindeki tereddüt, biraz da olsa hak verdiğini hissettirdi ama ikimiz de biliyorduk; doğru olan her zaman kolay değildi. Selçuk, elini omzuma koydu ve sıvazladı.

"Bu durumda senin de eski dosyalarını silmen gerekecek Mete. Gerçi onları ben ayarlarım, sen yalnızca o Mert ismini sevmeye başlasan iyi olur." dediğinde kaşlarımı çattım ve ona baktım. Dosyalarımın olduğunu biliyordu ama bunu nasıl kendisi ayarlayabilirdi ki?

Çatık kaşlarıma bakarak hafifçe dudaklarına buruk bir tebessüm yerleştirdi.

"Asena Gündüz'ü bulmak için çabaladığın o günlerde, önüne her seferinde taş koyan bendim. Karşına çıkan o adamları ben gönderdim ve 25 Ocak 2022 tarihinde, o arabanın içinde ne olduğunu biliyorum."

Selçuk'un sözleri beynimde yankılanırken, bir an için tüm dünya sessizliğe gömüldü. Gözlerim istemsizce büyüdü, kaşlarım çatılmış halinden düşüp yerini bir karışıklığa, hatta şaşkınlığa bıraktı. Dudaklarım aralandı ama çıkarmayı planladığım kelimeler boğazımda düğümlenip kaldı.

Sanki ciğerlerime dolan hava bir anda boşalmış gibiydi. Nefes almaya çalıştım ama bu kolay değildi. Selçuk'un gözlerindeki ciddiyet, söylediklerini şaka olmaktan çıkarıyordu. Her hareketi, her kelimesi doğru olduğuna inandırıyordu beni.

Demek ki tüm taşlar bu yüzden yerinden oynadı. Demek ki arayışımın her durağında önüme çıkan engellerin sebebi bendeki eksiklik değil, Selçuk'un müdahalesiydi.

"Sen..." dedim, kelimeleri ağzımdan dökebilmek için boğazımı temizledim. Sesim çatallaşmıştı ama devam etmeye çalıştım. "O zaman... tüm bu zaman boyunca beni izliyor muydun?"

Kafasını ağırca salladı.

"Mert ismini senden alan kişi bendim Mete. Eğer sen Asena Gündüz'ü bulsaydın, emin ol Eyşan şu an aramızda olmazdı. Önceliğim onu, ardından seni korumak oldu ama yaptıklarından. O yüzden bu zamana kadar adına açılmış tüm dosyaların hepsini sildireceğim."

Onun kararlılığı, söylediklerinin arkasındaki doğruluğu kanıtlar gibiydi ama bu açıklamalar, bunca yıl taşıdığım yüklerin, soruların ve yalnızlığın ağırlığını daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Gözlerimi kaçırdım, yere sabitledim. Belki de yere bakmak, düşüncelerimin ağırlığını taşımamı kolaylaştırırdı.

"Beni korumak mı?" dedim, sesim alay ve hüsranın garip bir karışımıydı. Gözlerimi ona çevirdiğimde bakışlarımda sadece hayal kırıklığı vardı. "Beni, Eyşan'ı bulmak için yaptıklarımdan koruduğunu söyleyerek, benim üzerimde oyunlar oynadığını mı itiraf ediyorsun? Selçuk, bu nasıl bir koruma?"

Sesim yükselmemişti ama her kelimem bir bıçak gibi keskin ve soğuktu.

"Eyşan için yaptım," dedi, sanki bu basit bir gerekçeymiş gibi. "O zamanlar onun güvenliğini sağlamanın tek yolu buydu. Sen de onun kadar kıymetliydin Mete. Seni de korumalıydım."

Derin bir nefes aldım ama içimdeki öfke daha da büyüyordu. "Korumak," diye tekrarladım, alaycı bir şekilde gülümseyerek. "Sen koruyarak benim kimliğimi çaldın, hayatımı karanlıkta bırakıp Eyşan'a olan bağlılığımı dağların arasına gömdün."

Gözleri bir anlığına titredi ama yine de sessizliğini bozmadı. Biliyordum, ona bağırmanın veya suçlamanın bir anlamı yoktu. Bu olanlar artık geri alınamazdı ama içimdeki kırgınlık, bunca zaman boyunca sakladığım tüm korkular ve şüpheler gibi, su yüzüne çıkıyordu.

"Olan oldu artık önümüze dönelim. Eyşan'ın kimliğini değiştirmemiz için onu ikna etmemiz şart. Yoksa hiç beklemediğimiz bir yerde, bir anda karşımıza neyin çıkabileceğini bilmiyoruz. Hislerim asla yanılmaz, büyük bir kasırga bize doğru yaklaşıyor, hatta belki kapıda. Dışarıya çıktığımız an hepimizi farklı yönlere savuracak, toparlanıp asker kimliğimize geri dönmeliyiz."

Dudaklarımı sıktım, yumruklarım istemsizce sıkılı haldeydi. İçimdeki öfke hâlâ kaynıyordu ama artık yerini bir çeşit boşluğa bırakıyordu. Beni en çok kızdıran, onun söylediklerinde haklı olabileceğini bilmekti.

"Eyşan..." dedim, onun adını söylemek bile kalbimi sıkıştırıyordu. "Onu böyle bir şeye ikna etmek, taşın altına ellerimizi daha fazla sokmak demek. Eğer bu fırtına dediğin şey gerçekten kapımızdaysa, Eyşan'ı yeniden kaybetme riskini göze alamayız."

Sessiz kaldı.

"Bu, Eyşan'ın yalnızca kimliğini değiştirmek değil, hayatını sıfırlamak anlamına geliyor," diye devam ettim. Sesim, düşündüklerimin ağırlığı altında kısılmış gibiydi. "Bu yükü nasıl taşıyabilir ki? Eyşan buna dayanamaz. Belki biz de dayanamayız."

Selçuk, yüzümdeki ifadeyi dikkatlice incelerken bir adım yaklaştı. "O yüzden, o kasırga geldiğinde savrulmamayı öğrenmeliyiz," dedi. "Askerlikte öğrendiğimiz ilk şey bu değil miydi? Önce hayatta kal, sonra savaş."

Derin bir nefes aldım. Selçuk'un haklılık payı vardı ama bu haklılık içimdeki çatışmayı dindirmeye yetmiyordu. "Peki ya hayatta kalamazsak?" diye fısıldadım. Bu, kendime bile itiraf etmekte zorlandığım bir soruydu.

Selçuk bir süre sessiz kaldı, ardından omzuma hafifçe dokundu. "Bu kasırgadan çıkmanın tek yolu, birlikte kalmaktan geçiyor. Eyşan'ın kimliğini değiştirmek bir tercih değil, bir zorunluluk."

Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Bulutlar kararmıştı, ağır bir kar fırtınasının habercisi gibiydi. Selçuk'un dedikleriyle gökyüzü arasında bir paralellik vardı sanki. Yaklaşan kasırga, sadece bir metafor değildi; gerçekten de üzerimize çökmek üzere olan bir tehlike vardı.

18 Mart 2022 12:10 / Jandarma Karakol Komutanlığı, Uludağ

Yazar, Ağzından

Eyşan, parmaklıkların arkasından çıkarılırken yüzünde hiçbir korku izine rastlanmadı. Kolları serbestti ama her adımında gözlerinin üzerindeki baskı hissediliyordu. Adımlarını sakin ve dikkatli atıyordu, her hareketi soğukkanlıydı. Güvercin Timi'nin üyeleri koridor boyunca ona yönelen bakışlarıyla takip ediyordu. Hepsi, olan biteni anlamaya çalışıyordu.

Selçuk'un gözleri keskin, her an bir adım daha atacakmış gibi, etrafı izliyordu. Çilingir bir adım öne çıkıp, alçak sesle bir şeyler fısıldayarak etrafındaki askerlere uyarı yapıyordu. Kubilay ve Yonca'nın bakışları ise kaygılıydı ama bir yandan da Eyşan'a duydukları güvenle doluydu.

Osman, gözlerinden bir şeyler söylemek istiyormuş gibi bir hali vardı ama ne yazık ki hiçbir kelime çıkmıyordu. Alev ise sessizdi ama gözlerinde çaresiz bir ifade vardı. Eyşan'a bakarken, içinde kaybolmuş bir korku barındırıyordu, bu kadar büyük bir haksızlık karşısında nasıl bir şeyler yapması gerektiğini bilmez haldeydi.

Mete, tüm bu duyguların karışımı içinde, gözlerini hiçbir şekilde Eyşan'dan ayıramıyordu. O an, her şeyin başladığı yer gibi hissediyordu. İbrahim Sönmez'in suçlamalarının ne kadar gerçek dışı olduğunu bilmesine rağmen, her geçen saniye biraz daha öfkeleniyordu. Ne olursa olsun, bu durumla başa çıkmalıydı.

Koridorun ilerleyen kısmında, birden yüksek bir ses yankılandı.

"Bu kadını nasıl salarsınız!"

İbrahim Sönmez'in bağırışı, her adımda yankı yaparak etrafı sardı. Bir anlığına herkes durakladı, nefesler tutuldu. Gözler İbrahim'in gelmekte olan siluetine doğru kaydı. Sönmez'in yüzü kırmızı kesilmişti, gözleri öfkeyle parlıyordu.

Mete, hemen ellerini yumruk yaptı. Öfke içinde kaybolmaya başlamıştı ama Alparslan Çakır hemen araya girdi.

"Ses tonuna dikkat et, Sönmez!" dedi, sesi sert ve kararlıydı.

Alparslan'ın sesi, İbrahim'in öfkesini bir an için kesmişti ama yine de Sönmez, gergin bir şekilde Eyşan'a gözlerini dikmeye devam etti.

"Bu kadının ne işi var burada? Babamın katili serbestçe geziniyor!" diye bağırdı. Her kelime, gözlerinden akan öfkeyle birlikte çıkıyordu.

Mete, sinirini zor tutarak adım atmak üzereyken Selçuk, omzuna elini koydu. Alparslan albay tekrar araya girdi. "Duyduğun her şeyin doğru olduğuna inanma, Sönmez. Suçlu olanla suçsuz olanı aynı kefeye koyamazsın. Elimizde kanıt var. Eyşan, senin babanı öldürmedi!"

Koridorda her şey bir an durdu. Sessizlik hüküm sürdü. Eyşan, yüzünde hiçbir duygu belli etmese de o gergin atmosferde bile dik durmaya devam etti. Söz konusu haksız suçlamalar olsa da gerçekte suçlu olmadığına dair güveni, her şeyin üstesinden gelmesini sağlıyordu.

Her bakışın, her sözün altında başka bir anlam vardı ama bir şey kesindi: Eyşan, suçsuzdu. Bu adaletsiz suçlama karşısında, onun gözlerinde tek bir kırılma bile yoktu.

Bir odanın kapısı aralandı ve dışarıya bir Uzman Çavuş çıktı. Bakışları, bir anlığına Eyşan'ı tutan kadın jandarmalara kaydı. Kolları gerilmiş, eliyle bir işaret yaptı. "Gelin," dedi, sesi sert ve emrediciydi. Eyşan, hiç duraksamadan başını hafifçe kaldırdı ve adımlarını odaya doğru attı. O an, gözleri sanki her adımda daha da dikleşiyor, kararlı bir şekilde ilerliyordu.

"Selçuk Ege Turalı ve Alparslan Çakır, siz de içeriyi buyurun," dedi Uzman Çavuş, Sesindeki ciddiyet ve emir tonu kesindi. Sonra gözleri, İbrahim Sönmez'in üzerine kaydı. "İçeriye gelin."

Sönmez bir adım attı ama gerginliği yüzünden belli oluyordu. Sözlerin ardında bir hınç vardı ama dışarıya yansıyan sadece derin bir öfkeydi.

Mete'nin yumruk yaptığı el, daha da kasılmıştı. Her bir kasının gerildiği o an, ortamın ne kadar gerildiğini tüm çevresindekiler hissediyordu. Caner, hemen yanına geldi, omzuna elini koyarak, sakinleşmesi için nazikçe dokundu ama Mete'nin gözleri, kapanmış kapının üzerinde sabitlenmişti. Sadece o kapı vardı ve o kapının ardında kalmıştı. Gözleri öfkeyle dolmuş, her şeyin kontrolü dışında olduğunu hissediyordu.

Başını geriye attı, dişlerini sıkarak, öfkesini içinden bastırmaya çalıştı. Ardından dişlerinin arasından sertçe, her harfi vurgulayarak, "Elini, çek, Caner," diye fısıldadı. Caner, gözlerinde kararsız bir anlık bir ifade geçse de yavaşça elini çekti.

Mete, başını eğdiğinde, vücut dili değişti. Gözlerini sıkıca kapatarak, tüm siniri içinde biriktiriyordu. İçindeki öfke ve baskı, başını düzelttiğinde biraz olsun hafifledi ama sadece bir anlık bir rahatlama sağladı. Ardından, bir adım geriye gidip duvara yaslandı.

Yumruk yaptığı elleri açıldı ve kollarını göğsünde, yanan ateşin ortasında bağladı. İçindeki fırtına sanki biraz olsun sakinleşmişti ama yine de dışarıya bir şeyler sızdıracak kadar kırılgandı. O an her şeyin öncesinde olduğu gibi sessiz, derin ve acıydı.

Birol Yakut, daha dün karşısında olan kadına baktı ve derin bir nefes verip bakışlarını Alparslan Çakır'a çevirdi. "Elimizdeki delil ve sizin verdiğiniz savunma ile uyuştuğu için Eyşan Hanım'ı tutuksuz olarak yargılanmasını sağlayacağım."

İbrahim Sönmez, tüm bu olan bitenleri izlerken, nefret dolu bakışları Eyşan'a çevrilmişti. "Bunu nasıl yapabilirsiniz? Bunu nasıl salabilirsiniz?!" diye bağırarak, sinirle masaya bir yumruk attı. Sesinin yankısı duvarlarda çınlarken, her geçen saniye odadaki tansiyon artıyordu. Gözleri, her an patlayacakmış gibi parlıyordu.

"SUS LAN! ATTIRMA KENDİNİ BANA DIŞARI!"

Birol Yakut'un sesi odada yankılandığında, her şey bir an için durdu. İbrahim Sönmez'in öfkesiyle alevlenen bakışları, Birol'un sert çıkışıyla bir anda sönmüştü. Birol, ellerini masaya koyarak, sert bir şekilde İbrahim'e gözdağı veriyordu.

Dışarıdaki herkes Birol Yakut'un sesini duymuştu. Mete, boğazını temizlemeye çalışırken, her geçen saniye gerginliği daha da fazla hissediyordu. Kafasında yankılanan her kelime, adeta bir bomba etkisi yapıyordu.

"Babanın katili o değil, önce bunu anla. Sonra, kameranın diğer görüntülerinin nerede olduğunu söyle."

Odadaki gerginlik doruk noktasına ulaşmışken, Birol Yakut'un ses tonu yeniden yankılandı. Sözleri, bir hançer gibi İbrahim Sönmez'in öfkesinin orta yerine saplandı. Mete dışarıda durduğu yerden nefesini tuttu.

"Babanın katili o değil," diye tekrarladı Birol, bu kez daha kontrollü ama yine de sarsıcı bir kesinlikle. "O görüntülerin devamı nerede!"

Mete'nin göğsü inip kalkarken, dışarıda tüm tim üyeleri bakışlarını birbirine çevirdi. Birol'un son sözleri, dışarıda bekleyen herkesin kulaklarına çınladı. Kimin doğruyu söylediğini anlamak, bu karmaşık düğümü çözmek, bekleyenler için daha da zorlaşmıştı.

İbrahim Sönmez, kafasını iki yana salladı.

"Bilmiyorum." dedi ve dişlerini sıktı. "O aşüfte-"

Odanın içinde bir anda patlayan hareketle Selçuk, yerinden kalkıp İbrahim'in üzerine uçtu. Ellerini İbrahim'in yakalarına geçirirken yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. "SENİN AĞZINI SİKERİM!" diye haykırdı, sesi odanın dört bir yanında yankılanırken, nefesi bile ateş püskürüyor gibiydi.

İbrahim şaşkınlıkla geriye doğru sendeledi ama Selçuk'un ellerinden kurtulamadı. Selçuk'un bakışlarındaki kararlılık, odadaki tansiyonu daha da yükseltti. Birol Yakut'un elleri masadan sert bir şekilde kalktı, sesini yükseltti. "YETER!" diye bağırdı ama Selçuk'un öfkesi durdurulacak gibi değildi. Alparslan Çakır, Selçuk'a doğru bir adım attı, sesi sert ve otoriter bir şekilde yankılandı.

"Selçuk! Çek ellerini, hemen!"

Bir an için odada zaman durmuş gibiydi. Selçuk, İbrahim'i bırakmak istemiyor gibi sıkıca tuttuğu yakalarını biraz daha sıktı ama Alparslan'ın sesi onun öfkesini dizginlemesine yetti. Bir anda ellerini çekip, hışımla yana döndü. Gözleri hala İbrahim'deydi, nefesi kesik kesikti.

"Ağzından çıkanı kulağın duysun, seni burada gebertirim." dedi, sesi artık daha alçak ama çok daha tehditkardı.

İbrahim, yeniden nefes alabilmek için yakasını düzeltirken sessiz kaldı ama gözlerindeki nefret hâlâ sönmemişti. Birol Yakut'un yüzü sertleşmişti, elleri masanın kenarına sıkıca tutundu. "Bu şekilde ilerleyemeyiz. Herkes sakinleşsin!" diye gürledi, odadaki kaosu kontrol altına almaya çalışıyordu.

Mete, dışarıdan duyduğu sesler ve Selçuk'un patlamasıyla bir kez daha derin bir nefes aldı. Dişlerini sıkarak duvardan uzaklaştı, içeriye girip bu karmaşaya son vermek istiyor gibiydi. Hümeyra Çakır, oğlunun kolunu sıkıca kavrarken bakışları sert ama bir o kadar da endişeliydi. Mete'nin gözlerindeki öfkeyi gördüğünde, sakinleşmesi gerektiğini biliyordu.

"Sakın." dedi, sesi alçak ama keskin bir uyarıydı. "Oraya girip işleri daha da karıştırma."

Mete, annesinin sözlerine karşılık vermek ister gibi gözlerini ona çevirdi ama dudaklarından tek bir kelime bile dökülmedi. Gözlerinde, içindeki fırtınayı yansıtan bir parıltı vardı. Dişlerini sıktı, nefes almayı hatırlamaya çalıştı.

Hümeyra'nın parmakları oğlunun kolunda daha da derinleşirken, bakışlarını kapının üzerinde gezdirdi. İçeriden gelen sesler, bir an için kesilmişti ama tansiyonun hala dorukta olduğunu hissedebiliyordu.

"Sakin kalacaksın." diye ekledi Hümeyra, sesinde titremeyen bir kararlılık vardı. "Bu fırtınanın nereye varacağını görmek zorundayız."

Mete, kaşlarını çatıp başını iki yana salladı. "Beklemekten başka bir şey yaptığımız yok zaten." diye tısladı. Ancak annesinin elini kolundan yavaşça sıyırıp, adımını geriye attı. İçeriye girme niyeti hala gözlerinden okunuyordu ama Hümeyra'nın uyarısı onu bir an için duraksatmıştı.

Hümeyra, oğlunun yüzüne bir kez daha baktı, onun öfkesine yenik düşmeyecek kadar güçlü olduğunu görmek ister gibiydi. "Bazen savaş, en doğru anda susmakla kazanılır oğlum." dedi, gözlerini onunla kilitleyerek.

Mete, annesinin son sözleriyle birlikte birkaç saniye donup kaldı. Dişlerini sıkarak başını eğdi ve ellerini cebine soktu. Nefesi düzensizdi ama kontrolünü yeniden kazanmaya çalışıyordu. Dışarıdaki sessizlik, içerideki gerilimin hâlâ devam ettiğini açıkça belli ediyordu.

Hümeyra, oğlunun geri çekildiğini gördüğünde derin bir nefes aldı ve bakışlarını tekrar kapıya çevirdi. Sanki bir patlama an meselesiymiş gibi tetikteydi.

Bu sırada içeriden Birol Yakut'un tok sesi bir kez daha yankılandı. "Burada herkesin amacı belli! Şimdi kişisel nefretlerinizi bir kenara bırakıp asıl meseleye odaklanacaksınız."

Son cümlesiyle birlikte odaya ağır bir sessizlik çöktü.

Selçuk, hâlâ İbrahim'e bakıyordu ama artık yüzündeki öfke yerini soğuk bir ifadeye bırakmıştı.

"Bu kadın masum." diye devam etti Selçuk, sesinde yankılanan kesinlik adeta odayı doldurdu. "Sadece kameraların diğer kayıtlarını bulmamız gerekiyor. Gerçek katil o dosyalarda saklanıyor."

İbrahim, kafasını iki yana salladı.

"Kayıt almıyordu. O günün yaşandığı andan sonra görüntülerle ben oynamıştım. Bilseydim, kamerayı hiç kapatmazdım." dedi ve gözlerini kapattı. Selçuk, sıkıntıyla alt dudağını dişledi ve sağ bacağını sallamaya başladı. Sağ eli uyluğunun üzerine ters bir şekilde durduğunda kafasını iki yana salladı.

İbrahim, yavaşça olduğu yerde yere çöktü.

"O zaman benim babamı kim öldürdü?" diye sorguladı, çatlak bir ses tonuyla. Eyşan'ın bakışları İbrahim'e çevrildi. İbrahim, yavaşça çöktüğü yerden kalktı ve Alparslan Çakır'ın karşısında dizlerinin üzerine çöktü.

"Söylesene albay, benim babamı kim öldürdü?" dedi, gözlerinden yaş akarken.

Odaya derin bir sessizlik çöktü. İbrahim'in çatlak sesi, duvarlardan yankılanarak herkesi daha da ağır bir yükün altına sokuyordu. Gözlerinden akan yaşlar, içinde biriken tüm acıyı ve çaresizliği ortaya koyuyordu.

Alparslan Çakır, İbrahim'in gözlerindeki acıyı görmezden gelemedi. Sert yüz hatları yumuşadı ama sesi hâlâ otoriterdi. "İbrahim, bu sorunun cevabını bulmak için buradayız." dedi, diz çöken adamın omzuna hafifçe dokunarak.

İbrahim, başını kaldırdı ve Alparslan'ın gözlerine baktı. "Bunu nasıl yapacaksınız? Babamı geri getiremezsiniz ama bana onun katilini bulacağınızı söyleyin! Söyleyin!" dedi, sesindeki acı, yüreklere işliyordu.

Selçuk, "Babanın gerçek katilini bulacağız ama bu sadece senin yardımınla mümkün. Bildiğin, hatırladığın en ufak bir detay bile önemli. Eğer bu kamera kayıtlarına ulaşabilirsek, her şey netleşecek."

İbrahim, Selçuk'un sözlerine başta inanmıyormuş gibi baktı, ama sonra çaresizce iç çekti. Yavaşça yerden kalktı ve geri birkaç adım atarak odanın ortasında durdu. Elleri yanına düşerken başını eğdi. "Tamam." dedi sessizce, sesi neredeyse duyulmayacak kadar alçaktı.

Birol Yakut, tüm bu sahneyi izledikten sonra bir kez daha masaya vurarak konuştu. "Eyşan'ın suçsuzluğu kanıtlandı ve gerçek katili bulmak istiyoruz ama bu sürecin hepimiz için zor olacağını anlamalısınız."

Eyşan, sonunda konuştu. Sesi alçak ama güçlüydü. "Senin acını anlıyorum İbrahim ama gerçeklerin ortaya çıkması için birlikte çalışmalıyız."

İbrahim, başını hafifçe salladı ama gözlerindeki şüphe hâlâ silinmemişti. "Bana söz verin." dedi, odadaki herkese bakarak. "Babamın katilini bulacaksınız."

Birol Yakut, sertçe başını salladı. "Bulacağız ama bunu ancak birbirimize güvenerek yapabiliriz."

Selçuk derin bir nefes aldı, ellerini başının arkasına götürdü ve geriye yaslandı. "Bu tür verileri geri yüklemek mümkün ama hemen değil. Kayıtların olduğu cihaz veya yedekleme birimine erişmemiz lazım."

Odada yeniden bir sessizlik oldu. Selçuk'un sözleri, herkesin aklında aynı soruyu yankıladı: Kayıtlar nasıl geri getirilecek?

Selçuk, geriye yaslandığı sandalyede bir an gözlerini kapattı, sonra ellerini başının arkasından indirip Birol Yakut'a eğildi.

"Bu tür verileri geri yüklemek mümkün," diye tekrarladı daha sakin bir ses tonuyla, "Görüntüyü işleyen cihaz ya da yedeklemeyi bizimle paylaşır mısınız?" diye sorduğunda Birol Yakut, kafasını salladı ve yanındaki memura baktı.

"Veri dosyasını ve cihazı onlara teslim et."

Jandarma memuru, kenardaki delil poşetini Selçuk'a teslim etti ve yeri geri oturdu. Selçuk'un bakışları elindeki delil poşetinin içindeki kayıt izleme cihazında gezinirken Birol Yakut, Alparslan Çakır'a baktı.

"Artık siz çıkabilirsiniz. Biz İbrahim Sönmez'in sağ salim Rize'ye ulaşmasını sağlarız." dediğinde İbrahim Sönmez, yavaşça ayağa kalktı ve kendini masanın yanındaki koltuğa bıraktı. Alparslan Çakır, ayağa kalktı ve Birol Yakut'a elini uzattı.

"Çok teşekkür ederiz, kusura bakmayın. Bu şekilde tanışmak istemezdim."

Birol Yakut, kafasını iki yana salladı ve ayağa kalkıp Alparslan Çakır'ın uzattığı eli sıktı.

"Estağfurullah albayım."

Kısa bir tokalaşmanın ardından Alparslan Çakır, bakışlarını Eyşan'a çevirdi. "Gel bakalım." dedi ve sağ kolunu ona doğru uzattı. Alparslan Çakır, kızı saydığı Eyşan'ın omzuna kolunu yasladı ve birlikte kapıya doğru ilerledi. Selçuk, ayağa kalkıp kapıyı açtığında Mete, yaslandığı duvarda açılan kapıya baktı. Mete, sevdiği kadının babasının kolunda, güvenle çıkmasına derin bir soluk çekti.

Eyşan'ın bakışları Mete'yi bulduğunda sıcak kolun altından çıktı ve Mete'ye doğru bir adım attı. Mete, yaslandığı duvardan ayrılıp Eyşan'ı kollarının arasına aldı ve Eyşan'ın yüzünü göğsüne sakladı. Yüzünü Eyşan'ın saçlarına eğip büyük bir öpücük kondurdu.

Alparslan Çakır, bu sahneyi göz ucuyla izlerken gülümseyip bir adım geri çekildi. Gözlerinde bir babanın gururu ve huzuru vardı. Selçuk, bu duygu dolu anın ardından içeriye son bir bakış atıp kapıyı tamamen kapattı.

Mete, Eyşan'ı kollarında sıkıca tutarken fısıldadı.

"Bitti. Artık kimse sana bir şey yapamaz."

Eyşan, başını Mete'nin göğsüne yaslamış, derin bir nefes aldı. Sesinde hafif bir titreme vardı ama aynı zamanda bir rahatlama da hissediliyordu.

"Hâlâ yapmamız gereken çok şey var. Ama en azından..." dedi ve başını kaldırarak Mete'nin gözlerine baktı. "En azından yanımdasın."

Mete, dudaklarını Eyşan'ın alnına hafifçe bastırdı.

"Her zaman yanında olacağım." diye cevap verdi, sesi kararlı ve şefkat doluydu.

Bu anın büyüsü birkaç saniye daha sürdü, ardından Alparslan Çakır'ın tok sesi ikisini de kendine getirdi.

"Hadi bakalım gençler, duygusallık tamam ama işimiz daha bitmedi."

Eyşan ve Mete birbirlerinden hafifçe ayrıldılar, ancak bakışları hâlâ birbiriyle bağlantılıydı. Eyşan, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle başını salladı ve toparlanıp Alparslan'ın yanına geçti.

Selçuk, bu anı izledikten sonra bir şeyler söylemek ister gibi ağzını açtı ama sonra vazgeçip gülümsedi. Eliyle koridorun diğer ucunu işaret etti.

"Hadi, gidelim."

Hep birlikte binanın çıkışına yöneldiklerinde, içeride bırakılan kaosun ve gerilimin yerini bir nebze de olsa umut ve kararlılık almıştı. Dışarıdaki soğuk hava yüzlerine vurduğunda, Eyşan derin bir nefes aldı ve içinden, bir kez daha, doğru yolda olduklarına dair kendini temin etti.

18 Mart 2022 / Uludağ, Bursa

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

Mete'nin kollarında hissettiğim şey, sadece rahatlama değildi. Yıllardır içimde birikmiş korkuların, suçlamaların, suçsuzluğumu kanıtlama çabasının ağırlığıydı. Onun göğsüne yaslandığımda, dünyadaki tüm savaşlar durmuş gibi hissettim. Kalp atışları, bana güvende olduğumu fısıldıyordu ama bu fısıltı, içimdeki fırtınayı tamamen dindirmedi.

Gözlerimi kapattım ve kendi kendime "Bitti." diye bir kez daha söyledim ama içimden bir ses hâlâ fısıldıyordu.

Gerçekler ortaya çıkana kadar hiçbir şey bitmiş değil.

Mete'nin sıcaklığı beni gerçek dünyaya döndürdüğünde bir an için bakışlarım salonda gezindi. Soluklanabilmek için herkesi bizim kaldığımız eve toplamıştık. Birkaç saat içinde toparlanıp Şırnak'a geri dönecektik. Mete'nin hareketlendiğini hissettiğimde dudaklarında bir sigara var oldu. Dumanı bana doğru yükseldiğinde nedensizce benim de içesim gelmişti.

Bakışlarım sigara paketimi ararken Mete'nin sesini kulağımda işittim.

"Ne aradın yavrum?" diye fısıldadığında bakışlarımı mavilerine çevirdim.

"Sigara."

Mete bir an durdu, dudaklarının kenarındaki o alaycı gülümseme belirdi. Ardından elindeki sigarayı, parmaklarının ucunda ustaca döndürerek bana doğru uzattı. Sol elimle uzanıp sigarayı aldım, parmaklarımın arasına yerleştirip dudaklarıma götürdüm. Mete, kendine bir sigara daha yakarken ben dumanı içime çektim ve sonra ağır ağır saldım. Yakıcı bir huzur hissi göğsümde yayıldı.

Kubilay, Mete'ye dönüp "Komutanım ne ara sigarayı biti-" dediğinde gözlerimi devirdim. Mete, dudaklarının arasındaki sigarayı çıkartıp boğuluyormuşçasına öksürdü ve kızarmış yüzüyle Kubilay'a baktı.

"Kubilay, git kendine çay al koçum, hadi."

Kubilay, ayağa kalkıp Mete'nin yanından kalktığında bakışlarım Yonca'ya çevrildi.

"Sen yemek yedin mi gülüm, aç mısın?" diye sorduğumda Alparslan albayın sesini duydum.

"Çocuklar, yemek söyleyelim mi?" diye sorguladığında Yonca'nın bakışları Alparslan albaya çevrildi. Yonca, karnındaki bebekle birlikte zarif bir şekilde cevap verdi.

"Valla çok iyi olur, çok açım."

Gülümsedim, çünkü her zaman olduğu gibi, Yonca'nın tatlılığına dokunan o masum ifadeyi görmek içimi ısıtıyordu. Hamilelik ona fazlasıyla yaramıştı; biraz kilo almış ama enerjisi hiç azalmamıştı. Hala çevik, hala hayat doluydu.

O sırada Mete'nin hareketi dikkatimi çekti. Bir an kolu önümden geçti ve parmakları omzuma dokundu. Bir titreme hissettim, içimdeki her şeyin aniden hızla döndüğünü hissettim. O an, dudaklarının kulağımda hissettiğim sıcaklığı, kalbimdeki hızlanmayı hiçbir şekilde kontrol edemedim. Gözlerim otomatik olarak kapandı, her şey aniden ona odaklandı.

"Şöyle gülme be hatun, anam babam var demeyeceğim öpeceğim en sonunda."

Mete'nin sesindeki o derin, alaycı ton beni kendime getirdi. İçimde bir kıpırtı, bir sıcaklık vardı ama aynı zamanda biraz da tedirginlik. Gözlerimden kaçan bir gülümseme belirdi ve boğazımı temizledim. Ne kadar güldüğümü fark etmedim ama bir şey vardı.

"O kadar da değil, yüzbaşı." deyip bakışlarımı Alparslan albaya ve Hümeyra teyzeye çevirdim. Birbirleriyle gülüşerek yemek siparişi vermeye çalışıyorlardı. Caner, bir yandan kafasını çaktırmadan yukarıya kaldırıp göz ucuyla babasının ne sipariş vereceğini inceliyordu.

Mete, "Caner, kafan kopacak." dediğinde kahkaha atarak Caner'e baktı. Alparslan albay, hızla Caner'e baktı ve elini kaldırıp ensesine hafifçe vurdu.

"Lan git, sülük gibi yapıştın."

Mete'nin kahkahaları evin içinde yankılanmaya başladığında artık yalnızca o gülmüyordu. Hep birlikte gülerek Caner'e baktığımızda Caner, gözlerini devirdi. Mete, sigarasını ashura misali içini çekerek dumanı dışarı üfledi. Yüzü hafifçe buruşmuştu ama gülümsüyordu.

Bunlar anın tatlılığıydı. Her şey ne kadar karmaşık olsa da bu basit anlar bana çok şey anlatıyordu. Birbirimize ne kadar yakın olursak, o kadar güçlü olurduk.

Caner'in bakışları hâlâ Alparslan albayın arkasında, hala biraz isyankârdı. Ama gözlerinde bir anlam vardı, bir değişim hissediliyordu. O gülüşmelerin arasına gizlenmiş bir şey vardı.

Caner bir anda "Baba, Mete sana bir şey söyleyecekmiş." dedi ve Mete'ye baktı, dilini dişine yaslayarak gülümsedi. Mete'nin gözleri büyüdüğünde babasına baktı ve kafasını iki yana salladı.

"Caner'in beynine kan gitmiyor sen takma onu." dediğinde Alparslan albayın gözleri kısıldı.

"Söyle Mete."

Ne oluyordu arkadaş, hiçbir şey anlamamıştım. Mete bir anda bana döndü, gözlerini kısıp bir süre baktı, sonra gülümsedi. Mavi gözleri, birden parladı. Sağ elimi avucunun içine aldı ve avcumu kendi yüzüne yasladı.

Yemin ediyorum salaksınız! Utandı lan! Evlenme teklifi ettim diyemedi, utandı slk.

Mete'nin bu anlık huzursuzluğu o kadar komikti ki, içimden kahkaha atmamı zor tuttuğum bir anda, Hümeyra Teyze'nin "Aaaa!" diyerek sesini yükseltmesiyle gülümsemek zorunda kaldım. Hümeyra Teyze, bakışlarını bizde gezdirerek ayağa kalktı ve bana doğru yürüdü. Elimi Mete'nin yüzünden çektiğimde, Hümeyra Teyze kollarını iki yana açarak bana sarıldı. Kollarımı da açıp ona sarıldım, o kıkırdayarak bir eliyle sırtımı sıvazlarken, "Sonunda kızım oluyorsun, Yağmur'umun yavrusu," dedi.

"Sonunda kızım oluyorsun, Yağmur'umun yavrusu." dediğinde yüreğime bir kor düştü. Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım, hızla kırpıştırdım. Keşke onlarda yanımda, burada olsalardı. Hümeyra teyze benden yavaşça ayrıldığı sıra Alparslan albay, ayağa kalktı ve Mete'ye doğru adımladı. Mete, sol bacağının üzerine yasladığı sağ bacağını kaldırıp ayağa kalktı.

Alparslan Albay, adımlarını kesin ve kararlı bir şekilde atarken, Mete de onun bakışlarına odaklanmıştı. İki adamın arasındaki sessizlik, odadaki herkesin nefesini tutmasına sebep olmuştu. Alparslan Albay'ın gözlerinde derin bir anlam vardı, tıpkı yıllarca savaşı, fedakarlığı, kayıpları gören bir adamın bakışları gibi.

Alparslan babamın, evet, babamın, dudağının kenarında minik bir tebessüm kıvrılması oldu ve Mete'nin kolundan tutup sertçe kendi göğsüne çekti.

"Eşek sıpası seni!" diye bağırıp kollarını etrafına sardı. Mete, bir anlık şaşkınlıkla babasının kollarında donakaldı. Alparslan Albay'ın kolları o kadar güçlüydü ki, sanki uzun yıllar boyunca evlatlık ve baba arasındaki mesafeyi silecekmiş gibi bir his uyandırıyordu. Ancak, birkaç saniye sonra Mete'nin elleri, istemsizce babasının sırtına dokunarak ona sarıldı. O an, bir baba ile oğul arasındaki derin bağ, odadaki herkese açıkça hissettirilmişti.

Mete, hala şaşkın ama bir o kadar da mutlu bir şekilde babasının kollarından çıktığında, gözlerinde belli bir sıcaklık vardı. Bu, birkaç saniye önceki gerginlikten çok farklıydı. Aralarındaki bu anlık samimiyet, tüm oda boyunca yayıldı ve herkesin yüzünde bir gülümseme belirdi.

Kubilay ile Osman ayağa kalkıp birbirlerinin omuzlarına kollarını yasladıklarında bize baktılar.

"Yalnız bizden kız almak zordur." dediler ve birbirlerine baktılar. Gülmeye başladıklarında Selçuk, arkalarından ayağa kalktı ve ikisinin de ensesine vurdu.

"Ben başçavuşun eşeği miyim?" diye söylenip ikisinin de omzuna kollarını yasladı ve ciddi bir şekilde bize baktı.

"Kız kardeşimizin abileri olarak bizim de isteklerimiz var." dedi ve otuz iki diş gülerek bir bana bir de Mete'ye baktı. Mete, boğazını temizleyip bana döndü ve ardından Selçuk'a baktı. Yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirdi.

"Korkmalı mıyım Selçuk? Çünkü Osman ile yan yana olunca bana güven vermiyorsunuz." dedi ve şirin bir şekilde gülümsedi.

Selçuk, Mete'nin sözlerine karşılık kaşlarını hafifçe kaldırarak yüzüne ciddi bir ifade takındı, ancak gözlerindeki şakalaşma pırıltısı kolayca fark ediliyordu. Osman da ona ayak uydurmuş, başını ağır ağır sallıyordu.

"Tabii ki korkmalısın," dedi Selçuk, ses tonunu bilerek derinleştirerek. "Sonuçta kız kardeşimizi emanet edeceğimiz adam, beklentilerimizi karşılamak zorunda."

Mete, Selçuk'un bu meydan okumasına karşı rahat bir şekilde gülümseyip kollarını göğsünde birleştirdi. "Tamam," dedi alayla. "Ama önce ne istediğinizi söyleyin. Yoksa bana teker teker görev mi vereceksiniz?"

Osman, bu noktada Selçuk'un omzuna yaslanarak lafa girdi. "Mesela bir gün boyunca bizim her dediğimizi yapacaksın. Hiç itirazsız. Selçuk çay isterse, çay. Ben mangal yakmak istersem, hemen odunları hazırlarsın."

Selçuk, Osman'ın sözlerini başıyla onayladı ve ciddi bir edayla ekledi.

"Ve tabii ki kız kardeşimizle olan geçmişini, geleceğini ve planlarını bir rapor hâlinde bize sunacaksın. Bu konuda açık ol, Mete. Hiçbir detayı atlama."

Mete, onların bu tiyatral konuşmalarını dinlerken gülümsemesini tutamamıştı. Sonunda kollarını iki yana açarak teslim olmuş gibi yaptı.

"Tamam, anladım. Selçuk, Osman, sizin istediğiniz gibi bir damat olacağım ama şunu unutmayın," dedi ve bir an ciddileşti, "Eyşan için dünyayı karşıma alırım. Siz bile olsanız."

Odada kısa bir sessizlik oldu ama hemen ardından Osman bir kahkaha patlattı. "Hadi be Mete! Seni test ediyorduk ama şu damatlık konusunu çok ciddiye alıyorsun!"

Selçuk, Mete'nin sırtına bir şaplak atıp güldü. O an, odada kahkahalar yankılanırken, Mete ve Selçuk arasındaki dostluk daha da pekişmiş gibiydi. Hümeyra teyze, hala gülümsüyor ama içinde bir burukluk olduğunu belli ederek, "Bu günleri gördük ya." dedi ve kolunu omzuma atıp beni kendine yaklaştırdı.

O an, bu sıcaklık ve şaka dolu atmosfer, zamanın nasıl geçtiğini unutturuyordu. Hep birlikte bir aile gibi olduk; gülüşler, şakalar ve geçmişin hatırlatmaları arasında, ne kadar güçlü bir bağa sahip olduğumuzu bir kez daha fark ettim. Aile, zorlukları aşmak için birbirlerine kenetlenmişti ve biz, her şeye rağmen, her anı değerli kılmak için buradaydık.

Alparslan babam, Caner'e koltuktaki telefonu gösterdi.

"Bir diğer eşek sıpası, yemek söyle de milletin karnı doysun." dediğinde Hümeyra anne, kafasını iki yana sallayıp Alparslan babaya gülümsedi. Bana sarılmayı bıraktığında yavaşça koltuğa oturup derin bir nefes aldım. Bakışlarım Mete ile buluştuğunda dudaklarında küçük bir gülümseme ile yanıma oturup kolunu omzuma attı.

Kalbimin hızını arttıran gözleri, bir sağ gözümde bir de sol gözümde dolanıp kaşlarıma oradan da güldüğüm için belirginleşmiş elmacık kemiklerime kaydı. Seni seviyorum dediğini hissettim, bakışlarından. Gözlerinin en içine baktım. Seni seviyorum dercesine baktım. Anladı ve gözleri kısılırcasına gülümsedi.

Biri bir şey dedi büyük ihtimalle ve bakışları benden ayrıldığında kahkaha atarak oraya doğru baktı. Benim ise bakışlarım onda takılı kaldı.

Seviyorum seni, sevgilim. O kadar çok seviyorum ki, her anını içimde hissediyorum. O bakışlarında bulduğum o sıcaklık, içimdeki her karanlık noktayı aydınlatıyor. Anlatılmayacak bir şekilde, sanki her anı daha derin bir şekilde yaşamak istiyorum.

Bütün bu hisler, kelimelerle açıklanabilecek kadar basit değildi. Sadece gözlerimle, ruhumla ona ulaşabiliyordum.

20 Mart 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Boduroğlu, Ağzından

"Hatuuuuun, uyan artık. Geldik."

Mete'nin sitem dolu sesiyle ve yanağımı okşayan elleriyle gözlerimi aralamaya çalıştım. Mete'nin genizden kahkahasını işittiğimde gözlerimi hafifçe aralayıp ona baktım. Boncuk mavileri ışıldayarak yüzümün her noktasına dokunuyordu. Dudaklarında büyük bir gülümseme vardı. Halimden eğleniyor gibi bir hali vardı.

"Şu tipe bak! Yiyeyim mi seni şap diye, he?" dedi ve ellerini yanaklarıma koyup dudaklarını yanaklarıma bastırdı. "Yiyeyim mi?" diye hafifçe bağırdı. Gülerek kafamı iki yana salladım ve gözlerinin içine baktım.

"Hayır."

Gülen yüzü düştü ve alt dudağını büzdü. Gülümseyerek dudaklarına bir öpücük bıraktığımda benim olduğum tarafın camı tıklandı ve kapım açıldı. Selçuk, çatık kaşlarıyla Mete'ye bakarken gözlerini dört kere kırpıştırdı.

"Kardeşimi rahat bırak, Bozkurt." dedi ve bana döndü. "İn kız sende."

Mete'ye baktığımda hafifçe yutkundu ve hafifçe geri çekildi. Kahkaha atarak kapıya doğru döndüğümde Selçuk, geriye çekildi ve inmem için müsaade etti. Ayaklarım yere bastığında derin bir nefes aldım ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Gördüklerime inanamadım, evimdeydim.

Görünüşte her şey yerli yerinde gibi görünüyordu. Kışlanın duvarları hâlâ dimdik ayakta, pencereleri, kapıları, her şey aynıydı. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Oysa, daha yedi gün önce, bu binaların arasında yankılanan patlamalarla her şeyin yerle bir olduğunu hatırlıyordum. Her şey bir anda kaybolmuştu.

Şimdi burası, hiçbir şey olmamış gibi duruyordu.

"Oha."

Alev'in yanımdan gelen sesiyle ona baktığımda, bakışlarını kışlada gezdiriyordu.

"Bire bir aynısı, sanki hiç." diye mırıldanırken solumdan bir ses geldi.

"Patlamamış gibi, değil mi?"

Tuğgeneral Fikret Yıldırım'ın cümlesiyle farkında olmadan komuta verdim. "Dikkat!" deyip soluma doğru döndüm. Sağ elim alnımın yanında yerini alırken ellerini arkasında bağlamış ve huzurlu gözlerle binayı inceleyen Fikret amcaya baktım. Bakışları beni bulduğunda göz kırptı ve arkasını dönüp arabasına doğru yürüdü.

"Hadi çocuklar artık şu üzerinizdeki ölü toprağı atın. Gidin, üzerinizi falan değiştirin. Valla sizi üniformasız görmekten kusacağım artık." diyen Alparslan babam, Hümeyra annem ile birlikte içeriye girdiğinde derin bir nefes bırakıp Alev'e baktım.

"Biz ne yaşıyoruz?"

Bana döndü.

"Anlamadım valla, hadi odamıza gidelim." dedi koluma girip sürüklemeye başladı.

"Alev, karımı nereye götürüyorsun?" diyen Mete'yi duymamazlıktan gelerek askeriye binasına doğru koşmaya başladık. Sanki her şey rüyaymış gibi geliyordu. O kadar güzel bir rüyaydı ki hiç uyanmak istemedim. Binanın içine girdiğimizde ciddiyetle durakladık ve Alev ile birbirimize baktık.

"Beni çimdiklesene."

"Beni çimdiklesene."

Aynı anda dediğimiz cümle ile gülerek yatakhaneye doğru ilerledik. Odaya girdiğimizde dolapların ve yatakların yeni olduğunu gördüm. Kendime ait olan dolaba adımladığımda Alev, üzerindeki montunu çıkarttı ve kenara koydu. Dolabı açtığımda üniformam, şeffaf bir poşetin içinde duruyordu. Yavaşça poşetiyle birlikte alıp yatağın üzerine bıraktım. Kendimi yorgunca yatağıma attığım sıra Alev, çoktan üzerini değiştirmiş bana bakıyordu.

"Yoruldun Eyşan ama bak, yeniden ve yine evimizdeyiz. Sıfırdan başlayacağız ama emin bu sefer her şey daha güzel olacak."

Gülümseyerek üzerimdeki montu çıkarttığımda ayağa kalktı ve dolabına doğru ilerledi. Üzerimi değiştirip aynanın önüne geçtiğimde bordo beremi okşayıp apoletimin altına sıkıştırdım. Omzumun üzerine iki kere hafifçe vurup gülümsedim ve Alev'e baktım.

"Ooo yüzbaşı, bu ne şıklık? Mete yüzbaşım görünce bayılmasın?" dediğinde aklıma geçmiş geldi. Mete'den kaçtığım günler aklıma geldi. Kafamı iki yana sallayarak derin bir nefes aldım. Şimdi ise ondan bir saniye bile ayrı kalasım gelmiyordu.

Alev, elini omzuma atıp kapıya doğru sürüklediğinde kapıyı açtım ve dışarıya çıktım. Alev ile birlikte koridorda gezinirken askerler bizden önce yerleşmiş gibi görünüyordu. Her şey normale dönecekti. Buna canı gönülden inanıyordum.

Kantine adım attığımızda herkes çoktan üzerini değiştirmişti ve çaylarını alıp yerlerine yerleşmişti. Alev, kolunu omzumdan çekip Barış'ın yanına gittiğinde Mete'nin sağındaki sandalyeye oturdum. Bakışlarım Mete'nin üzerindeki üniformaya çevrildiğinde derin bir nefes aldım.

Valla taş gibi çocuk he.

He valla.

"Hatun, bana şöyle bakıp durma. İçimde patlamaya hazır bir bomba taşıyorum."

Mete'nin kulağıma yaklaşıp mırıldanmasını işittiğimde gülümsedim ve umursamazmışçasına bizimkilere baktım.

Azd-

Bir sus be.

"Yonca'm bizim çocuğun cinsiyeti ne zaman belli olacak?"

Kubilay'ın sorusuyla bakışlarımı Yonca'ya çevirdim. Yonca, düşünürcesine gözlerini kırpıştırdı.

"Daha çok var Kubilay." dediğinde Kubilay, dudaklarını büktü ve Deniz'e baktı. Deniz, gözlerini devirip kafasını iki yana salladı ve Alperen'e baktı. Deniz, Ayda ile Bursa'dayken bayağı bir bakışmışlardı. Acaba onların arasını mı yapsam? Yaparsam Alperen Deniz'i çiğ çiğ yiyebilirdi. Gözlerimi şüpheyle kıstım.

Eyşan ile Evleneceksen Gel.

İç sesime gözlerimi devirip önümde beliren çaya baktım. Mete'nin sandalyesine oturduğunu fark ettiğimde elini havada salladı.

"Hey yavrum hey, yanından kalktım gittim hiiiç, ruhun bile duymadı."

Mete'nin sözlerinin masada kopardığı kahkahayı dinlerken, gözlerim ona takılı kalmıştı. Elinde tuttuğu çay bardağıyla o tanıdık, alaycı bakışını masanın etrafına savuruyordu. Ama ben onun yüzünün arkasındaki gerçek ifadeyi biliyordum.

Şerefsiz.

Her zamanki gibi herkesi eğlendirirken aslında bana bir şey söylüyordu.

Getirdiği çaydan bir yudum aldım ve gözlerimi kısmadan ona baktım. Dudaklarımda hafif bir gülümseme vardı. Bu, onunla olan küçük savaşlarımızdan biriydi ve ben bu savaşı kazanmaya kararlıydım.

Kollarımı göğsümde bağladım, arkama yaslandım ve Mete'ye doğru eğilmeden önce sesimi bilerek sakin tuttum.

"Ne diyeyim, yüzbaşı. Demek ki senin gidişini fark etmek için değerli bir şey yapman gerekiyormuş. Belki bir dahaki sefere şansını daha fazla zorlarsın."

Masada kahkahalar yeniden yükseldi. Selçuk, Mete'nin omzuna dokunup gülerken, Mete'nin yüzündeki memnuniyetin yerini meydan okuyan bir gülümseme aldı.

Evet, bu bir savaştı ve bu bakışları, henüz bitmediğini söylüyordu.

Mete'nin mavi gözlerindeki o meydan okuyan parıltı, masanın gürültüsünü bir an için unutmama neden oldu. Çay bardağını yerine bıraktı ve bana doğru hafifçe eğildi. Bakışları, sanki az önceki sözlerime cevap vermek için hazırlanıyormuş gibiydi. Gülümsemesi daha da genişledi.

"Değerli bir şey mi dedin, yüzbaşı?" dedi, sesi alayla karışık bir tınıya sahipti. "O halde seni daha çok şaşırtmam gerektiğini mi söylemeye çalışıyorsun?"

Masadaki herkes, konuşmayı dikkatle izliyordu. Selçuk, elindeki bardağı bırakıp kıkırdadı. Çilingir, Mete'nin eline doğru vurup bir şeyler mırıldandı ama ikimiz de yalnızca birbirimize odaklanmıştık.

Başımı yana eğip ona bakarken, gülümsemenin yerini ince bir meydan okuma aldı. "Daha çok şaşırtmak mı? Senin sınırların olduğunu sanıyordum yüzbaşı ama sanırım yanılmışım."

Mete, sandalyesine yaslanıp ellerini arkasında birleştirdi. Bu onun "oyunu büyütmeye" hazır olduğunun işaretiydi. Dudaklarındaki gülümseme daha da derinleşti. "Sınırlar mı? Yüzbaşım, benim sözlüğümde böyle bir kelime yok."

Tam o sırada Kubilay, "Tamam tamam! Şu gergin flört sahnesini bölüyorum." diyerek ellerini kaldırdı ve gülmeye başladı. Masada kahkahalar yükseldi ama Mete'nin gözleri hâlâ bende kilitlenmişti. Onunla her zaman olduğu gibi bir kez daha sözcüksüz bir savaştaydık.

"Flört mü?" dedim, bakışlarımı Kubilay'a çevirip gözlerimi kıstım. "Biz sadece dostça tartışıyoruz, değil mi yüzbaşım?"

Mete, sandalyesinden doğrulup gözlerini kıstı. "Dostça mı? Tabii ki, yüzbaşım. Sadece dostça."

Herkesin gülmesi arasında, Mete'nin yavaşça bana eğilerek alçak sesle, sadece benim duyabileceğim şekilde, "Dostlar sevişir mi, karıcığım?" dediğini duydum.

Mete'nin sesi o kadar alçaktı ki, kelimeler havada yankılanıyormuş gibi hissettim. "Karıcığım" kelimesi bir ok gibi kulaklarımdan içeri süzülüp kalbime saplandı. Gözlerim hızla ona kaydı. Mete'nin yüzündeki o rahat ve kendinden emin ifade, beni daha da sinirlendirdi ama bir yandan da içimde garip bir sıcaklık yarattı.

Şimdi değil Eyşan.

Şimdi değil.

Derin bir nefes alıp kaşlarımı çattım. "Karıcığım mı?" dedim, sesi yalnızca onun duyacağı kadar alçak tuttum. Bakışlarımda meydan okuma vardı. "Bu savaşta ilk raundu kazandığını mı sanıyorsun?"

Mete hafifçe gülümsedi, sanki söylediklerim onu hiç etkilememiş gibi. Elini çenesine götürüp düşünür gibi yaptı. "İlk raundu kazandım mı? Hmm... Bunu değerlendirebilirim ama bence bu sadece bir başlangıç."

Masadaki diğerleri hâlâ kendi sohbetlerine dalmışken, Mete'nin sandalyesine geri yaslandığını gördüm. Onun bu kadar rahat tavırları, meydan okuma gibi hissettiriyordu. Kendimi toparlayıp oturduğum yerden hafifçe doğruldum.

"Başlangıç mı?" dedim. "Savaşın ortasında olduğunu fark etmediysen, çok yazık. Çünkü bu savaşı senin lehine sonuçlandırmam mümkün değil, yüzbaşı."

Mete kahkahasını bastırmaya çalışsa da sesi havada yankılandı. "İlginç ama unutma, bir savaşta kazanmanın yolu doğru stratejiyle başlamaktan geçer."

Bakışlarımı ona sabitleyip dudaklarımı büzdüm. "Sadece doğru stratejiyle kazanamazsın, Mete. Yürek ister."

Mete bana doğru biraz daha eğildi ve alaycı bir şekilde gülümsedi. "Merak etme. Benim hem stratejim hem de yüreğim var. Bu savaşı kazanacağım, karıcığım."

Kalbim daha hızlı atmaya başladı ama hiçbir şey belli etmemeye çalışarak bakışlarımı sertleştirdim. Mete'nin arsız gülümsemesi, suratına tokat gibi indirmek istediğim bir meydan okumaydı. Gözlerimi kısmış, içimde patlayan öfkeyi kontrol etmeye çalışıyordum ama kontrol etmek yerine, oyuna dahil olmaya karar verdim. Bakışlarımı ona sabitledim ve dudaklarımda hafif bir tebessümle fısıldadım.

"Strateji ve yürek diyorsun ama ben hâlâ ortada bir savaşçı göremiyorum, yüzbaşı. Lafla peynir gemisi yürümez."

Mete, omzunu silkerek sandalyesine iyice yayıldı. "Peynir gemisi mi? Eğer bu savaş bir gemiyse, sen çoktan kaptan köşkünden aşağı yuvarlandın."

Kollarımı göğsümde bağlayıp ona doğru eğildim. Gözlerimde meydan okuma vardı. "Eğer kaptan köşkünden düştüysem, o zaman seni suyun dibine çekmek için elimden geleni yaparım, Mete. Hem de keyifle."

Mete, kahkahasını tutamadı. Gözlerini kısmış, yüzünde alaycı bir ifade ile bana baktı. "Suyun dibine çekmek mi? Tatlım, suyun üstünde yürüyebilecek kadar iyiyimdir ama beni boğmak istersen, önce beni kollarında tutman gerekecek."

Dudaklarımda sinsice bir gülümseme belirdi. Elimi çeneme götürüp düşünür gibi yaptım. "Kollarımda mı tutacağım? Bilemedim Mete. Benim kollarımda kalmayı hak edecek kadar dayanıklı mısın, emin değilim."

Mete sandalyesinden hafifçe öne doğru eğildi, yüzü yüzüme daha da yaklaştı. Aramızdaki mesafe tehlikeli bir şekilde azalmıştı. "Seni kollarıma aldığımda bu sorunun cevabını fazlasıyla alırsın ama emin ol, bu soruyu sormayı unutursun."

Kalbim göğsümde çılgınca atarken, hiçbir şey belli etmemeye çalıştım. Başımı hafifçe yana eğip onunla göz göze geldim. "Pek sanmıyorum ama denemek istersen, sahayı açarım."

Mete'nin gözlerinde bir kıvılcım parladı. O sırada Alev, "Hey! Savaş mı açıyorsunuz, flört mü ediyorsunuz? Karar verin artık!" diye bağırdı.

Mete, gülerek bana döndü. "Flört mü ediyoruz, yüzbaşı? Karar sende. Savaşı seçersen de benim için sorun yok. Her iki durumda da kazanırım."

Derin bir nefes alıp arkamı sandalyeye yasladım. "Ne kadar iddialısın ama bir kadın savaşı kazandığında, senin gibi bir adamın çaresizce yenilgiyi kabul edişini izlemek de pek keyifli olurdu, Mete."

Mete, bir kaşını kaldırıp sinsice gülümsedi. "Yüzbaşım, o kadar çekici bakıyorsunuz ki, belki bir gün sizi memnun etmek için yenilmiş gibi yaparım."

Masada bir kahkaha daha patladı. O sırada Selçuk, araya girip, "Yemin ediyorum sizden daha komiğini görmedim. Bari bu sahneyi düğünde de oynayın da şov olsun!" dedi ama Mete'nin gözleri hâlâ benim üzerimdeydi.

Mete'nin gözlerindeki meydan okuma, beni yerimde duramayacak kadar kızdırmıştı ama ona bunu belli etmek mi? Asla. Derin bir nefes aldım ve oturduğum sandalyeyi arkaya ittirdim. Sandalye gıcırdayarak yerinden kaydığında, masadaki bakışlar bir anda bize çevrildi.

"Ben çalışmaya gidiyorum," dedim, sesimdeki kararlılığı masaya net bir şekilde yansıtarak. "Bazılarımızın gerçekten iş yapması gerekiyor."

Mete, arkasına yaslanıp keyifle gülümsedi. "Eyşan, senin çalışmak için yalnız kalmaya ihtiyacın yok. Belki sana biraz rehberlik ederim?" dedi, yüzündeki alaycı ifade daha da derinleşirken.

Kaşlarımı kaldırıp, kollarımı göğsümde birleştirdim. "Rehberlik mi? Mete, rehberliğe ihtiyacı olan tek kişi sensin ama neyse, gel hadi."

Masadan yükselen kahkahalar arasında Mete yavaşça yerinden kalktı. Sandalyesini geri iterken dudaklarının köşesi yukarı kıvrılmıştı. "Bu bir davet miydi? Çünkü ben öyle algıladım."

Ona hiçbir şey söylemeden çalışma odasına doğru yürümeye başladım. Çalışma masalarımız yeniden bir odanın içine yerleştirilmişti ve bunu Bursa'dan gelirken öğrenmiştim. Arkamdan gelen ayak seslerini duymak, sinirlerimin daha da gerilmesine neden oldu. Odaya girip kapıyı ardımdan çarptığımda Mete, kapıyı açıp içeriye girdi.

"Kapıyı sert kapattın, karıcığım. Savaş mı açıyoruz, yoksa buraya gerçekten çalışmak için mi geldik?" dedi, sırtını kapıya yaslayarak.

Masanın başına geçip ona dönmeden önce derin bir nefes aldım. "Mete, buraya savaş açmaya değil, işe odaklanmaya geldik. Eğer odaklanabilecek kadar yetenekliysen, tabii."

Mete, kapıdan ayrılıp yavaş adımlarla yanıma geldi. Masanın kenarına yaslandı ve bana doğru eğildi. "Sana yeteneklerimi gösterebilmem için biraz daha özel bir alan lazım ama şu an sadece konuşuyoruz, değil mi?"

Onun alaycı sözleri beni gülümsetti ama kontrolümü kaybetmeyecektim. Masanın üzerindeki dosyalardan birini alıp ona uzattım. "O zaman şu yeteneğini bu dosyayla göster. Bakalım laf mı, icraat mı?"

Mete, dosyaya bir an baktıktan sonra almadı. Gözlerini benimkilerle buluşturdu ve gülümsedi. "Karıcığım, icraattan bahsetmişken, beni daha fazla test etme. Çünkü kazanan her zaman bellidir."

Masaya doğru eğilip yüzüne yaklaştım. "Kazanan mı? Kendi kurduğun oyunda kaybettiğin anı hatırlatmamı ister misin?"

Mete, yüzündeki arsız gülümsemeyle biraz daha yaklaştı. "Eğer bu bir oyunsa, oynamaktan asla vazgeçmedim. Ama sana şunu söyleyeyim. Seninle yaşadığım hiçbir şeyi unutmam."

Bir an için göz göze geldik, odadaki hava giderek ağırlaşıyordu. Dudaklarımı hafifçe büzüp alayla gülümsedim.

"Yeterince konuştuk, Mete. Eğer gerçekten çalışmaya geldiysen, şovunu sonra yap."

Ama Mete, hafifçe başını yana eğip, dudaklarında o sinir bozucu gülümsemesiyle bir adım daha yaklaştı. "Karıcığım, şov zaten başladı ama izlemek yerine bir parçası olmak istersen, her zaman yerin hazır."

Lanet olsun sese bak dostum, azd-

Mete'nin cümlesi zihnimde yankılanırken içimdeki kontrolsüz bir şey, kalbimin hızını daha da artırdı. Lanet olsun, bu adam ne yaptığını çok iyi biliyor ama asla teslim olmayacağım. Kaşlarımı kaldırıp ona meydan okurcasına baktım.

"Hayır, Mete. Çalışacağız. Dikkat dağıtıcı hiçbir şey olmadan. Yani, eğer mümkünse..." dedim, sesimi kararlı tutmaya çalışarak ama bu kadar yakınken, nefes alışını bile hissedebiliyordum.

Mete, başını hafifçe yana eğdi, gözleri gözlerimi adeta delip geçiyordu. "Dikkat dağıtıcı mı? Eyşan, bu durumda dikkatini başka bir yere vermeyi başarabiliyorsan, gerçekten takdir edeceğim ama eminim ki, aklın hâlâ bende olacak."

"Bu kadar kendine güvenme, yüzbaşı," dedim, masadan bir dosya alıp gözlerimi ondan kaçırmaya çalışırken. "Ben işime odaklanmayı iyi bilirim. Sen sadece önümde durmayı bırak."

Ama Mete tam tersini yaptı. Dosyayı elimden aldı ve masanın uzağına koydu. Yavaşça eğilip yüzünü tam benim hizama getirdi.

"Peki ya işin bana odaklanmaksa, o zaman ne yapacaksın?" dedi, sesi o kadar yumuşak ama aynı zamanda o kadar arsızdı ki içimdeki her hücreyi aynı anda hem sinirlendirdi hem de... hayır, bunu düşünmeyeceğim.

Kollarımı göğsümde bağlayıp geriye yaslandım. "Mete, cidden işe yaramayan cümlelerinle zaman kaybediyorsun. Eğer gerçekten bir şey söylemek istiyorsan, lafı dolandırma."

Mete, gülümseyerek daha da yaklaştı. Şimdi aramızda neredeyse hiç mesafe kalmamıştı. "Tamam, lafı dolandırmadan söylüyorum. Gözlerinde kaybolmaktan sıkıldım. Belki biraz daha yakından bakmama izin verirsin?"

Bütün irademi topladım ve ona meydan okuyan bir gülümsemeyle baktım. "Yakından bakmak mı? Rüyanda görürsün."

Mete kahkaha attı, başını iki yana sallayarak geri çekildi ama bakışları hâlâ aynı şeytanî parıltıyı taşıyordu. "Rüya mı? Bunu bir meydan okuma olarak alıyorum. Ve bilirsin, meydan okumaları kazanmayı severim."

"Hayal kurmaya devam et yüzbaşı ve git çalış." dedim ve masadan başka bir dosya alıp önüme koydum ama içimdeki küçük bir ses, bu savaşın henüz bitmediğini söylüyordu. Hatta yeni başladığını.

Mete, masanın kenarına yaslanıp kollarını göğsünde bağladı. Gözlerindeki arsız kıvılcımlar, odanın loş ışığında daha da belirginleşmişti. Bana baktığında, sanki bir meydan okuma gizliydi bakışlarında. Yüzündeki gülümseme o kadar kendinden emindi ki, içimde bir yerlerde garip bir kıpırtıya neden oldu.

"Çalışmak mı?" dedi, alaycı bir tonda. "Çalışmanın kelime anlamını bile unutturabilecek birini karşımda bulmuşken buna inanmalı mıyım?"

Gözlerimi ona dikerek hafifçe gülümsedim. Bu bir meydan okumaysa, geri adım atmak gibi bir niyetim yoktu. "Konsantrasyonunu bozabiliyorsam, bu benim değil senin zaafın. Belki de biraz daha kontrol sahibi olmayı öğrenmelisin, yüzbaşı." Sesimdeki meydan okuma netti; ama içimde yanan, gizlemeye çalıştığım o ateşi de bastırmakta zorlanıyordum.

Mete, o kendine has kayıtsız tavrıyla başını yana eğdi. "Karıcığım, mesele kontrol değil. Mesele, kimin bu savaşı kazanacağı." Adımları yavaş ama kararlıydı, masanın etrafından dolaşıp yanıma yaklaştığında içimde garip bir elektrik dolaştı. "Ve sana şunu söyleyeyim," dedi, sesi düşük ama tınısı etkileyiciydi. "Kazanmaktan hiç vazgeçmeyeceğim biri varsa, o da sensin."

O kadar yakınlaşmıştı ki, kokusunu hissedebiliyordum. Sakin ama içimdeki dalgaları harekete geçiren bir koku. Bakışları gözlerimden dudaklarıma kaydı, sanki orada durmaya cesaret edemiyormuş gibi yeniden gözlerime çekildi ama bu, onun meydan okuyan doğasını bastırmaya yetmezdi.

"Senden vazgeçmek bir seçenek değil, Eyşan," dedi. "Ama senden önce pes edeceğimi düşünüyorsan, yanılıyorsun."

Gözlerimi devirdim ama içimdeki gülümseme gözlerime yansımış olmalıydı. "Bu odada pes eden tek bir kişi olacaksa, o da sensin Mete. Çünkü bu oyunda rakibini hafife almak, sonun olur."

Eğildi, tam yüzüme yakın bir mesafede durdu. Nefesi yanağıma dokunacak kadar yakındı. "O zaman kendine iyi şanslar dile, karıcığım. Çünkü seni yenmek için gerekirse sabaha kadar burada kalırım."

Mete'nin sözleri havada asılı kalırken, aramızdaki mesafe neredeyse sıfırlanmıştı. Kalp atışlarımın hızlandığını hissedebiliyordum ama bunun onda bir etkisi olduğunu belli etmek istemiyordum. Gözlerini gözlerimden ayırmadan konuştu. Derin okyanusları sanki beni dalgaların arasında çırpınıyormuş gibi hissettiriyordu.

"Şu anda aklından geçenleri tahmin edebilirim, Eyşan," dedi, sesi bir fısıltı kadar yumuşak ama bir o kadar da meydan okuyucuydu. "Ama her zamanki gibi güçlü durmaya çalışıyorsun, değil mi? Her şey kontrol altında gibi."

Alaycı bir şekilde kaşlarımı kaldırdım ve hafifçe gülümsedim. "Tahminlerin konusunda yanılmıyorsun Mete ama belki asıl kontrolü kim elinde tutuyor, ona odaklanmalısın."

O kahrolası arsız gülümsemesi daha da belirginleşti. Eğilerek yüzüme biraz daha yaklaştı, aramızdaki mesafe nefes alışlarımız kadar yakındı artık. "Belki de kontrolü sana bırakıyorumdur," dedi, sesi nefesimin üzerinde yankılanan bir titreşim gibiydi. "Ama itiraf et, Eyşan. Beni oyun dışı bırakmak yerine, oyunun parçası olmamı tercih ediyorsun."

Gözlerimi hafifçe kıstım. "Kibrine hayran kalıyorum Mete ama şunu unutma, bu oyunda herkes kendi zaaflarını gizlemek zorunda. Ve senin zaafın, ee, fazla cüretkâr olman."

O kadar yakındı ki, sesi artık yalnızca bir mırıltı gibiydi. "Ve senin zaafın, ee, bu mesafede hâlâ savaşı kazanmaya çalışman, karıcığım."

Bir an, gözlerimiz kilitlenmiş halde kaldı. İçimde bir yerde, her zaman güçlü ve soğukkanlı olan yanım, onun bakışlarının ağırlığı altında titriyordu. Dudakları her an dudaklarıma değecek kadar yakındı. Onun verdiği nefesi ben alıyor ve kendi nefesimle karıştırıp ona geri veriyordum. Soluklarımızın arttığını fark ettim.

Bir anlığına, her şey durdu. Sadece ikimiz ve bu odanın havası vardı. İçimdeki o derin sessizlikte, birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu, ancak aynı zamanda birbirimizden ne kadar uzak olduğumuzu da hissedebiliyordum. Bu denge, ne kadar ince ve hassassa, o kadar da tehlikeliydi.

Mete soluk alırken, gözleri yavaşça dudağıma kaydı. Gözlerindeki o belirsiz ifade, ne yapacağını tam olarak bilmediğini ama yine de bir sonraki adım için hazır olduğunu gösteriyordu.

Başını sola doğru eğdi. "Tüh." diye fısıldadı ve sertçe üst dudağımı dudaklarımın arasına alıp ellerini belime attı. Beni oturduğum sandalyeden bir anda kaldırıp masaya oturttu ve sağ elini yanağıma koydu. Derinleşen öpüşlerine yetişmeye çalıştım. Burnunu burnuma sürterek kafasını sağa doğru eğdi ve dilini ağzımın içine sızdırdı. Boğazından keyifli bir inleme dudaklarımın içine döküldüğünde ellerimi havaya kaldırıp ensesinde bağladım.

Kapının tıklatılması ile birden gözlerim irileşti. Mete'yi ittirip öksürdüğümde Mete, boğazını temizleyip dudaklarını öne doğru büzüp derin bir nefes verdi.

"Ne oldu?" diye sordu ve kapıya doğru yaklaştı.

"15 dakika sonra koordinasyon merkezine gelin."

Selçuk'un cümlesinden sonra Mete, sırtını kapıya dayadı ve kafasını geriye yasladı.

"Kaybettin." deyip gülümsediğimde kafasını salladı ve gözlerini kısıp dudaklarını bastırdı. Üç adımda bana yaklaşıp bacaklarımın arasına girdi ve sol elini saçlarıma daldırıp dudaklarıma sertçe yapıştı. Sağ eli pantolonumun fermuarını açarken ellerim, pantolonundaki palaskayı sökmekle meşguldü.

Koordinasyon merkezindeki masa, Selçuk'un parçalara ayırdığı kayıt kutusunun kablolarıyla kaplanmıştı. Kablolar bir labirent gibi masanın üzerine yayılmış, her şeyin bir araya gelmesi için sabırla bekliyordu. Selçuk, sabitlenmiş büyütecin altına odaklanmıştı, her hareketi dikkatle hesaplanmıştı.

Parmakları, cımbızı sıkıştırarak mikro anakartın üzerinde titrek ama hassas bir şekilde ilerliyordu. Her bir parça, gözlerinin takip ettiği karmaşık düzenin bir parçasıydı. Sanki her hareketiyle, devreyi hayata döndürecekmiş gibi bir yoğunlaşma vardı.

"Bunun işe yarayacağından emin misin?"

Barkın'ın sorusu havada asılı kaldı, Selçuk cımbızını anakarttan çekti ve gözlerini büyüteçten ayırarak ona baktı. O an, tüm odak noktası bir saniyeliğine başka bir yere kaydı.

"Sence emin olmasam kutuyu açar mıydım?" dedi Selçuk, soğukkanlı bir şekilde. Ardından başını eğip, yeniden büyütece doğru odaklandı. Her şey eski düzenine dönmüştü; o ince, titiz hamlelere devam ediyordu. Gözlerinden bir an için etrafındaki dünya silindi.

Birkaç saniye sonra, Selçuk ayağa kalktı ve bana doğru bakarak, "Eyşan, gel," dedi. Cımbızı elime uzatarak yerini bana bıraktı. Hızla kalkıp yerine oturdum ve kollarımı öne uzatarak, gerginliğimi üzerimden atıp büyütece eğildim. Büyütecin altındaki mikro dünyaya dalarken, hemen karşımdaki büyük ekrana gözlerimi diktim. Ekranda her şey, birer minyatür parça gibi parlıyordu.

Barkın'ın sorusu, "Sende mi anlıyorsun bundan?" havada kayboldu ama Selçuk'un kahkahası yankılandı.

"Anıtkabir'de çok açtı bunlardan," dedi, her kelimesinde hafif bir alay vardı. Alayla güldüğüm sıra kaşlarımı çattım. Cımbızı dikkatle mikro kareye sürttüm, her hareketimde dikkatle bir yerinden kazıdım.

Sikik parça hâlâ çıkmamıştı.

"Hadi be, çık artık!" diye hafifçe sitem ettiğim sıra köşelerinden kazıdığım mikro çip boşa düştü.

"Senin yapamadığını Eyşan, iki dakikada yaptı be Selçuk." Alperen'in lafı, odada yankılandı. Cımbızı kaldırıp sırtımı doğrulttum ve sağdaki ince uçlu bağlantı kablolarını aldım. Tam önümdeki ekrana odaklandım. Uçları birbirine takmaya çalışırken, kablolar sürekli kaçıyordu. Bir anlık sürtünmeden kıvılcımlar çıktı, herkes bir an için korktu ama soğukkanlılıkla işime devam ettim. Korku, her anın bir parçasıydı ama ben buna aldırmadan, çözümümün peşinden gitmeye devam ettim.

İki ucu taktığım an sağdaki ekrana baktım. Benim, Kutlu Sönmez'in evini bastığım görüntüler oynama başladığında arkama yaslandım. Birkaç dakika sonra Selçuk belirdiğinde kafamı iki yana salladım ve kollarımı göğsümde bağladım. Bir süre sonra Kutlu Sönmez, kameraya doğru yaklaşıp baktı ve ekran siyah bir görüntüye büründü.

Kafamı iki yana salladım, bu cihaz tam bir çöptü. Ellerimi kolçağa koyup "Çöp." dedim ve ayağa kalktım. Oflayarak masanın başında durduğumda ellerimi masanın üzerine yasladım.

"Katilin kim olduğunu nasıl bulabiliriz?" diye sorguladığımda herkesin bakışları bana çevrildi. Bir bilinmezlik, etrafımızı kaplamıştı.

Hümeyra teyzenin ekrana bakarak ayağa kalktığını gördüm.

"Durun, görüntü oynamaya devam ediyor."

Kalbim ağzımda atarken ekrana yaklaştım ve kollarımı göğsümde bağladım. Herkesin ayağa kalkıp benimle birlikte ekrana baktığını hissettim. Gerçekten görüntü devam ediyordu. Kutlu Sönmez, merdivenlerde belirdi. Kapıyı açtığında hızla kapıyı kapatıp geri koşmaya çalıştı ama kaçamadı. Yüzünde maskesi olan bir adam elindeki silahı Kutlu Sönmez'in kalbine sıktığında zihnimin içinde hayali bir kurşun sesi yankılandı.

Maskeli adamın arkasındaki adam, Kutlu Sönmez'in sırtına baktı ve maskeli adama dönüp kafasını iki yana salladı. Kutlu Sönmez'in koltuk altlarından tutup merdivene taşıdı. Yüzünde maskesi olan adam, ellerini yüzüne götürdüğünde gözlerimi ayırmadan yüzümü sağa doğru çevirdim.

"Selçuk, görüntüyü durdurmaya hazır ol."

"Tamam."

Maskeli adam, yüzündeki maskeyi çıkarttığında görüntüsü, uzakta olduğu için pusluydu ama sonra adımları merdivene doğru çevrildi ve çıkmaya başladı. Tam kameranın önüne geçtiğinde "Durdur!" diye bağırdım.

"Bu kim lan?"

Sağ gözü bembeyaz, sol gözü ise zifiri karaydı. Sağ gözünün üzerinde derin, belirgin bir çizik vardı. Bu yüz, o gözler...

Gözlerim istemsizce ekrandaki yüze kilitlendi. O yüzü tanıyordum. O gözleri, o derin çiziği... Bu, kabuslarımın derinliklerinden fırlayıp gerçek olmuş bir hayaletti. Kalbim göğsüme sığmayacak kadar hızlı çarpmaya başlamıştı. Zihnime saldıran anılar, beni boğacak kadar güçlüydü. Bütün dünyam, o ekranda donmuş bir görüntüye odaklanmıştı.

"Selçuk, bu nasıl olur?"

Alparslan albayın sesiyle bakışlarımı Selçuk'a çevirdim. Selçuk'un yüzü, ekrandaki görüntüyle birlikte adeta taş kesilmiş gibiydi. Çenesinin kasları gerilmiş, yanakları hafifçe solgun bir renge bürünmüştü. Gözleri, ekrana kilitlenmiş, derin bir şok ve inançsızlıkla irileşmişti. Kaşlarının arasında beliren ince çizgi, zihninde dönen soruların ve içinde büyüyen karmaşanın bir yansıması gibiydi. Dudakları hafifçe aralanmıştı, sanki bir şey söylemek istiyor ama kelimeler boğazında düğümleniyordu.

"Bu adam kim?"

Barkın'ın sorusu herkesin Selçuk'a odaklanmasına neden oldu.

"Selçuk! Bu nasıl olur!"

Alparslan albayın haykırışı odada savruldu ve Selçuk'un gözünden bir damla yaşın akmasına sebep oldu. Alparslan albay, hızla Selçuk'a yürüdü ve kollarından tutup kendine çevirdi, sarstı.

"Kendine gel!" diye bağırdı. Albayın sesi kararlı ve sertti, ama Selçuk o anda başka bir dünyadaydı. Vücudu titredi, gözleri büyümüş bir haldeydi ve kafasını sağa sola salladı. Sanki karşısındaki gerçekle savaşmaya çalışıyordu.

"Hayır, hayır, hayır, hayır. Olmaz, olamaz. Kendi ellerimle kafasına sıktım. Kendi ellerimle kafasına sıktım!" dedi, sesi çatallaşarak. Çenesi titremeye başlamıştı. Kelimeler ağzından dökülürken elleri boşlukta savruluyor, sanki geçmişten bir parça yakalamaya çalışıyordu.

"İki tane kurşun, albay. İki kurşun..." Gözleri yerle bir olmuştu. Albay, Selçuk'u daha fazla ayakta tutamayacağını anlayarak yavaşça koltuğa oturttu ama Selçuk'un gözleri arkamızdaki ekrana kilitlenmişti. Gördüğü şeyin ağırlığı, onun bakışlarına ve duruşuna her yönden çökmüştü.

Gözlerinden yaşlar dökülürken yüzü büküldü, buruştu; çaresiz bir adamın acı dolu ifadesine dönüştü. Sessiz bir hıçkırıkla kafasını iki yana sallamaya devam etti.

"Ben karım ve çocuğum için kafasına iki kurşun sıktım." dediğinde, sesi yalnızca bir itirafın değil, aynı zamanda ruhunu delip geçen bir yaranın yankısıydı. Ellerini yüzüne bastırıp masaya doğru eğildi. Omuzları titrek bir şekilde yükselip alçalmaya başladı.

Sessizliğin içinde, omuzlarının bu ritmik hareketi, içinde kopan fırtınanın dışa vurumuydu. Parmakları yüzünü sımsıkı kapatmış, sanki dünyayı kendinden uzak tutmaya çalışıyordu. Masanın kenarına doğru eğilirken başını daha da öne düşürdü, sanki tüm ağırlığını taşıyamıyormuş gibi.

Alparslan albay ona bir an baktı, ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Odanın içinde biriken gerilim, Selçuk'un hıçkırıklarına eşlik edercesine ağırdı. Selçuk'un elleri yüzünden ayrılırken avuçlarının ıslanmış olduğu fark edildi; gözyaşları, onun mücadele ettiği anı elle tutulur hale getirmişti.

"Karım ve çocuğum için..." diye tekrarladı ama bu sefer sesi fısıltıya dönmüştü. Sanki kelimeler ağzından dökülürken kendini bu gerçekle yeniden yüzleşmeye zorluyordu. Ardından derin bir nefes aldı ama bu nefes onun için bir rahatlama değil, içindeki ağırlığı daha da hissettiren bir boşluktu.

Onun bu hâlini izlerken göğsümde bir sıkışma hissettim. Yüzündeki ifade; keder, öfke ve suçluluğun karışımından doğmuş, tarifsiz bir acı yansımasıydı.

Sandalyeden kalkarken bacaklarının titrediğini fark ettim. Yumrukları masanın üzerindeydi ama artık bir dayanak arıyormuş gibi değil; sanki masaya tüm öfkesini aktarmaya çalışıyordu. Parmakları beyazlaşmış, damarları belirginleşmişti. Yüzündeki buruşuk ifade, bir adamın geçmişinin peşini bırakmadığı acının bir portresiydi. "Elias Farouq," dediğinde, bu ismin sadece bir kelime olmadığını anladım. Her hecesinde bir hesaplaşma, her harfinde bir yara saklıydı.

Adını söylediği kişiyle ilgili derin bir öfke kabarıyordu içinde ama aynı zamanda sessiz bir korku. Gözlerini kapatıp kafasını ağırca sağa sola salladı.

"Bu hayatta görüp görebileceğiniz en psikopat bir terörist. Yaşamadığını düşündüğüm için size bilgisini geçmemiştim." dedi, yumruklarını masaya vurdu. "Lanet olsun!" yüzü yeniden buruştuğunda dişlerini sıktı ve nefes almaya çalıştı. Sağ yanağına bir yaş devrildiğinde burnundan gürültülü bir nefes aldı ve gözlerini açıp bana baktı.

"Elias Farouq, Rojin'in kardeşi Eyşan."

Zihnimde bir şeyler kırılmış gibi hissettim. İçimdeki dünya bir anlığına altüst oldu. Kalbimin atışı kulaklarımda yankılanıyordu. Sözleri beynimde yankılanırken gözlerim istemsizce Selçuk'un yüzüne kilitlendi. Gözlerindeki donuk ifade, sanki hayatının bir parçasını koparıp önüme bırakıyordu. Bu sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bana devredilen bir yükün sessiz yankısıydı.

"Sobe." deyip beni geriye doğru ittirdiğinde gözlerim yalnızca, bir adamın siyah ve beyaz gözlerine odaklıydı.

Bir an için nefesim sıkıştı, gerçeklik beni tekrar kendine çekmeden önce zihnim o görüntünün yankılarında asılı kaldı. Gözlerim yeniden Selçuk'un gözlerine döndüğünde, bu kez onun bakışlarının ağırlığını daha derin bir şekilde hissettim. Selçuk'un ruhunda bir ayna gibi yansıyan acı, benim geçmişimdeki karanlıkla birleşiyordu.

O karanlık, üzerimizi tamamıyla kaplayacak koca bir kasırgaydı.

-

 

BÖLÜM SONU

Evet.

Açıkçası ilk defa bir bölüm sonunda ne diyeceğimi bilemedim. Selçuk'u okuduk, gördük, gerçekten çok zor şeyler gördü. Bir insanın asla göremeyeceği, görmek istemeyeceği şeyleri Selçuk, gözlerinin önünde yaşadı. Elias Farouq, gerçekten psikopat bir terörist. İlerleyen bölümlerde birtakım olaylar yaşanacak ama bölüm başına tabii ki uyarı geçeceğim. Rahatsız olacaklar için o kısmı bölüm sonuna ya da bölüm başına koymaya çalışacağım ki akıştan kopmayın.

Hep söylerim, her zaman da arkasında dururum. Askerlerimiz bizim göz bebeğimizdir. Ayaklarına taş değse dağları kırar onlar için yol açarız ama hayatın gerçeklerini lütfen unutmayalım. Bu bir kitap, yer ve mekan bilgileri gerçek ama oradaki insanlar gerçek değil. Bunun bilincinde okursanız hem benim için hem de kendiniz için daha iyi olur.

Distopik bir zihin her zaman insana zarar verir. Onlar, bir kitap karakteri ama yaşanan ve anlatılan duygular her zaman gerçekçiliği yansıtır.

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle;

 

Sultan Çakır

 

beş ocak iki bin yirmi beş

 

 

Bölüm : 05.01.2025 13:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...