43. Bölüm

XXXIV - AKREP VE YELKOVAN

Sultan Çakır
sultanakr

 

Helüü, yine ve yeniden ben geldim. Oy ve yorum yapmayı lütfen unutmayın. Bomba bir bölüm okuyacağız. Hazırsanız, keyifli okumalaaar...

Bölüm Şarkıları;

Royalty, Egzod (Slowed)

Искупление, Ooes

Goth (Slowed & Reverb)

Can Dostum, Emir Can İğrek

 

🕊️

XXXIV

-

Her yara izi, bir hikâye anlatır.

Her biri ayrı bir meydan muharebesi, her biri başka bir yenilmezlik iddiasıdır.

Yüreğini açık eden her yiğit, en savunmasız yerinden darbe alır.

O yüzden aslanı kuyruğundan değil, yüreğinden vururlar.

Denizin sesi, geçmişten gelen bir ağıt gibi kulağıma doluyordu. Dalgaların her vuruşunda, sanki unutmaya çalıştığım anılar zihnime çarpıp geri çekiliyordu. Sahilin serin kumları ayaklarımı her adımda biraz daha içine alırken, içimde bir yük ağırlaşıyordu.

Birden gözlerim bir şeyde takılı kaldı. Bir ışık, dalgaların arasından bana ulaştı. Öylesine bir yansıma olamazdı bu. Kalbimde bir sıkışma hissettim. Dalgaların nazikçe kıyıya bıraktığı o küçük nesneye doğru eğildim.

Islak kumların içinden bir madalyon çıkardım. Elime aldığım anda soğukluğu iliklerime kadar işledi. Güvercin kanatları... Madalyonun yüzeyinde işlenmiş o zarif desenler, her şeyi anlatıyordu. Ama ne kadar güzel olursa olsun, üzerindeki kan lekeleri tüm ihtişamını gölgede bırakıyordu.

Madalyonu işaret parmağıma yasladığım başparmağının üzerine koydum. Baş parmağımı işaret parmağımdan sürükleyerek, madalyonu havaya doğru uçurdum.

Madalyon dönerken etrafa saçılan kan damlaları, küçük noktacıklar halinde etrafa yayılan toz taneleri gibiydi. Her bir damla, geçmişin kırıntılarıydı; zamanın silip atamadığı lekelerdi. Bu sahneyi izlerken, kanın ne kadar kalıcı olduğunu düşündüm. Kirlenmiş bir madalyon bile, bir masal gibi havada süzülürken iz bırakıyordu.

Sağ avucumu, havada dönen madalyonun altında beklettim. Sanki madalyonun tekrar yere inmesini beklemek değil de geçmişte dönen tüm anıları yakalamak ister gibiydim.

O madalyon, tutmak için elim açık beklediğim pişmanlıkların bir yankısıydı.

🪙

10 Nisan 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Gözlerimi açmadan önce, hissettiklerim uyandırdı beni. Yanımda, kollarını savunmasız bir şekilde bırakmış bir adamın nefesi vardı. Onun nefesi. Mete'nin. Geceden beri birbirine karışmış iki bedenin sıcaklığı, yataktaki kumaşların kokusuna sinmişti. Bu, hayatımda hissettiğim en tuhaf tanıdıklık ve en derin yabancılıktı.

Gözlerimi araladığımda, ilk gördüğüm şey başımı yasladığım göğsünün ritmik hareketiydi. Kalbinin atışını duyabiliyordum. Sanki bu sabah, gece boyu taşıdığı tüm yükleri unutmuş gibiydi. Işığın perde aralığından sızdığı bu odada, her şey onu anlatıyordu.

İlk defa onu böyle gördüm. Genelde hep benden önce kalkardı. Onu hiç uyurken yakalayamazdım. Uzun, koyu kirpiklerinin gölgesinde saklanan mavi gözleri kapalıydı, bakışlarındaki fırtına bir süreliğine dinmiş gibiydi. Gözlerinin ifade ettiği derinlik, şu an yerini uykunun teslimiyetine bırakmıştı. Uzun süre yüzüne bakmaktan kendimi alamadım. Her bir detayı ezberlemek istercesine inceledim. Yüzü, uykunun yumuşattığı hatlarıyla huzurun bir tasviri gibiydi.

Nefesi, yüzüme usulca çarptıkça, bu anın gerçekliğine inanmakta zorlandım. Mete'nin, göğsüne dağ gibi dikilmiş o ağır zırhını ilk kez böylesine bıraktığını görmek, içimde garip bir sızlama yarattı. Şimdiye kadar onu hep güçlü, sert, kararlı ve koruyucu bir şekilde görmüştüm ama bu hâli başkaydı. Sanki yalnızca benim görebileceğim bir sırrı paylaşır gibi sakindi.

Yüzündeki her bir çizgiyi, kirpiklerinin uzunluğunu, alnının hafif pürüzsüzlüğünü ezberledim. Uyandıktan sonra bir daha görüp göremeyeceğimi bilmediğim bu huzurun her ayrıntısını zihnime kazımak istedim. Onun yanımda nefes alışıyla başladığını hissettiğim hayat, bir ömür boyu devam etsin istedim.

"Beni izlerken nefesini tutuyorsun, farkında mısın?"

Sesi o kadar aniden geldi ki, yüreğim yerinden fırlayacaktı. Gözleri hâlâ kapalıydı ama dudaklarının köşesinde kendini belli eden o alaycı kıvrım, her şeyin farkında olduğunu kanıtlıyordu.

"Uyuduğunu sanıyordum," dedim hızla. Sesim fazlasıyla suçüstü yakalanmış gibiydi.

Mete nihayet gözlerini araladı. Sabah ışığında mavi gözleri daha da parlak görünüyordu. "Uyuyordum ama nefes almayışın dikkatimi çekti. Bir de bana böyle dikkatle bakabilecek bir karım olabileceğini hatırlayınca, uyanmam kaçınılmaz oldu."

"Dikkatle falan bakmıyordum!" diye itiraz ettim ama sesim bile bana inanmadı.

"Tabii, tabii," dedi, o sinir bozucu gülümsemesiyle. "Kabul et, uykuda bile çok karizmatik göründüğümü düşünüyordun."

"Gerçekten mi?" diye sordum, gözlerimi devirerek. "Bu sabah konuşacağımız tek şey karizmatik göründüğün mü olacak?"

O an hızlıca üzerime eğildi ve beni baştan aşağı süzdü. "Eh, başka bir konu açmamı istiyorsan, sabahları dudaklarının biraz fazla çekici göründüğünü söyleyebilirim ama bu bizi farklı yerlere götürür."

"Kesinlikle farklı yerlere götürür," diye mırıldandım, kaşlarımı kaldırırken. Mete'nin gözleri beni ele geçirmiş gibiydi. Bakışları bir ok gibi kalbime saplanırken, dudaklarının kenarındaki o tatlı kıvrım daha da derinleşti.

"O hâlde günaydın karıcığım," dedi ve alnıma yavaşça bir öpücük kondurdu. O an, bambaşka bir sıcaklık tüm bedenimi sardı. Bu basit öpücük, bana hayatımda duyduğum en rahatlatıcı şey gibi geldi. Kıkırdayarak dudaklarımı hafifçe ıslattım.

"Günaydın kocacığım." dediğimde gülümsedi ve gözlerini gözlerimde gezdirdi. Ardından vücudunu hafifçe doğrulttu ve ellerini üzerimdeki tişörtün eteklerine götürüp karnımı açtı. Dudakları karnımın biraz altında soluklandı.

"Size de günaydın çocuklar." diye fısıldadı ve hafifçe dudaklarını bastırdı.

Dudaklarının dokunuşu bir ilkbahar gibiydi. Taze, tatlı ve umut doluydu. Vücudum, bu basit ama derin dokunuşla sanki yeniden canlandı. Bambaşka bir sıcaklık, yavaşça her hücreme yayıldı.

Ağırlığını vermeden avuçlarını karnıma bastırdığında, avuçlarının sıcaklığı her bir hücremde derin bir yankı uyandırdı. Çenesini, ellerinin üzerine yerleştirip bana baktığında, gözlerindeki ifade öylesine derin ve anlamlıydı ki, sanki zaman bir anlığına durmuş, dünya sadece onun bakışlarında var olmuştu. O an, her şeyin sessizce bir araya gelerek mükemmel bir uyum yakaladığını hissettim.

Bütün bedenim, o anın içinde kaybolmuştu. Gözlerim, ona odaklanırken her şeyin daha net, daha parlak olduğunu düşündüm. Zihnimdeki renkler, ruhumun en güzel köşelerine dokunarak bu anı ölümsüzleştirdi. Her dokunuş, her bakış bir sanat eseri gibiydi; sanki bir ressamın özenle fırçasını tuvalde gezdirerek yarattığı en zarif tabloyu izliyordum.

O tabloyu, ruhumun en güzel köşesine astım.

"Yalnız hamileyim ve duygularım tavan yapabiliyor, ağlamamı istemiyorsan hemen kalk oradan." diye boğuk sesle mırıldandığımda çoktan, sol gözümden yaş şakağıma doğru yuvarlanmıştı. Mete'nin gözleri dolduğunda kafasını iki yana salladı ve dudaklarını yalayıp hafifçe doğruldu. Yüzünü yüzüme getirip dudağını sol gözümün kenarına bastırdı. Ardından mavi okyanuslarını içime akıttı.

"Sadece mutluluktan ağla, sadece benimle ağla." diye fısıldadı. "Sadece çocuklarımız için ağla." dedi ve sertçe yutkundu. "Ve sadece ruhunu okşadığımda ağla ki akıttığın yaş canımı acıtmasın."

Biz bu adamı hak edecek ne yaptık be Eyşo?

İlk defa bende bilmiyordum.

🥲

Kışlanın açılan bariyerleri ile Mete, gazı hiç kesmeden aracı içeriye soktuğunda emniyet kemerimi çıkarttım. Yerine doğru sürüklenen lastik hafif bir tını bırakarak yerini bulduğunda bakışlarım istemsizce havada gezindi.

Gökyüzü donuk bir maviye bürünmüş, hava yerle gök arasında asılı kalmış gibi sessizdi. Dalgın bir bulut süzülüyordu ufka doğru ama o bile yavaş hareket ediyordu. Şırnak'ın sabahlarında bir dinginlik vardı ama o dinginlik insanı rahatlatmak yerine daha da huzursuz ederdi. Her şeyin öncesindeki sessizlikti bu, sanki her şey birazdan başlayacaktı.

Mete, aracı park ettiğinde bakışlarım ona doğru çevrildi. Telefonunu ve sigara paketini alıp bakışlarını bana çevirdiğinde dudağının sağ kenarı alaycı bir şekilde kıvrıldı.

"Ne o hatun, bakışlarını alamıyorsun benden?" diye sorduğunda gözlerimi devirdim.

"Bakmakta mı yasak, Allah Allah?" diye çemkirdiğinde başını hafifçe geri attı ve dişlerini gösterircesine 'Hıhıhıhı' diye güldü. Bende aynı şekilde güldüğümde şaşırarak bana baktı. Kaşlarımı kaldırıp "Ne oldu?" diye sorduğumda derin bir iç çekti ve bir anlığına bakışlarını kaçırdı.

"İyice bana benzemeye başladın."

Damağımı şaklattım.

"Ne alakası var şu an?" diye sorguladığımda gülümseyerek bana döndü. Tam dudaklarını aralayıp soruma cevap verecekti ama kafasını sallayıp farklı bir konuya evrimleşti.

"Bu konuyu akşam evimizde konuşabiliriz karıcığım. Askeriye sınırları içerisinde yüzbaşılığa devam." diye bir açıklama yaptığında gülerek onu onayladım. Evde konuşalım konuşmasına ama tam olarak nerede kalacağız?

Kaşlarımı hafifçe büzüp Mete'ye döndüm.

"Tam olarak hangi evde konuşacağız?"

Bakışları bir an düşünmek istermişçesine sola kaçtı.

"Doğru." dedi ve elini kapı kulpuna koydu. "Onu da dışarıda konuşalım."

Kafamı iki yana sallayıp kulpa uzanıp kapıyı açtım ve arabadan indim. Kapıyı kapattığımda Mete'de inip arabayı kilitledi. Üç adımda yanıma yaklaştığında yavaş adımlarla yürümeye başladık.

"Ayda ile Cemile benim evde kalıyor. Dağ evi, askeriyeye çok uzak. Nasıl yapacağız?" diye sorguladığımda Mete, elini havaya kaldırdı ve düşünürcesine şakağını kaşıdı. Sonra aklına gelmişçesine parmağını şaklattı ve bana baktı.

"Yonca ile Kubilay'da askeriye kalıyor. Bizde askeriyede odaları birleştiririz, olmaz mı?" diye sorduğunda kafamı bilemezmiş gibi sağa sola eğdim. Kendi evimizde kalmak daha iyi olmaz mıydı? Yanağımın içini dişledim.

"Bu konuyu hallice düşünelim."

Kafasını salladığında birlikte askeriyeye girdik. Bize doğru yaklaşan Kubilay ve Deniz'i gördüm. Yüzlerindeki büyük bir gülümseme ile bize yaklaşmaya devam ettiklerinde bizde onlara doğru yürüdük. Yatakhaneye ayrılan koridorun önünde durduğumuzda Kubilay'ın alaycı bakışları Mete'ye çevrildi.

"Komutanım, keyfiniz yerindedir inşallah?" diye sorguladığında tek kaşım hafifçe yukarıya doğru kıvrıldı. Mete, gözlerini kısıp hafifçe boğazını temizlediğinde kaşlarım çatıldı.

Lan!

Gece neydi ama öyle ya?

Sus lan!

"Kubilay, koşmak istiyorsun herhalde?" diye söylenip sırıttığımda Deniz, kafasını iki yana sallayarak Kubilay'ı gösterdi.

"Sabahtan beri sizi bekliyor. Sırf Mete komutanıma bunu söyleyecek diye yüz kere buraya gelip gittik."

Gülümseyerek Kubilay'a baktığımda ellerimi montumun cebine soktum.

"Kubilay, dua et Yonca hamile. Yoksa seni kulaklarından bu tavana asardım."

Kubilay'ın gözleri büyüdüğünde sahte bir gülümsemeyle kafasını eğip kaldırdı.

"Yaparsınız komutanım biliyorum. Eee, ben Yonca'mın yanına gideyim. Hamile, yanında durayım." deyip Deniz'i bile beklemeden kaçtığında kafamı iki yana salladım. Damağımı şaklatıp Deniz'e döndüğümde Deniz, arkasını döndü.

"Deniz."

Deniz, bana döndüğünde kaşlarımı hafifçe büzdüm.

"Bir ara odaya uğrar mısın?"

Kafasını salladığında ellerimi montumun ceplerinden çıkartıp sırtını izledim. Bir sıkıntısı vardı. Sessizleşmişti, ilk zamanlardaki gibi. Kimseyle konuşamadığı, tam emin olamadığı duygular vardı. Gözlerine ne zaman baksam orada bir çocuk vardı.

Hiç çocuk olmamış, bir genç.

"Eyşan?"

Mete'nin seslenmesiyle bakışlarımı ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerine çevirdim. Kaşları hafifçe büzülmüştü. Elimle yatakhane koridorunu işaret edip hafifçe yürümesini bekledim. Yürümeye başladığında onunla birlikte yürümeye başladım.

"Deniz ile hiç konuştun mu? Yani onu daha iyi tanıdın mı bu zamana kadar?" diye sorduğumda bir anlığına yüzüne baktım. Kafasını iki yana sallayıp cebindeki ellerini çıkarttı.

"Hayır, sadece yetimhanede büyüdükten sonra vatanı için çalışmak istediğini biliyorum." diye cevapladı. Kafamı onu anladığımı gösterircesine sallayıp içli bir nefes çektim. Odalarımızın önüne geldiğimizde ellerimi ceplerime sokup ona doğru döndüm.

"Deniz, tim ilk kurulduğunda çok sessiz ve asabiydi. Gün geçtikçe Kubilay ile kaynaştılar. Tim içerisindeki hal ve hareketlerinden dolayı onunla özel olarak bir bağ kurmaya çalıştım. Onu kardeşim gibi bildim o da beni ablası olarak saydı. Onun içindeki duvarları yavaş yavaş aşabildim. Zaman üzerimizden geçtikçe asabiliği kesildi, sessizliği bir nebze olsun gürültüye dönüştü."

Derin bir nefes alıp verdim.

"İki haftadan beri çok sessiz. İçini sıkan bir durumun olduğunu hissedebiliyorum ama aklındaki düşünceleri göremiyorum."

Mete'nin dudaklarında buruk bir tebessüm oluşurken elini hafifçe kaldırıp yanağıma koydu. Dokunuşu sıcacık bir güven verme hissiyle doluydu.

"Herkesin sessizliği farklıdır canımın içi," dedi sakin bir sesle. "Belki kendi içinde savaş verdiği bir şey vardır. Belki de o savaşı kazanmadan bize anlatamayacağı bir şeydir."

Sözlerinin ağırlığı yüreğime oturdu. Derin bir nefes alıp bakışlarımı kaçırdım. Haklıydı. Sessizlik, her zaman bir yardım çığlığı değildi. Bazen sadece kendi yaralarını sarabilmek için bir geri çekilişti.

"Mete..." diye başladım ama devamını getiremedim. Yüzümdeki ifadeyi okuduğu belliydi. Elini yanağımdan çekti ve gözlerini doğrudan gözlerime dikti.

"Onun yanında olmaya devam et yavrum ama unutma. Bazen birinin sessizliği çözülmeden önce kendisiyle yüzleşmesi gerekir. Biz sadece bekleyebiliriz."

Kafamı belli belirsiz salladığımda alnıma küçük bir öpücük kondurup odasına doğru yürüdü. Derin bir nefes alıp kendi odama girdim. Alev'in yatağının üzerinde kitap okuduğunu gördüğümde dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi.

"Günaydın havacı."

Bakışlarını kitaptan ayırıp yüzüme bir gülümsemeyle karşılık verdi.

"Günaydın," dedi ve elindeki kitabın arasına ayracı sıkıştırıp komodininin üzerine koydu.

Montumu çıkartırken Alev yüz üstü yattığı yerden doğruldu. Dolabı kendime doğru çektiğimde metalin keskin sesi odada yankılandı. Bu küçük ses bile bir garip huzursuzluk hissettirdi.

"Barış ile bir şey konuştum. O da Caner'den öğrenmiş."

Bir kaşım kendiliğinden havaya kalktı. Üniformamı dolaptan alıp metal kapağı kapattım. Yatağın kenarına otururken Alev de oturuşunu düzeltti; sol bacağının üzerine sağ bacağını atmış, ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturmuştu. Yüzündeki ifade, bir şeyleri sorguladığını belli ediyordu.

"Çilingir abisi Bünyamin bizim time girecekmiş, doğru mu?" dedi doğrudan, sesi nötr ama dikkatliydi.

Üzerimdeki kazağı çıkartıp asker yeşili, kısa kollu atleti elime aldım.

"Evet. Trabzon'dayken nişana gelmişlerdi ya, işte o zaman Mete sormuştu, 'Alabilir miyiz?' diye."

Atleti giyip altımdaki pantolonun düğmesini açmaya başladım. Alev'in yüzündeki ifade hiçbir şey anlatmıyordu ama sanki bu durumdan memnun kalmamış gibiydi. Hareketlerim yavaşladı; kaşlarımı hafifçe çatarak onu izledim.

"Bünyamin'in bir dosyası varmış Eyşan ve o dosyanın içeriğini Çilingir'e söylememişler?" dedi ani bir soruyla, bu kez kaşlarından biri hafifçe kıvrılmıştı.

Pantolonumu çıkartıp kucağımda katladım.

"Bundan haberim yoktu. Sadece timiyle yollarını ayırmak zorunda kaldığını biliyordum," dedim. Pantolonu kenara bırakıp kamuflaj pantolonumu elime aldım ve ayaklarımı geçirip yukarı çektim.

Alev'in kaşları bu kez hafifçe yukarı kalktı. Yüzündeki kararsızlık, konuşmadan bile odayı dolduruyordu. Bakışlarındaki huzursuzluğu gördüğüm an içimde bir sıkıntı yükseldi. Konuşmayacağını anladığımda yatağın üzerindeki kamuflaj gömleği alıp kollarımı geçirdim.

Düğmeleri iliklemeye başladığım sıra "Vurmaması gereken birini vurmuş." dedi sonunda.

O an parmaklarım iliklemekte olduğum düğmenin üzerinde duraksadı. Yavaşça ona döndüm, tek kaşımı kaldırarak sordum.

"Kimi vurmuş?"

Alev'in gözlerinde aniden bir ateş parladı; yüzündeki o hafif durgunluk yerini yoğun bir öfkeye bırakıyordu. Sanki tüm o duyguları sakladığı maskesi çatlamıştı.

"Tim arkadaşını."

O anda odadaki hava değişti. İçimde buz gibi bir ağırlık hissettim. Parmaklarım donmuş gibi hareketsiz kaldı. Her kelime beynimde yankılanıyor, kendi içimde bir sorgu başlatıyordu. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemeden ona baktım. Zihnimde, bir timin içinde yaşanan bu tür bir ihaneti kabul etmek, sindirmek imkânsız gibi geliyordu. Gözlerimdeki ifadenin donduğunu hissedebiliyordum ama dışarıya hiçbir şey yansıtmadım.

Tim arkadaşını...

Bir an, bu düşüncenin içimde yankılanan ilk halini zihnimde parçaladım. Bir asker, bir tim üyesi... Arkadaşını vurmuştu. Bu, hiçbir zaman kabullenemeyeceğim bir gerçekti. O kadar netti ki, bir türlü mantıklı bir izah bulamıyordum.

Bakışlarımı kaçırıp gömleğin düğmelerini ilikledim ve eteklerini, atletimle birlikte pantolonumun içine sokup fermuarı çektim. Fermuarın tınısı sessizliğin içindeki en gürültülü sesti. Kafamı eğdiğim yerden kaldırmadan gözlerimi ağırca Alev'e çevirdim.

Alev, gözlerimle temas ettiğinde bir anlığına donmuş gibi göründü. Sessizlik, tıpkı odadaki soğuk havayı içime çeker gibi beni sardı. Gözlerimdeki o derin boşluğu ve anlaşılmazlığı fark etmiş olmalıydı, çünkü gözlerinde de bir belirsizlik vardı. Cevap veremedi, ya da vermek istemedi. Ne de olsa, bu onun sorumluluğunda değildi.

Bir süre daha sessizce birbirimize baktık. Sonunda, gözlerimi ondan kaçırarak, sözcüklerimi bulmaya çalıştım. Pantolonun düğmesini ilikleyip kafamı kaldırdım.

"Bunu kabullenmek zor," dedim, sesim biraz titreyerek. "Önyargılı olmamak gerekir. Konunun aslını öğrenmeden bir cevap veremem."

Gözleri, bir yandan suçluluk, bir yandan bir şekilde çözülmesi gereken bu karmaşık durumu anlamaya çalışma çabasıyla doluydu.

"Bunu sana açıklamak kolay değil," dedi, sesi hala sabırlı ama bir tık daha sertleşmişti. "Zamanında sizin ailelerinizin başına gelen şey, yarın senin de başına gelirse? Her şey göründüğü gibi değildir, Eyşan."

Bütün bedenim sanki bu yükün altından eziliyordu. Alev'in her kelimesi beni yavaşça sarmalıyor, sanki bir girdaba çekiliyordum. Fakat içimdeki soğuk, keskin gerçeklik, her geçen saniye biraz daha baskın çıkıyordu. Timdeki ihanet, her ne kadar ailelerimizin yaşadıkları gibi derin bir travmaya dayanıyor gibi görünse de yine de bir sınır vardı. O sınırı geçememeliydim.

Kafamı iki yana sallayıp ona bakarken, içimdeki karışıklık yavaşça yüzüme yansıyordu. "Konuşmadan öğrenemem," dedim, derin bir nefes alarak. "Bir şekilde, bu yaptığının ardında bir gerçek olmalı. Ama şu an, bunu kabullenmek... Ne kadar uğraşsam da kabul edemem."

Duygularımı sımsıkı içinde tutmaya çalıştım. Timde, çok farklı gerçekler ve tercih edilen kararlar vardı. Bir tim arkadaşının bir diğerini vurması, açıklanabilir bir durum değildi. Derin bir nefes alıp palaskamı taktım ve bordo beremi apoletimin altına sıkıştırdım. O sırada Alev'in kalktığını gördüm.

Alev'in kaşlarını hafifçe kaldırarak ayağa kalkması, oda içindeki gerilimin iyice yoğunlaştığını hissettirdi. Benim gözlerimdeki kararsızlık, onun da içinde bulunduğu çıkmazı daha belirgin hale getiriyordu. Alev, içindeki karmaşayı dışa vurmamaya çalışıyordu ama her kelimesi, her hareketi, o anki sıkıntısının izlerini taşıyordu.

Bir an sessiz kaldık. O an, ne söyleyeceğimi bilemedim. Kafamda dönen düşünceler, birbirini takip eden çelişkiler, o kadar karmaşıktı ki... Bir timin üyelerinin birbirlerine güvenmesi, yalnızca bir sözcüğün ya da hareketin bile timin bütünlüğünü sarsabileceğini biliyordum. Ama bir arkadaşın diğerini vurması... Bu, kabullenilemeyecek kadar derin bir ihanet gibi görünüyordu.

Bu, sadece timin değil, bir asker olarak benliğimin temellerini de sarsan bir durumdu.

"Kendi silah arkadaşını vuran, yarın sana acımaz."

Alev'in sözleri odada yankılandı ama içimdeki soğuk, donmuş hissi daha da derinleştirdi. Kendi silah arkadaşını vuran birinin, yarın bana acımayacağı gerçeği, her şeyden önce bana bir uyarı gibi geldi. O an, her şeyin çok hızlı bir şekilde değişebileceğini fark ettim. Bir anlık yanılgı, bir anlık ihanet, her şeyin sona ermesine sebep olabilirdi. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım ama içimdeki karışıklık hâlâ devam ediyordu.

"Bazen, bizim bildiklerimizle her şeyin gerçeği örtüşmez," dedim ve gözlerimi açıp gözlerine baktım. Alev'in gözlerindeki öfke ve kararsızlık, bir savaşın tam ortasında kalmış gibiydi. Çenemi hafifçe kaldırarak ona doğru adım attım.

"O yüzden ne olduğunu öğrenmeden yargılayamayız."

Cevap vermesini beklemeden kapıya yürüyüp elimi kulpa yasladım ve sertçe indirip kendime çektim, dışarıya adımladım. Kapıyı sakince kapatıp derin bir nefes aldım. Zihnimin içindeki büyümeye devam eden karanlık, bir anlığına beni düşüncesiz bırakmıştı. Kafamı iki yana sallayıp sağa doğru adımlamaya başladım.

"Kız kardeş?"

Arkamdan gelen Selçuk'un sesiyle sağ omzuma doğru kafamı çevirip bedenimi ona çevirdim. Üzerindeki beyaz gömleği ve siyah pantolonuyla tam bir istihbaratçı havasına girmişti. Yanıma geldiğinde eliyle yürümemizi işaret ettiğinde onunla birlikte yürümeye başladım.

"Günaydın." diye fısıldadığımda kaşları çatıldı ve bir anlığına durdu.

"Gün aydı ama sana aymamış gibi görünüyor?" diye sorup tek kaşını kaldırdığında durup etrafı kolaçan ettim. Zihnimin kaplandığı belirsizlikten bir karanlık düşünce dilime aktı.

"Bünyamin Boraç Arınlı'yı araştır. Araştırman bittiğinde beni bul, kimse bilmesin."

Selçuk'un yukarıda olan tek kaşına rağmen yüzündeki hafif şaşkınlık ifadesi, bir anlığına geçici bir belirsizlik hissettirdi. Ama sonra, gözlerindeki dikkatli bakış, bir soru sormak isteseydi bile bunu sormayacağını belli ediyordu. Onun bu tepkisi, zaman zaman bana yabancı olmayan bir izlenim bırakıyordu; bu, genellikle bir şeyleri daha derinlemesine çözmeye çalıştığı ve içsel bir sorgulama yaptığı zamanlarda olurdu.

Selçuk'un sakinliğiyle, ihtiyatlı bakışı birleştiğinde, söylediklerim üzerine tereddüt ettiğini hissedebiliyordum. Ancak, bana duyduğu güvenle, ne demek istediğimi çok iyi bildiği için fazla sorgulamadan arkasına düşecekti.

"Anlaşıldı," dedi Selçuk, neredeyse sessiz bir onayla. Kaşı hala hafifçe yukarıda ama o soruyu sormadan, bana güvenerek başını salladı.

İçimdeki bu belirsizliğin, dışarıda nasıl görünmeye başladığını tam olarak kestiremiyorum ama Selçuk, her zaman olduğu gibi, aklımı kurcalayan soruların cevaplarını bulmaya karar vermiş gibi görünüyordu. Yürümeye devam ettiğimde yeniden eşlik etmeye başladı. Yollarımız ben kantine doğru ilerleyecekken ayrıldı. Selçuk, koordinasyon merkezine sürüklenirken kantine girdim.

Bakışlarım, duvar dibindeki masaya odaklandı. Timin diğer üyeleri oradaydı. Osman, masanın baş köşesinde, sırtını duvara yaslamış oturuyordu. Bakışları, masanın etrafındaki herkesi dikkatle izliyordu; her bir yüzün kıvrımlarını, her kelimenin tonunu ölçüp biçiyormuş gibi bir hali vardı. Onun tam karşısında, yine duvara yaslanmış Kubilay oturuyordu.

Osman'ın solunda Deniz, çayını yudumluyordu. Onun karşısında ise Caner vardı; elindeki çay kaşığıyla oynayıp duruyor, bakışları dalgın bir şekilde masaya sabitlenmişti. Caner'in yanında Lara oturuyordu. Duruşunda belli belirsiz bir mesafe ama bir o kadar da derin bir bağ vardı. Yonca, Lara'nın hemen yanında oturuyordu.

Barış, Deniz'in diğer yanında oturuyordu. Onun her zamanki alaycı gülümsemesi yüzünde, arada masaya birkaç espri atıyordu. Barış'ın sözleri masadan kahkahalar yükseltirken, Lara ve Yonca'nın paylaştığı anların sıcaklığı, masanın diğer tarafına kadar yayılıyordu.

Adımlarımı yavaşlattım.

"Kimi vurmuş?"

Alev'in gözlerinde aniden bir ateş parladı; yüzündeki o hafif durgunluk yerini yoğun bir öfkeye bırakıyordu. Sanki tüm o duyguları sakladığı maskesi çatlamıştı.

"Tim arkadaşını."

Zihnimde yankısını bırakan o karanlık, izlediğim insanların aleviyle aydınlanmıştı. Bu cümle zihnimde tekrar tekrar çınlarken, masadaki bu sahne sanki başka bir evrendenmiş gibi görünüyordu. Huzur ve uyum... Bu, timimizin temeliydi ama şimdi, bir gölge tüm bu bağlılığı tehdit ediyordu.

Ortada belirsiz bir gerçek vardı.

Bünyamin, kendi timinden birini vurmuştu. Selçuk'un bulacağı bilgi, beni bir tık geriyordu. Ya gerçekse?

O zaman ne yapacaktım?

Osman'ın bakışları benimkilere kilitlendiğinde, yüzümde bir sahte bir gülümseme belirdi. Çay bardaklarının sıcaklığını ve kahkahaların yankısını duymazdan gelerek masaya doğru ilerledim. Yonca'nın yanına otururken, içimdeki karmaşayı gizlemeye çalıştım. Yonca'nın bana dönen gülümsemesine karşılık verdim ama içimdeki gülümseme çoktan ölmüştü.

Bu insanlar, gemime binmek için güvenli limanımda bekleyen mürettebatımdı.

Ben ise şimdi, sular altına batmış bir gemiydim.

Herhangi bir zamanda bu geminin batması, her şeyin sona ermesi, bir çırpıda her şeyin değişmesi çok yakın gibiydi. Zihnimdeki karanlık düşünceler, nereye gitmek istediğimi, ne yapmam gerektiğini söylese de bir yön, bir harita yoktu.

"Şşşş, hatun?"

Gözlerimin önünde sallanan büyük elle saplandığım düşüncelerden güçlükle sıyrıldım. Bakışlarım yanıma oturmuş Mete'nin gözlerine dönerken kaşlarının hafifçe çatıldığını fark ettim.

"Ne oldu?" diye sordu.

Gözlerim, bir anlığına beliren Mete'nin sorusuna kilitlenirken, içimdeki karanlık hızla bana doğru yaklaşıyor, her şeyin öncesi ve sonrası arasındaki ince çizgi silikleşiyordu. Zihnim, rüzgârın sesini, dalgaların çırpınışını hissediyor ama bir an olsun durup o dalgaların içinden ne çıktığını göremiyordum.

"Bir şey olmadı. Öylece dalmışım işte."

Derin bir nefes alıp gülümsemeye çalıştım ama Mete, tek kaşını hafifçe yükseltti ve bir anlığına bakışlarını masadakilerde gezdirip yeniden bana döndü.

Reis şüphelendi.

Seninle şu an uğraşamam, iç ses. O yüzden sesini kes.

Mete, "Gelsene sen bir benle." dedi ve ayağa kalktı. Ayağa kalktığımda sırtını bana dönüp kantinin arka çıkışına doğru yürüdü. Bir an için adımlarını yavaşlattı ve sağ omzunun üzerinden bana bakıp kapıyı gösterdi.

"Sen geç, ben çay alıp geliyorum."

Bir şey demeden kapıya yürüyüp kantinin arka bahçesine çıktım. Karşıdaki banklara doğru ilerleyip yavaşça oturdum. Kollarım göğsümde bağlanırken sağ bacağımı sol bacağımın üzerine attım. Bakışlarım kantinin kapısında takılı kalırken Mete, sol avcuna sıkıştırdığı iki çay bardağıyla çıktı ve bana doğru ilerledi. Solumdaki boşluğa oturduğunda avcundaki bardağın birini bana uzattı.

"Teşekkür ederim." deyip elimi uzattım ve sol avcuma çay tabağını koydum. Mete damağını şaklatıp elindeki çayı yavaşça ortamıza koydu. Sol avcumda tuttuğum tabağın üzerindeki bardağı aldım ve çaydan bir yudum içtim.

"Bir şey olmuş, gözlerin çok dalgın bakıyor." dediğinde elimdeki bardağı yavaşça avcumda tuttuğum tabağın üzerine koyup sağ elimle ortamıza bıraktığı bardağın yanına bıraktım.

"Kendisi bir zamanlar benim timimdeydi. Yollarımız ayrıldığında farklı bir timin komutanı oldu. Timi ile yollarını ayırmak zorunda kalmış, eğer gerekli izinleri alabilirsem onu da bizim time davet etmek istiyorum?"

Mete'nin Trabzon'da söylediği cümle zihnimdeki karanlığa düştüğünde derin bir nefes aldım.

"Bünyamin'in bir dosyası varmış?" deyip tek kaşımı kaldırdığımda kaşları hafifçe çatıldı.

"Evet varmış, bana da Çilingir söyledi. Vurmaması gereken birini vurmuş dedi sadece."

Kafamı ağırca salladım ama ardından iki yana salladım. Alnının ortasındaki çizgi belirginleşmeye başladığında alt dudağımı kemirdim.

"Demek ki Çilingir'in bilmediği doğruymuş." diye mırıldandım. Kaşları biraz daha çatıldı.

"Sabah Alev ile konuştum. Daha doğrusu o benimle konuştu. Bünyamin, tim arkadaşını vurmuş." dedim. Mete'nin mavi bakışlarında bir çakmak çaktı, sanki gözlerinin içinde bir çakmaktaşı, sürtünerek bir kıvılcım yarattı. O kısa anlık ateş, gözlerinde belirdiği gibi kayboldu. Çene kemikleri kasıldığında dişlerini sıktığını anlamıştım.

Mete, boğazını temizleyip diliyle üst dudağını kavradı ve dişleyip bıraktı.

"Bunu kim söylemiş ona?" diye mırıldandığında bakışlarımı gözlerine çıkarttım. "Caner Barış'a, Barış'ta Alev'e söylemiş."

Ayağa kalkacak gibi olduğunda hızla elimi öne doğru uzattım.

"Mete hayır."

Bakışları ağırca gözlerimde dolandığında kafasını iki yana salladı.

"Eyşan, ben odadan çıktıktan sonra Caner'i gördüm. İçinde bir şeyler tutarcasına ve saklarcasına baktı. Benden sakladılar, bunu söylemediler. Çünkü, bu konuda merhametsiz biri olduğumu biliyorlar."

"Selçuk'a söyledim, araştırma yapacak. O zamana kadar hiç kimseye bir şey söylemiyoruz." dediğimde gözlerindeki sert bakış gitti ve bana sevgiyle bakan duyguya çevrildi. O duygunun içinde belirgin basan bir duygu vardı: Belirsizlik.

"Peki sen? Sen bu konuda ne düşünüyorsun?" diye sorduğunda hafifçe yutkundum ve boğazımı temizledim.

"Selçuk'un vereceği bilgiler doğrultusunda karşıma çekip konuşacağım." dedim ve kendi çayını elime alıp sol elini tuttum. Sol avcuna koyduğum çayı, düşmemesi için parmaklarıyla korurken kendi bardağımı alıp bir yudum aldım.

"Araştırma sonuçlanana kadar özümüze dönelim. Ardından ne geleceğini bilmiyoruz çünkü."

Mete, derin bir nefes alıp bana doğru yaklaştı ve sırtını arkaya yasladı. Çayından bir yudum alıp yutkundu. Bir sükûnetin, derin bir bozukluğun maskesi gibi hissediyordum. Sessizliğin içinde, bir şeylerin patlamak üzere olduğu, aniden her şeyin altüst olacağı hissi vardı.

🤔

10 Nisan 2022 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

Bir yiğit, yarayı düşmanından beklerken, dostundan alınca sendelemeye başlar.

Çünkü güvendiğin bir yüreğin seni hayal kırıklığına uğratması, mermiden daha ağır gelir.

Sırtını yasladığın kapının aniden çekildiğini hissetmek gibidir bu. Tetikte olduğun her an bir işe yaramaz, çünkü o yara seni gardın en düşükken bulur. Dışımdaki savaş alanı sessizdi ama içimdeki fırtına susmak bilmiyordu. O an anladım ki insanın en büyük savaşı, kendi sevdiklerine karşı kaybettiği savaştı.

İlk kurşun, Hekimoğlu'na sıkıldı.

Hekimoğlu lakabını bırakıp Bozkurt'a dönüşmeme sebep olan Bünyamin, Akçakale'nin bozkırında vurdu beni.

 

17 Şubat 2017 / Akçakale, Şanlıurfa

Kantinin önündeki kalabalığı yararak içeriye daldığımda, Bünyamin, masaya yasladığı yüzbaşıyı yumrukluyordu. Yüzündeki damarlar öfkeyle kabarmış, gözleri koyu kırmızıya çalan bir alev gibi titriyordu. Her yumruğu, sadece karşısındaki adamı değil, o an etrafındaki havayı bile titretiyordu.

"Ne yapıyorsun lan Bünyamin!" diye bağırdım ama sesim kavgayı bastıramadı. Çevresine üşüşmüş askerler dehşetle geri çekilmiş, sadece izliyordu. İçlerinden biri beni fark edince, "Komutanım, durdurun! Öldürecek!" diye yalvarır gibi fısıldadı.

Bir adımda yanlarına vardım. Bünyamin'in kolundan yakaladım ama beni fark ettiği an daha da çıldırdı. "Bırakın beni komutanım! Bu şerefsiz Zarif hakkında bana neler dedi!" diye hırladı.

"Dur, dedim sana!" Elimle onu itip aralarına girmeye çalıştım ama Bünyamin sanki bir boğaya dönüşmüştü. Masayı devirdiği gibi bana dönüp bağırdı.

"Hain dedi ona! Ben bunun hayasını anasının amına sokmaz mıyım!"

O an durumu anlamaya çalışırken, yüzbaşı yere yığıldı. Bünyamin'in nefesi kesik kesikti. Yumruklarını sıktı ama sanki kendine vurmak istiyordu.

"Bünyamin," dedim sakin bir sesle. "Yeter. Kendini daha fazla yakma."

Gözleri bir an için bana odaklandı. Öfkesiyle pişmanlık arasında gidip gelen o anlık tereddüdü gördüm. "Ama komutanım..." dedi, sesi çatlayarak. "O... O Zarif için hain dedi! Nasıl sakin kalayım? Ben burada yeminimi yaşarken, o..."

Omzuna sıkıca bastım. "Tam da bu yüzden sakin kalmak zorundasın," dedim. "Sözlerin senin silahın olur, Bünyamin. Yumrukların değil."

Sessizlik kantini doldurdu. Bünyamin, bir adım geri çekildi. Nefesi hâlâ düzensizdi ama gözleri yere kaydı. Yüzbaşıya baktım. Burnundan kan sızıyordu fakat hala yaşıyordu.

"Hepiniz buradan çıkın!" diye emrettim askerlere. "Bu olay burada kapanmadı. Ama şimdi değil."

Kalabalık dağılmaya başlarken, Bünyamin'i kolundan tuttum ve sessizce dışarı çıkardım.

O günden sonra Bünyamin ile yollarımız ayrılmıştı.

Gitmek istemişti.

Bünyamin'in gitmesine izin vermek zorunda kalmıştım. Aslında, o gitmek istediği için değil, ben onu bırakmaya mecbur olduğum içindi. Bu karar, bir lider olarak vermem gereken bir şeydi.

Bir komutan için en zor olan şey, timinin bir parçasını kaybetmektir. Operasyonlarda yanımda olan, göğsünü siper eden, omuz omuza savaştığım birini kaybetmek... Bu, bir asker için ölümden farksızdır.

Çilingir'in bir anda Trabzon'da karşıma çıkarttığı Bünyamin, o an bana farklı bir yabancıymış gibi gelmişti. Bakışları değişmiş, duruşu farklılaşmıştı. Baştan sonra evrim geçirmişti. İlk göz temasımızda gözlerinin içine baktım ama orada bana ait bir şey bulamadım. O an, içimde bir şeyin kırıldığını fark ettim. Sanki o gün timden ayrıldığında sadece Bünyamin değil, aynı zamanda bir parçam da gitmişti.

Onunla birlikte kaybettiğim, güven duygusuydu belki de.

"Bünyamin, tim arkadaşını vurmuş."

Eyşan'ın söyledikleri, zihnimdeki eski yaraları sarmak yerine bir anda tekrar kanatmıştı. Bir kibritin karanlık bir odada yanıp sönerken yaptığı gibi, geçmişin soğuk gölgesi tekrar üzerime düşüverdi. O an, geçmişin ağır yükü bir kez daha omuzlarımda hissettirdi kendini.

"Mete?"

Omzuma dokunulan elle soluma döndüğümde Çilingir, bala çalan gözleri hafif kısılmış bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerindeki soru işareti, içimdeki boşluğa düşen bir damla gibi yankılandı. Bir an için, bana bu kadar yakın olan birinin bu acıyı anlamasını beklediğimi fark ettim.

Tam o sırada, 'Bir dağın zirvesini yok etmek istiyorsan, önce temelindeki kayayı sarsmalısın.' dedi, zihnimin içindeki babam. Bu söz, yıllar önce kulağımda çınlamış ama şimdi daha derin bir anlam taşıyor gibiydi. Babamın öğretileri, yıllarca sessiz kalıp unutulmuş gibi dururken, her an bir fırtınanın öncesi gibi içimde yeniden canlanıyordu.

Ben dağımı nasıl yok ederdim?

Sırtımı yasladığım, kafamı omzuna koyduğum dağımı ben, nasıl parçalardım?

"Bir sorun mu var?" diye sorduğunda ilk defa nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim. Cevabım, ağızda kalan kelimeler gibi, boğazımda düğümlenip kaldı. Her şeyimle saklamaya çalıştığım, zamanla daha da büyüyen o duvar, bu anın tam ortasında yıkılmaya başlamıştı. Çilingir'in bakışlarındaki samimiyet, en çok korktuğum şeydi.

Kalbimin içindeki gömülü olan Eyşan'ı bahane ettim.

"Karımı ve çocuklarımı düşünüyordum." diye mırıldanıp bakışlarımı gözlerinden kaçırdım. Bakarsa anlardı, anlarsa kurcalardı. Omzumdaki elini hafifçe çekip sırtıma güçlüce vurduğunda istem dışı gülümsedim. Yanaklarımı geren tebessümüm ilk defa canımı acıttı. Hani bazen acıyı saklamak için gülümsemek gerekir ya, işte o an öyle bir şeydi.

"İnanayım mı?" diye sorguladığında damağımı şaklatıp Bozkurt'un ruhuna sığındım. Yüzümde alaycı bir tebessüm olurken bakışlarımı ona çevirdim.

"Sana yalan borcum mu var? Evliyim oğlum ben ve ayrıca babayım. Tabii ki de sürekli karımı ve çocuklarımı düşüneceğim." dediğimde gülerek kafasını iki yana salladı.

"Tabii tabii, 'Evliyim ve babayım,' dedikten sonra başka ne söyleyebilirsin ki?" diye mırıldandı. "Hadi onu geçtim, gözlerindeki o karamsar bakışlar ne alaka? Gece uykusuz mu kaldın, yoksa yeni bir strateji mi oluşturuyorsun? Bunu bana anlatmak zorunda değilsin tabii ama zorla gülümsemeni görmek de bir başka zevk. Bu benim için yeterli."

Anladı.

Ee salak, boşu boşuna ona badi demiyoruz. Dağımız o bizim, sen ağzını açmadan bir bakışından iki tane paragraf yazar.

Kendimi savunmasız hissettiğimi kabul edememiştim ama Çilingir'in lafı çarpıtmakta ne kadar ustalaştığını biliyordum.

"Ağzını cart diye yırtarım Çilingir," dedim, gülerek. "Bu kadar güldüğün yetmiyor gibi, bir de beni sıkıştırmaya mı başladın?"

Bir an kendimi gerçekten savunmasız hissettim ama Çilingir'in şakalarındaki rahatlık, bir şekilde gerginliği biraz da olsa azaltıyordu. Tam o sırada, Selçuk yanımıza geldi. Valla brom ya tam zamanında yetiştin.

Şakayla karışık "Ne oluyor bu lanet yerde?" diye sordu, ellerini cebine sokarak. Kurduğu cümleye gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutmuştum. Çilingir, kolunu omzuma attığında gülümsemeye çalıştım.

Çilingir, "Valla bende ne oluyor anlamadım," dedi, gülümseyerek. "Mete'nin karamsar bakışlarını gördüğümden beri her şey biraz yolunda gitmiyor gibi. Yoksa yanlış mı gördüm?" diye sorguladı ve yeniden bana baktığını hissettim. Gülerek Selçuk'a baktım.

"Brocuğum, Çilingir biraz fazla meraklı sanki. Benimle alakalı fazlasıyla soru soruyor, yetmedi şimdi de sen geldin." diye ona bir alttan laf soktum.

Lütfen anla Selçuk, lütfen anla.

Selçuk, kıkırdayarak sesli bir kahkaha attı. Selçuk'un kahkahası, havadaki gerginliği iyice hafifletti. Bir an için rahatladığımı hissettim ama hala Çilingir'in bakışları üzerimdeydi. Selçuk, ellerini ceplerinden çıkardı.

"Eyşan, ilk günden ağlayınca morali bozulmuş garibimin." diye bir açıklama yaptığında bakışlarımı Çilingir'e çevirdim. Karamsar bakışlarıma geri döndüğümde Çilingir, gözlerini devirdi. Kolunu omzumdan çekip ellerini ceplerine soktu.

"Ulan ne yaptın da ağlattın yengemi şerefsiz?" diye sordu.

Gözlerimi devirdim.

"Hamile ya ondan duygu karmaşası yaşıyor." deyip onlara doğru döndüm. "Ya bir insan neden yolda gördüğü tokaya ağlar?" diye sorduğumda Selçuk'un ve Çilingir'in şaşkın bakışları benim gözlerimde dolanıyordu. Bu arada bu olay harbiden gerçekti. Otelden çıktığımızda yerdeki tokaya bakıp ağladı ya lan benim karım.

Üff, karımı özledim.

Elimi havada sallayarak "Üüüüf, sizinle uğraşamayacağım valla ben karımın yanına gidiyorum." dedim ve yanlarından koşarcasına kaçtım. Postallarım askeriyenin koridorlarında tok bir tını bırakırken çalışma odamızın önünde duraksadım. Bakışlarım duvardaki isim tablosuna çevrildi.

Yüzbaşı - Asena Eyşan Çakır

Yüzbaşı - Mete Mert Çakır

Dudaklarımda salak bir sırıtışla elimi kulpa koyup indirdim. Kapıyı aralayıp içeriye girdiğimde güzeller güzeli karım, elindeki dosyalara bakıyordu. Bir anlığına bakışları ifadesiz bir şekilde kapıya doğru çevrildi ama benim olduğumu gördüğünde müptelası olduğum dudaklarına bir gülümseme yerleştirdi.

Gülme şöyle insafsız.

Sol elimi kalbimin üzerine götürüp "Ah, vuruldum." dedim ve kapıyı kapatıp sırtımı kapıya yasladım. Gözlerimin odağı onda kalırken kafasını iki yana salladı ve dudaklarındaki gülümsemeyi genişletti. İnci dişlerinin arasından nefesimi kesecek kahkahalarının tınılarını savurdu. Kalbimi okşayan tınılarına kahkahalarımı göndererek masama doğru adımladım. Sandalyeyi çekip ellerimi kolçağa yasladım ve kendimi sandalyeye bıraktım. Sırtımı geriye doğru yaslayıp hafifçe yaylandım.

Eyşan, okuduğu dosyanın kapağını kapatıp kenara koyduğunda ellerini kenetledi ve bakışlarını yeniden bana çevirdi.

"Sen neredeydin?" diye sorduğunda sandalyede hafifçe sağa sola sallandım.

"Kantindeydim."

Anladığına dair kafasını salladığında derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Uykum gelmişçesine esneme isteği gelince elimi ağzıma gererek esnedim. Eyşan'ın kıkırtısını duyduğumda elimi ağzımdan çekip kollarımı göğsümde bağladım.

"Uykun mu geldi yüzbaşı?"

Kıkırdadım, bir şey söylemek yerine kafamı salladım. Gözlerimin üzerine devrilmiş göz kapaklarımı açmak istemeyecek kadar yorgun hissediyordum. Sandalyedeki kalçamı biraz uca doğru kaydırıp iyice yayıldım. Masanın altına doğru uzanmış sol ayağımın üzerine sağ ayağımı attım. Kafamı sağa doğru eğdiğim sıra parkede adım sesleri duymaya başladım.

"Harbi harbi uyuyacak mısın?" diye sorguladığında gözlerimi açmadan "Hııı, hııı." demekle yetindim. Burnuma dolan yasemin çiçeklerinin kokusuyla derin bir nefes aldım. Alnımda hissettiğim avuç ile sol yanağıma koyulan dudakların ısısı farklıydı. Avuçları bir nebze olsun soğukken kadınımın dudakları ateşti.

Hafif sırıtarak "Yanağım alev aldı. Ateşler içinde yanıyorum şu an. Git de uyuyayım hatun ya." diye sitemle mırıldandığımda kıkırdamalarını işittim. Kulağıma ulaşan her bir notası bir ninni misali benliği karanlığa doğru çekiyordu.

🐾

10 Nisan 2022 / Şırnak

Lara Akman, Ağzından

Bir yiğit, yaralarını asla saklamaz.

Ben, sınırlarına girdiğim o yiğidin her bakışında, içindeki saklı yaraların izlerini hissedebiliyordum.

Caner'in.

Onun mavi gözlerine her baktığımda, gökyüzünün altında saklanan bir fırtınayı hissediyordum. İçinde kopan fırtınalara şahit olabilmek isterdim ama Caner hep saklardı. Belki de bu yüzden ona böylesine bağlanmıştım. Onun çözülemeyen sırları, yarım kalan cümleleri, saklamaya çalıştığı bir yükü taşıyordu.

Caner'i sevmek, dikenli bir yolda çıplak ayakla yürümek gibiydi. Her adımımda biraz daha acı çekiyor ama bir o kadar da ona yakın hissediyordum. O farkında bile olmadan beni her gün daha fazla kendine çekiyordu. Gülümsemesi bir hançerdi; çünkü o gülümsemenin ardında saklanan karanlıkları biliyordum. Ve ben, o karanlıkta kaybolmaya razıydım.

Caner benim için yalnızca sıradan biri değildi. O, geçmişle geleceğin arasında asılı duran bir gökyüzüydü. Ulaşılmaz gibi görünen ama her zaman başımı kaldırıp bakmak istediğim bir mavilikti.

"Merhaba."

Sağ tarafımda aniden beliren erkek sesiyle irkildim. Başımı çevirirken kaşlarım istemsizce çatıldı. Kolundaki rütbeye baktığımda asteğmen olduğunu fark ettim. Siyah saçları kısa ve düzenli kesilmişti, yüz hatları sert ve keskin çizgilerle belirgindi. Gözleri ise simsiyahtı, öyle ki bakışları insanın içine işliyordu.

Rahatsız olmuştum.

Tek kaşımı kaldırıp sorgular bir ifadeyle baktığımda, yüzünde alaycıya yakın bir tebessüm belirdi.

"Rahatsız ettiysem kusura bakmayın," dedi, sesi yumuşak ama garip bir şekilde keskin tonlarla doluydu. Elini bana doğru uzattı. "Ben yeni atandım ismim Berk Tonguç. Buraları tam olarak bilmiyorum, acaba bana yardımcı olur musunuz?"

O el havada asılı kalırken, farkında olmadan ellerimi kamuflajımın ceplerime soktum. O an, yanımda bir gölge belirdi. Gözlerimi siyahın iç karartıcı derinliğinden çekip bakışlarımı başka bir yöne çevirdim. Mavi bir gökyüzüne...

Caner.

Sessiz ve ifadesiz bir şekilde yanı başımda durmuştu. Gözleri, karşımdaki kişinin bana uzattığı ele dikilmişti. O el havada kaldı. Berk'in yüzündeki gülümseme yerini kısa bir süreliğine şaşkınlığa bıraktı ama hemen toparladı.

Caner'in irisleri, bir avcı gibi keskinleşip küçüldü ve nokta kadar daralarak adı Berk olduğunu öğrendiğim kişiye döndü. Sanki bütün odağı, karşısındaki adamın üzerine yoğunlaşmıştı. Onu dikkatle süzüyordu; bakışları, bir tehdidi tartan bir askerinkine benziyordu.

Caner'in üstünde beyaz gömleği ve siyah pantolonuyla sade ama dikkat çekici bir duruşu vardı. Üniforması olmasa bile, bu görünüşüyle karşısındaki herkes üzerinde bir otorite kurmayı başarıyordu. Sessizliğinin gücü, Berk'in cesaretini sınar gibiydi.

Berk, havadaki elini bu kez Caner'e uzattı. İçinde hafif bir tereddüt var gibiydi ama bunu saklamaya çalışıyordu.

"Merhaba, ben yeni atandım. Asteğmen Berk Tonguç," dedi. Sesindeki dikkatle kontrol edilmiş resmiyet, gergin bir ip üzerinde yürüyen birini andırıyordu.

Caner, bir an duraksadı. Gözleri Berk'in uzattığı ele kaydı, ardından sağ dudağının kenarı, keskin bir bıçak gibi yukarı kıvrıldı. O gülümsemenin altındaki uyarı açık ve netti; sınırların nerede olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu.

"Kıdemli Üsteğmen, Caner Cenk Çakır," dedi Caner. Sesindeki soğukkanlılık, kurşun gibi ağır ve delici bir etkideydi. Berk elini indirdiğinde yutkunma sesini işitmiştim. Kelimeleri ölçülü ama keskin bir darbe gibiydi. "Asteğmensin ama görüyorum ki daha selamlaşmayı bile öğrenememişsin. Karşındaki bir yüzbaşı. Ona bu şekilde elini uzatamazsın."

Caner'in bakışları Berk'te sabitlenmişti. O bakışlarda yalnızca sınırların çerçevesini çizen sessiz bir güç vardı. Ben ise bu kısa ama yoğun sahneyi izlerken içimde bir şeylerin kıpırdadığını fark ettim. Caner'in sessiz duruşunda güven veren bir şey vardı; aynı zamanda bu güven, çevresindeki herkese bir sınır çiziyordu.

Berk, sesi biraz daha titrek bir tınıyla, "B...ben bilmiyordum." dedi.

Caner, hafif bir baş hareketiyle kafasını salladı.

"Güzel. Şimdi kaybol buradan."

Caner'in sesi bir kapanış cümlesiydi; bir noktayı koyar gibi keskin ve netti. Berk'in geri çekilişi, bir askerin karşısındaki otoriteyi kabullenmesi kadar sessizdi. Onun uzaklaşan adımlarını izlerken, Caner'in yanımda sessizce dişlerini sıktığını fark ettim.

Bana bakarken dudaklarını araladı ama hızla kapandı. Burnundan bir boğa misali solurken mavi gözlerini titrekçe yukarıya doğru çekti. Gözünün içindeki beyazı, kısa bir anlığına görmüştüm. O an, onun sakinliğinin altındaki gerginliği açıkça hissedebiliyordum.

"Beş dakika," dedi. Sesindeki alay, yavaşça yükselen öfkenin habercisiydi. O kadar belli oluyordu ki, kelimelerinin altında gizli bir tehdit vardı. Ellerini ceplerine sokarken, tedirginliğim iyice arttı. Caner'in her hareketi, sanki patlamaya hazır bir bomba gibi hissediliyordu.

"Sadece beş dakikalığına yanından ayrıldım," diye ekledi, bana bakışları sert ve sorgulayıcıydı. Dudaklarının kenarındaki sinir bozucu kıvrılma, sözlerinin etkisini daha da artırıyordu. "Nesin sen? Kokunu alan geliyor amına koyayım."

Sözlerinin ağırlığı bir an için havada asılı kaldı. Onun, kendi sınırlarına ve etrafındaki dünyaya olan bu keskin farkındalığını izlerken, içimdeki duygular karmaşık bir şekilde birbirine dolandı. Caner'in sözleri, onu koruma içgüdüsüyle çevreleyen o görünmez zırhı bir kez daha ortaya çıkarıyordu.

İstemsizce dudaklarımın kenarı yukarı kıvrıldı. Onun yanındayken kendimi her zaman biraz daha güvende hissederdim ama bu koruma duygusunun bir başka yüzü vardı: Sahiplenme. Caner'in bu ince sınırı nasıl çizdiğini, her kelimesinin ardında yatan o güçlü ama karmaşık duyguları anlamaya çalışıyordum.

Caner, gözlerini devirip "Gülme," diye mırıldandığında, kıkırdadım. O an, duygularımın üstesinden gelmek için kontrolü kaybetmek istemedim ama buna rağmen Caner'in yanında kendimi rahat hissetmek de bir o kadar doğal bir şeydi. Caner, damağını şaklatıp burnundan büyük bir soluk bıraktı.

"İnadına mı yapıyorsun? Zevk mi alıyorsun?" diye sorduğunda bir anlık duraksadım. Sözlerinin ağırlığı, bir uyarı gibi havada asılı kalmıştı. İçimdeki gülümseme hâlâ orada hem bir rahatlama hem de bir itiraf gibi. Beni kıskanması hoşuma gidiyordu.

Caner'in kıskançlığı, onun beni koruma içgüdüsünden mi, yoksa sahiplenme duygusundan mı kaynaklanıyordu? İşte bu sorunun cevabını vermek, her geçen gün daha da zorlaşıyordu.

Sadece hafifçe omuz silktim ve gülümsememi gizleyemedim. "Evet, belki biraz," diye mırıldandım, "Ama senin bu tepkilerini görmek de zevkli be Caner." Gözlerimdeki ışıltıyla, sözlerime tatlı bir alay katarak onun gerginliğini hafifletmeye çalışıyordum.

Caner, gözlerini biraz daha kısarak, hafifçe kaşlarını çattı. Sözlerimin altındaki alayı, kendine bir meydan okuma olarak almış gibiydi. Ancak gözlerindeki gerginlik, biraz olsun yumuşamıştı.

Yeniden damağını şaklatıp, hafifçe başını salladı. "Bu böyle olmayacak," dedi ama sesindeki o sert tonun altında, tanıdık bir yumuşaklık vardı. Sanki kendini tutmaya çalışıyordu ama bir şekilde bu durumun içinde kendini kaybetmiş gibiydi. Sol eliyle kolumdan tuttu ve hafifçe çekiştirmeye başladı.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum ama cevaplamak yerine daha hızlı yürümeye başladı. Adımlarımı hızlandırıp ona ayak uydurduğumda kahverengi kapılı bir odanın kapısını açıp içeriye girdi. Kapıyı iki kez kilitleyip sırtımı sertçe duvara yasladı. El bileklerimden tutup iki yanımdan havaya kaldırdı ve sol eliyle duvarda sabitledi.

Caner'in her hareketi, her dokunuşu beni daha da iç içe çekiyordu. Her geçen saniyede, hislerim daha netleşiyordu. Vücudum, kontrolümden çıkmak istiyor ama bu bir korku değil, tam tersiydi. İçimde yükselen bir arzu var, bedensel bir çekimdi. Yavaşça ilerleyen her hareketi, her dokunuşu, beni daha da yaklaştırıyordu. Kalbim hızla çarpmaya başladı.

Caner'in yeniden çenesinin kasıldığını gördüğümde gözlerindeki gökyüzü, adeta bir gecenin koyusuna büründü. Kafasını hafifçe sağ omzuna eğip gözünü basan sisleri ağırca kırptı. Ölümcül bir yavaşlıkta burnunu boynumun girintisine yasladığında kafamı sağa doğru eğdim. Tenime çarpan nefesi, kasıklarımdan aşağıya inen bir taşın uğultusunu zihnimde yankıladı.

"Beni çok zorluyorsun." dedi üflercesine. Sanki kendisi bile duymak istemiyormuşçasına söylediği bir itiraftı. Burnunun boynuma sürtülmesini hissettiğimde dudaklarımı yaladım. Ağzımın içi kupkuruydu. Yutkunmak istiyordum ama bir boşluk vardı. Yutkunmayı bile o an için unutmuştum.

Bileklerime bastırdığı sol avcunu gevşetti ama bırakmadan sağ elini havaya kaldırdı. Bileklerimden kavrayıp arkama götürdüğünde yeniden sol eliyle bileklerimi kavradı. Yükselip alçalan göğsüm onun gövdesine dokunup geri iniyordu. Bedenini iyice bana yasladığında duvarla sırtım arasında sıkışan kollarım yutkunmama neden olmuştu.

Boynumdaki burnunu hafifçe sağa ve sola sürttü.

"Bir başkasının bu kokuyu alacak kadar yanına yaklaşma düşüncesi, zihnimin içinde kaç tane şarjör bitiriyor bilemezsin." diye fısıldadı ve bir karahindiba üflermişçesine üfledi. Sanki karahindiba tüyleri tenimin her bir noktasına dağılarak kondu. Göz kapaklarım titrekçe kapandı. Burnunu kulağıma doğru sürüklemeye başladığında aralı dudaklarımın arasından çektiğim nefesler bana artık yetmiyordu. Ciğerlerim daha fazlasını solumak için kasılıp gevşerken göğsüm ritmik bir şekilde onun göğsüne yaslanıyordu.

Kulağımın çizgisinde duraksayan burnuyla yanağını şakağıma yasladı. Dişlerini sıktığını şakağıma vuran kemiğinden anlayabilmiştim.

Dişlerinin arasından "Sadece beş dakika Lala. Siktiğimin beş dakikası yoktum. Koyduğumun üç yüz saniyesi yanında değildim." dedi.

"Ama geldin." Farkında olmadan fısıldadığım cümle ile şakağıma bastırdığı çene kemiği daha da sertleşti.

"O puşt sana elini uzatmıştı! Elini tutmayı düşünüyordu. Sana dokunmayı düşünüyordu. Onun düşüncelerini sikerim." diye tısladığında alt dudağımı dişledim. Sakinleşmesi gerekliydi yoksa ben hiç iyi bir duruma doğru gitmiyordum.

"Sakinleşmelisin."

Yanağını şakağımdan çektiğinde gözlerimi açıp yüzüne baktım. Caner'in yüzündeki öfke, yoğun bir kıvılcımdı; adeta her an patlayacak gibi. Gözleri, içindeki öfke fırtınasının bir yansımasıydı. Kaşları birleşmiş, çenesi sıkı sıkıya kapalıydı. O an, öfkesinin içine gömülmüş, her geçen saniye daha da büyüyen bir gerginlik vardı.

Sağ elini hafifçe havaya kaldırıp alt dudağını dişlediğinde baş parmağı ve işaret parmağıyla çenemi sıkıştırdı. Koyu gecesini büyük bir sis basmıştı.

"Benim sınırım var Lala ve sen o sınırın tam ortasındasın. Kokunu aldım içimde geziniyor. Tenine dokundum, parmaklarımda izlerin var. O adamın eline, sırf beş dakika önce saçına dokundum diye kırmak için bile uzanamazken kimse o sınıra giremez." dedi ve gözlerini aralı dudaklarıma indirip saniyeler içinde sertçe dudaklarıma dudaklarını yapıştı. Ağzıma sızan yaramaz dili sakince yatan dilime sürtündü ve uyanmasına neden oldu. Bir toz misali dağılan düşüncelerim gözlerimin önünde bir sisin yayılmasına destek oldu.

Çenemi sıkan parmaklarını yanağıma yaslandı ve dudaklarımı öne büzmek istercesine sıktı. Karşılık vermeme izin vermeden alt dudağımı emdi, ısırdı ve çekiştirdi. Alt dudağını büzdüğü ağzımın içine sıkıştırıp üst dudağıma da altta bıraktığı hasarı yavaş yavaş işledi. Kafasını sağa yatırıp dudaklarımı ağzının içine alarak vakumlayarak öpmeye başladı. Yanağıma bastırdığı parmaklarını aceleyle enseme götürdüğünde dudaklarımı araladım.

Ondaki ateşin bende bıraktığı hasar çok farklıydı. O öpmeden önce dudaklarım kupkuruydu sanki susuz kalmıştım ama şimdi ağzımın içinde sanki bir can vardı. Caner, dudaklarımın kenarından sızan tükürüklerimi yalayarak öpmeye devam ederken bunun ne kadar pis olduğunu düşündüm fakat bu bana zevk vermişti. Aynı durumun farklı bir noktada da oluyor düşüncesi, zihnimde büyük bir yankının belirmesine neden oluyordu.

Caner, dudaklarımızı ayırıp alnını alnıma yasladığında gözlerimi açıp ona baktım. Kül üfleyen soluklarımız yüzlerimize vurup uçuşurken Caner, kendini bana doğru bastırdı. Karnımda hissettiğim varlığı onun bir öpüşmeyle bile ne hâle gelebildiğini düşündürmüştü.

Senin ondan kalır bir yerin var mı?

Yok.

"Daha önce hiç öpüşerek sertleşmemiştim. Benim bile bilmediğim ilklerimin sebebi oluyorsun Lara ve bu durum benim hiç hoşuma gitmiyor." diye fısıldadıktan sonra alnımızı ayırıp burnunu burnuma yaslayarak bana baktı. Gözlerinde daha önce görmediğim bir tutku ve arzu vardı. Mavilerinin içindeki irisleri daha da genişledi.

"Ağzım pistir benim Lala. İstesem seni şu an içine girmeden boşaltırım. Kelimelerimle siktiğimi sana hissettiririm ama sen, sen bunu bana nasıl yaptın? Hiç konuşmadan, karşılık vermeden, hı? Beni çok zorluyorsun Lara, sana yeminim olsun ki bu, bu şekilde devam ederse tenini bir saniye olsun tenimden ayırmam." dedi ve dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı.

Öpmedi, sanki yasakmışçasına orada duraksadı.

"Seni kendime saklarım. Seni bana karıştırırım. Seni, kendime bularım Lara. Yeminim olsun bunu yaparım. Seni Zirve'ye çıkartırsam bir daha da oradan indirmem ama görüyorum ki buna artık bende engel olamıyorum."

Gözlerinde bir tehdit yoktu ama hissettirdiği şey her şeyden önce bir koruma hissiydi. Onun kendini tutmaya çalışması, bana olan duyguları hakkında daha fazlasını söylemek istiyordu ama bir şekilde bunu dışa vurmakta zorlanıyordu. O kadar netti ki, sözleri bende bir yankı uyandırıyordu. Ne kadar istemesem de onun bana olan bu bağlılığını yavaşça kabul ediyordum. Bunu kabul etmek, farkında olmadan içine çekilişim gibiydi.

Caner, beni kaybetmekten korkuyor gibiydi, her hareketi, her bakışı o korkunun bir yansımasıydı. Ama ben? Ben de ona o kadar yakındım ki, her geçen dakika içinde ona daha fazla karışmak istiyordum. Sadece kendimi daha da kaybetmekten korkuyordum.

 

🏔️

10 Nisan 2022 / Şırnak

Alev Atsız, Ağzından

İhanet, düşmandan değil, dosttan gelince taşırır sabrın kabını.

Eyşan, bu zamana kadar çok ihanet gördü. Her ihanet bir yara bırakmıştı, her kayıp kalbinde derin bir boşluk açmıştı. Fakat en zoru, dost bildiklerinden gelen darbelerdi. O anlarda ihanetin acısı, düşmanlarınkinden çok daha derindi. Onun ruhunun karanlık sokaklarında gezinen, yalnız bir kadının yüreğinde yankılanan bu acıyı, kimse ama hiç kimse anlayamazdı. Her seferinde ihanetin izlerini silmeye çalıştı ama yine her seferinde bir şekilde eski yaralar yeniden kanadı.

Bunun bir kez daha olmasına asla izin vermezdim.

Elimdeki su ısıtıcısındaki suyu bardağa döküp kahvenin kokusunu içime çektim. Su ısıtıcısını yuvarlak, beyaz altlığa oturtup işaret parmağımı kulpa taktım ve arkamı döndüm. Barış kendi yatağında dirseğini, ranzanın demirine yaslamış düşünceli bir şekilde duvarı izliyordu.

Elimdeki dumanı üstünde bardağı Barış'ın önündeki masaya bıraktığımda karşındaki sandalyeye oturup kollarımı göğsümde bağladım. Ayaklarımı havaya kaldırıp postallarımı yatağa değdirmeden ranzanın demir başlığına yasladım. Sol ayağımın üzerine sağ ayağımı attığımda Barış'ın bakışları önce hemen sağında duran postallara sonra bana çevrildi.

Sitemle "Yavrum postallarını çıkartsana?" diye mırıldandığında gözlerimi devirip ayaklarımı indirdim. Göğsümdeki kollarımı çözüp postallarımın bağcıklarını çözdüm. Sol ayağımdaki postalın ucunu sağ ayağımın topuğuna bastırarak çıkarttım. Ardından sol ayağımdakini de çıkartıp yeniden ranzanın demirine yasladım. Barış'ın kedili çoraplarıma bakıp güldüğünü işittiğimde kaşlarımı çatıp ona baktım.

"Gülme Barış, sinirliyim."

Hiçbir şey demeden elini bardağa uzattı ve üfledikten sonra kahvesinden bir yudum aldı. Yeniden kollarımı göğsümde bağlayıp tek kaşımı yukarıya doğru kıvırdım. Barış, gözlerindeki alaylı bakışı bir an için sildi ve bardağını masanın üzerine bırakıp hafifçe kaşlarını çattı.

"Hâlâ sana söylediğim konuyu mu düşünüyorsun?" diye sorduğunda kafamı salladım.

Düşünmemek elde miydi?

"Evet ama en çok Eyşan'ın ne karar vereceğini düşünüyorum. Eyşan'ın bu konuda hassas olduğunun bilincindeyim ama nasıl bir tavır sergileyeceğini öngöremiyorum." diye mırıldandığımda Barış, kafasını iki yana salladı.

"Bak, Bünyamin'i tanırım. Kendisi öfke patlaması yaşayabilecek kapasitede bir asker ama kolay kolay kendi tim arkadaşını vuracak biri değil. 2017'de, Şanlıurfa'da görev yaparken bir yüzbaşıyı dövmüşlüğü bile vardır ama kendi arkadaşına asla zarar vermez. O yüzbaşıyı bile arkadaşına 'hain' dedi diye dövdü."

Acının bir hissi öfkenin parçacıklarını zihnimin dört bir yanına dağıttı. Geçmişin kırıklarını dilime akıttı.

"Caner'de neredeyse Eyşan'ı vuruyordu Barış. Hatta tetiğe bastı ama Mete vuruldu. Maalesef ki mazi, bir insanın hatalarını yüzüne vurmamız için bazen bizi sınar."

Barış, derin bir iç çekip kafasını iki yana salladı.

"Caner, yaptıklarının bedelini ödedi Alev. O bunu yapmaya mecburdu, bunun neden olduğunu ikimizde iyi biliyoruz. Bünyamin değişmiş, 2017'de tanıdığım birine hiç benzemiyor."

Bu dediğine gülesim gelmişti ve güldüm. Alaycı gülüşüme bakıp gözlerini devirdi.

"Hâlâ öfkeni yüzünden okuyabiliyorum. Bir şey demesem bile postalların bağcıklarından saldırıya hazır olduğunu anlarım."

Omuz silkip gözlerimi kaçırdım. Haklıydı ama haklı olması bu durumu değiştirmiyordu.

"Barış, bazı yaralar kabuk bağlamıyor. Özellikle de Eyşan gibi birine bunu yapanlardan bahsediyorsak..." Sözlerim havada asılı kalmış bir tehdit gibi yankılandı.

Barış, bardağını masaya bırakıp ellerini bacaklarıma koydu. Sesi daha yumuşak, daha ciddi bir tona büründü.

"Alev, Eyşan güçlü bir kadın. Bunu sen benden daha iyi biliyorsun. Ama onun hassasiyetini savunmak için kendini parçalayıp timde daha büyük bir çatışma çıkarırsan, bu Eyşan'a fayda değil zarar getirir."

Kaşlarımı çattım, sözlerindeki mantığı kabul etmek istemesem de biliyordum ki haklıydı.

"Onun güçlü olduğunu biliyorum. Ama bu, her seferinde o gücün sınanması gerektiği anlamına gelmez."

Barış bir süre sessiz kaldı. Gözleri bir an için uzaklara daldı, sanki başka bir zamanın ağırlığını hatırlıyormuş gibi. Sonunda derin bir nefes aldı ve ellerini bacaklarımdan çekip oturduğu yatakta ayaklarını kendine doğru çekip bağdaş kurdu. Ellerini kalçasının biraz arkasında yatağa bastırdı.

"Bazen en iyi savunma, müdahale etmemektir. Ona alan bırak, kararını kendi versin. Sen de Eyşan'a güvenmelisin."

Sözleri, içimde bir yerleri harekete geçirdi. Eyşan'a güvenmiyor değildim; asıl mesele, onun yükünü hafifletme isteğimdi. Ama bu isteğin, işleri daha karmaşık hale getirme ihtimali de yok değildi.

Bir süre sessizce oturduk. Sessizlik uzadıkça Barış'ı incelemeye başladım. Kafasında neler döndüğünü bilmek her zaman kolay değildi ama şu anki duruşunda hafif bir yorgunluk, yüzünde derin düşüncelerin gölgesi vardı. Gözleri bir noktaya sabitlenmiş, sanki orada olmayan bir şeyi görüyordu.

İçimden, onun bu sakin görünüşünün altında sakladığı karmaşıklığı çözmeye çalıştım. Barış, hiçbir zaman kelimeleriyle fazla açılmamıştı ama bazen yüzündeki en ufak bir kıpırtı, söylediklerinden daha çok şey anlatırdı.

Dikkatim yavaşça dudaklarına kaydı. Kahvesini içtiğinde kupanın kenarında kalan iz, bir şekilde aklıma fazlasıyla gereksiz şeyler getirmişti. Bu düşüncelerle yüzümde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Barış, bir süre daha düşüncelerine dalmış gibi görünürken bardağına uzandı ve bir yudum daha aldı. Hareketi o kadar doğal ve ritmikti ki, farkında olmadan nefesimi tuttum. Bardağını geri masaya bıraktığında düşünmeden hareket ettim.

Ayaklarımı yere indirip doğruldum ve kararlı bir adımla ona yaklaştım. Barış, göz ucuyla bana baktı ama ne yapacağımı anlayacak kadar dikkatli değildi. Anlamadığı da iyi oldu. Beklenmedik bir anda, kollarımı ranzanın demirine yaslayarak onun üzerine eğildim. Gözlerim gözlerine kilitlendi. Şaşkın bir ifadeyle geriye yaslandı ama o an tam istediğim anıydı.

Hiçbir şey söylemeden, bir hareketle onun kucağına oturdum. Vücudunun bir an için gerildiğini hissettim ama yüzündeki şaşkınlık çok daha eğlenceliydi.

"Ne yapıyorsun, Alev?" diye mırıldandığında, sesinde hem bir uyarı hem de çaresiz bir kabullenme vardı.

Omzumu hafifçe silkip ona doğru eğildim. Dudaklarımın kenarı alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı.

"Ne yapıyormuş gibi görünüyorum, Barış?" dedim, sesimi biraz daha yumuşatarak. "Sadece biraz oturuyorum."

Ellerimi onun omzuna koyup bir an için ona daha yaklaştım. Gözlerindeki şaşkınlık yerini belli belirsiz bir meydan okumaya bırakırken, benim içimdeki keyif giderek artıyordu.

Barış'ın nefesi değişmişti ama yine de kontrolünü kaybetmiş gibi görünmüyordu. Bu, onu biraz daha zorlamam gerektiği anlamına geliyordu.

Ellerim omzunda gezinirken başımı yana eğip ona daha da yaklaştım. "Barış," diye fısıldadım, sesimde alaycı bir sıcaklık vardı. "Bu kadar gerilme. Belki biraz rahatlamayı denemelisin."

Barış, derin bir nefes aldı ve gözlerini kısıp beni dikkatle süzdü. "Alev, şu an ne yapmaya çalıştığını biliyorum," dedi, sesi sakin ama uyarıcıydı.

Bir kahkaha attım, aldırmaz bir şekilde omuz silktim. "Biliyor musun Barış, bazen çok düşünüyorsun?" dedim. "Bazen sadece anı yaşamalısın."

Ellerimi omzundan çekip boynunun yanına hafifçe dokundurdum. Barış'ın nefesi bir an için kesildi ama kendini toparlaması uzun sürmedi. Dudaklarının kenarında kıvrılan o tanıdık alaycı gülümsemesiyle "Asıl senin şu an ne yaptığını düşünmeye başlaman gerekir." dedi. Kollarımı göğsümde birleştirip başımı yukarı kaldırdım, meydan okuyan bir tavırla. "Belki de tam olarak düşündüğüm şeyi yapıyorum, Barış. Senin dikkatini çekiyorum."

Barış hafifçe güldü, kahkaha atmasa da sesinde eğlendiği belliydi. "Merak etme, her daim dikkatimi çekiyorsun. Fazlasıyla," dedi. Sonra aniden göğsümdeki kollarımı çözdü ve omuzlarına koydu. Kalçalarımdan tutup iyice kucağına yerleştirdiğinde tüm tenimin ürperdiğini hissettim. Barış'ın bakışları yüzümde gezinirken yüzümün nasıl bir şekle girdiğini bilmiyordum ama bu ona keyif vermişti.

"Ne oldu havacı, bir dondun? Yoksa dilini mi ısırdın?" diye alayla söylendi.

Barış'ın sorusuyla irkilip bir an nefesimi tuttum. Onun bu kadar dikkatli olmasını beklememiştim. İnlememek için dişlerimin arasındaki dilimi fark etmesi, beni ne kadar dikkatle izlediğini kanıtlıyordu. Bunu nasıl bilebilirsin be adam?

Barış, dudaklarının kenarındaki alaycı gülümsemeyi genişletti. Ellerinin baskısı hâlâ kalçamdaydı ve o, beni olduğu yerde tutmanın keyfini çıkarıyordu. Bakışları yavaşça yüzümden aşağı kaydı, tekrar gözlerimle buluşmadan önce bir anlık tereddütle dudaklarımda durdu.

"Yanlış koordinatta uçuyorsun havacı," dedi, sesi bir fısıltıya yakın ama içinde sakladığı meydan okuma belliydi. "Bu cesaret, seni her zaman kurtarmaz."

Gülümseyerek omuzlarımı silktim. "Beni kurtarmasına gerek yok," diye karşılık verdim. "Gökyüzünü ezbere biliyorum."

Barış'ın kahkahası odada yankılanırken beni bir anlığına şaşırtan bir sıcaklık yayıldı. Ancak ellerini kalçamdan çekmedi, üstüne üstlük parmaklarıyla uyarı misali hafifçe sıkıp bıraktı.

"O zaman neden nefes alışverişlerin hızlandı?" dedi, başını eğip bana daha da yaklaşıyor gibi. "Bana doğru çarpan göğsünden neden kalp ritimlerini duyabiliyorum?"

Barış'ın sözleri, hissettiklerimi yüzüme vuran bir ayna gibiydi. Kalbimin hızla çarptığını biliyordum ama bunu onun anlaması, hele ki dile getirmesi... Bu, oyunun kurallarını değiştirmişti.

"Belki de bu senin üzerimde bıraktığın etkindir," diye mırıldandım, sesimi mümkün olduğunca sakin tutmaya çalışarak. Ancak gözlerimdeki parıltının meydan okumayı hâlâ sürdürdüğünden emindim.

Barış'ın gözleri gözlerime kilitlendi, dudaklarının kenarındaki gülümseme daha derinleşti. "Üzerindeki etkim mi?" dedi, kelimeleri yavaşça ve dikkatlice seçerek. "Peki ya sen, benim üzerimde ne kadar etkili olduğunu biliyor musun, Alev?"

Bu soru, içimde bir yerlerde bir kıvılcım çakmasına neden oldu. Onun da oyuna dahil olduğunu, belki de benimle aynı ateşte yanmayı kabul ettiğini hissettim.

"Öğrenmek ister misin?" dedim, başımı hafifçe yana eğerek. Ellerim, farkında bile olmadan, boynunun yanındaki sıcak deriye daha sıkıca temas etti. "Belki de henüz tam olarak keşfetmediğin bir şeyler vardır."

Barış'ın yüzünde beliren kısa bir şaşkınlık, ardından gelen alaycı kıvrım bana her şeyden daha fazla tatmin verdi. "Havacı, bu cesaretin beni gerçekten şaşırtıyor," dedi. Sonra, ansızın omzuma eğildi, sesi kulağımın hemen yanında bir fısıltıya dönüştü. "Ama bu cesaret, seni ne kadar ileri götürür, onu merak ediyorum."

Tüylerim diken diken olmuştu ama bu, kendimi geri çekmem anlamına gelmiyordu. Dudaklarımı ısırarak gülümsedim ve başımı geri çektim, gözlerimle onunkilere meydan okurken.

"Gökyüzünün sınırlarını ben belirlerim, Barış," dedim. "Ama istersem o sınırları sana gösterebilirim."

Barış, derin bir nefes alıp başını iki yana salladı. "Seninle uğraşmak, bir uçak kazasından sağ çıkmak kadar tehlikeli," dedi, yüzündeki gülümseme kaybolmadan.

"O zaman sıkı tutun," dedim, vücudumu biraz daha yakınlaştırarak. "Çünkü bu uçuş çok türbülanslı olacak."

Barış'ın kahkahası, yeniden odanın içinde yankılanırken bana doğru hafifçe eğildi. Ellerinin hâlâ beni tuttuğunu hissetmek, bir yandan tedirgin edici bir güven, diğer yandan ise sınırları zorlama hissi uyandırıyordu. Gözleri gözlerime kilitlenmişken, sesindeki alaycı tonu hâlâ koruyordu.

"Türbülans diyorsun?" dedi, dudaklarının kenarı hafifçe kıvrılarak. "Ama ben daha çok irtifa kaybından korkarım, Alev. Özellikle de kontrolü kaybettiğim anlarda."

Sözlerinin arkasındaki ima beni bir an duraklattı. Ancak buna teslim olacak değildim. Ellerimi yavaşça boynundan çekip omzuna indirdim, parmaklarımın hafif dokunuşlarıyla sınırları zorlarken yüzümdeki gülümsemeyi korudum.

"Kontrolü kaybetmek, özgürleşmenin ilk adımıdır, Barış," dedim, sesimi bir oktav düşürerek. "Belki de zaman zaman bırakmayı öğrenmelisin."

Barış, başını hafifçe eğerek beni inceledi. Gözlerinde bir meydan okuma vardı ama aynı zamanda bu oyunun tadını çıkardığını da görebiliyordum. "Bu söylediklerin, kulağa güzel bir kuram gibi geliyor," dedi. Kalçamdaki ellerini biraz daha sıkarak beni tam o noktanın varlığına sürükledi, sesi bir kez daha alçaldı. "Ama teoriler, pratikle sınanmadıkça bir anlam taşımaz."

Bu, açık bir davetti ve bu meydan okumayı geri çevirmek benim doğama aykırıydı. Başımı hafifçe yana eğerek ona doğru eğildim. Dudaklarımız arasındaki mesafe, bir nefes alımlık kadar kısalmıştı. Hızlanan soluklarımız birbiri arasında karışıyordu.

"Teorileri pratiğe dökmek konusunda hiç fena değilimdir," diye mırıldandım. "Ama bu, iki kişilik bir çaba gerektirir."

Barış'ın gözleri kısıldı, o kendine özgü alaycı kıvrım dudaklarından kaybolmadı. Sözlerim ona meydan okuyordu ve o da bu meydan okumayı kabul etmeye kararlıydı. Ellerinin baskısı, kalçamda hâlâ hissedilirken, başını bir anlığına yana eğdi ve beni incelemeye devam etti.

"İki kişilik bir çaba, öyle mi?" dedi, sesi derin ve pürüzsüzdü. "O zaman Havacı, bakalım bu uçuş planı beni ne kadar etkileyecek?"

Sözleriyle birlikte yüzümdeki gülümseme daha da derinleşti. Onun oyununu sürdürmekten başka bir seçeneğim yoktu. Ellerim, omzunda nazik bir dokunuşla aşağı doğru süzülerek göğsüne ulaştı. Parmağımın ucuyla, bir pilotun kokpitte yaptığı gibi dikkatlice bir sınırı çiziyormuş gibi hareket ettim.

"Uçuş planım basit," dedim, alayla. "Yükseleceğiz, irtifa kazanacağız ve sonra... türbülansa izin vereceğiz."

Barış, parmaklarımın göğsünde gezinmesini gözleriyle takip etti. Bakışları bir an için karanlıklaştı ama bu karanlık, yüzündeki o tanıdık alaycı ifade ile birleştiğinde, bir tehditten çok bir vaadi andırıyordu.

"Türbülansa izin vermek bir şeydir," dedi ve bağdaş kurduğu bacaklarını açtı. Kalçama yaslanan sertliği bir an için yutkunmama neden olmuştu. Kalçalarımı sıkıp beni iyice göğsüne yaklaştırdı. Burnundan alıp verdiği solukları içinde yaktığım alevin harını taşıyordu. "Ama her türbülansın ardından bir iniş vardır. Ve iniş, her zaman pürüzsüz olmayabilir." diye fısıldadı.

Sözleri, aramızdaki havayı daha da yoğunlaştırdı. Dudaklarımız hâlâ birbirine çok yakındı ama birbirine değmiyordu. Barış'ın nefesini dudaklarımda hissettim. Bakışlarımı doğrudan gözlerine kilitledim ve sesimi kısarak fısıldadım.

"Pürüzsüz inişler zaten sıkıcıdır, Barış. Risk olmadan ne keyif alınır ki?"

Barış'ın dudakları hâlâ birkaç santim ötemdeydi. Söyledikleri içimde bir şeyleri harekete geçirmişti hem meydan okuma hem de heyecan. Parmak uçlarımı yavaşça göğsünden çekip, çenesine dokundurdum. Gözlerindeki o tanıdık alaycı ifade, bir an için bir gölge gibi kayboldu. Bunu fark edince, gözlerimdeki parıltıyı kontrol edemedim. Hafifçe ileri eğildim, dudaklarım onun dudaklarına dokunacak kadar yaklaştı. Dokunuş, bir fısıltı kadar hafifti; kısa ama kasıtlıydı.

"Risklerden bahsediyorduk, değil mi?" diye fısıldadım, dudaklarımı dudaklarının yakınında tutarak. Sözlerim, dokunuşum kadar kışkırtıcıydı. "Sadece konuşarak anlamayız. Harekete geçmek gerekir."

Barış'ın gözleri, sessizce yanan bir ateşi andırıyordu. Bu oyunda kimin sınırları zorladığını anlamaya çalışıyordu ama sabrı tükenmiş gibiydi. Bir an tereddüt etti, sonra ani bir kararla aramızdaki mesafeyi tamamen kapattı. Dudakları dudaklarımı bulduğunda, üzerimdeki baskı tamamen hissettirilmişti.

 

(+23) BU ALAN RİSKLİ ALAN!!!! OKUMAK İSTEMEYEN, ARGO, CİNSELLİK VB. CÜMLELERDEN HOŞLANMAYANLAR BİR SONRAKİ İŞARETE KADAR AŞAĞIYA!!! (+23)

Ruhumun içinde, adımın anlamını taşıyan bir yangın vardı ve o yangın ona sıçramıştı. Kalçamı sıkan ellerinden biri, saniyeler içinde sırtıma tırmandı ve kumaşı avcunun içinde sertçe toparladı. Dudaklarının sert hamlelerine karşılık vermeye başladığımda daha da beni göğsüne bastırdı.

Sanki kucağında ben yokmuşum gibi davranarak saniyeler içinde dizinin üzerine yükseldi ve geriye dönüp sırtımı yatağa bastırdı. Sert hareketinden dolayı ranzanın gıcırdaması kulağıma nüksederken eli saçımı buldu. Bacaklarımın arasındaki bedenini bana doğru sürterken yüzünü sağa doğru eğdi ve dilini ağzımın içine gönderdi.

Kasıklarımın hemen üstünde hissettiğim sertliği, içimdeki yangını harlayacak kadar güçlüydü. Arzularımın hemen ötesinde çağıldayan, bir kalpmiş gibi atan vajinamda onu istiyordum. Ateşin barut ile yan yana duramayacağı gibi onunda durmasını istemiyordum.

Saçlarımın içine daldırdığı parmakları, sanki zihnimin tüm algılarını dağıtmak için orayı okşuyordu. Damağımda, dişlerimde ve dudaklarımda gezinen dili, ona karşılık verdiğim öpüşlerimin arasındaki dilimle karşılaştığında daha fazlasını istedim. Boğazımdan yükselen bir ateşin çıtırdaması onun dudaklarının içine inlememe neden olduğunda kalçamdaki diğer eli hemen kafamın yanındaki yatağa göçtü. Bedenini, beni yukarıya itebilecek kadar güçlü bir şekilde bedenime sürttüğünde bu sefer kor, kasıklarıma dağıldı.

Alt dudağı dudaklarımın arasında yaslı kalırken "Üzerimde bıraktığın etkiyi hissedebiliyor musun?" demesi, bacaklarımı biraz daha belinde sıkıştırıp kalçamı kaldırarak ona sürtmeme neden olmuştu. Bu onun yeniden beni yatakta yukarıya sürükleyerek sürtünmesine neden olduğunda sanki pantolonunun içindeki sertliğin daha da büyüdüğünü hissetmiştim.

"Neden daha fazlasını bana göstermiyorsun?" diye mırıldandım. Barış, dudaklarımızı birbirinden ayırdığında gözlerini gözlerimde gezdirdi ve alt dudağını sertçe ısırdı. Karanlık gözleri zihnimin bir yansıması gibiydi. Hemen sağımda duran eli nevresimi sıkarak biraz daha yatağa çöktüğünde dudaklarını aralı dudaklarıma sürttü.

"Bugün ben senin üzerindeki etkimi görmek istiyorum." dedi ve dilini alt dudağıma sürterek boynuma doğru sürükledi. Islak dili, tenimin üzerinde kayıp giderken orada bir yangının izlerini bırakıyordu. Vücudum yanıyordu, söndürebileceğini düşünmüştüm ama bu yaptığı beni daha çok yakmıştı.

Saçlarımdan çektiği parmaklarını kamuflajımın düğmesine götürdü ve fermuarı indirdi. Karnımda hissettiğim parmakları karnımı içime çekmeme neden olduğunda genzinden gelen kahkahasıyla vajinamın kasılıp gevşediğini hissettim. Tek bir dokunuşuyla alt olabilecek, tek bir dokunuşuyla alt edebilecek güçteydi.

"Bakalım gerçekten adının hakkını veriyor musun?" diye mırıldandığında hafifçe kafamı yastıktan kaldırıp parmaklarına baktım. Kasıklarımın üzerinde gezinen sert parmakları hiç beklemediğim bir anda iç çamaşırımı işgal edip klitorisime yaslandığında başım sertçe düştü.

Tam inleyecekken sağımı göçüren elinin parmakları dudaklarımın arasında sıkıştı, ağzımın sıvısına bulandı. Dudaklarımın gerisinde bekleyen rölanti zihnimde patladı.

"Ufff, parmağıma vuran şu ritme bak." diye tıslayan Barış, parmaklarını sürterek vajinamın dudaklarını araladığında ağzımın içindeki işaret ve orta parmağını dilimle damağıma yaslayıp dilimi parmaklarında gezdirdim.

"Siktir Alev!" diye sertçe soludu. "Em yavrum parmaklarımı." diye mırıldanıp vajinamdaki parmaklarını yukarıya ve aşağıya sürtmeye başladı. Ağzımın içinde sıvıya karışan parmaklarını sertçe emmeye başladığımda vajinamdaki parmakları deliğin sınırlarında dolandı.

"Ağzın ne güzel kavrıyor parmaklarımı, peki deliğin? Orası da mı senin için zonklayan sikimi bu şekilde kavrayacak?" diye sordu ama cevap veremediğim için parmaklarına hafifçe dişlerimi sürttüm. Bu onun yeniden genizden gelen bir kahkaha koparmasına neden olduğunda baş parmağı klitorisime yaslandı.

"Doğru parmaklarım ağzını dolduruyor, konuşamazsın. O yüzden cevabı kendim almalıyım." dedi. Vajinamın deliğinde yaslı iki parmak yavaşça içime kaydığında ağzımın içindeki parmaklarını biraz daha ittirdi. Dilimin arkasına bastırdığı parmakları inlememi engellerken Barış, kafasını sertçe geriye yaslayıp burnundan soluk vererek inledi. Gırtlağından gelen o sesi vajinamın kasılıp gevşemesine neden oldu.

"Offf, beni bu kadar çok mu istiyorsun? Ama ne yazık ki senin bu deliğin beni alamayacak kadar dar." diye fısıldadığında gözlerim dehşetle büyüdü. Hırsın tohumları vajinamın sulanmasına neden olduğunda parmaklarının daha da derine kaydığını fark ettim.

"Ufff amına koyayım, nasıl çekiyor?" diye fısıldadı sitemli bir şekilde. Sanki inanamamıştı ve bana soruyor gibiydi. Kaşları şaşkınlıkla ve hazla çatılmış bir şekilde beni izliyordu. Aralı kalmış dudaklarını öpmek istermişçesine parmaklarını emmeye devam ederken, deliğimdeki parmakları biraz daha gömüldü ve kasıldı.

Gözleri titrekçe kapandığında çenesini kastı. "Bu deliğin parmaklarımı böylesine çekip duracak mı!" diye kükrediğinde parmaklarını hem ağzımda hem de deliğimin içinde hızlandırmaya başladı.

Kalçalarımı yükseltip kendimi elin doğru ittiğimde dudaklarımın içinde parmaklarımı bir anda çekti ve parmaklarını alt ve üst dudağımın üzerinde gezdirip sertçe dudaklarıma yapıştı. Tükürüklerim onun diliyle temizlenirken vajinamdaki parmakları daha da hızlanmıştı.

Beni öpen dudaklarının içine "Barış, lütfen." diye üflediğimde Barış'ın dudakları tamamen bütün dudaklarımı kapladı ve sömürerek öpmeye başladı. Basenime yaslı sertliği taş gibiydi. İçimdeki parmaklarının yanına bir parmak daha gönderdiğinde inlemem onun kapı dudaklarında tutsak kaldı. O inleme vücudumda bir kasılmaya neden olduğunda burnumdan sert bir soluk vermek zorunda kaldım.

İnlediğimi duyan Barış, dudaklarını dudaklarımdan koparıp gözlerini yüzümde gezdirdi. Baktığı her yeri yakıp kül ediyordu. Benim adım onun varlığıyla bana geri yansıyordu. Bir anda üzerimde doğrulup parmaklarını çekti ve pantolonumun kemer çizgisinden kavrayıp sertçe çekiştirdi. Yukarıya kaldırdığı bacaklarımı hafifçe çekiştirip pantolonu çıkartmasına izin verdim.

Onun karşısındaki ilk yarı çıplaklığım bir anlığına bacaklarımı kapatmama neden olmuştu. Barış, ellerini başımın yanlarına koyup yatağı göçürtmek istermişçesine üzerime kapandığında kafasını iki yana salladı. Kömür gözleri gözlerimden ruhuma aktı. İçimdeki ateşi harladı.

"Benden utanma. Benim neyim varsa hepsi senin. Sende de ne varsa, bende onu almaya geldim." deyip alnıma bir öpücük kondurdu. Hızlı bir hamleyle üzerimden doğrulup gözleri gözlerimdeyken dizlerimi kırarak önüne yerleşti. Kaşlarını hafifçe kaldırdığında alayla sırıtıp bacaklarımı kendim araladım. Gözleri irileştiğinde aralı bacaklarımın arasından yeniden üzerime geldi.

Sağ ve sol eliyle nevresimi sıkıca kavrarken şehvetli bir şekilde dilini aralı üst dudağımda gezdirdi ve kafasını iki yana salladı.

"Senin şu cesaretin beni ne kadar azdırıyor bilemezsin." dedi ve yavaş gittiği yere bu sefer çok hızlı bir şekilde indi. Dirseklerimi ne yapacağının meraklıyla yatağa yaslayıp aşağıya baktığımda vajinamın önüne yüzünü eşitledi. Bir anlığına bana baktığında puslu bakışları yutkunmama neden olurken işaret parmağı dudaklarının üzerine kondu.

"Sessiz ol." diye mırıldandı ve vajinama dudaklarını öne doğru büzerek klitorisimin üzerine üfledi. Vücudum beş G kuvvetine maruz kalmış misali kasılı kaldığında vajinamda dudaklarını hissettim. Boğazımdan güçlü bir lavın yükseldiğini fark ettiğim an sertçe sırtımı yatağa bastırdım. Hızla elimi dudaklarımın üzerine yaslayarak sakladım. Dilini klitorisime vurduğunda sol elimle hızla saçlarını kavradım.

Bir şeyleri tutmam gerekti. Parmaklarımın arasındaki saçlarını çekiştirerek vajinama daha çok başlayıp kalçalarımı kaldırdım. Elleri, kalçalarımı kavrarken dili umarsızca klitorisimde geziniyordu. Nefesleri ile birlikte bıraktığı iniltileri bir rüzgâr gibi tenimi okşuyordu. Beni parçalarıma böldüğünü hissettim. Böldüğü parçaları beni amansız bir baruta dönüştürme sebebiydi. Bunun beni yakacağını biliyordum.

İki parmağını birden içimde hissettiğimde avucumu daha da ağzıma bastırdım. Dili ve dudakları klitorisimden ayrılıp tüm noktamı yemek istermişçesine vajinamda gezindiğinde sol eli göbek deliğimin altına baskı yaptı. İçimdeki parmakları duvarları keşfetmek istermişçesine geziniyor ve duvarlarım kasılıp gevşedikçe daha da hızlanıyordu.

Barış, kendini kaybetmişçesine dilini hiç ayırmadan her noktama sürütüyor ve beni bir uçurum kenarına doğru itiyordu. Zihnimin bile duymakta zorlandığı küfürlerinden biri, kulaklarımda isyankârca yankılandı. "Ufff, şu tada bak amına koyayım, o sıkı deliğinin parmaklarımı nasıl vakumladığına bak! Sikeyim, aklımı kaçıracağım."

Sesindeki boğuk tonu, şehvetin ve alevin kırıntılarıyla harmanlandığında inlememek için avcumun içine dudaklarımı sıkıştırdım. Dudaklarımın hemen arkasında bekleyen lav, bir anda bölündü ve parçalanarak hızla kasıklarıma doğru sürüklenmeye başladı. Vücudumda anlam veremediğim bir titreme olurken ayaklarımın tabanı iyice yatağa bastırdım.

"Barış!"

Avcumun içine kükrediğim tınıyla Barış'ın şaşkınlıkla "Yok artık?" ve uzatarak "Hay amına koyayım!" dediğini ve bir anda parmaklarını çekip deliğimin altına çenesini yaslaması bir oldu. Kasılan ve seğiren vajinamdan fışkıran sıvıyı fark ettiğimde gözlerim irice açılmıştı ve ben bunu durduramıyordum. Çok iğrenç bir durumda olduğumu düşünürken Barış'ın dudakları vajinamda yaslıydı ve fışkırttığım o sıvıyı içmeye çalışıyordu.

Kalçamı ondan kaçırmaya çalıştıkça Barış, ısrarla izin vermiyor ve neredeyse tüm ağzını oraya yaslamış bir şekilde o sıvıyı tüketmeye çalışıyordu.

Vücudum bir epilepsi hastası misali titremeye başladığında bedenimin sertçe yere çarptığını hissettim. Bacaklarımın içi kasılarak titremeye başladığında gözlerimin önüne bir perde çekildi. Gözlerimi kırpıştırıp kastığım omuzlarımı bıraktığımda deliğimin bir nabız misali teklediğini fark ettim. Barış, vajinamın önünden doğrulup üzerime çullandığında kafasını iki yana salladı.

 

!BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ!

Kızarmış aralı dudakları ve yüzündeki şaşkınlık ifadesi, gözlerimi yaşartacak derece de utanmama sebep olmuştu. Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kırpıştırdım.

"Siktir Alev, sen, sen?"

Yanaklarıma ateş bastığında ellerimi yüzüme yasladım. Ellerini bileklerimde hissettiğimde hafifçe çekmeye çalıştı ama izin vermedim.

"Alev, bana bakar mısın?" dediğinde kafamı iki yana salladım. Bileklerimi hafifçe zorladı. "Yavrum bana bak."

Sesindeki sakinlik tonu sabırsızlığın arka plana atılmasından sonra sönmüş bir kor gibiydi. Ellerimi yüzümden çekmesine izin verdiğimde alt dudağımı büktüm. Gözleri gözlerimde gezindiğinde alt dudağımı dişledim.

"Onun ne olduğunu bilmiyorum. Bir anda patladı." diye mırıldandığımda Barış'ın gözlerindeki hayranlık parıltıları kaşlarımın hafifçe yükselmesine neden oldu. Dudaklarını yalayıp yutkunduğunda dudaklarını alnıma bastırıp göğsünü yükseltecek bir nefes aldı.

"Squirt, yani Squirting. Orgazmın doruk noktasıdır. Nadiren olur, aldığın zevke bağlıdır." diye mırıldandı ve yüzünü yüzüme eşitleyip dudakları buruk bir tebessüm yerleştirdi.

Kafasını iki yana sallayarak "Alev, Alev, Alev. Yaktın içimi Alev. Tek odalı evimi sular altında bıraktın Alev." diye sitem etti ve burnuma küçük bir öpücük bıraktı. Elimi tutup hafifçe doğrulttuğunda sol elini yanağımda gezdirdi. Gözleri yüzümün her bir noktasına dokunduğunda kaşları çok önemli bir detayı inceliyormuş hissiyle kıvrıldı.

Sağ elini çıplak dizlerimin altından geçirirken "Tutun bana yavrum, temizleyelim seni." dedi. Yanağımdaki eli sırtıma yaslayıp beni kucağına aldığında bakışlarını bir an olsun gözlerimden ayırmamıştı.

"Tu iam domus mea factus es."

Anlamını bilmediğim halde dudaklarımda farkında olmadığım bir tebessüm oldu. Kaşlarımı kaldırıp "Ne demek?" diye sorduğumda dudaklarında, ruhuma sızan bir şefkatin sıcaklığını hissettirecek kadar güçlü bir kıvrılma oluştu.

"Latince'de 'Sen artık benim evim oldun.' anlamına gelir. Ben seni, evime gelen bir misafirim olarak görmüştüm. Şimdi görüyorum ki çoktan evim olmuşsun."

Yüzündeki o şefkat, içimdeki boşluğu tek tek dolduruyor. Sanki yıllardır aradığım ama bir türlü bulamadığım bir huzur gibiydi. Kalbimde karışan tüm bu duyguların içinde, tek bir şey kesindi. O cümle, her şeyin ötesinde bir anlam taşıyor.

Ve ben, belki de ilk defa bir yere ait oluyorum.

Gökyüzünden sonra...

🏠

10 Nisan 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Saat 15:00'dü ve ben dünyadan kopmuş bir şekilde, koltuğunda uyuyan kocamı izliyordum. Onu uyandırmam gerektiğini biliyordum ama nedense uyandırmamıştım. Yorgun olduğunu ve bazı gerçeklerden kaçmak için uykuya dalmak zorunda olduğunu fark edebiliyordum.

O kadar huzurluydu uyuyordu ki, sanki zaman onun etrafında donmuş gibiydi. Göz kapakları, bir çarşaf gibi derin okyanuslarına çekilmişti; her anı bir sır gibi, derin ve dokunulmaz. Ne vardı o gözlerin arkasında? Ne tür düşünceler ne tür duygular? O kadar yakın, o kadar derin ama bir o kadar uzak.

Bir an için Mete'nin göz kapakları titreyen bir deniz gibi hareket etti. Hafif bir kasılma, sanki bir rüzgârın su yüzeyinde yarattığı dalgalar gibi. Bir an için gözlerini açmasını diledim. O bekleyişin içinde hem bir kayboluş hem de bir keşif vardı ve ben, her zamankinden daha çok, bu keşfi yapmak istedim.

Göz kapakları hafifçe aralandığında sisli mavileri önce beni buldu. Buğulu bakışları toparlandı ve dudaklarına küçük bir gülümseme bürüdü. Derin bir nefes alırken gözlerini yeniden benden sakladı ve kollarını iyi yana açıp hafifçe gerindi. Sol gözü kapalı kalırken sağ gözünü açıp bana baktı.

Dudaklarında beliren alaycı bir tebessüm ile "İzlemeye iyi alıştın haa." diye alay ettiğinde gözlerimi devirdim. Kocamı da mı izlemeyelim yahu!

"Sana da koz verdik. İzlemiyorum lan bundan sonra." diye çemkirdim. Onun sandalyesinin yanına koyduğum sandalyeden kalkacaktım ki iki yana gerili kollarından sağıyla önümü kesti. Sandalyenin sırtına yaslandığımda belinin yanını kolçağa yaslayıp dizlerime doğru yattı. Başını dizlerime sürtüp gözlerime mavilerini sunmak istermişçesine baktı.

"Hoşuma gitti ne yapayım?" diye mırıldandığında dudaklarımda oluşan tebessümü engelleyemedim. Eğilip hafifçe burnuna bir öpücük kondurdum. Elimi omuzlarına koyup yavaşça doğrultmaya çalıştım.

"Belin ağrıyacak düzgün dur."

Mete, doğrulup yeniden dik durduğunda bana havada bir öpücük gönderdi ve masasının üzerinde duran yarım su şişesini aldı. Kapağını açıp içindeki tüm suyu içti. Şişeyi iki avucunun içinde büzüştürüp kapağını kapattı ve solunda, masanın altındaki çöp kutusuna attı. Oturduğum yerden kalkıp sandalyeyi arkasındaki soldaki dolabın önüne koyup ellerimi ceplerime soktum.

"Sen uyurken Selçuk ile Caner geldi. Yeni bir vaka varmış. Normalde Caner uyandıracaktı seni ama Selçuk 'Uyandırma, uyanınca gelirsiniz.' dedi. Kendini toparladıktan sonra koordinasyon merkezine geçelim."

Mete, dirseklerini kıvırıp arkaya doğru çekerken göğsü öne doğru yükseldi. Göğsünden ve sırtından çıtlatma sesi yankılı bir şekilde yükseldiğinde şaşırdım. Bakışları büyüyen gözlerimi fark ettiğinde gülerek oturduğu sandalyeden kalktı ve ellerini yukarıda birleştirip yukarıya doğru gerindi. Gergin pazıları kasıldığında karnıma birinin sertçe vurduğunu hissettim.

Kaç para oğlum bu görüntü?

Gülümseyerek bana baktığında kollarını indirip bana doğru yaklaştı. Ellerini omuzlarıma koyup kafasını sola doğru eğdi.

"Hatun be, akşam bana bir masaj yapsana? Ben de sana yaparım. Valla her yerim tutulmuş kızım ya." deyişiyle gülmemek için kendimi zor tuttum. Gözlerimi devirdim ama dudaklarımda bir tebessüm belirmişti bile.

"Cidden mi? Önce 'masaj yap' diyorsun, sonra 'ben de yaparım' diye ekliyorsun. Yani hizmet için hizmet öneriyorsun. Çok yaratıcısın, gerçekten," dedim, sesime hafif bir alay tonu ekleyerek.

Mete, kollarını indirip daha da yaklaştığında ellerini belime koydu. Bakışları o kadar rahat ve kendinden emindi ki, bir an ciddiyetini sorguladım. "Her yerim ağrıyor be hatun. Hem bak, eşine yardım etmen gerek. Evli çiftler birbirine böyle destek olur, öyle değil mi?"

Gözlerimi kısarak ona baktım. "Destek mi? Senin destek anlayışın bayağı tek taraflı gibi duruyor."

Mete gülerek başını eğdi. "Bak işte, böyle her şeye laf yetiştirdiğin için daha çok geriliyorum. Bir masajla hem sen rahatlayacaksın hem ben. Kazan-kazan."

İçimde hafif bir sıcaklık hissettim. Onun bu şakacı tavrı, gergin geçen günün arasındaki en tatlı nefes molalarından biriydi. Kafamı iki yana sallayarak parmak uçlarımda yükseldim ve yanağına büyük bir öpücük bıraktım.

"Tamam tamam ağlama, yaparım."

Mete, belimdeki ellerini kaydırıp kollarını doladığında "Hrr." diyerek ayaklarımı yerden kesti ve kapıya doğru yürümeye başladı.

"Ya, ya! Bıraksana."

Mete'nin odada yankılanan kahkahasıyla beni kapının yanında yere indirdi. Sağ eli, yanağımın tümünü kapladığında mavileri şükranla gözlerimde gezindi.

"Karımı taşıdım, bir itirazın mı var, hı?" diye mırıldandı ve kaşlarını yukarıya çekti. Gülerek kafamı iki yana salladığımda yanağımı okşayıp sol elini kapı kulpuna attı.

"Hadi gidip öğrenelim bakalım, vakamız neymiş?" dedi ve bakışlarıyla üzerine bir küçük bakış atıp kapıyı açtı. Geçmem için beklediğinde hızla odadan çıktım. Kapıyı kapatıp yürümeye başladığında onunla yürümeye başladım. Koordinasyon merkezinin kapısının önünde duraklamadan kapıyı açtı ve belimden hafifçe destekleyerek yürümemi sağladı.

Herkesin bakışları bize çevrildiğinde büyük adımlarla sandalyeme doğru yürüdüm ve masanın başındaki boş sandalyeye oturdum. Mete'de karşıma oturduğunda Caner, elindeki dosyayla Mete'ye bakıp kaşlarını kaldırdı.

Caner, "Kış uykusuna mı yattın Mete?" diye sorduğunda Mete, imalı bir şekilde kaşlarını kaldırdı.

"Rütbemi mi unuttun Caner üsteğmen?"

Mete, üsteğmen kelimesine öyle bir baskı kurmuştu ki Caner, boğazını temizleyip elindeki dosyayı kapatmıştı.

"Her neyse." dedi ve bakışlarını hepimizde gezdirdi. "Barkın ve Hakan Koral, birkaç günlüğüne Ankara'ya gitmek zorunda kaldı. O yüzden Selçuk ve ben bir süre koordinasyon merkezinden sorumlu olacağız." dedikten sonra bakışlarını Selçuk'a çevirdi.

Selçuk, oturduğu sandalyeden kalkıp elindeki dosyayla birlikte kenardaki masanın yanına gitti ve kalçasını yaslayıp eline kenardaki kumandayı aldı. Elindeki dosyayı kenara bırakıp sol elini, sağ dirseğinin arkasına yasladı ve sağ elindeki kumandaya perdeye yönlendirerek bastı.

Hepimizin gözleri perdeye çevrilmişti, harita yavaşça beliriyordu. Mardin ile Şırnak arasındaki dağlar ve yollar, askeri bir hassasiyetle işaretlenmişti. Sol üst köşeye, "Hançer Tugayı" yazılmıştı. Hemen yanında, büyük harflerle "Mezopotamya Ateşi" yer alıyordu. Perdeye yansıyan görüntü değişti ve Mardin Dağı'nın gri ve sert manzarası belirdi. Selçuk, gözlerini bizden ayırmadan yavaşça konuşmaya başladı.

"Mezopotamya'nın bu dağlık bölgesi," dedi, sesi soğuk ve kararlıydı, her kelimeye dikkatlice odaklanıyordu, "Binlerce yıl boyunca savaşa ve ihanete tanıklık etti. Hançer Tugayı da bu bölgenin karanlık tarihini, kendi karanlık amaçlarına hizmet ettirmek için kullanıyor."

Kollarımı göğsümde kavuşturduğumda, gözlerim haritadaki dağları takip ediyordu. Bir an gözlerim, o dağların ne kadar vahşi ve yüksek olduğunu, insanlara nasıl bir korku salabileceğini düşündü. Ancak, bu bölgeyi bilen bir asker olarak, Selçuk'un ne demek istediğini tam olarak hissedebiliyordum.

Selçuk, parmaklarıyla haritadaki kayalıkların arasındaki dar bir patikayı işaret ederek devam etti. "Birkaç aydır burada güç topluyorlar. Kervansarayın altında geniş bir tünel sistemi var. Burada sadece saklanmıyorlar, silahlar ve patlayıcılarla dolu bir depo da oluşturmuşlar. Ve ana hedefleri ise boru hattını patlatmak. Eğer bu başarılı olursa, Mezopotamya'nın kalbi kaosa sürüklenir."

Kaşlarım hafifçe çatıldı, içimden bu kadar büyük bir hedefin gerisinde nasıl bir gücün olduğunu düşündüm. "Boru hattı mı?" diye sordum.

"Evet," dedi Selçuk, sert bir bakışla. "Bölgedeki petrol hattı. Eğer başarılı olurlarsa, bu sadece ekonomik bir darbe olmaz. Bir çevre felaketi yaratırlar. Köylerin boşaltılmasına, yüzlerce insanın yerinden olmasına ve uzun süreli bir istikrarsızlığa yol açacaklar. Yani, savaş sadece burada dağlarda kalmaz. Etkisi her yere yayılacak."

Duyduğum bu kelimelerle, meselenin sadece bir boru hattı olmadığını anladım. Bir boru hattını değil, insanların evlerini, topraklarını, umutlarını savunuyorduk. Böylesine bir tehlike karşısında, yapmamız gereken şey daha da netleşiyordu.

Mete, parmaklarıyla masada ritim tutarken "Liderleri hakkında ne biliyoruz?" diye sordu.

Selçuk, derin bir nefes alarak başını salladı. "Selahaddin Kasım. Dağlarda yıllardır hayatta kalmayı başaran bir terörist elebaşıymış. Ama yalnız değil. Yurt dışından gelen bir grup siber saldırı uzmanı ile iş birliği yapıyor. Hem fiziki hem dijital saldırılarla aynı anda savaşıyorlar. İki cephede birden savaşacağız."

Bir an, tarihin bu topraklarda nasıl hep tekerrür ettiğini düşündüm. Mardin Dağı'nın taşlarına bakarak, zihnimdeki düşünceleri toparladım. Bu kadar büyük bir tehdidin karşısında, biz de büyük oynamalıydık.

Selçuk'un bakışları bizimleydi. Gözlerindeki kararlılık, bir emir kadar netti. "Eğer büyük bir planla geliyorlarsa, bizim de büyük oynamamız gerek." diye vurguladı. Gözlerindeki kararlılıkla haritayı bir kez daha inceledi, ardından derin bir nefes alıp bakışlarını bizim üzerimizde topladı. Planını açıklamaya başlamadan önce sessizlik hakimdi. O an, her kelimesinin önemini biliyorduk.

"Bu operasyonda, iki grupla çalışacağım." dedi, sesi kesin ve güçlüydü, "Alev Atsız, bize hava desteğinde yardımcı olacak. Bölgedeki tüm havadan keşif ve bombardıman işlemlerini yönlendirecek. Onun desteği, karadan yapacağımız saldırıların başarısını belirleyecek. Alev'in ekibi, gökyüzünde her an bizimle olacak."

Alev'in ismi anıldığında, ona olan güvenim daha da pekişti. Gözümde, bu operasyonu başarıyla yürütecek tek kişi gibi belirdi. Alev'in hızla hareket etme yeteneği ve her an karar verebilme becerisi, bu tür bir görev için gerçekten vazgeçilmezdi.

Selçuk, kollarını yine göğsünde kavuşturmuş bir şekilde devam etti. "Eyşan, Caner, Barış ve Yonca, bana operasyon sürecinde koordinasyon merkezinde yardımcı olacak. Bizimle birlikte olacaklar, her adımda anlık istihbarat sağlayacaklar. Bu kadar büyük bir operasyonu yönetmek için, onlardan gelen bilgiler kritik önem taşıyacak."

Hamile olduğum için beni göreve götürmeyeceklerdi, bunun bilincindeydim. Ellerimi hafifçe karnıma bastırıp dudaklarımı bastırdığımda Mete ile göz göze geldim. Gözlerini hafifçe kapatıp açtı ve geri Selçuk'a döndü.

Selçuk, parmaklarını masanın kenarına koyarak devam etti. "Mete'nin komutası altına vereceğim ekip, Çilingir, Alperen, Deniz, Kubilay, Lara ve Osman olacak. Bu ekip, tünellerin içine girecek ve hedefe ulaşabilmek için karada en kritik adımları atacaklar. Çilingir ve Alperen, her türlü dijital ve mekanik engeli aşacak; Deniz ve Kubilay, tünellerdeki her tuzağı ve engeli ortadan kaldıracak; Lara ve Osman ise önceden belirlediğimiz stratejik noktaları ele geçirip arka planda destek verecek."

Mete'nin komutasındaki ekip, her an her şeyin değişebileceği bir alanda görev alacaklardı. Her biri, operasyonun her safhasına bir adım daha yaklaştıracaklardı. Onların disiplinine ve hızlı düşünme yeteneklerine güvenim tamdı.

"Son olarak," dedi Selçuk, bir süreliğine gözlerini sabit tutarak, "Kartal ve Mücahit... Hatırlarsanız ki biz Bursa'dayken göreve çıkmışlardı. Onlar, bölgedeki diğer birimlerinizle iletişim kurarak sizleri karşılayacaklar. Operasyon boyunca her biriminizi birbirine bağlayacaklar ve gelişmeleri en hızlı şekilde aktaracaklar."

Selçuk, hafifçe yaslandığı masadan doğruldu ve elindeki kumandayı bıraktı. Sol eliyle dosyayı tuttu ve masaya yaklaşıp dosyayı koydu. Ellerini masanın üzerine hafifçe yaslayıp bakışlarını bizde gezdirmeye devam etti.

"İki gün sonra yola çıkılacak," dedi Selçuk, sesindeki belirgin bir netlikle. "Mete, teçhizatlarınızı kontrol ettir. Her bir ekip üyesi, kendi görevine uygun olan her şeyi hazırlasın. Hiçbir şey şansa bırakılmamalı. Bir aksaklık, tüm planı riske atabilir."

Sözleri, içimde bir yoğunluk oluşturdu. Zihnimde aniden hızla geçen görüntülerle birlikte, operasyonun büyüklüğü bir kez daha belirginleşti. Bunu başarabilmemiz için sadece birbirimize güvenmekle kalmamalı, aynı zamanda her bir adımda kesinlikle doğru kararlar almalıyız. Tek bir yanlış hareket, her şeyin sonu olabilirdi.

Selçuk, bir an duraksayarak gözlerini tekrar bizden ayırdı ama ardından yeniden bize baktı.

"Bu operasyonun başarıya ulaşması için sadece fiziksel gücümüz değil, aynı zamanda zihinsel gücümüz de kritik. Karşımızdaki düşman, sadece dağlarda değil, her alanda savaşıyor. Bu yüzden iki cephede birden mücadele edeceğiz." Selçuk, her birimizin gözlerinin içine bakarak, "Hiçbir hata yapmamalıyız," diye ekledi.

Başımda yankılanan bu kelimeler, sanki bir emir gibiydi. Hangi ortamda olursak olalım, her koşulda hazır olmalıydık. Zihnimde, operasyonun her aşamasında yer alacak adımlar netleşirken, vücudum bir an için gerginlikten titredi.

"Bir şey sormak isteyen var mı?" diye sordu Selçuk, etrafındaki sessizliğe bakarak. Alev, elini kaldırıp söz istediğinde Selçuk, doğruldu ve eliyle Alev'e söz verdi. Alev, bana döndü ve gülümsedi.

"Yerden aldığımız bilgilerle hava desteğini nasıl entegre edeceğiz?"

Gözlerimi hafifçe kıstım, düşüncelerim hızla şekillenirken, içimdeki sorumluluğu hissettim.

"Koordinasyon, tam zamanında bilgi aktarımıyla olacak," diye yanıtladım, sesim kararlıydı. "Ben direkt olarak seninle irtibat halinde olacağım. Yer ekipleri olarak hedef tespiti yaptıktan sonra, havadan gelen desteği zamanında devreye sokmamız lazım. Hedeflerin doğruluğu ve anlık bilgilerin iletimi çok önemli. Hava desteğiyle yer koordinasyonu uyumlu olmalı; zamanlama hatasız olacak."

Alev, başını sallayarak onayladı. "Anladım," dedi, yüzündeki gülümseme devam ediyordu. "Hedefi belirledikten sonra, seninle sürekli irtibat halindeyim. Bu şekilde hem güvenli hem de etkili bir hava desteği sağlarız."

Selçuk, sessizce dinledikten sonra, gözlerini bize çevirerek, "Evet, hepinizin iş birliği bu operasyonun başarısını sağlayacak," dedi. "F-16'lar, yer ekiplerinden gelen bilgileri hızlıca alacak ve tam zamanında müdahale edecek. Herkes kendi görevini mükemmel şekilde yerine getirecek. Herhangi bir aksaklık olmadığından emin olmalıyız. Başka soru?"

Kimseden cevap gelmediğini fark ettiğimde ağırca ellerimi masaya koydum ve ayağa kalktım. Herkes gürültülü bir şekilde sandalyeden kalktığında gülümseyerek masadan ayrıldım. Sandalyeyi masaya doğru ittirip nizami bir şekilde bıraktım ama o anda Osman ile Deniz'in gözlerinin üzerimde olduğunu fark ettim. Bir anlık bir sükûnet oldu.

Osman, hafifçe kulağıma yaklaşırken, bakışlarımı Deniz'e çevirdim.

"Eyşan, Deniz herhalde Ayda'dan hoşlanıyor," diye fısıldadı, yüzünde sinsi bir gülümseme belirerek. "Çaktırmadan ağzından laf aldım, keriz atladı hemen. Ondan dolayı Cemile ile Ayda'nın yanına gitsek ama Alperen gelmese, sen de bizimle gelsen. Ne dersin?"

Gülerek kafamı salladım.

Eğer Deniz'in canı bundan dolayı sıkılıyorsa tabii ki de onun mutluluğu için her şeyi yapardım.

"Olur gidelim." diye fısıldadığımda yavaşça geri çekildi. Deniz'e göz kırptığında Deniz'in bakışları beni buldu. Gülümseyerek gözlerini kapatıp açtığında karşılık olarak gülümsedim ve kafamı 'seni gidi seni' dercesine sağa sola salladım. Gözlerinin parıltısını uzaktan bile fark edebiliyordum.

Deniz, benim için uçsuz bucaksız bir okyanustu.

Çok değerli bir kardeşti.

Gözlerim Mete'yi bulduğunda dudaklarımdaki gülümsemeyi bozmadan ona doğru birkaç adım attım. Kulağına doğru yaklaştığımda hafifçe eğilmek durumunda kaldı. Burnuma yükselen erkeksi kokusu bir an için beni afallatırken dudaklarımı ıslattım.

"Deniz ve Osman, Cemile ile Ayda'nın yanına geçecekmiş. Bana sende gel dedi, sende gelsene." dedim ve geri çekilip yüzüne baktım. Yüzündeki kabul ifadesiyle kafasını salladığında bir an için Selçuk'a baktı.

"Selçuk'ta gelsin, hem şu dosya içini konuşuruz." diye mırıldandığında kafamı salladım.

"Tamam, o zaman sen Selçuk, Deniz ve Osman'ı alırsın. Bende üzerimi değiştirmeye gidiyorum."

Mete, kafasını sallayıp Deniz'i kolunun altına alarak Selçuk'a doğru çekiştirmeye başladı. Onların bu haline hafifçe kıkırdayıp kapıya doğru yürüdüm. Kulpu indirip kapıyı kendime doğru çektiğimde yelkovan ve akrep benim için zamanı büktü. Bedenimi ön koltuğa bıraktığımda Mete, arabayı çalışır vaziyete getirdi. Osman, Deniz ve Selçuk arka koltuğa yerleştiklerinde Mete, aracı yürütmeye başladı. Kemerimi taktığım sıra bakışlarım yolda takılı kaldı.

"Eyşan."

Osman'ın sesiyle kemerimin izin verdiği kadar omzumun üzerinden ona baktım.

"Cemile ile Ayda'yı benim eve alalım. Sizde kendi evinize geçin." diye söylendiğinde kafamı salladım. Osman'ın evinde üç oda vardı. Hem genişti hem de istedikleri gibi güvenle takılabilirlerdi.

"Olabilir aslında." deyip önüme döndüm. "Kızları aradınız mı? Böyle çat kapı gidiyoruz ama ya müsait değillerse?" diye sorguladığımda Osman'ın aradığına dair mırıltılarını işittim.

"Aradım, merak etme. O kadar da öküz değilim." diye sitem ettiğinde gülümseyerek omzumun üzerinden ona baktım. Bakışlarımdaki alaycı ifadeyi ona doğru saldığımda gözlerini devirip solundaki camdan dışarıyı izlemeye devam etti.

"Aptal aşık." dediğimde ise hızla bana döndü ve sırıttı.

"Kocan kadar olamam."

Kaşlarımı çattım.

"Kocamın aşkı sizin aşkınıza boydan girsin."

"Ufff!"

"Ufff!"

Deniz ile Selçuk'un tepkisi Mete ile beni kahkahalara boğarken Mete, sağ elini direksiyondan çekip bir anlığına bana baktı ve saçlarımı okşayıp yeniden direksiyona koydu. Saçlarıma bıraktığı sevgi ve merhamet kırıntıları ruhumu okşarken evin olduğu sokağa girdi.

Mete, "Ouv, araba koyacak yer yok." diye söylendiğinde gazı bir an için yavaşlattı. Sağımızda duran aracın farları yandığında Mete, seri bir şekilde geri vitese takıp biraz geriledi ve bize bakmadan dudaklarını araladı.

"Deniz ve Osman, Eyşan ile birlikte inin. Bizde Selçuk ile geliriz." dediğinde emniyet kemerimi çıkartıp hızla arabadan indim. Arabanın arkasından dolaşırken sola sinyal veren araç hızlı bir manevra ile kendi yoluna gitti. Sağıma Deniz, soluma da Osman geçtiğinde eve doğru yürümeye başladık.

Bakışlarımı Deniz'e çevirdim. "Odaya niye gelmedin?" diye mırıldanıp kaşlarımı sorarcasına kaldırdım.

Gözlerim, cevabı almak için yüzünde dolanırken, Deniz'in bakışları aniden uzaklara, bir noktaya kilitlendi. O saniye havada keskin bir şeyler değişti. Göz bebekleri önce küçüldü, sonra hızla büyüdü; yüzündeki çizgiler kasvetli bir maskeye dönüştü. O an, görünmeyen bir tehlikenin karanlık gölgesinin üzerimize çöktüğünü hissettim.

"Eğilin!"

O üç hece, şimşek gibi çaktı havada. Kolum sertçe kavrandığında, irkildim. Deniz, beni bir siper gibi göğsüne çekti; sanki dünyanın bütün kötülüklerini kendi bedenine hapsetmeye yemin etmiş gibiydi. Omuzları kalkan gibi yükselip başımı saklarken, zamanı durduran o ilk patlama duyuldu.

Havanın yırtıldığı o an, sanki göğsümde bir bıçak döndü. Kurşunların acımasız melodisi, kulaklarımı sağır ederken, Deniz'in bedeni sarsıldı ama düşmedi. Ellerinin sırtıma bastıran kuvveti, kendimi güvenli bir fırtına göbeğinde hissettiriyordu. Metalik bir kan kokusu havayı doldurdu; demirle kan karıştı, ciğerlerime doldu.

"Deniz!"

"Eyşan!"

"De...Deniz?"

"Genceciktin inceciktin can dostumdun "caan""

Sesim, çatlamış bir camın keskinliğiyle çıkarken, o hâlâ dimdik duruyordu. Bedeninde yeni bir darbenin yankısı hissedildiğinde, kollarını sırtıma daha da bastırdı. O an, zamanın boyun eğdiğini gördüm. Yelkovan, akrebin saçlarına çenesini yaslayıp sendeledi. Saniyeler çırpınarak birbirine karıştı; kayboldu.

"Ne oluyor!"

Silah sesleri birbirine karıştı.

"Eğilin, kaldırmayın kafanızı!"

Bir patlama daha ve ardından bir yenisi. Zaman, bu kez bir bıçak gibi ortadan ikiye bölündü. Deniz, beni bırakmadan, bedeniyle bir kere daha siper oldu. Fakat artık nefesi titriyordu. Onun her sarsılışında, kendi kalbimde yankılanan bir çatlak hissediyordum.

"Deniz..."

Adını tekrar haykırdım ama kelimelerim boğazıma düğümlendi. O an, kollarındaki güç yerini bir boşluğa bıraktı. Ellerinin sırtımdaki baskısı gevşediğinde, beni koruyan duvarların yıkıldığını hissettim. Deniz'in bedeni, dizlerinin üzerine yavaşça çökerken, etrafımda her şey bulanık bir rüya gibi titredi.

"Selçuk, kızlar! Osman, Deniz'e bak!"

Bu ses, Mete'nin sert komutuyla yankılandı. Bedenim, onun kolları arasında yere bastırıldığında, gözlerim Deniz'den bir an bile ayrılmadı.

Kurşunların yankısı hâlâ havada asılıydı ama benim dünyam durmuştu. Deniz'in gözlerinde kalan son kıvılcımı gördüğümde, içimdeki zaman kırıldı. Akrep, yelkovandan ayrıldı; zamanı döndürebileceğime dair son umudum da onunla birlikte karanlığa gömüldü.

-

 

BÖLÜM SONU

Tiktok: jr.napolita

Evveeeet, Kaos + Eyşan = Güvercin ajsdhkjahsd.

Ayy, Deniz'im senin kalbini yerim ben çocuk. Kahpe kurşunlara kurban oldun be yavrum. Sence onlara bu pusuyu kuran kimdi? :) İşler karışacak vaziyet alın. Bu da benden size bir ipucu olsun.

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

Sultan Çakır

 

on dokuz ocak iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 19.01.2025 09:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...