44. Bölüm

XXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİL

Sultan Çakır
sultanakr

 

 

 

 

Hellüü, yine ve yeniden ben geldim. Sizi hiç bekletmeden bölüme göndermek istiyorum. Lütfen bu bölümü dinlenerek ve sindirerek okuyun. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

 

 

 

 

O halde, keyifli okumalaaaar.

 

 

 

 

Sahiden, iyi mi okumalar?

🥲

 

 

 

 

-Bölüm sonunda rahatsız edici sahneler yer almaktadır. Sahnelerin başlayacağı kısımlarda bir ünlem işareti (❗) yer alacaktır.-

Bölüm Şarkıları;

Gesi Bağları, Serhat Durmus

Dayan Kalbim, Gökhan Kırdar

Minnet Eylemem, Serhat Durmus Remix

Eyvah Neye Yarar, Semicenk

Sen Bilmezsin, Dedublüman

Ölümle Yaşam Arasında, Mavi Gri & Ahmet Hatipoğlu

Mavera, Bö

Mavera, Bö

 

 

 

 

🕊️

XXXV

10 Nisan 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Kan, zaman gibi akar.

Sessiz ve amansız.

Çığlık, kurşunların yankısından arta kalan tek mirastı. Zaman, kopmuş bir yelkovanın devrilmiş gölgesinde soluk alıyordu. Havanın soğuk ve metalik tadı, ciğerlerimi bıçak gibi keserken, her nefes bir ömre bedel hissettiriyordu.

Avuçlarımın altındaki taş zeminden gelen soğuk, adeta bir ip gibi boynuma dolandı. Sesler, uzaktan gelen fısıltılara dönüştü. Adını koyamadığım bir melodi gibi, yüreğimde bir şeyler çalmaya başladı. Bu melodi, daha önce duyduğum bir ağıttı sanki. Zamanın sonsuz bir döngüde bana aynı hikâyeyi anlatmaya çalıştığı ama her defasında kelimeleri yuttuğu bir türkü.

"Deniz! Deniz, kardeşim dayan!"

Osman'ın sesi, ölümün soğuk yüzüne meydan okuyan bir çığlık gibiydi. Ama o çığlık, bir ağıt gibi dağılmadan önce bitti. Gözlerimi açmaya çalıştım ama nefes almak bile başlı başına bir savaş haline gelmişti. Ellerim, sanki ellerim değilmiş gibi taş zemini kavramaya çalıştı.

Osman'ın dizlerinin üzerine çöküşü gözlerimin önünde bir perde gibi dalgalandı. Deniz'in kanla ıslanmış gömleği, Osman'ın parmaklarının arasından süzülürken, dünya biraz daha karardı. Kardeşim dediğimiz adamı kaybetmemek için ne kadar çırpınsa da zamana karşı hiçbirimizin gücü yetmiyordu.

"Ambulansı aradık Deniz! Geliyor kardeşim dayan!"

Havayı dolduran kan kokusu, kurşunların bıraktığı izlerle birleşerek ölümün soğuk bir imzası gibi üzerimize kazındı. Gözlerimi Deniz'in yüzüne çevirdiğimde, gördüğüm şey dayanılmaz bir yavaşlıktı. O an, insanın zamana yenilmesinin ne demek olduğunu iliklerimde hissettim.

"Deniz!"

Sözler, içimde bir yere sıkıştı. Ayda'nın çığlıklarına eşlik etmek istedim ama boğazımdan çıkan tek şey, rüzgârın içinde kaybolan sessiz bir nefes oldu. Bu nefes, Deniz'in yüzüne son bir bakış atmam için bana izin verdi.

Deniz, Ayda'nın çığlığına gözlerini bir anlığına araladı. Çok kısa bir an ama sanki bütün hayatı o anda gördüm. Dudaklarından bir şeyler dökülmek istedi ama konuşamadı. Onun yerine Osman'ın hıçkırıkları yankılandı. Bu ses, dünyanın bütün yankılarını bastıracak kadar güçlüydü.

O an, avuçlarımı taş zeminden kaldırıp Osman'a doğru uzattığımı düşündüm. Sanki onun omzuna dokunursam zamanın döngüsünü kırabileceğimi sandım. Ama zaman, o an yalnızca seyirciydi; zalim ve hareketsiz.

Uzaktan yaklaşan siren sesleri, kan kokusunun ve ölüm sessizliğinin arasından bir bıçak gibi geçip içime işledi. O ses, kurtuluşun ya da gecikmiş bir vedanın habercisiydi. Osman, Deniz'in başucunda diz çöküp, elleriyle onun sırtına baskı yaparken, yüzündeki çizgiler derinleşiyordu.

"Dayan Deniz!" Osman'ın sesi çatallaştı. "Sakın pes etme kardeşim! Geliyorlar bak Deniz'im. Senin için geliyorlar."

Zaman, sirenlerin her kıvrımında yeniden büküldü. O an, saniyeler bile ikiye bölünüyor gibiydi. Her biri bir umudu, bir de çaresizliği temsil ediyordu. Parmaklarım taş zemini kazırken, kendimi kontrol edemediğimi fark ettim. Tırnaklarımın altına dolan toz ve kan karışımı, gerçeğin acımasız yüzüne dokunmamı sağladı.

Arkamda birilerinin koştuğunu hissettim. Sırt çantalarının metal tokalarının çarpışma sesi, ayakların aceleyle toprağa çarpışı... Hepsi bulanık bir rüya gibiydi. Derken bir el karnıma dokundu. Başımı çevirip baktığımda Mete'nin bakışlarını yakaladım. Gözlerinde öfke, korku, panik ve kararlılık aynı anda parlıyordu.

"Gel bana. Ambulans buraya yanaşıyor."

Ayağa kalkmaya çalışırken dizlerim beni taşımayı reddetti. Vücudum ağır, dünyam karanlıktı. Mete, beni kendine doğru çekerken Osman, Deniz'in elini kendi elleriyle sıkıca kavramış, bir yandan ambulanstaki sağlık görevlilerine bağırıyordu: "Vuruldu! Çok kan kaybetti!"

Ambulansın kapıları sert bir gıcırtıyla açıldı. Sağlık görevlileri koşarak yanımıza geldi. Deniz'in nabzını kontrol eden genç bir kadın, yüzünde bir anlığına beliren gerginliği bastırmaya çalıştı. "Hemen sedyeyi getirin! Nabız zayıf ama hâlâ var!"

Ambulansın içine yerleştirildiğinde, Osman bir adım geri çekilmek zorunda kaldı. Gözleri Deniz'in üzerinden ayrılmazken, sağlığını kontrol eden görevlilere umutla baktı. Ama o umut, kendi içimizdeki boşlukta yankılanan bir sessizliğe dönüştü.

"Osman, gitmeliyiz." Mete, onun kolunu tutarak yavaşça ambulansın arkasından çekmeye çalıştı. Osman, sanki tüm dünyası o ambulansın içinde sıkışıp kalmış gibi donakalmıştı.

Ambulansın kapıları kapanıp hızla uzaklaşmaya başladığında, sanki bizi bırakıp giden sadece Deniz değildi. O araçla birlikte bir şeyler daha uzaklaştı: İnanmak istediğimiz her şey, kazanmayı umduğumuz her zafer...

🥺

10 Nisan 2022 / Şırnak

Kubilay Cenk Eşver, Ağzından

"Aşkım, şimdi diyorum ki cinsiyeti belli olunca çocuğun adını Eyüp'e mi koydursak?" dedi Yonca, yüzünde o tatlı ama bir o kadar da alaycı gülümsemesiyle.

Bir yudum çay alıp gülerek kafamı iki yana salladım. "Yavrum, Eyüp'ün adı bile daha yeni konmuş. O nasıl bizim çocuğumuza isim koysun?"

Caner, karşımda bir hışımla derin bir nefes aldı ve gözlerini devirdi. "Siz böyle devam edin. Yakında çocuk değil, torun isimlerini de konuşmaya başlarsınız."

Yanında oturan Lara, Caner'in bu sözüne gözlerini kısarak hafif bir tebessümle karşılık verdi. İkisinin arasında görünmez bir ip vardı sanki, sözlü atışmaları bile neşeliydi. Bu küçük masada her şey normaldi. Savaşın, kayıpların, tehlikelerin bir süreliğine bizi unuttuğu, sıradan bir an gibiydi.

Derken telefonum çalmaya başladı. Cebimdeki titreşim masaya kadar vurdu. Çayımı bırakıp ekrana baktım. Osman arıyordu. Bir kaşımı kaldırarak telefonu açtım.

Gülerek "Ne oldu Osman, kızı Deniz'ime alamadınız mı?" dedim şakayla. Badime kız alacaktık. Yoncamdan sonra en değer verdiğim kardeşimi, ay gibi bir kıza emanet etmek istiyordum.

Cevap gelmedi. Telefonun ucundaki sessizlik, şaka kaldırmayan bir sessizlikti. Derin ve ağır bir nefes duyuluyordu. Ardından Osman'ın boğuk, titrek sesi geldi.

"Kubilay..."

Bir şeylerin yolunda gitmediğini o an anladım, gülümsemem soldu. "Ne oldu Osman? Sesin niye böyle?"

Osman'ın kelimeler boğazında düğümlenmiş gibiydi. "Deniz..." dedi, sesi neredeyse duyulmazdı.

"Deniz ne Osman? Ne oldu Deniz'e?" dedim, sabırsız ve korkuyla.

"Deniz vuruldu!"

O an dünya bir saniyeliğine durdu. Telefon elimde ağırlaştı, her şey bulanıklaştı. Masadakilerin kahkahaları sustu, sanki zaman durmuştu. Gözlerim bir anlık şokla Caner'e, ardından Yonca'ya kaydı.

"Nerede vuruldu? Durumu nasıl?" diye sordum hızla. Ama Osman cevap veremedi, hıçkırıkları telefonu doldurmuştu. Yüzüme bir ağırlık çökmüş gibiydi. Herkesin gözleri üzerimdeydi. Caner, masaya doğru öne eğildi, kaşları çatılmıştı.

"Kubilay, ne oldu?" diye sordu Caner.

Sesim kısılmıştı ama kelimeler dudaklarımdan döküldü. "Deniz vurulmuş..."

O an kantin, o huzurlu, sıradan hava; hepsi birer yanılsama gibi silinip gitmişti. Geriye sadece ağırlık, korku ve kaybetme ihtimalinin dayanılmaz acısı kalmıştı.

"Osman." diye seslendim ama sesim çatallaştı, kırıldı, parçalandı. Boğazımdaki yumruya çevrildi. Caner, konuşamayacağımı anladığında hızla telefonu kulağımdan aldı ve ayağa kalktı.

"Osman, neredesiniz?" diye sordu. Bakışlarım Caner'in yüzüne mıhlandı. Yanağıma bir şeyin aktığını hissettim. Caner, o akan şeyi gördü ve telefonu kapatıp hızla Lara'ya döndü.

"Yonca'ya sahip çık. Biz hastaneye gidiyoruz. Oralarda telef olmayın. Haber vereceğim sana." dedi ve masanın etrafından dolaşıp koluma girdi. Bedenim hareket ederken aklım hâlâ o birkaç saniyede takılı kalmıştı. Gözümün önünde Osman'ın sesi, Deniz'in adı ve içimde yankılanan bir acı vardı.

Kafamda, her şey ama her şey dönüp durdu.

İçimde bir boşluk oluştu, bir şey eksikmiş gibi. Ya ölürse? diye düşündüm. Neden bu kadar korkuyorum? Daha önce de çok şey gördüm, çok şey yaşadım. Ama onun, hem de bir kardeş gibi bildiğim Deniz'in hayatı... Bu bana, her şeyden daha yakın, her şeyden daha derin geldi.

Ya bir şey yapamazsam? Ya kurtaramazsak?

Arabaya yöneldik, Caner kapıyı açıp hızla içeri girmemi işaret etti. Bir an duraksadım, nefesim kesildi. "Kubilay, ne olur sakin ol," dedi Caner, gözlerimle bakarken sesindeki gerginliği hissettim. Ardından, kendi koltuğuma otururken titreyen ellerimle kemeri takmaya çalıştım.

Caner hızla arabayı çalıştırdı, motorun gürültüsü havayı yırtarak yankılandı. Dışarıdaki şehir birer sis gibi geçip gitmeye başladı. Gözlerim, arabanın ön camındaki karartıyı izlerken, içimdeki korku giderek büyüdü. Deniz'in vurulması, gerçek olamayacak kadar korkunçtu ama telefonun ucundaki sessizlik, o acıyı bana tamamen hissettirmişti. Gözlerimi kapatıp başımı geriye yasladım.

Ne olur, bir şey olmasın...

Allah'ım n'olur, kardeşime bir şey olmasın.

Kapalı gözlerimden akan yaşları hissettim. Her biri sanki birer mermi misali izlerini kalbime yansıttı. Arabanın yavaşladığını fark ettiğimde gözlerimi açıp gökyüzüne baktım.

Güneş bile yaralıydı.

Alacalı bir tanın koynuna batarken kanlarıyla hapsoluyordu.

Araba, acilin önünde durmak üzereyken emniyet kemerimi saniyeler içinde çıkartıp araba henüz durmadan hızla indim. Yerim, yönüm neresi bilmiyordum. Nereye gittiğimden bihaberdim. Ama bir şeyden emindim: Ona ulaşmam gerekiyordu. Kardeşimin bana ihtiyacı vardı, tıpkı benim ona ihtiyacım olduğu gibi.

"Kubilay!"

Osman?

Osman'ın sesi, dalgaların kayaya çarpışı gibi kulaklarımda yankılandı. Bir anda duraksayıp arkama döndüm ve gözlerim onu aradı. Onu gördüğüm anda, bacaklarım beni durdurulamaz bir şekilde ona doğru taşımaya başladı.

Osman'ın yüzü solgundu, gözleri kızarmış ve şişmişti. Ağlamaktan helak olmuştu belli ki. Beni gördüğünde yanaklarından süzülen yaşları silmeye bile tenezzül etmedi.

"Buradayız, Kubilay. İçerideler..." dedi, sesi çatallaşmıştı.

O an, onun gözlerine bakarken içimde bir şeyler koptu. Gözlerimde ne kadar umut varsa, hepsi yitip gitmiş gibi geldi. Gözlerim Eyşan ablaya kaydı, yüzünde acının sureti vardı. Toprakları balçığa dönmüştü. O an zihnimde onun bana yıllar önce söylediği bir söz yankılandı.

Ben hayatta olduğum müddetçe Deniz'in bedenine tek bir kurşun dahi giremez.

Adımlarım ona doğru çevrildiğinde kafamı biraz eğip öylece durdum. Dudaklarım aralandı ama onu kıracak hiçbir şey söyleyemedim. Onu kıracağıma kafamı kırardım, daha iyiydi ama tutamadım. Dudaklarımdan bağımsızca çıkan, hayatımın simgesi olan yaşam nefesim ona doğru üflendi.

"Söz vermiştin?" diye fısıldadığımda Eyşan abla kafasını iki yana sallayarak hıçkırdığında sol gözümden bir damlayı hissettim. Onun gözünden akan yaş, benim gözümden de aktı. Çenemi sıkarak başka yöne baktım, kendimi toparlamaya çalıştım. O sırada ameliyat yazan yerden bir doktor çıktığında hızla adamın karşısına dikildim. Eyşan abla ve Osman yanımda belirdiğinde doktor bakışlarını üzerimizde gezdirdi.

"Deniz Güler için çok acil AB pozitif kana ihtiyacımız var. Çok kan kaybetmiş."

Hızla bir adım yaklaştım.

"Ben veririm, kanım uyuşuyor. Kardeşim o benim. Manevi ama öz kardeşim gibidir." diye söylendiğimde kafasını salladı. Osman'ın bir adım yaklaştığını hissettiğimde doktor ona baktı.

"Peki durumu nasıl?"

Doktorun bakışlarında çaresizliği açıkça gördüm. O an, bu cevabın bizi ne kadar yıkabileceğini hissettim.

"Sırtında yedi kurşun var," dedi doktor ağır bir sesle. "İkisi kulunç kemiğine saplanmış. Diğer ikisi böbreklerin üstündeki dokulara ciddi zarar vermiş. Üç tanesi ise çok tehlikeli bir yerde. Kan takviyesi alındıktan sonra hemen çıkarılması gerekiyor. Durumu kritik ve önemli saatler içerisindeyiz."

Yedi kurşun?

Yedi!

Vurulmadığı her sene için yedi kurşun mu yedi benim kardeşim?

Her biri sanki zamanın sessiz bir tanığı gibiydi. 2016'dan bu yana, sanki kader onu tekrar hatırlamak istercesine vurdu, her yıl başına bir kurşun. Ve şimdi, bu yedi kurşunla savaşmak zorundaydı.

"Ne gerekiyorsa yapın," dedi Osman kararlı bir sesle. Sesi, doktorun çaresizliğini bastırmak ister gibi sertti. "Kan mı? Daha fazlası mı? Hepimiz buradayız. Onun için ne gerekiyorsa yapacağız."

Üzerimdeki asker kamuflajının düğmelerine uzandım. Ellerim titriyordu ama durmadım. Gömleğimin düğmelerini hızla çözerken dişlerimin arasından fısıldadım:
"Kanımı alın. Yeter ki onu kurtarın."

Doktor başını salladı ve kenarda bekleyen hemşireye döndü.

"Hemşire Hanım, beyefendiye eşlik edin."

Adımlarımı atmaya hazırlanırken bir el yavaşça koluma dokundu. Hafifçe irkildim ve döndüm. Karşımda, gözleri kan çanağına dönmüş bir kız duruyordu. Ayda'ydı. Dudakları titriyor, nefesi kesik kesikti.

"Kubilay abi..." diye başladı, sesi neredeyse duyulmaz bir fısıltıya dönüştü. "Ben de kan verebilirim."

Bir an sustum. Deniz, gör bunları Deniz. diye bağırmak istedim. Kafamı salladım ve yumuşak bir şekilde kolunu tuttum.

"Gel."

Ayda'yla birlikte hemşirenin arkasından yürümeye başladık. Ayaklarım beni taşırken, zihnim ameliyathane kapısında, Deniz'in yanındaydı. Sanki her adımda kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Ama zihnime tek bir cümle çakılıp kalmıştı.

Tek bir cümle...

Deniz bize dönecek.

🌇

10 Nisan 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Sessizlik o kadar yoğundu ki, birbirlerinin nefeslerini duyabiliyorlardı. Gerilim havada asılıydı; kimse konuşmuyor ama her birinin zihni bir fırtına gibi savruluyordu. Koridoru ikiye bölen gruptaki herkes, sanki birbirine taraf olmuş gibi bir şekilde oturuyordu. Eyşan, Mete, Caner ve Osman sağ tarafta; Kubilay, Ayda ve Cemile ise sol tarafta. Gözler yere odaklanmış, herkes Deniz'in hayatta kalıp kalamayacağını düşünüyordu.

Uzaktan Selçuk belirdi. Elinde market poşeti vardı, kendine özgü ağır adımlarla onlara doğru yaklaştı. Yüzündeki donuk ifadenin arkasında büyük bir korku gizliydi. Kız kardeşine zarar gelmesin diye amansızca siper olan bir gencin, sırtına saplanan yedi kurşunun bırakabileceği hasarı düşünüyordu.

Selçuk, poşetten iki vişne suyu çıkarıp, Ayda ve Kubilay'ın kucaklarına bıraktı. O an kimse bir şey söylemedi. Ardından, poşetin içinde elini tekrar gezdirerek geri kalan suları teker teker dağıttı. Ama hiçbir el, suları açmaya yeltenmedi. Herkesin gözleri, boş bir noktada kilitlenmişti. Gözlerindeki anlamsızlık, her birinin içindeki boşluğun yansımasıydı.

Osman, bir anlığına gözlerini Eyşan'a çevirdi. İçinden bir "Keşke." geçti. "Keşke ben fark etseydim, keşke Deniz yerine ben vurulsaydım." diye kendine kızdı. Göğsündeki ağırlık, her geçen saniyede daha da arttı. Bakışlarını tekrar Kubilay'a kaydırdı. Gözleri, daldığı derin düşüncelerle sabit bir noktada donmuştu.

Ayda, kucağındaki vişne suyunun pipetini elleri titreyerek pakete sokmaya çalıştı. Ama elleri bir türlü kontrol edemiyordu. Parmakları bir sağa, bir sola kaydı. Çabası boşa gidince başını öne eğdi.

Kubilay, göz ucuyla kızın meyve suyu paketini açamadığında gözlerini bir süreliğine kapattı ve içli bir nefes aldı. Gözlerini açıp kendi kucağındaki paketi aldı, pipeti açıp kolayca içeri soktu ve Ayda'nın eline tutuşturdu. Ayda bir an gözlerini ona dikti ama söyleyecek bir şey bulamadı. Kısa bir süre sonra açamadığı vişne suyu paketini Kubilay'a uzattı. Kubilay hiçbir şey söylemeden aldı ve kenara koydu.

Sessizlik bir süre daha sürdü. Kubilay'ın gözleri, hiç istemediği bir şekilde, Osman'a kaydı. İçindeki soru, artık onu boğacak gibi olmuştu. Bir an daha dayanamayarak, sert bir şekilde konuştu.

"Olay nasıl oldu?" dedi, sesi soğuk, kararlı ve içinde taşan öfkeyle. "Deniz nasıl vuruldu? Kim vurdu?"

Osman, sessizliğini bozmadan bir süre daha durdu. Yüzü ifadesizdi ama kaşları arasındaki çizgi derinleşmişti. Ellerini dizlerine dayayıp başını kaldırarak gözleriyle bir süre boşluğa baktı. Ardından ağır bir nefes aldı ama konuşmadı.

Mete, Osman'ın bir şey söylemesini bekler gibi ona baktı ama Osman'ın sessizliği uzadıkça Mete kaşlarını çatıp söze girdi.

"Birileri pusu kurmuş," dedi Mete. Sesindeki keskinlik dikkat çekiciydi. "Eyşan'ı vurmak istiyorlarmış ama Deniz, hepimizden önce fark etti ve Eyşan'a siper oldu."

Ayda, Kubilay'a dönüp bir şey söylemek ister gibi ağzını açtı ama ses çıkarmadı. Titreyen elleri hâlâ vişne suyunun paketini sıkıca tutuyordu. Kubilay, göz ucuyla, onun ellerine kısa bir bakış attı. Derin bir iç çekerek bakışlarını ameliyathaneye çevirdi. Gözleri hemen üzerindeki dijital ekrana ve yanında yanıp sönen kırmızı yazıya baktı. Kırmızı yazıda yazılan Deniz Güler ismi yeşile çevrildi.

İlk bistüri vuruldu.

Saat, 19:00'di.

Zaman, akrep için kırılan yelkovanı tamir etmeye başladı.

Kubilay, elini ağırca dizlerine sürtüp ayağa kalktığında meyve suyu paketi hemen yanındaki sandalyede öylece kaldı. Ağır adımlarla koridorda yürüyerek onlardan uzaklaşmaya başladığında Eyşan ve Osman, ayağa kalktı. Eyşan, büyük adımlarla Osman'ın kolunu kavrayıp Kubilay'ın peşinden yürüdü. Mete, tam kalkıp peşlerinden gidecekti ki Selçuk, kolundan tuttu ve kafasını iki yana salladı.

"Bırak, Osman var yanında yalnız konuşsunlar. Kubilay, öfkeyle Eyşan'a ters bir şey söylerse, ağrına gider kaldıramazsın Mete."

Mete, çenesini sıkıp kalktığı yere oturduğunda Ayda, başını hafifçe Cemile'nin omzuna yasladı.

Askeriyede yan yana yürüyen Barış ve Alev'in dikkati; onlara doğru ağlayarak, buz kesmiş suratlarıyla, hızla yürüyen iki kadın çekmişti. Alev, kaşlarını çattığında bir anda eli kalbine yaslandı. Dayanamayarak onların gelmesini beklemedi ve onlara doğru yürümeye başladı. Barış, çatık kaşlarının ardındaki şüpheyle Alev'in ardından yürüdü.

Alev, Yonca ile Lara'nın karşısında durduğunda kafasını iki yana salladı.

"Ne bu haliniz?"

Lara, Alev'in gözlerinin içine baktı.

"Eyşan'a pusu kurmuşlar. Deniz'de siper olmuş. Durumu kritikmiş."

Alev, duyduğu cümleyle bir adım geriye doğru sarsıldığında Barış'ın eli beline destek olmasaydı bayılacağını düşünmüştü. Yüreğinin acısı suratındaki bütün çizgilere doldu. O sırada Alperen, onları görüp yanlarına doğru yaklaştı.

"Bir sorun mu var?" diye sorguladığında Barış, ağırca ona baktı.

"Deniz vurulmuş." dedi ve ne yapacağını bilmiyormuşçasına Alperen'e baktı. Alperen, elini kolundaki fermuara götürüp aracının anahtarını çıkarttı.

"Nereye götürmüşler." dediğinde Barış, Alev'in koluna girdi ve Lara ile Yonca'yı önüne aldı. Lara, Alperen'e bakıp "Hastanedeler." dediği an Alperen, hepsinin önüne geçip elindeki anahtarı göstererek hızlandı. Barış, Alev'i sarsmadan yürütmeye başladığında Lara ile Yonca'da hızlı ama dikkatli adımlarla Alperen'e yetişmeye çalışıyorlardı.

19:30

Kubilay, parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı dudaklarına yaslayıp büyük bir nefes çekti. Kâğıda sarılmış tütünün parçalanmış zehri ciğerlerine dolarken, ruhundaki acı havaya süzüldü. Gözleri gökyüzünde asılı kalan ayda kalırken gözlerini kapattı. Yanına yaklaşan adım seslerini işittiğinde sigarasından iki nefes çekti.

İki kanadında duran adımlar, sessizce sigaralarını çıkarttıklarında iki çakmak sesi duyuldu. Kubilay gözlerini açtığında dudaklarının arasından çıkan sigara dumanı gökyüzündeki ayın üzerine bir bulut misali yükseldi. Kubilay'ın gözleri yeniden o ayda kaldığında derin bir nefes aldı.

Kubilay, gözleri dolmuş bir şekilde, başını ağırca eğerek, "Özür dilerim, Eyşan abla. Deniz'in seni koruduğunu bilmiyordum." dedi. Sözcükleri, kelimelerin yetersizliğini hissedercesine, dudaklarından düşerken bir anlam taşımıyordu. Parmaklarının ucunda durmaya devam eden sigarasını, derin bir nefes alarak dudaklarına yerleştirdi. İçtiği her duman parçası, acısını biraz daha içinden dışarı atmaya çalışıyordu. Ancak ruhundaki boşluk ve içsel karanlık, sigaranın dumanı gibi bir türlü kaybolmuyordu.

Sol gözünden süzülen yaş, yere damladığında, gözleri adeta kaybolmuştu; sanki gözyaşlarıyla birlikte ruhu da düşüyordu. Eyşan ve Osman, Kubilay'ın sırtındaki hasarlı kanatlarına dokunduğunda, acı içindeki bir insan gibi, kanatlarını bir an için sarmaladı. Ama sonra, bu yükün altında daha fazla duramayacağını hissederek, kanatlarını iki yana açtı. O anda, Eyşan ve Osman'ın elleri sırtına yaslandı, derin bir sessizlik içinde birbirlerinin varlıklarında bulundular.

Eyşan, Kubilay'ın gözlerindeki derin acıyı gördüğünde, içindeki empatiyi bastıramadı. "Özür dileyecek bir şey yok, Kubilay," dedi, sesi titrek fakat kararlıydı. "Hiçbir şey için suçlu değilsin." İçindeki duygusal yük, sözlerini ağırlaştırmıştı ama yine de yumuşak bir dokunuşla söyleyebilmişti.

Osman ise, karanlık gecede söylenen bu sözleri içtenlikle kabul ederek, gözlerinin içine bakarak başını hafifçe salladı. "Deniz sağ salim çıkacak oradan." dedi ama kelimeler, onu tatmin etmekten çok, sadece boş bir umut gibi havada asılı kaldı. Fakat, sözlerinin gerçekliği Osman'ın kendisini bile güçsüz bırakıyordu.

19:40

Kubilay, kafasını salladığında gelen arabanın önlerinde durduğunu fark ettiler. Kubilay, araçtan çıkan Yonca'ya sarılmak için kollarını Eyşan ve Osman'ın omuzlarından çekip Yonca'sına adımladı. Yonca, kollarını havaya kaldırıp Kubilay'ın beline sarıldığında Kubilay, Yonca'ya sarılıp sol yanağını Yonca'nın saçlarına yasladı.

"Kubilay."

Kubilay, Yonca'nın sesiyle yanağını saçlarından çekti ve yüzünü Yonca'nın boynuna gömüp omuzlarını büktü. Hıçkırarak ağlamaya başladığında Yonca, sırtını okşadı. Yüzlerindeki acı, içsel bir fırtınanın izlerini taşıyor, ruhunun derinliklerinden yükselen bir ağırlık gibi her hareketinde belirginleşiyordu.

20:00

Kubilay, Yonca, Eyşan, Osman, Lara, Alev, Barış ve Alperen ameliyathaneye doğru ilerlerken Alperen'in bakışları uyuyan kız kardeşine takılı kaldı. Cemile'nin omzuna yaslanmıştı ve burnu kıpkırmızıydı. Kaşları hafifçe büzülüp yukarıya doğru yükseldi. Hareketsiz bir şekilde kardeşine bakmaya devam ettiğinde dudağının sağ kenarı acıyla kırıldı. Bakışları ameliyat kapısına çevrildiğinde gözlerini kapattı.

Kubilay, onun bu hareketini gördü. O da ameliyathaneye baktı. Aralı dudaklarının arasından büyük bir hava çekip kafasını ağırca iki yana salladı. Sağ kolunun altındaki Yonca'nı biraz daha kendine çekip sandalyeye doğru yönlendirdi. Eyşan, Mete'nin yanına oturduğunda yanağını Mete'nin göğsüne yasladığında Mete, göğsünü yükseltecek bir nefes aldı. Kollarını Eyşan'ın bedenine sardı.

Selçuk, Caner'e baktı ve kafasıyla çıkışı işaret etti. Caner, ifadesiz bir suratla ayağa kalkıp Lara'ya kafa selamı verdi ve Selçuk ile birlikte çıkışa doğru yürümeye başladı. Alperen, ayakta duran bedenini kız kardeşinin yanına bıraktığında yavaşça ellerini kız kardeşinin kollarına yasladı. Kubilay, meraklı gözlerle Alperen'i izlediğinde Alperen, kız kardeşinin kafasını aldı ve göğsüne yasladı.

Alperen, Ayda'nın saçlarını okşamaya başladığında bakışlarını ameliyathaneye çevirdi. Kubilay, bu hareketi gördükten sonra artık bir şeyden emin olmuştu. Yanındaki Yonca'sına sarıldı ve derin bir nefes alıp karısının kafasını göğsüne yasladı.

20:15

Ameliyathanenin kapısı aralandığında Kubilay, Yonca'dan dikkatli bir şekilde hızla ayrıldı ve ayağa kalktı. Herkes ayağa kalktığında çıkan hemşire çok hızlı bir şekilde ona bakan gözleri süzdü.

"Deniz Güler için yeniden AB pozitif kana ihtiyacımız var. Daha önce vermişler maalesef yeniden veremez."

"Ben veririm."

"Ben veririm."

Barış ve Alperen'in sesi aynı anda koridorda yankılandığında Kubilay, dişlerini sıktı. Kenardaki hemşire onları alıp kan alım odasına götürdüklerinde yeniden herkes koltuklarına gömüldü.

21:05

Mete ve Osman; Eyşan, Alev, Ayda, Lara, Yonca ve Cemile'yi alıp kantine gitmiş, yemeklerini yemelerini sağlayıp, yeniden koltuklarına geri getirmişlerdi.

22:56

Selçuk, direksiyondaki parmaklarını sıkarken göz ucuyla Caner'e bakıp yola geri döndü.

Selçuk, "Çilingir'den bir haber var mı?" diye sorduğunda Caner damağını şaklattı.

"Hayır yok." dedi ama sonra bir anda Selçuk'a baktı. Tek kaşı sorgulayıcı bir şekilde yukarıya kıvrılmıştı.

"Çilingir'den mi şüpheleniyorsun?"

Selçuk, kafasını iki yana salladı. Bakışlarını yoldan çekip sağ omzunun üzerinden Caner'e baktı.

"Bünyamin'den şüpheleniyorum." dedi ve yola doğru döndü. Sinirli bir ruh haline büründü. Alt dudağı dişlerinin arasında ezilip serbest kaldığında kaşları git gide çatılıyordu.

"Ya o dosyanın içeriğini bildiğimizi öğrendi ya da... ya sabır."

Caner, Selçuk'un dediklerinden hiçbir şey anlamamışçasına ona bakmaya devam ederken Selçuk, burnundan soludu.

"Eyşan'ın Güvercin Timi komutanı olduğunu ve her emrin ondan geçtiğini biliyor. Dosya içeriğini de öğreneceğini düşündü ve doğru bildi. Eyşan olmazsa, Mete'nin de tek komutan olarak kalacağını fark etti."

Caner, Selçuk'un dediği cümleleri zihninde tartmış olmalıydı ki ağzı aralı ve kaşları çatık bir şekilde kaldı ve bakışlarını Selçuk'tan korkuyla kaçırdı. Karşısındaki akıp giden yola bakarken kafasını iki yana salladı.

Caner, "Mete'yi ikna edebileceğini bildiği için de Eyşan'ı vurmak istedi." dedi. Sesindeki dehşet tonu arabanın içinde kulaklarında yankılandı.

Selçuk, Caner'in sonunda söylediklerini onaylarcasına kısa bir süre sessiz kaldı. Direksiyonun üzerindeki parmakları daha da sıkıldı, sanki bu şekilde içindeki öfkeyi dizginlemeye çalışıyormuş gibiydi. Sonunda derin bir nefes alarak konuştu.

"Tahminimce şu an Çilingir, her yerde Bünyamin'i arıyor. Çünkü şüphelendi."

Caner, yüzündeki dehşet ifadeyi hâlâ atamamıştı.

"Peki Çilingir'i nasıl bulacağız?"

Selçuk, kafasını iki yana salladı.

"İşte onu bende bilmiyorum."

02:20

Sükûnet bir yılandır.

Sessizce kıvrılır, sabırla bekler. An gelir, ani bir hamleyle gizlediği gerçek yüzünü gösterir. Onun huzur dolu sessizliği, altında sakladığı keskin dişlerin habercisidir. Herkesin güvenle sığındığı o sakin an, en büyük darbeyi vurabileceği zamandır. Sükûnet, bekleyişin en tehlikeli halidir.

Eyşan'ın kafası Mete'nin dizlerine yaslıyken, Yonca'nın kafası da Kubilay'ın dizleri üzerindeydi. İki kadının kafası birbirine bakar bir şekilde uzanıyorlardı. Mete, sağındaki açılmamış sulardan birini alıp kapağını açtı ve Kubilay'a doğru uzattı. Kubilay, derin bir nefes alıp dudağını hafifçe büktü ve Mete'nin elindeki suyu aldı.

Birkaç yudum alıp kapağı almak için elini uzattı. Mete, ona kapağı verdiğinde Kubilay, şişenin ağzını kapattı ve yana koydu. Boğazını temizleyip kafasını hafifçe Mete'nin omzuna yasladı. Mete, kafasını hafifçe sola doğru eğdi ve Kubilay'ın yalnız olmadığını hissettirdi.

Osman, Cemile, Alev ve Barış; dışarıdaki Şırnak'ın ayazına rağmen üzerlerindeki asker üniformalarıyla, kapının kenarına çökmüş sigara içiyorlardı.

Alev, "Daha bugün söyledim ben ona. Şu hâle bak." diye mırıldandı ve sigarasından bir nefes daha çekti. Osman, anlamamışçasına Alev'e baktığında Barış, gözlerini etrafta gezdirdi.

Osman, tek kaşını kaldırıp "O ne demek?" diye sorguladığında Alev'in üst dudağının kenarı öfkeyle kıvrıldı.

Alev, "Acıma yetime gelir koyar götüne." diye tısladığında onu anlayan sadece Barış olmuştu. Bileğindeki saate baktığında içli bir nefes çekti. Caner ve Selçuk, hâlâ dönmemişti.

02:30

Ayda, abisi Alperen'e yaslı yüzünü hafifçe kaldırıp doğrulduğunda bakışları ameliyathanenin kapısına çevrildi. Alperen, onun uyandığını fark ettiğinde kolunu kardeşinin omzundan çekti ve rahat oturması için onu bıraktı. Ayda, arkasına yaslanmasına rağmen bakışları o ameliyathanenin kapısından çekmedi.

04:56

Selçuk, sertçe el frenini çekip torpido gözüne uzandı. İçindeki iki silahı alıp elinin tersiyle kapattı ve silahlardan birini sol eline alıp diğerini Caner'e uzattı.

Selçuk, "İkisinin de ruhsatları bana ait. Şarjörü kontrol et. Güvenlik amaçlı yanımızda taşıyalım." dediğinde Caner, silahı aldı ve Selçuk'un dediğini yaptı. Silahı beline sıkıştırırken bakışlarını dışarıda gezdirdi.

"Burası neresi?" diye sorduğunda Selçuk, dudaklarına küçük, sinsi bir tebessüm bürüdü.

"Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır Zirve. Gel benle." dedi ve kapının kulpunu açıp sol ayağını dışarıya attı ve arabadan indi. Caner, kaşlarını kaldırıp indirirken kapıyı açtı ve sağ ayakla arabadan inip kapıyı kapattı.

Selçuk, arabanın kapısını sertçe kapattıktan sonra gözlerini çevrede gezdirdi. Gözleri bir anlığına ilerideki harabe bir binada duraksadı. Elleriyle belindeki silahı kontrol ederken omuzları gerginleşmişti. Caner, onun bu hâlini izlerken gözlerini kısmıştı.

"Ne arıyoruz burada?" diye sordu, sesi şüphe doluydu.

Selçuk, arkasını dönmeden konuştu. "Soruların her zaman mantıklı mı olmak zorunda, Zirve?" dedi, dudaklarındaki sinsi tebessüm daha da belirginleşerek. "Bazen sadece adım atarsın. Bazen de sessizce izlersin."

Caner, gözlerini kısıp onun peşinden yürümeye başladı. "Her seferinde felsefe yapmanı mı dinleyeceğim?" diye sordu alaycı bir tonla.

Selçuk, arkasına dönüp bir an için Caner'in yüzüne baktı. "Felsefe değil, gerçekler," dedi ve sonra başıyla ilerideki binayı işaret etti. "Oraya gireceğiz. Ama sakin ol, içeride kimseyi korkutmaya niyetim yok. Şimdilik..."

Caner, Selçuk'un ne demek istediğini anlamamıştı ama bu onun için alışıldık bir durumdu. Selçuk'un planları genellikle açık bir sır gibiydi; birazını görebilir, çoğunu tahmin edemezdi.

Binanın önüne geldiklerinde Selçuk durdu. Kapının üzerindeki paslı kilidi inceleyip başını iki yana salladı. "Zamanında bu tür şeyler daha sağlam yapılırdı," dedi, ardından belindeki silahı çıkarttı ve namluyla kilide vurdu.

Caner, gözlerini devirdi. "Çilingir'in gözü yaşlı. Kilitlere çok nazik davranırdı. Ayrıca senden daha zarif bir giriş beklerdim Viran Ege."

Selçuk, omuz silkip kapıyı açtı. "Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır demiştim, hatırlarsan. Zarafet bende başka şekillerde tezahür ediyor," dedi ve kapıdan içeri adım attı.

Caner içeri girdiğinde gözlerini çevrede gezdirdi. Ortam karanlık ve rutubet kokuyordu. Paslı metal kutular ve duvara asılmış tozlu haritalar dikkatini çekti. "Burası neyin merkezi?" diye sordu, sesi alçak ama merak doluydu.

Selçuk, yerdeki tahta kutuyu ayağıyla kenara itip cevap verdi. "Eski bir saklanma yeri. Ama artık bizim için bir buluşma noktası."

Caner'in kaşları kalktı. "Kiminle buluşuyoruz?"

Selçuk, bir köşeye ilerleyip eski bir masanın üzerindeki tozları eliyle sildi. "Birazdan öğreneceksin. Ama önce burayı temizlememiz lazım. Misafirperverlik önemli."

Caner, derin bir nefes alıp Selçuk'un ne planladığını anlamaya çalışırken, sessizlik sadece dışarıdaki rüzgârın uğultusuyla bozuluyordu.

05:05

Selçuk masanın üzerindeki son tozları da silerken derin bir nefes aldı ve Caner'e dönüp göz kırptı. "Hadi bakalım, Zirve. Şimdi dikkat etme zamanı," dedi.

Caner, sabrını zorluyormuş gibi bir yüz ifadesi takındı ama bir şey söylemedi. Selçuk'un bu tarzları alışılmış bir durumdu ve en iyi yanıt genellikle sessiz kalmaktı. Bunun yerine, belindeki silahı kontrol edip masaya yaklaştı.

Tam o sırada dışarıdan gelen bir motor sesi ikisinin de dikkatini çekti. Selçuk, başını hafifçe yana eğip Caner'e işaret etti. "Sessizlik," dedi kısık bir sesle. Belindeki silahı çıkarıp masanın kenarına yaslandı. Gözleri kapının yanındaki küçük açıklığa dikilmişti.

Motor sesi yavaşça azaldı ve ardından ayak sesleri duyulmaya başladı. Biri dışarıda dolaşıyordu, adımları dikkatlice ölçülüydü. Caner, Selçuk'a sessizce baktı, kaşları çatılmıştı. Selçuk, ona sakin bir baş hareketiyle beklemesini işaret etti.

Kapının hemen dışından alçak bir ses duyuldu. "Ege," dedi bir erkek sesi. Tonu kendinden emin ve kontrollüydü.

Selçuk'un yüzüne küçük bir gülümseme yayıldı. Silahını beline geri koyarken kapıya doğru yürüdü. "Kapılar hep açık. Ama misafirimin kim olduğunu bilmek isterim," dedi. Kapıyı hafifçe aralayıp dışarı baktı.

Kapının önünde duran adam, siyah deri ceket giymiş, yüz hatları keskin ve kehribar gözleri sert bir ifadeyle Selçuk'a bakıyordu. Yanında başka kimse yok gibi görünüyordu.

"Yalnız mısın?" diye sordu Selçuk, gözlerini adamın arkasındaki karanlığa kaydırarak.

Adam başını salladı. "Şu an için yalnızım. Ama acele etsek iyi olur. Zamanımız sınırlı."

Selçuk, adamın yüzüne dikkatlice baktıktan sonra bir adım geri çekildi ve kapıyı sonuna kadar açtı. "Peki öyleyse, hoş geldin," dedi, sesi temkinli bir sıcaklık taşıyordu. Adam içeri adımını attığında, Caner'in gözleri Selçuk'la adam arasında gidip geliyordu.

"Bu kim?" diye sordu Caner, hafif bir şüpheyle.

"Orkun Yel," dedi Selçuk. Sesinde tanıdık bir güven vardı. "Eskiden devremdi, şimdi... en üst birimin gözü kulağı. Bazen de gölgesi."

Orkun hafifçe gülümseyerek Caner'e doğru yürüdü. "Övgü dolu sözlerin için teşekkür ederim, Turalı. Ama pek doğru sayılmaz. Artık herkes bir parça gölge, değil mi?" dedi, ardından Caner'e elini uzattı. "Orkun Yel. Strateji ve İstihbarat birimi. Şu an iş için buradayım."

Caner, Orkun'un elini sıktı ama gözleri hâlâ temkinliydi. "Strateji ve İstihbarat mı? Pekâlâ, bu işin ciddiyeti iyice arttı demek ki," dedi, ardından Selçuk'a döndü. "Bize bundan daha önce bahsetmemiştin."

Selçuk omuzlarını silkti. "Çünkü konuşulacak bir şey yoktu. Orkun'un ne zaman geleceğini bilmiyordum. Onu buraya getiren konu, hepimizi ilgilendiriyor."

Orkun başını salladı ve konuşmaya başladı. "Sizinle doğrudan bağlantılı ve olaylar tehlikeli bir hal aldı. Selçuk, sabah benden birini araştırmamı istedi. Araştırdığım kişinin dosyası bir hayli kabarıkmış. Hedef hâline geldiğinizi biliyorsunuz, değil mi?"

Selçuk'un yüzü ciddileşti. "Evet, hatta bir arkadaşımız şu an ameliyathanede can çekişiyor. Yedi kurşun yedi sırtına.

Orkun'un kaşları çatıldı.

"Yapacağını düşünmüştüm ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Asena yüzbaşı iyi mi?"

Selçuk, Orkun'un kaşlarının çatıldığını görünce sessiz bir nefes alıp devam etti. "Evet iyi Orkun, ben başından beri Bünyamin'den şüpheleniyorum. Tetikçi olmasa da azmettirenin o olduğunu düşünüyorum."

Orkun, derin bir nefes alıp bakışlarını bir an yere dikti. Ardından tekrar Selçuk'a döndü. "Evet, Bünyamin'in dosyasını açtığımda karşıma çıkanları gördüm. Adamın sicili zaten temiz değildi ama bu kadar organize bir yapının içinde yer aldığını bilmiyordum. Bu iş yalnızca sizin timi değil, daha büyük bir operasyonu da tehlikeye sokabilir."

Caner, Orkun'un söylediklerini anlamlandırmaya çalışıyormuş gibi kaşlarını çattı. "Bir saniye, bir saniye." dedi ve Selçuk'a baktı. "Sen bana sabah sadece 'Barış'a gidip Bünyamin, timinden birini vurmuş diyeceksin, dedin. Ardından da o da gidip Alev'e söylesin, dedin. Alev'de Eyşan'a çıtlatsın.' dedin? Biraz önce de Bünyamin'in, Eyşan'ı vurmak istediğini söyledin." deyip Orkun'a döndü. "Sende organize bir yapıdan bahsettin ne alaka? Ayrıca bizim neden bu organize yapıdan haberimiz yok?"

Orkun, Caner'e döndü. Gözleri sert bir ifade taşıyordu. "Bundan kimseye bahsedilmedi, çünkü bu bilgi sınırlı erişime sahip. Ancak şimdi işler değişti. Bünyamin'in bağlantıları, sadece yerel bir tehdit değil. Daha büyük bir ağa bağlı olduğunu keşfettim."

Selçuk, bir an durakladı. Gözlerini Orkun'a dikti. "Bize açıkça söyle, Orkun. Karşımızda kim var? Bu ağ ne kadar büyük?"

Orkun, derin bir nefes alıp bir adım attı. Karanlık bakışları Selçuk'un üzerine kilitlendi. "Bu ağ, yeraltında faaliyet gösteren uluslararası bir grup. Elias Farouq için çalışıyorlar. Kara para aklama, silah kaçakçılığı ve istihbarat sızdırma konusunda oldukça aktifler. Bünyamin, bu organizasyonun Türkiye'deki kilit oyuncularından biri. Ancak şu an için hedeflerinde siz varsınız. Çünkü Güvercin Timi her zaman değerliydi ve yine Güvercin Timi, Elias Farouq'un kız kardeşi Rojin'in katili."

Caner'in yüzü iyice gerildi. "Ve bu yüzden pusu kuruldu."

Orkun başını hafifçe salladı. "Aynen öyle. Güvercin Timi komutanı Asena Eyşan Çakır'ı vurmak istediler. Bu hem bir mesaj hem de bir uyarıydı. Ancak durmayacaklar. Hedeflerini susturmak için her yolu denerler."

Selçuk, Orkun'un gözlerine dik dik baktı. "Peki, bundan sonra ne yapmamız gerekiyor? Beklemek bizim tarzımız değil."

Orkun, dudağının kenarında küçük bir gülümseme belirdi. "Bu yüzden buradayım. Bir sonraki adımımızı planlamak için birlikte çalışacağız. Ama önce, dosyayla ilgili başka kimlerin bilgisi olduğunu öğrenmemiz gerek."

Selçuk, başını yavaşça salladı. "Anladım. Ama unutmadan söyleyeyim Orkun, bu işte kimse yalnız yürümüyor. Ne gerekiyorsa yaparız."

Orkun, Selçuk'un omzuna hafifçe vurdu. "Bunu biliyorum, Turalı. İşte bu yüzden seni devrem olarak görmek her zaman güven veriyor."

Selçuk hafif bir tebessüm etti, ardından tekrar ciddileşti. "O zaman başlayalım."

06:47

Güvercin Timi, şafağa gidiyordu.

Kanlı gece, gökyüzünün karanlık sahnesinde bir yara gibi asılı duruyordu. Ay, bulutların arasından çekingen bir yüzey gibi süzülürken, yıldızlar o uğursuz ışıltılarını kaybetmiş, adeta hüzne boyun eğmişlerdi. Gecenin soğuk nefesi, toprağa işleyen bir ağırlık gibi hissedilirken, ufkun derinlerinde beliren o incecik kızıl çizgi, şafağın fısıltılarıyla kendini belli ediyordu.

Saatler, zamanın ağır ayak sesleriyle ilerlerken, karanlığın omuzlarındaki yük hafiflemeye başlamıştı. Zifiri gökyüzü, rengini kaybediyor, ölümün koyu örtüsü yavaşça bir doğumun habercisi olan alacakaranlığa bürünüyordu. Kanla yoğrulmuş bu uzun gecenin sonu, sanki varoluşun kendisine yazılmış bir ağıt gibi görkemle yakınlaşıyordu.

Şafağa doğru ilerleyen bu zaman dilimi, göğün kanatlarında asılı kalan bir uyanışı müjdeliyor gibiydi. Toprak, karanlığın ağırlığını bırakıp güneşin ilk sıcak nefesini beklerken, insanın yüreğindeki sessiz umut da o kızıl hüzme ile birlikte yükseliyordu. Gecenin zifir karanlığı, şafağın merhametiyle yer değiştiriyor; adeta kederle yoğrulmuş bir destan, umutla mühürleniyordu.

Herkes ayakta bekliyordu.

Omuzlarında birer ağırlık, zihinlerdeki bekleyiş sanki yeri göğü delmeye hazır bir ok gibiydi. Sessizliğin içinde kalplerin atışı duyulabiliyor, her nefes alınışta gecenin o ağır melodisi ciğerlere doluyordu.

07:00

İlk ışık huzmesi gökyüzünü deldi.

Ameliyathanenin kapısı aralandı.

Herkes doktorun önünde toplandı. Kubilay, Eyşan ve Ayda hepsinin önüne geçmişti. Gözlerinde bekleyişin ve korkunun karmaşası, tüm vücutlarına sinmişti. Bir adım dahi geriye atmak istemiyorlardı, çünkü geriye gitmek, bir kaybı kabul etmek gibi geliyordu.

Aynı anda, "Deniz'in durumu nasıl, doktor bey?" diye sordular.

Doktor, kafasındaki cerrahi boneyi çıkartıp avuçlarının içinde sıktı. Yüzündeki ifadenin ne kadar ağır olduğunu anlamak zordu; ama gerginliği, her geçen saniye içinde daha da artıyordu. Bir an için sessizlik oldu, herkes nefesini tutmuştu. Kubilay'ın elleri hafifçe titriyor, Eyşan'ın dudakları arasından iç çekişler yankı buluyordu. Ayda'nın nefes alışverişleri hızlanmıştı.

"Ameliyat çok zorlu geçti," dedi doktor, sesi ağırlaşarak. "Yedi kurşun, çok tehlikeli bölgelere isabet etmişti. Böbrek üstü, kulunç kemiği ve omurga... Her biri hayati risk taşıyan alanlardı. Şu anda durumu stabil fakat hâlâ kritik. Ne olacağını görebilmemiz için önümüzdeki birkaç gün çok önemli olacak. Yoğun bakıma alacağız."

Bir an için her şey sessizliğe büründü. Zihindeki düşüncelerle beraber, hava dahi ağırlaşmış gibiydi. Kubilay bir adım geriye gitti, sanki dizlerinin bağı çözülmüşçesine. Eyşan, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, fakat ciğerlerine giren hava, ruhunu rahatlatmaktan çok daha fazlasını gerektiriyordu. Ayda ise gözleri, doktorun her kelimesiyle daha da bulanıyordu. İçindeki korku, karanlıkta kaybolan bir umut gibi, yavaşça silinmeye başlamıştı.

"Hayatta kalabilir mi?" diye sordu Kubilay, titreyen sesini zorla kontrol ederek.

Doktor, başını sallayarak, "Bu saatten sonra her şey ona bağlı. Biz yapmamız gereken her şeyi yaptık. Vücudu çok zor bir sınavdan geçti. Ve şimdi hayatta, onun yaşamayı ne kadar istediğini sınayacak," dedi fakat bakışlarında belli belirsiz bir endişe vardı.

Herkes birkaç saniye boyunca birbirine bakarak hiçbir şey söylemedi. Duygular, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar yoğun ve karmaşıktı. Gözlerinde, kaybetme korkusuyla karışmış bir umut vardı.

 Gözlerinde, kaybetme korkusuyla karışmış bir umut vardı

DENİZ GÜLER

 

 

 

 

DENİZ GÜLER

 

 

 

 

Eyvah Neye Yarar, Semicenk

Ayda kalmış bir gecenin içinde kaybolan yetimhane çocuğuydum.

Aydan sızan bir ışığın altında, öksüz ve yetim kalan ben; karanlığın derinliklerinde kaybolmuş bir ruh gibi, yalnızlığın soğuk kucaklamasında debeleniyorum.

Bedenimdeki o keskin soğuğu tanıyordum. Bir bıçak misali, üzerimdeki kazaktan içeri dalıp tenimin buz kesmesine neden oluyordu. Tabanı delik ayakkabıdan içeriye giren suyun nemi, kat kat giydiğim çorabın bile kuru taraflarını işgal etmişti.

Kollarımı birbirine sımsıkı sararak ilerlemeye devam ettiğim o yolda nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Biraz ekmek ve para nasıl kazanırım düşüncem vardı ama nasıl olacağı hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Yaşım on beş idi. On beş yaşındaki bir çocuk hayatın içindeki kötülüklerden bihaber iken yetimhaneden ayrılıyor olması da cabasıydı.

Adım, Deniz'di.

İsim listesinden seçilen, Deniz Güler.

Ben değil ama hayat, bana götüyle gülüyordu.

Ay ışığının gölgeler arasından süzüldüğü o gece, ne kadar adım attığımı bilmiyordum ama kapalı bir dükkândan dışarıya sızan ışık huzmesi beni kendine doğru çekmişti. Kapının önüne vardığımda üstündeki 'Açık' ibaresi soğuktan kurumuş dudaklarımın acıyla iki yana genişlemesine neden olmuştu. Kapıyı içeriye doğru ittirip içeri girdiğimde yaşlı, gözüne bal çalmış bir adam bana baktı ve üzerimi süzdü.

"Üşümüyor musun, çocuk?"

Kurduğu cümleden sonra oturduğu sandalyeden kalktı ve bana doğru yaklaştı. Ağır ve güçlü adımları, yüzünde birikmiş yılların izleri her ne kadar ürkütücü gelse de bana bir şey yapmayacağını düşündüm ki öyle de oldu. Elini alnımın üzerine yaslayıp derin bir nefes aldı ve yavaşça arkasına döndü. Kahverengi, demir sobanın üzerindeki çaydanlığı aldı. Titreyen elleriyle büyük su bardağını hedef alıp çay doldurdu.

Saniyeler sonra çaydanlığı kenara bırakıp dolu bardağı almam için bana işaret yaptı. Küçük adımlarla bardağı soğuk avcumun arasına aldığımda derin bir nefes aldım. Hemen yanıma bıraktığı sandalyeye oturup elimdeki çaydan bir yudum aldım. Boğazımdan akıp giden sıcak sıvı zihnimde yalnızca bir sorunun doğmasına neden olmuştu.

Nasıl hayatta kalacaktım?

Elimdeki bardağı kenara bırakıp ayağa kalktığımda elini hafifçe ekmek rafına vurdu.

"O çay bitecek."

Sert ve gür sesi koyduğum bardağı yeniden elime almama sebep olmuştu. Uzun süren sessizlik ben çayı bitirene kadar sürmüştü. Boş bardağı yeniden bıraktığımda yaşlı adamın öksürüğüyle ona dikkat kesildim.

"Hayatta tesadüflere inanır mısın çocuk?"

Tesadüf, o neydi ki? Hayatın ne olduğunu kendi yaşantısıyla anlayan bir insan, nasıl olurda hiç bilmediği bir kelimeyle yan yana geldiğinde ne olacağını bilmezdi? Kendine gelen dudaklarımı ıslatıp derin bir nefes aldım.

"Ben, tesadüfün ne olduğunu bilmiyorum." dedim, yavaşça. Yaşlı adam bu durumu hiç yadırgamadı ve elini yeniden masanın üzerine bıraktı.

"Ben bugün oğlumu kaybettim çocuk ve sen bugün beni buldun."

Ona bir ailenin ne demek olduğunu, oğlunu ne kadar sevdiğini sormak, kaybettiğinde ise neler hissettiğini öğrenmek istedim ama soramadım.

"Ne oldu çocuk, yüzünden düşen bin parça?" diye sorguladığında ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerimden bir şeyler akmaya başladı ama sesim çıkmadı, sanki o kadar derin bir boşluk vardı ki, kelimeler birer gölge gibi kayboluyordu. İçimdeki karanlıkla, yaşlı adamın yüzüne baktım.

O an, kaybettiği oğlunun yokluğunda kaybolmuş, yılların birikimiyle yorulmuş bir adamı görmek, bana kendi kayıplarımı hatırlattı. Ne yapmam gerektiğini düşünürken, sadece ellerimi masaya dayadım ve "Benim de kaybım var," dedim ama sesim öylesine sönük çıkmıştı ki, bu sözcüklerin bile bir anlamı yok gibiydi. Yaşlı adam, kaşlarını sorgularcasına yukarıya çektiğinde derin bir nefes alıp verdim.

"Yetimhanede büyüdüm ben. Ebeveyn yoktu. Şimdi ise artık hiçbir şeyim yok." diye mırıldandığımda bala bürüdüğü gözlerini birkaç kere kırptı ve derin bir nefes verdi.

"Yüce rabbim yarattığı kula neden böylesine bir ceza verir ki desem günaha girmiş olurum. Canı üfleyen ve alan aynı kişiyken neden sadece çocuklar üzülür?" sorusu, havada yankılandı ve o an, bir zamanlar kaybettiği şeyleri arayan birinin acısına dönüştü.

Yaşlı adam başını hafifçe sallayarak, bana doğru bakmaya devam etti, ama gözleri başka bir dünyada kaybolmuş gibiydi. "İnsana nefes, bir amacı olsun diye üflenir. Kendine bir yol çizebildin mi çocuk?"

Kafamı iki yana salladım.

Gülümsedi.

"Asker ol." dedi ve ardından çenesini kaldırıp arkasındaki ay yıldızlı bayrağa sarılmış tabut resmine baktı. "Benim oğlumun hem babası hem de vatanı vardı."

Bakışları ağırca bana çevrildiğinde bala çalan gözlerinden şeffaf gözyaşları sızdı.

"Vatan senin, anlamını yalnızca yaşayarak öğrenebileceğin ailen olsun."

Ayın üzerime vurduğu ışıktaki o gece, o yaşlı adamı dinledim. O anı, bir yemin gibi içimde taşıdım. Birlikte her şeyin yeniden inşa edileceği o topraklara, o inançla adım attım.

Asker oldum.

Güvercin Timinin Deniz'i oldum.

Hayat bana, daha önce hiç vermediği ama artık ait olmamı istediği bir aile verdi.

Üzerimize devrilen günlük bir gecenin bağrında, gökyüzünden bir kadın misali salınan ayın gölgesi üzerimize vuruyordu.

"Deniz be! Bir şarkı patlat da kulağımızın pası silinsin hea?"

Bakışlarımı parmaklarımın arasına sıkıştırdığım kadehten çekip Kubilay'a baktığımda yüzündeki gülümseyen suratına kafamı salladım. Bakışlarımı ondan kaçırıp karşımızda oturan Osman'a baktığımda Kubilay'a bakıp gözlerini devirdiğinde gözlerini kadehe indirdi. Rakımdan bir yudum alıp gözlerimi kapattım.

"Sevenin gönlünde umut olmasa
Hayal neye yarar, düş neye yarar?"

"Sevilmekten yana hiç şansın yoksa
Talih neye yarar, şans neye yarar?"

"Sevilmekten yana kısmetin yoksa
Talih neye yarar, şans neye yarar?"

"İçine sığmayan efkârın varsa
Eyvah neye yarar, ah, neye yarar?

Gözlerimi açıp rakıya baktım.

"Teselli edip de avutmuyorsa
Kadeh neye yarar, mey neye yarar?
Kadeh neye yarar, mey neye yarar?"

Dudaklarım yeniden dikilmiş misali kapalı kalırken Kubilay, sertçe sırtımı sıvazladı.

"Ne zamandır soracağım, soramadım. Ee, Ayda ile ne zaman konuşacaksın?"

Kelimeleri basit ama vuruş etkiliydi. O an içimde koca bir boşluk açıldı.

Bu kadar kolaydı mı sanki?

"Merhaba Ayda, biliyorum, Alperen beni lime lime edebilir ama senin kızaran yanakların için her şeyi göze alırım mı diyeceğim?"

Kendi iç sesime ilk kez dişlerimi göstererek gülümsediğimde kafamı iki yana salladım.

"Ohooo, gitmiş lan bu. Bu kadar düşünme be oğlum. Seviyorsan da git konuş. Ölümlü dünya, yarın ne olacağını bilemezsin."

Kubilay'ın sesi bir bıçak gibi düşüncelerimi böldü. Ona baktım. Ciddiydi bu sefer. Alaycı bakışlar yerini neredeyse meraka bırakmıştı. Masaya döndüğümde sessizlik kısa bir süre daha sürdü. Kubilay, omuzlarını silkip başka bir şey söylemeden kadehinden bir yudum aldı. Ama biliyordum; bu sessizlik sadece geçici bir molaydı.

"Gönlüm nasır tutmuş bir sabır taşı
Yağmura özenmiş gözümün yaşı
Kaybettim aşkımla olan savaşı
Eyvah neye yarar, şans neye yarar?"

Zihnimin en karanlık yerinde bir mum ışığı yandığında gözlerimin odağındaki arabadan bir elin dışarıya uzandığını gördüm. "Odaya niye gelmedin? diye soran, beni benliğimin içinden çekip çıkartmış ablama uzatılan namlunun ucuyla, koluna sarılmam bir olmuştu.

"Eğilin!"

Boğazımı bir bıçak misali kesen sözcük, onun bedenine siper olduğum anda sırtıma ilk darbesini indirmişti.

"Deniz!"

İlk kurşunumdu.

Daha önce hiç vurulmamıştım.

Aşkımın yoluna attığım ilk adımda vurulmuştum.

"Kaybettim aşkımla olan savaşı
Eyvah neye yarar, şans neye yarar?"

💔

11 Nisan 2022 / Şırnak

Ayda Gündüz, Ağzından

 

 

 

 

Sen Bilmezsin, Dedublüman

Hayat, ne demekti?

Bize bir zaman karşılığı vaat edilen fakat ne zaman elimizden alınacağını bilmediğimiz bir yaşam felsefesi mi yoksa bir amaç uğruna var olduğumuz sistem miydi?

Denizden esen meltemin evimin kıyısına vurduğu bir gece yarısı, hayatlarını kaybeden annemi ve babamı gündüze gömmüş bir şekilde, elimdeki anahtarı yuvaya soktum. Sola doğru iki tur çevirdiğimde kilit boşa düştü ve kapının açılmasını sağladı. Aralanmış kapıyı ittirdim, içeriye girip kapıyı kapattım. Zihnimde yankılanan sayısız cümleler gözlerimin değdiği her noktada sanki yeniden can buluyormuş gibiydi.

Harelerim tam bir noktada takılı kaldığında küçük bir kız çocuğunun gözyaşı, yanağımda ıslak izini bırakmış yerde buluştu. Yere çivilenmiş ayaklarımı zorlukla hareket ettirip gözlerimin odağındaki yere doğru ilerlemeye başladım. Attığım her adımda kulağımdaki seslerin arttığını hissettim.

Ayaklarım yan yana geldiğinde derin bir nefes aldım ve ellerimi ceplerime soktum. Yıllar önce küçüklüğümün yaptığı hatayı bir daha yapmayacaktım. Komodinin üzerindeki, siyah işlemeli çerçevenin içine sıkışmış bir aile portresine bu kez dokunmayacaktım.

Portreye sırtımı çevirip kapalı olan panjurlara doğru ilerledim. Ellerimi ceplerimden çıkarttım ve kulplarından tutup kendime çektim ardından da yanlara doğru ittirdim. Açılan panjurdan içeriye dalan güneş ışığına gözlerimi kısarak ellerimi iki yanıma indirdim. Zihnimde anlık olarak taht kurmuş bir düşüncenin artık cevabını biliyordum.

O cümlenin cevabını şimdilik es geçerek pencerenin yanından ayrıldım ve merdivene doğru ilerledim. Ben yukarıya doğru çıkarken, merdivende ağlayarak oturan abimi görmezden geldim. Zihnimdeki sanrıların bitmeyeceğini biliyordum, bu durum artık beni rahatsız etmemeye başlamıştı.

Merdivenlerin sonuna ulaştığımda kapısı kapalı bir odanın önünde durdum. Elimi kapı kulpuna koyduğumda ne içeriye girecek ne de geri dönmeye cesaretim vardı. Derin bir nefes alarak kulpu aşağıya doğru indirdim ve kapıyı açtım. Burnuma tanıdık bir koku nüksederken kapıyı kapattım ve sırtımı yasladım.

Odanın perdeleri kapalıydı ve sahip olduğu karanlık, bana ruhumun yansımasını gösteriyordu. Kapıdan yavaşça sırtımı kopartıp elimi cebime soktum. Parmaklarımın ucuna değen çakmağı çıkarttım ve gözlerimin odağındaki masaya yaklaştım. Üzerindeki mumun fitilini yaktıktan sonra çakmağı geri cebime koydum.

Karanlığın içinde sığındığım tutsaklığım olmuştu.

Geri adımlar atarak yatağıma oturduğumda harelerimin mum alevinde takılı kalmıştı. Sağa sola yalpalayarak duvara yansıyan dansı ruhumdaki bazı anılarımın can bulmasına neden olmuştu.

"Bir düşünün?"

Öğretmenin gür ve narin sesi sınıfta yankılanırken elimdeki kalemi yavaşça defterin üzerine bıraktım ve arkama yaslandım. Dolaştığı sıraların arasından masasının başına geçip kalçasını yasladı. Gözleri üzerimizde dolanırken harelerimi buldu. Saniyeler sonra gözlerini benden kopardığında derin bir nefes alıp ellerini sol bacağının üzerinde kenetledi.

"80 yaşınıza geldiniz ve hayatınızın artık sona ermesine yaklaştığını hissediyorsunuz, aklınızdan geçen ilk cümleyi bana söylemenizi istiyorum."

Sınıfta kaba mırıltılar oluşmaya başladığında öğretmenin çatılan kaşları odağımdaydı.

"Öğretmenim, bizim o yaşımıza kadar yaşayacağımızı nereden biliyorsunuz?"

"Berk, sadece düşünün dedim."

Bakışlarım deftere çevrilirken derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Aldığım nefes ciğerlerimin şişmesine neden olurken yavaşça bıraktım.

"Evet, seni dinliyorum Melisa."

Gözlerimi odaklandığım yerden hiç ayırmadan konuşulanları dinlemeye başladım. Birkaç öğrenci hayat vaatlerini sayarken içlerinden biri gülmeme neden olmuştu. Dudaklarımda oluşan buz parçalara sahip tebessüm dudak kaslarımı acıtıyordu.

"God, thank you so much for this life you gave me." (Tanrım, bana sunduğun bu hayat için teşekkür ederim.)

"Oldukça güzel bir bakış açısı Pelin. Peki, sen Ayda?"

İsmim kulaklarıma nüksederken harelerimi defterden çektim ve karşımdaki öğretmene baktım. Zil sesi tüm sınıfın çığlıklarına karıştığında dudaklarımdaki soğuk tebessüm sıcak bir tebessüme dönüşmüştü. Bütün sınıf arkadaşlarım çantalarını alıp okulu terk etmek üzere sınıftan çıktıklarında yalnız ben ve öğretmenim kalmıştık.

"Senin düşünceni henüz duyamadım Ayda. Peki, sen 80 yaşına geldiğinde ne düşünürdün?"

Kurumuş ve birbirine yapışmış dudaklarımı yavaşça araladım.

"Tamamlanmak için bekleyen son bir yapboz parçasıyım."

Ruhumdaki sahne zihnimden yavaşça sıyrılırken Deniz'in görüntüsü kaldı. Zihnimin bir köşesinde yer edinmiş sorunun cevabını aslında yıllar önce vermiştim. Biraz önce düşündüğüm cevabın doğru olduğunu sanırken aslında yanlış olduğunu da yıllar sonra fark etmiştim.

Hayat.

İçimizde bir yerlerde hep tutsak kaldığımız anların parçalarını oluşturan bir yapbozdu.

"Ayda?"

Abimin bana seslenmesiyle sol omzumun üzerine baktım.

"Abi."

Sesimde bir titreşim vardı. Zorla kontrol etmeye çalıştığım ama beni ele geçirmeye hazır bir duygunun yankısı. Gözlerimi onun yüzüne kaldırmaya cesaret edemedim. Gözlerim kızarmış ve şişmişti. Bunun farkındaydı, elbette.

Abim bir şey demedi. Hiçbir şey sormadı. Sadece elini sırtıma koyup sıvazladı. Bu hareketi öylesine yumuşak, öylesine anlayışlıydı ki kalbimde derin bir yankı bıraktı. Sonra yanımdan ayrıldı. Derin bir nefes alıp, tekrar cama döndüm. Camın ötesinde yatan bedene, Deniz'e.

Bedenim titrerken kollarımı göğsümde kavuşturdum. Kendimi sarmalayıp bir nebze olsun teselli arıyordum ama bu yeterli değildi. İçimdeki acı bir türlü diner gibi olmuyordu. Gözlerimi Deniz'den ayırmadan, kalbimde yankılanan düşüncelere teslim oldum.

Onunda ailesi yoktu, benimde.

O daha bir bebekken ailesini kaybetmişti. Ben ise aile dediğim insanları, onların sevgisizliğinde kaybetmiştim. Biz hiç gerçek bir aile olamamıştık. Sevgiyle bakmayı beceremedik birbirimize. Belki de aile demek, sadece bir çatı altında yaşamak değildi. Belki aile, yaralarını sarmaktı, bir bütün olabilmekti. Biz bunu hiç başaramadık.

Ama onun ailesi olabilirdim.

Bu düşünce içimde bir kor gibi yandı. Deniz'in yanında olabilirdim, onu koruyabilirdim. Abimden sonra sevebileceğim tek insanı, hayatta kalması için bir siper gibi çevreleyebilirdim. Ona bir yuva, bir güven olabilirdim.

Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Geri çekilmedim, camdan uzaklaşmadım. Deniz'e baktıkça, hissettiğim sevgiyi ve korkuyu aynı anda içimde büyüten o duyguyla baş başa kaldım.

O benim ailem olabilirdi.

Ben de onun.

🌘

12 Nisan 2022 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

 

 

 

 

Minnet Eylemem, Serhat Durmus Remix

En suskun düşünceler, dile getirilmesi zor olan cümlelerden ibarettir. Sayısız harften oluşan karışık sözcükler, bir araya gelmesi güç paragraflardır. Her biri farklı bir soru için can atarken Bozkurt'un sessizliği beni ürkütüyordu.

Aynadaki görüntüme takılmış gözlerim, yanımda duran ellerim kadar çaresizdi. Zaman, kayıplara karışmış anılardan ibaretti. Küçük bir süre durmak istedim. Her şeyden, kendimden dahi uzaklaşmak, yok olmak istemiştim. Hayatımın en ortasında olan kadına her şeyi unutturmayı diledim ama yapamadım.

"Hedefi baştan beri oymuş." diye bir ses yükseldi ruhumun en derinliklerinden. Zihnimde çınlamaya başlayan sesler ona eşlik etti. Göz bebeklerim küçülürken dişlerimi sıkmaya başladım.

"Bünyamin, Elias Farouq için çalışıyormuş." dedi, başka bir ses. İşte o an sağ elimin parmakları avucumun içerisine doğru yuvarlandı. Gözümde canlanan Deniz'in büyümüş donuk akik rengi gözleri artık bana bakıyordu. Aynaya yansıyan gözlerimdeki acı, derinleşen bir karanlık gibi yayıldı.

"Mete, sakin olman gerek. Daha kimseye bir şey söylemedik."

Aynadaki bakışlarım, yine aynadan Selçuk'un buz mavisine benzeyen gözlerini buldu. Birbirine bastırdığım dişlerimi serbest bıraktığımda, Bozkurt'un sakinliğini bozan cümleleri dilime aktı.

"Onun kalbini kendi ellerimle sökeceğim." diye fısıldadım. "Benim CANLARIMA, gözümün önünde HATUNUMA doğrulttuğu o namluyu, onun götüne sokacağım."

Bastırarak söylediğim sözcüklerden sonra dişlerimi yeniden sıktım. Dişlerimi o kadar sıkmıştım ki, çene kemiklerim ağrıyordu. Selçuk, derin bir nefes alıp yanağının içini dişlediğinde sessizliği Caner'in damağını şaklattığını işittim. Aynadaki gözlerimi sürükleyerek yansımasındaki yüzüne baktım.

"Sakinliğini koru, çünkü en keskin kılıçlar sessizce çıkar."

Caner'in cümlesiyle burnumdan soluduğum nefes, bir boğanın hışmı gibi hırçındı.

"Kılıç kınından çıkalı çok oldu Caner! Sen neyin sakinliğinden bahsediyorsun?" dedim ve bir hışımla ona döndüm. "Gözlerimin önünde yaşandı lan olay! Deniz, Eyşan'a siper olmasaydı, onun bedenine yedi tane kurşun girecekti. YEDİ TANE KURŞUN! Yedi kurşunun ne anlama geldiğini hatırlıyor musun? Zamanında Zarif'e sıkılan o yedi kurşunun önüne atlamadığım için intikamını da aradan çıkartmak istedi!"

Sesim, içinde taşıdığı öfke ve acıyla titriyordu. Caner, yüzünü sağa çevirdiğinde çenesini kavradım ve yüzüme çevirdim.

"Eğer o an Eyşan'ın yanında ben olsaydım, bugün burada seninle konuşuyor olmayacaktık."

Caner, derin bir nefes alarak gözlerini kaçırdı. Gözlerinde hâlâ o belirsiz korku vardı ama onu daha fazla görmek istemiyordum. O, geçmişin omuzlarına yüklediği ağırlıkla kendine yavaşça geri adım atarken, çenesini sağa doğru ittirerek çevirdim. Gözlerim tekrar aynadaki yansımasında kayboldu. Bir yanım, oradaki siluetin tam karşısında durmuş, acımasızca bir çözüm arıyordu.

"2017'de çoktan her şey bitmişti," dedim, sesim daha sakin ama içimdeki kıvılcımlar yine de bir ateşe dönüşmeyi bekliyordu. "Ama şimdi her şey farklı. Cezasını hemen kesmezsek, ona iyilik yapmış oluruz."

Bakışlarım aynadaki gözlerimde gezindi. Selçuk'un kafasını iki yana salladığını gördüğümde gözlerimi devirip ona odaklandım.

"Bu şekilde harekete geçemeyiz. Sakin olması gerektiğini o içindeki Bozkurt'a söyle."

Kaşlarımı kaldırıp dudağımın sağ kenarını alayla büktüm. Gözlerim, Selçuk'un söylediklerine rağmen bir an olsun sükûnetini kaybetmeyen bakışlarda sabit kaldı. İçimdeki öfke, her geçen saniye büyüyen bir yanardağ gibi hissediliyordu. Sağa doğru kıvrılan gülüşümdeki soğuklukla derinleşen karanlık bir tehdit vardı.

"Sakin olmak mı?" diye tekrar sordum, dudaklarımın ucunda belirgin bir alayla. "Bütün bu yaşananları sakince izlememi mi istiyorsun? O kadar sakin olabilseydim, bu kadar delirebilir miydim? Bozkurt'un ne olduğunu henüz daha ayrıntılı olarak görmedin bile Selçuk. Hiç kimse Bozkurt'un daha neler yapabileceğini görmedi."

Ona doğru dönüp birkaç adım attım, gözlerim ateşle parlıyordu. Ellerim ceplerimde, sanki tüm gücümü oraya toplamışım gibi hissettim. Her adımımda, içimdeki fırtına biraz daha yaklaşıyor, her kelimem biraz daha keskinleşiyordu.

"Bünyamin denen o isim, yıllarca Bozkurt'un zihninin bir köşesinde dolaştı." dedim, sesimde keskin bir tını vardı. "Bünyamin, açık bir yarayla gezdi senelerce." Gözlerim Selçuk'unkileri sımsıkı yakalarken, ellerim cebimde kasılıp titriyordu.

"O piçi ben yaraladım." dedim, sesim bir an için, kalbimdeki karanlık düşüncelerle aynı hıza ulaşmıştı. "O piçin 2017'de ben dürdüm defterini. O benim elimden Hekimoğlu lakabını aldığında Bozkurt'a dönüştüm. Bazı yaralar, kanamamış olsa da hâlâ açık kalır Selçuk." Gözlerimdeki acı, öfkeyle birleşerek, içimi daha da delip geçiyordu. "Ve o piç, benim canımı yakan her şeyin bedelini ödeyecek."

Selçuk'un gözleri, önceki korkuyu yansıtsa da bir yandan da içindeki kararsızlık belirginleşiyordu. Ama o, ne kadar duruşunu bozmamaya çalışsa da ben gözlerimi ondan ayırmadım. Gözlerimdeki sertlik ve kalbimdeki karanlık, her geçen saniye biraz daha yaklaşarak, her kelimenin anlamını derinleştiriyordu.

Alaycı gülümsemem yeniden dudaklarımda belirdi. "Ama hala sakin olmam gerektiğini düşünüyorsun, değil mi?" diye sorduğum an dudaklarımdaki gülümseme saniyeler içinde, bir yılanın derin kuyusuna benzer şekilde kayboldu. "Sakinlik, sonuna ulaşılan yolun sessizliğidir. Biz o yolun başında vurulduk Selçuk. Bana bir daha asla sakin ol demeyin." Sözlerim, keskin bir tehdit gibi havada yankılandı, gerginlik içimi sarhoş ederken, her an patlamaya hazır bir bomba gibi hissediyordum.

Dişlerimi sıktığımda, çene kemiklerimin ağrısı bana vücudumun bu anı ne kadar içselleştirdiğini gösteriyordu. Metalik tat; ağzımda biriken kanla birleşerek, zehir gibi bir acı yayıyordu ama bu acı, sadece öfkeyi körükleyen bir ateşe dönüştü.

"İçeride, hayatta kalmaya çalışan o çocuk," dedim, sesi titreyen ama öfkeyle kuduran bir tonda. "Sırtına yediği kurşunlara rağmen, Eyşan'a ve bebeklerine bir şey olur korkusuyla yıkılamadı. Üzerine devrilemedi! Devrilebilirdi ama devrilmedi!"

Anlatırken, vücudumda biriken öfke, kelimeleri parçaladı.

Yüzüne karşı "Deniz dağ gibi Eyşan'ın önünde dururken biz kafamızı çıkartamadık lan!" diye tısladığımda gözlerimdeki ateşi, göz bebeklerinin yansımasından izledim. Bozkurt, oradaydı.

Sesimin tonu arttı. "En sonunda Osman, arabaya kurşun yağdırmaya başladıktan sonra, arabanın gittiğini görüp onlara koştuğumuzda yıkıldı o çocuk! Gözüm gözüne değdiğinde bıraktı Eyşan'ı!"

Havadaki gerginlik, sesimin her kelimesinde bir çığlık gibi yankılandı. İçimdeki fırtına hala geçmemişti ve her geçen saniye, her bir kelimeyle daha da büyüyordu. Selçuk'un gözlerinde artık sadece korku değil, bir anlamda kabulleniş vardı ama hala sessiz kalmayı tercih ediyordu.

Gözlerim Selçuk'a kilitlenmişti ama içimdeki fırtına, düşüncelerimi daha da bulanıklaştırıyordu. Bir an, her şeyin bir sonuca varması gerektiğini hissettim. Bir adım daha attım, yaklaştım ve bir tek kelime daha söylemeden önce, o sessizliği daha da içime işledim.

"Elias Farouq, bir gün gelir yeniden senin de kanlı kapını çalar Selçuk. İşte o zaman senin de sakin kalabileceğini hiç sanmıyorum."

Cümlem bittiğinde, Selçuk'un gözlerinde kırılma noktası olduğunu görebiliyordum. Göz bebeklerinin içinde, kaybettiği karısının ve çocuğunun silueti belirdiğinde bir adım geriye çekildim. Ellerimi ceplerimden çıkartıp tuvaletin kapısına ilerledim. Kulpu sertçe indirip kapıyı çektim. Kendimi dışarıya atıp çıkışa doğru yürüdüm. İçimdeki Bozkurt'un her an uyanmaya hazır vahşi hışmı, artık herkesi yaralamaya ant içmişti.

Arabanın yanına yaklaştığım elimi kabanımın cebine sokup anahtarı çıkarttım. Kilidi açıp kulpu çektim ve kapıyı açıp şoför koltuğuna oturdum. Kabanımın solundaki telefonu çıkartıp ekranı kaydırdım. Bozkurt'un ölüm sessizliği yeniden vücudumda yerini aldığında parmaklarımın hemen altındaki numaraya bastım. İki çalış sonrası telefonun ucundan hışırtılı bir ses geldi.

"Fermana te ye, komandânê min."

Emret komutanım.

Bozkurt'un gözünden kan aktı. O an nefesim değişti. Öfke ve soğukkanlılık arasındaki ince çizgide yürürken her kelime, içimde patlayan bir volkanın külünden doğdu.

"De-MA ve-ge-ri-YAN-ê HA-te! BÜN-ya-MİN-ê MİN bî-NİN, ZA-FİR!"

Artık, geri dönme zamanı geldi! Bünyamin'i bana bul, Zafir!

🐾

 

 

 

 

Hiç araya girmeyi sevmem çok özür dilerim ama küçük bir not geçmem gerekliydi. Mete'nin sinirini ve söyleyişini vurgulamak için büyük, küçük harfler kullandım. O büyük harfleri vurgulayarak okursanız Mete'nin öfkesini algılayabilirsiniz. Bilginiz olsun, yanlışlıkla yazmadım...

🐾

13 Nisan 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Ölüm ve yaşam arasında görünmez, ince bir çizgi vardı. Kaosun başlangıcı ve sonu gibiydi. Benim bu hikayem kaosla başlamış ve kaosla devam etmişti. Kaos, yaşam ve ölümün arasındaki ince çizgiydi.

Gözlerimi kapatıp ruhumdaki geçmişime dokundum. Acı, zihnimin en derinine işlemişti. En kötü duygular onunla birleşmiş ve beni alt etmeye çalışıyordu. Yüzümün istemsizce buruştuğunu hissettiğimde gözlerimi açıp doğruldum. Her karanlığın içinde saklanmış olan bir aydınlık vardı. Peki ben bu aydınlığa ulaşabilecek miydim? Bende gökyüzünü esir almış gri bulutlardan arınacak mıydım?

Araf, bir kararın arasındaki uçurumdu. Belirsizliğin ortasında kalmış bir insanın takıldığı en büyük engeldi.

Bakışlarım Deniz'in bulunduğu yoğun bakım ünitesine kaydığında derin bir nefes aldım. O, bana sıkılan o kurşunlara siper olmuştu. Hiç düşünmeden, sonunu görmeden ve ne olacağını tahmin etmeden sırtını benim için bükmüştü. Kafamı iki yana sallayarak başımı geriye attığımda duvardaki saati gördüm.

00:00

Başlangıç ve sonun birleştiği andı.

Bakışlarım saatin içindeki akrebe takıldığında sesinin zihnimde yankılandığını işittim. Ruhumun koridorlarında yürümeye başlayan akrep, kapısı aralı bir odanın içine girdiğinde saatin içindeki akrep ilerledi ve durdu.

Gözlerimi kapattığımda kendimi akrebin girdiği odada buldum. Odanın içinde küçük bir kız çocuğu vardı ve beyaz masanın üzerine oturmuş elindeki kitaba bakıyordu. Ona doğru yaklaştıkça önümdeki akrep de benimle birlikte ilerledi. Küçük kız elindeki kitabın sayfasını çevirdiğinde derin bir iç çekti.

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, 'Yalnızlık' adı verilen vadide bir kuyu varmış. Bir gün bir adam, vadide dolaşırken bu kuyuyu keşfetmiş. Kuyunun en derinine indiği vakit, orada yaşayan bir kız çocuğu bulmuş. Küçük kız adamı kuyunun en derinliklerinde gezdirmeye başlamış. Adam, gittikçe karanlık olan yerde korkmaya başlamış. Küçük kızı kolundan tutup durdurduğunda kız, adamın gözlerine bakmış.

Masalı okuyan küçük kız durdu ve kafasını kaldırıp etrafına baktı. Beyaz masanın üzerindeki kalemi alıp parmaklarına sabitledi. Kalemin ucunu kitaba bastırıp dudaklarını araladı.

"Mavi gözlerinin ortasındaki siyahlık karanlık gibiydi. Karanlık, adamın geçmişi gibi kuyunun en derinindeydi."

Küçük kız, elindeki kalemi masaya geri koyup okumaya devam etti.

Küçük kız, adamın korktuğunu fark ettiğinde onu dışarıya çıkarmak için hareketlenmiş. Çünkü biri ilk defa onu fark etmiş ve yanına gelmeye cesaret göstermişti. Kuyudan hiç çıkmayan küçük kız, adamı özgürlüğüne kavuşturmak için ilk defa onunla beraber çıkmış. Adam, küçük kıza baktığında gözlerindeki gölgeyi görmüş. Kızın kahverengi gözlerinde bir parlama olmuş.

"Bedeninin arkasındaki siluetten korkup karanlıkta kalma. O siluet senin bir parçan, gölgen."

Küçük kızın gözlerinden bir damla yaş, okuduğu yazının üzerine düştü. Yanına bıraktığı kalemi alıp son cümleyi karaladı. Kalemin ucundaki mürekkep kâğıda geçti. Kalem parmaklarının ucundan yuvarlanıp kitaba düştü. Kitabın açık sayfasından yana doğru yuvarlanarak yere gürültüyle kondu. Birbirine yapışmış dudakları güçlükle açıldı.

"O siluet senin bir parçan, benim ise karanlığım."

Zihnimde yankılanan cümle ile gözlerimi açtığımda bakışlarım saatin içindeki akrebi buldu. İlerlemesi yavaştı fakat yelkovan ondan daha hızlıydı.

00:15.

Mete, dünden beri ortalarda yoktu.

Caner ve Selçuk, dün geri dönmüştü ama ağızlarını bıçak açmıyordu. Ortada benimle ilgili bir sorun vardı ve kimse, bana bir açıklamada bulunmuyordu.

Oturduğum yerden kalkıp yavaş adımlarla koridorda yürümeye başladığımda kendimi tuvalete soktum. Sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi kapattım. Aldığım nefes ciğerlerime dolmuyor, sanki bir boşluğa akıyormuş gibi hissediyordum. Sırtımı yasladığım duvarın soğukluğu hislerimi köreltiyor ve düşünmemi engelliyordu. Kan bulanmış gelecekle geçmiş, şimdi benim halime gülüyordu.

Gözlerimi açıp önümdeki lavaboya doğru ilerledim ve aynadaki yansımama baktım. Yüzüm soluktu, ruhsuzdu ve sanki ölüme bir adım daha yakındı. Gözlerimin toprakları şimdi susuz kalmanın ardından yaşanan bir kuraklık gibiydi. Benliğim, o susuz yaşamın arasında idama vurulmuş bir kadındı. Göz harelerimin etrafındaki kırmızı çizgiye sahip beyaz kısım ise kefeniydi. Elimi musluğa götürüp avucumun içine su doldurdum ve sertçe yüzüme çarptım. Soğuk su, tüm tenimin ürpermesine neden olurken kapının açılıp kapandığını fark ettim. Musluğu kapatıp aynaya baktığımda Alev'in geldiğini gördüm.

"Nasılsın Alev?"

Dudaklarımdan çıkan titrek cümleyle boğazımı temizleme ihtiyacı duydum. Kenardaki peçeteden birkaç tane alıp yüzümü kurularken ona doğru döndüm.

"Bilmiyorum. Peki, sen nasılsın?"

Burnumdan kısa bir nefes verdiğimde dudağımın kenarı yukarıya doğru kıvrıldı. Omzumu silktiğimde elimdeki peçeteyi çöpe attım.

"Sence iyi miyim?"

Herkes aynı soruyu soruyordu ama herkesin cevabı aynıydı. Biz, bir süreden beri bir bilinmezliğin içinde hapsolmuş gibiydik.

"Eyşan, sana bir şey sormak istiyorum."

Kaşlarımı çattığımda derin bir nefes aldım. Elimle kapıyı gösterip yanından geçtiğimde orada kalmaya devam etti.

"Dışarıda konuşalım, hem biraz hava alsam iyi olacak."

Alev, kafasını sallayıp bana doğru döndüğünde tuvaletten birlikte çıktık ve hastanenin çıkışına doğru ilerledik. Elimi büyük kapıya uzatıp kendimi dışarıya attığımda kapıyı tutmaya devam ettim. Alev, açık bıraktığım kapıdan hızla çıktığında kapıyı bırakıp yürümeye devam ettim. Dışarıdaki kantine doğru ilerlerken ellerimi ceplerime soktum. Elimin üzerinde hissettiğim elin sahibine baktığımda elindeki parayı gösterdi.

"Ben alırım."

Kafamı sallayıp ellerimi ceplerimde bıraktığımda kantinin önünde durduk.

"Kahve alıyorum?"

Bir şey söylemeden yine kafamı salladığımda iki kahve söyledi. Çok sürmeden hazırlanan kahve bardaklarından birini bana verip köşeye doğru yürüdük. Elimdeki sıcak bardağı dudağıma doğru yaklaştırıp küçük bir yudum aldım. Sıcak sıvı boğazımdan akıp giderken bardağı dudaklarımdan çekip yanımdaki duvarın üzerine bıraktım.

"Seni dinliyorum."

Alev'de benim yaptığım gibi bardağını duvarın üzerine koydu ve yanımızdaki boşluğa baktı.

"Caner ve Selçuk, pusu kuran kişinin kim olduğunu öğrenmiş."

Gözlerimi Alev'in yüzüne diktim. Derin bir nefes alıp kahve bardağını ellerimin arasına aldım. Sıcaklığı, parmaklarımı yakmayacak kadar nazikti ama zihnimde yankılanan bu bilgi, kalbimde sert bir darbe etkisi yaratmıştı.

"Kimmiş?" dedim, sesimdeki sakinlik zar zor tutturulmuş bir maske gibiydi. Alev'in yüzündeki ifade, söyleyeceklerinin kolay olmadığını ele veriyordu. Gözleri hafifçe kısıldı, derin bir nefes aldı.

"Bünyamin."

Derin bir nefes almak için ciğerlerimi zorladım ama havanın yeterince derinlere inmediğini hissediyordum. Boğazıma düğümlenen kelimeler, içimdeki öfkenin ve belirsizliğin bir yankısı gibi sustu. İçimdeki öfke, artık kontrol etmekte zorlandığım bir yangın gibi yükseliyordu. Elimdeki kahve bardağını duvarın üzerine bırakıp bakışlarımı kaçırdım.

Bende diyordum ki Mete nereye gitti acaba? Bozkurt olmuş, haber vermeden yine yola çıkmıştı. Kollarımı göğsümde bağlayıp kaçırdığım bakışları Alev'in gözlerine çevirdim.

"İki günden beri Çilingir'i göremiyorum." diye sorguladığımda Alev'in gözlerinde bir suçluluk izi yakaladım. "Sen bir şey biliyor musun, Alev?" diye sordum, sesim sakin ama tehditkârdı. Başını hafifçe salladığında yutkunma sesini işittim.

"Yarım saat önce öğrendim, her yerde Bünyamin'i arıyormuş."

Derin bir nefes alıp kafamı sağa sola çevirdim. Bu, her şeyin karanlık bir çukura doğru kaymaya başladığının işaretiydi. "Peki," dedim, sesim bir anda yavaşlayarak, sertleşti. "Bünyamin'i bulduğumuzda ne olacak, Alev?"

Alev, bardağını kafasına doğru kaldırdı ama gözlerini benden ayırmadan içtiği yudumla birlikte bir anda huzursuz oldu. Ellerimi ceplerimden çıkardım ve dar bir boşluğa doğru ilerledim, duvara yaslanarak Alev'in söylediklerinin üzerinde düşünmeye başladım. Bir şeyler ters gidiyordu ve bu, bir uçurumun kenarına doğru hızla sürükleniyordu.

Benden saklamışlardı.

"Bu durumun bu kadar gizli saklı olması gerekmezdi," dedim, dudaklarımda bir ironiyle. "Bana her şeyi açık açık söylemeleri gerekirdi."

Alev'in gözleri, içinde bulunduğumuz durumu anlamış gibi parladı. Başını hafifçe eğdi ve ellerini önünde birleştirerek derin bir nefes aldı. "Bünyamin'i, sessiz bir şekilde almaları gerekiyormuş ama ne için bilmiyorum."

Gözlerimi sert bir şekilde ona yönlendirdim. "Ağzında bir şeyler var ve kelimeleri geveleyip duruyorsun. Ağzını diktirtme bana Alev," dedim, sesimdeki tehdit bu sefer daha belirgindi. "Söyle."

Alev gözlerini kaçırırken, derin bir nefes aldı ve birkaç saniye sessiz kaldı. Sonunda, ağzından çıkan kelimelerle, gerçeği kabullenmek zorunda kalacağımı hissettim. "Caner ile Barış konuşurken duydum. Bünyamin, birileriyle bağlantı kurmuş gibi görünüyor. Ama kim olduklarını bilmiyorum, sadece bu kadarını öğrendim."

Boğazımda bir ağırlık hissediyordum. Her şeyin bu kadar karmaşık ve belirsiz hale gelmesi, içimdeki öfkenin artmasına neden oluyordu.

Alev'i orada tek başına bırakıp kantin kapısına doğru adımladım. Sert adımlarıma nazaran yumuşak tabanlarım derin bir sükûnetin içinde yankılanıyordu. Kapıyı çekip hastanenin koridorlarında ilerlemeye başladım. Bana doğru yaklaşan Selçuk ve Caner'i gördüğümde adımlarımı hızlandırdım.

"Bilmediğim her şeyin, bana zarar vermesini istemiyorsanız şimdi bana söyleyin, Bünyamin, kimlerle çalışıyor?"

Selçuk ve Caner, birkaç adım öteden duraksadılar. Yüzlerinde ne bir şaşkınlık ne de korku vardı, yalnızca dikkatli ve mesafeli bir bakış vardı. Caner, gözlerimdeki öfkeyi fark etmişti; adımlarını biraz daha yavaşlattı, ancak Selçuk bir adım önde ilerlemeye devam etti. Karşılarında durduğumda, sesimdeki tehdit barizdi ve havada gerilim vardı.

Selçuk, biraz daha ileriye doğru bir adım attı. Gözleri, her zamanki sakin ifadesinin ötesinde bir anlam taşıyor, içindeki gerilimi çok iyi saklıyordu. Caner, her zaman olduğu gibi daha dikkatli ama bu defa biraz daha endişeli görünüyordu.

Selçuk'un gözleri benimle buluştuğunda, sessizlik birkaç saniye daha devam etti. Ardından, derin bir nefes alıp, biraz daha rahat bir şekilde konuştu.

"Henüz kim olduğunu öğrenemedik," dedi ama yine de bir şeyler gizliyor gibiydi. Sözlerini dikkatle seçiyordu. "Güvenilir bir kaynağımız var. Fakat onun kim olduğunu sana açıklayamam. Görevde gizliliğim esastır."

Caner'in yüzündeki ifadenin sertleştiğini ve Selçuk'un söylediği bu belirsiz bilgiye dair bir şeyler sakladığını fark ettim. İçimdeki öfke yükseliyordu, her bir saniye geçen zaman beni biraz daha fazlasını öğrenmeye itti. Ne kadar güvenebilirdim?

"Sadece bir kaynağınız mı var?" dedim, sesimdeki sertlik iyice belirginleşmişti. "Ve bu kaynağı niye hemen bana söyleyemiyorsun? Niye bekliyorsun, şu an içeride yatan çocuğun hiç mi hatırı yok? Onun kanı yerde mi kalacak?"

Selçuk gözlerini kısa bir süre benden kaçırdı, sonra gözlerimdeki ateşi hissetti. Başını eğerek, derin bir nefes aldı. Caner de araya girmeden durdu.

"Eyşan," dedi Selçuk, daha derin bir tonla, "bu işi çözmek için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Ama sana söz veriyorum, en kısa zamanda öğrenip sana bildireceğiz. Şu an, sabır... başka bir çaremiz yok."

Bu sözler, daha fazla zaman kaybetmememi söylüyordu. Ama gözlerinde bir şeyler eksikti. Bu his, benim için hiçbir zaman güven verici olmamıştı.

20 Nisan 2022 / Kurt İni

Yazar, Ağzından

 

 

 

 

Mavera, Bö

Eski harabe, yüzyıllardır unutulmuş bir zamanı andırıyordu. Her taş, sanki yılların yorgunluğunu taşıyor, duvarlar yavaşça çökerek toprakla buluşuyordu. Gökyüzü bile bu terkedilmiş kalıntının üstünde solgun bir griyle örtülmüş, güneşin ışıkları zar zor da olsa kırık pencerelerden içeri süzülecek kadar güçlüydü. Burası, zamanın ve doğanın iç içe geçmiş bir köşesi, adeta bir mezar gibi sessizdi.

Çürümüş ahşaplar, toprakla kaplanmış taşlar ve her birinin arasında tek tek yerleşen yosunlar, harabenin yıllara meydan okuyan bir iz düşümüydü. Bir anlık huzursuzlukla, bir yerden bir kuşun çığlıkları duyuluyordu ama bu ses, çok uzaklardaydı. Burada zaman durmuş, her şey kendi başına terk edilmişti.

Bünyamin, o harabenin ortasında elleri ve kolları bağlı bir şekilde sandalyede oturuyordu. Vücudu, zincirlerin ve iplerin baskısı altında yorgun bir şekilde gerilmişti. Yüzü, hüzünlü bir ışıksızlıkla solmuştu. Gözlerinde, yavaşça uyanmak üzere olan bir adamın belirsizliği vardı. Sanki ruhu, bedeninin uyanmasından önce çok daha önce geri dönmüştü.

Sağ arka köşede Zafir, dimdik ayakta duruyordu. O kadar sakin, o kadar sessizdi ki, neredeyse hiç var olmayan bir gölge gibi görünüyordu. Her bir hareketi, bir bekleyişin parçasıydı, gözleri Bünyamin'i izlerken, beklemenin gerekliliği içinde boğulmuş gibiydi.

Ve tam Bünyamin'in önünde, rahatça oturan Mete vardı. Hiç aceleci yokmuşçasına, Bünyamin'in uyanmasını bekler gibi bir hali vardı. Gözleri, Bünyamin'e odaklanmıştı ama o kadar soğukkanlıydı ki, aralarındaki mesafeyi bir tür oyun gibi algılamıştı. Hızlıca yanıt vermeye niyetli değildi; zamanı kendisi belirleyecekti. Gözlerini hafifçe kısıp, elinde tutmuş olduğu bıçağı parmaklarıyla dikkatlice çevirdi ve yavaşça ayağa kalktı.

Bünyamin'in gözleri yavaşça aralandı. Başının üzerindeki karanlık, adeta etrafındaki her şeyi yutuyordu. Gözleri bulanık, bedeni uyuşmuştu. Zincirler ve bağlar arasındaki sıkı baskı, ona gerçekliğini hatırlatan tek şeydi. Ancak en çok hissettiği şey, o ölümcül soğukluk ve karanlıkta bir gölge gibi duran Mete'nin varlığıydı.

Mete, bir adım ileriye attı ve Bünyamin'in tam karşısında durarak gözlerinin içine baktı. Ne bir kelime söyledi ne de bir işaret yaptı. Sadece soğukkanlı bir şekilde bekledi, sanki bir avının üzerine atlamak için doğru zamanı kollayan bir yırtıcıydı. Aralarındaki mesafe kısa, sessizlik boğucuydu.

Bünyamin, zihninde bir şeyler toparlamaya çalışırken, gözleri Mete'nin ellerine kaydı. O el, bileğindeki bıçağı nazikçe kavramıştı, o kadar dikkatliydiler ki bıçağın parlayan ucu bile karanlıkta neredeyse kayboluyordu. Bünyamin, nefesini tutarak içindeki korkuyu saklamaya çalıştı. Ama her geçen saniye, bir damla daha acı gibi hissediyordu.

Mete, bıçağı nazikçe parmakları arasında çevirerek bir oyun gibi göz hizasında tutuyordu. "Bünyamin," dedi, sesi başından geçen işkenceleri bile geçiştirecek kadar sakin. "Uyanmanı çok bekledim. Şimdi uyanmışken ne yaşayacağınla ilgili de seçimler yapman gerekecek."

Bünyamin'in göğsü hızla inip çıkarken, bir yudum havayı ciğerlerine çekmeye çalıştı. "Bana ne yapacaksın Bozkurt? Ayrıca siz o kapıyı nasıl açabildiniz!" diye sordu, sesinin titrediğini fark etmeden. Ama o soru, kendisi için bile bir anlam ifade etmiyordu; sanki bu, çoktan yazılmış bir kaderin en başından gelen bir yankıydı.

Mete, bıçağını hızla hareket ettirerek, sadece bir milimetre uzaklıkta tuttu. "Sana bir şey öğretmem gerek, Bünyamin. Ne kadar korksan da geriye dönüp bakamayacaksın. Bu son gece, sana gerçeği gösterecek."

Mete'nin gözlerinde, birinin acısını yönlendirebilmek için yaratılmış bir karanlık vardı. Her bir hareketi, bir hesaplaşmanın getirdiği, soğuk bir kararlılıkla şekillenmişti. Bünyamin, zincirlerine vurarak kendini kurtarmaya çalıştı, ama her hareketi daha da köşeye sıkışmasına sebep oluyordu.

Bünyamin, "Zafir bir şey yap! Kurtar beni!" diye bağırdı fakat Zafir, dudağının kenarıyla bu yakarışa güldü.

"Seni bu saatten sonra Şeytan'ın bile kurtaramaz, Bünyamin. Bozkurt'un yüce adaleti bu sefer senin için teraziyi oynatacak."

 

 

 

 

❗Hassas olanlar bu sahneleri okumadan en aşağıya insin.❗

Sonunda, Mete adımını attı. Bıçağı hızla, gözlerinden kaçırdığı bir açıyla Bünyamin'in sırtına sapladı. İlk darbe, Bünyamin'in tüm vücudunu sarsacak kadar sertti ama o kadar hızlıydı ki Bünyamin bir an için ne olduğunu anlayamadı. Sadece ağrı ve sıcak bir kanın vücut hatlarını takip ettiği hissiyat kaldı. Bünyamin'in haykırışı Mete'nin hoşuna gitti.

"Mükemmel. Şimdi gerçekten uyanıyorsun," dedi Mete, bıçağını bir kez daha hareket ettirerek derinlemesine soktu. O hareket, Bünyamin'in içindeki bir şeyin daha kırılmasına neden oldu ama en rahatsız edici olanı, Mete'nin hala sakince duruyor olmasıydı.

Bünyamin ne kadar direnirse dirensin, her darbede içindeki acı daha da artıyordu. Ama Mete'nin, sadece işkence yaparak değil, her hareketinde karanlıkta daha da derinleşerek Bünyamin'i bir noktada tamamen teslim alacağı belliydi.

Mete, avcuna sakladığı bıçağın kabzasını sıkıca tutmaya devam etti ve bir anda Bünyamin'in saplı kuluncundan çekti. Bünyamin'in çığlıkları kurdun ininde yankılanıyordu ama kurt, hâlâ sakinliğini koruyordu. Mete, altıncı bıçak darbesini Bünyamin'in sol böbreğinin hemen üstüne vurup çekti. Ortama yayılan kan kokusu, Mete'nin zihnindeki Bozkurt'un ruhuna sızdı. Mete sıkıca tuttuğu kabzayı, çenesi gerilmiş bir şekilde sırtının sağ bölümüne geçirdi.

Yedinci ve son darbeydi.

Bıçağı Bünyamin'in sırtından alıp arka cebine koydu ve Bünyamin'in önüne geçti. Mete'nin mavi gözleri, önce derin bir deniz mavisi gibi sakin ama sonra öfkeyle yavaşça kararmaya başladı. Gözbebekleri küçülüp, mavi yerine griye dönerken, etrafındaki beyazlar kararmış bir buzul gibi soğuyordu. Gözlerinde bir anda patlayan fırtınanın izleri vardı; sert, donmuş bir bakışla bakıyordu. Her an patlamaya hazır, kontrolsüz bir öfke dalgası gibiydi.

"Bu darbeler senin yüzünden can çekişen o çocuk içindi." dedi ve Bünyamin'in yüzünü tokatlayarak avuçlarının içine aldığında kaşlarını çattı, dişlerini sıkıp gevşetti. "AMA BENİM KADINIMA YÖNELTTİĞİN O NAMLUNUN ACISINI HENÜZ ÇIKARTMADIM!" diye bağırdı ve sertçe burnuna alnını gömdü. Bünyamin, inleyerek geriye düşen kafasını kaldırmaya çalıştığında Mete, hızla yeniden Bünyamin'in yüzünü büyük ellerinin arasına aldı. Bünyamin'in yamulan burnuna bakıp dişlerini gösterircesine sırıttı. Büyümüş mavi-grinin arkasındaki kırmızı gözler, Bünyamin'in şeytanının aslında tam karşısında olduğunun bir göstergesiydi.

Şeytan kılıklı Azrail, namı değer Mete Mert Çakır'dı.

Sırıtarak "Burnunu olmaması gereken bir yere soktun Büüün-yaaaa-miiin." dedi ve anında dudaklarındaki sırıtışı sildi. Sağ dudağının üstü titrediğinde sol elinin parmakları Bünyamin'in sol kulağını yakaladı. Sağ elini Bünyamin'in yüzünden çekti ve zincire teker teker bağladığı, sağ elinin baş parmağını tuttu.

Dudağını sinirle büktü, "Sen benim göz bebeğime horoz indirdin." dedi ve baş parmağını kıvırdı. Yamularak ters dönen parmakla Bünyamin artık çığlık çığlığa bağıramıyordu. İşaret parmağını kavradı.

Bağırarak "Sen benim can yoldaşıma tetik bastın!" dedi ve sertçe işaret parmağını yukarıya kıvırdı. Eklem yerinden kırılan parmak, zincire bağlı bir şekilde havada kaldı. Ölümün son nefesleri Azrail'in ellerinde son bulacaktı. O nefesleri ne zaman öleceğini bilemeden solumaya başladı.

Mete, burnundan solurken sol elinde tuttuğu kulağı kıvırdı.

Öfkeden sesi titrerken "Senin kulağını biletini kestiğim gün çekmeliydim." diye fısıldadı ve arka cebindeki bıçağı yeniden çıkarttı.

Bozkurt'un sesi dudaklarından dökülürken "Kadınımın gözünden akan yaş, senin cehennemdeki ateşin olsun Bünyamin! Ateşin harlı olsun." diye hırladı ve Bünyamin'in göğsüne sapladı. Bünyamin gözü açık bir şekilde son nefesini kana boğulduğu için veremedi. Mete, Bünyamin'in öldüğünü görse bile bıçağı iki tur kalbinde çevirdi.

"Bu da çocuklarım içindi!" dedi ve alt dudağını dişleyerek gözlerini kıstı.

"Son darbede kendim için olsun. Kalbini kendi ellerimle sökeceğim diye yemin ettim." diye fısıldadı ve bıçağı aşağıya doğru kaydırıp Bünyamin'in göğsünü yardı. Bıçağa saplı kalbin damarları patladığında Mete'nin gövdesi kana bulandı. Mete, adım seslerini duyduğunda üzerindeki kanlarla geri çekildi ve sol omzunun arkasından siluete baktı. Siluet, elindeki sarı torbayı sürükleyerek Mete'ye doğru yürüdü ve yanından geçip Bünyamin'in önünde durdu.

Siluet, belindeki silahı çıkartıp Bünyamin'in açık ağzına namluyu soktu.

"Dilsiz geldiğin bu dünyada, puştluk yapacak kadar çok konuştun. Ahirette sual sorarlarken de dilsiz ol." deyip tetiğe bastı. Bünyamin'in dağılan et parçalarına bakıp gülümsedi.

"Ayrıca saklanmak için kilitlediğin kapıyı açan da bendim. Merhaba, ben Çilingir."

-

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

Abbooouuv. Bu nasıl bir bölümdü yav? Bugün onlarla birlikte şafağı gördüm. 19:00'den bu bölümü yazıyorum ve buradayım. Kendim yazmama rağmen hâlâ şoku atlatabilmiş değilim. Özellikle Mete'nin Bünyamin'e yaptıkları ıyyyğ. Eyşan'ın sahnesinden sonra araya giren bir haftada neler olduğunu diğer bölümde okuyacağız. Zafir'in kim olduğunu, Bünyamin'i nasıl bulduklarını ve Çilingir'in neler yaptığını göreceğiz.

Size bir önceki bölümde işler karışacak vaziyet alın demiştim, öyle de oldu. Bakalım diğer bölümde neler olacak? O zaman ben artık uyuyorum;

 

 

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

 

 

 

Sultan Çakır

 

 

 

 

yirmi bir ocak iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 21.01.2025 06:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...