***
Bir söz verdim mutluluğa;
Gözlerim ile ihanet ettim.
Bir söz verdim hayata;
Ölüm ile ihanet ettim.
***
Ay güneşten ve Güneş'in kavurucu aşkından kaçarken yıldızlar onu takip ederdi. Fakat Ay aptal olacak ki Güneş'in her daim üstünde; ona, dost bildiği yıldızlardan daha yakın olduğunu unutuyordu. İnsanlar buna 'Güneş ışınlarının Ay üstündeki yansıması' der. Ben Güneşin aşkının itirafı derim. Kaldı ki zaten Ay nankördü. İnsanlar onu parlak olduğu için seviyordu, karanlık gecelerini aydınlattığı için. Güneşin ona sunduğu ışığı olmasa kim severdi ki o soğuk kaya parçasını? Güneş, Ay'ı kovalamasa olur muydu hiç karanlık?
Japon efsanelerinde biri, birini sevince ama açılamayınca "Ay bu gün çok güzel." diyerek ona aşkını itiraf ettiği söylenir.
Aşkın sembolüdür Ay ve belki de bu yüzden bu kutsal zehirin sembolüdür. Güneş'in aşkını taşır. Güneş'in aşkını yaşar ama yine Güneş'ten kaçar.
Unutmayalım ki Ay ve Güneş'in yan yana olması imkansızdır. Tanrı güneş tutulmasını insanlara imkansız aşk olmadığını kanıtlamak için yarattı derler. Bana göre aşkın sömürgesindendir.
Yılın sadece tek anı Ay kaçmaz Güneş'ten. Güneş tutulmasında. Fakat güneşin ışığını engeller. Bencil bir kul gibi ışığını tüketir güneşin. Umut verir ona, seneye bir daha gel, der. Ve her sene tekrarlanır bu döngü. Bundan sonra binlerce yıl tekrarlanacak, bundan önce binlerce yıl tekrarlandığı gibi. Çünkü Güneş aşıktır. Aşka, kördür fakat aşkı körlüğü kadar yakıcıdır. Ay ise nankördür, bencildir, her sene tekrar gel diyecek kadar kararsızdır. O da aşka kördür.
Güneş; aşka, kördür.
Ay ise aşka kör.
🌙 ☀️
Gece, Güneş'i izliyordum Ay'ı görmeden. Yıldızları izliyordum Dünya'yı düşünmeden. Maddeden soyutlaşmak gerekmez, uzayı anlamak için. Bildiklerimizden soyutlaşsak yeter.
Önümdeki soğumuş kahveden koca bir yudum aldım battaniyeme daha fazla sarıldım. Evimin bahçesinde oturmuş gökyüzünü izliyordum. Hava hafif esiyordu. Serin bi ortam vardı. Bu son bir haftadır Mersin'i hasret kaldığımız soğuklar vurmuştu. Ne de olsa burası Mersin. Biz karı, kışı bilmeyiz.
Savaşçı bilekliğim ile oynadım bu hareket son yirmi gündür reflekslerimden biri haline gelmişti. Bir şey düşündüğümde, sıkıldığımda kısacası her duyguya tepki olarak elim bilekliğe kayıyordu. Varlığı ağır bir yük gibiydi ama kışın yorganın altına girince hissettiğim ağırlık gibi, güven verici sıcak bir ağırlıktı.
Bu süre boyunca karargâh ile ilgili çok şey öğrenmiştim. Mesela ben hariç on altı savaşçı vardı. Şu ana dek birkaçı ile tanışmıştım. Dikkatimi çekenler Maria, Atlas, Meredith ve Hyun Su olmuştu. Hyun Su öğrendiğim kadarıyla Güney Koreliydi. Ama İtalya'da büyümüştü. Alex ile yetimhanede tanışmışlar ve Alex Türkiye'ye gelince o da gelmişti. Araları çok yakındı. Kardeş gibiydiler. Hyun Su, Alex den büyük olduğu halde onun küçük kardeşi gibiydi. Son zamanlarda Selen ile de çok yan yana gelmiştik. Beni bayağı sevmiş gibiydi. Selen Türk idi ama o da uzun süredir onların yanındaymış ha bir de Felix denen şifacı.
Selen'nin aksine Atlas beni sevmediğini gizleme gereğine düşmüyordu. İlk gün yarattığı kargaşa için iyi bir ceza almıştı ama ceza neydi bilmiyordum. Her fırsatta beni küçümseyecek cümleler kuruyordu. Ben karşılık verince altta kalmanın siniri ile gidiyordu. Bakışlarındaki nefret bir zehir gibiydi.
Nefret ve zehir demşiken. İdın'nın yeteneğinin beni etkilemişti. Onun yeteneği de Felix gibi enerji ile ilgiliydi ama onun aksine iyileştirmiyor zehirliyordu. Evet, nefreti ile dokunduğu insanları zehirliyordu. Eh bunu zaten biliyorsun. Deneyimleyen savaşçılar bu acının tarifsiz ve dayanılmaz olduğunu söylüyordu ama neden bu ölümcül nefreti tattınız dediğimde verdikleri tek cevap 'görürsün' olmuştu.
Umarım görmem gerekmez.
Bi diğer yeteneğine şaşırdığım savaşçı Maria idi. Kızın ataları göçmenlerdi. Esmer teni ve benek benek sarı turuncu gözleri soyunun ne kadar olağanüstü olduğunu zaten vurguluyordu. Karargahtaki en küçük savaşçı oydu. Onun yeteneği daha mistik ve açıklanamazdı. O geleceği görebiliyordu! Buna kâhin rüyalar diyordu. Ona göre her insan kâhin rüya görür, kiminin bilinci kuvvetlidir bı kısmını kısmen hatırlar ve gerçekleşince deja vu yaşarmış. Ama bunlar genelde gereksiz şeyler olurmuş. Bı kısmı hiç hatırlamazmış. Maria'nın bilinci sıradışı ilerliyordu. O, çoğu rüyasını unutmuyordu. Ama kim bilir unuttuklarında ne gizemler gizliydi.
İlk inanmadım anlatılanlara ama gözleri öyle bir bakıyordu ki... Sanki yıllardır beklediği kişiyi sonunda bulmuş gibi. Zaten benim hakkımda çok şey biliyormuş gibi. Zaten geleceğimi biliyormuş gibi. Belkide bunların hiç biri 'gibi' değildi.
Çok sessizdi Maria. Onu da çok fazla görmedim. Karargahta yaşamıyordu. O başka iki savaşçı ile birlikte yaşıyordu. Şu ilk gün gördüğüm çilli adam ve sanırım 'Melodi' diye bahsettikleri kişi ile.
Alex'e geri dönecek olursak o da çok tuhaf biriydi. Sık sık yan yana gelmiştik. Geçen oyunun ikinci gösterimi verilmişti ve onu da izlemişti. Zaten izlediğini söylediğimde omuz silkmiş bir kez izleme kuralı mı var demişti. Eh yoktu. Arada kendi kendine konuştuğunu yakalıyordum. Sanki aynı anda çok şey düşünüyor gibiydi. Zihnindeki sesleri bastırmak istermiş gibi sürekli kendini bir şeylerle oyalardı.
Telefonum çaldı. Önce yerimden sıçradım sonra açtım ve arkadan gelecek sesi dinledim. "Selam!" Dedi coşku dolu bir ses. "Bir gelişme var mı?" Diye devamını getirdi. Hemen konuya girmişti. Onun en sevdiğim huylarından biri bu olabilirdi.
"Emin değilim. Yeni yeni tanışıyoruz hepsiyle. Bu arada sanırım telefonuma bir şey yapacaklar güvenlik önlemi için. Aramaları kaydetme ihtimalleri var bu yüzden karargâh konularını bundan sonra yüz yüze konuşmalım."
Evet karargâh konuları. Kuralı çiğnemiştim. Telefonda konuştuğum kişi benim bildiğim her şeyi biliyordu. En başından beri. Alex'i geldikten sonra olayın şokunu atlatır atlatmaz ona anlatmıştım her şeyi. Birlikte fikir yürütmüştük ama elimiz boştu. Aradan sadece bir hafta geçmiş ve ben 'kirpi Sonic'i' bulduğumu söylemiştim. Işınlandığı zaman mavi ışık saçtığı için ona bu ismi vermiştik. Gerçi her zaman tilki Tails favorim olmuştur ama elde olanla yetinmek gerek.
"Yaram çok hızlı iyileşti. Félix'in yeteneği büyüleyici işliyor. Ayrıca verdiği merhem, kayıtlardan aradım ama ruhsatlı bir merhem değildi." dedim. "Kullanmıştın değil mi?" Kahveden bir yudum daha aldım. "Ağrılarım dayanılmazdı ayrıca daha kötü ne olabilirdi ki? Kabul etmek gerekirse çok işe yaradığını söylemek istedim. Sanırım iz kalmayacak." "İyi bari. Yeni birileri ile tanıştın mı?" "Hayır ama dövüşürken İdın'ı gördüm bir makine gibi dövüşüyor. Zayıflıkları var elbette. Mesela bir süre sonra yorulunca rastgele yumruk sallamaya falan başlıyor. Sol kolu yumruk atarken daha zayıf ve şu ana dek savunma haricinde sol ayağı ile tekme attığını görmedim. Anlayacağın zayıf yanı sol tarafı." Kahkaha sesi duyuludu. "Öyle diyince edebî bir şey diyorsun gibi geliyor kulağa. Ve İdın... Soyismi neydi hah! Ruiz. İdın Ruiz'in zayıflığı sol yanıydı. Sol yanında taşıdığı ile birlikte..."
Bende kahkaha attım. "Felix'e karşı olan hassasiyeti düşünülürse iki anlamda da doğu." Araya girdi. "İnsanların sol yanları zayıflıkları değildir Asya. Aşk güç verir." Göremesede göz devirdim. "Bırak aşkı, Hyun Su ve Alex konuşurken duydum. Hyun Su 'onu da karargaha getir' dedi kimden bahsetti bilmiyorum. Alex ise 'uzaktan korumaya devam et' dedi." karşı taraftan ses bekledim. "Eee, yani?" "Konu bu değil zaten Alex sonrasında; daha benimle konuşmadığını, bunu kesinlikle onaylamayacağımdan emin olduğunu söyledi. Sonra benim orda olduğumu farkedip konuyu değiştirdiler. Sence neyden bahsediyordu?" Kahkaha attı. "Belki beni karargaha getirmeyi düşünüyordur." Gülümsedim. "Seni gördüğünden şüpheliyim. Ayrıca... Hyun Su niye seni uzaktan korusun ki?"
"Mantıklı zaten şehir dışındayım. Ada'dan bahsediyor olabilir mi? Sonuçta kaza olduğu zaman yanındaydı onun da korunmaya ihtiyacı olabilir." Ürperdim. "Umarım öyle değildir. Umarım ben yanlış duymuşumdur. Sen ne zaman Mersin'e döneceksin?" Karşı taraftan iç çekiş sesi geldi. "Bilmiyorum. Ama söz veriyorum ne olursa olsun doğum gününden önce yanında olacağım." Moralim bozulmuştu. Daha doğum günüme aylar vardı.
"Otuz üçüncü oda ile ilgili hala aklımda soru işaretleri var. Duyduğuma göre oraya sadece Alex ve Mex giriyormuş. Bende girebilirim belki sonuçta Alex beni çaylağı olarak aldı." "Emin değilim Asya. Atlas ilk gün o kadar ortalığı karıştırdığına göre sıkıntılı bir oda. Risk alma seni yeni yeni tanıyorlar. Anlattıklarına bakılırsa Alex seni çaylağı olarak aldığı için zaten bir önyargıları var. Bu arada ben çaylak alma işini tam olarak anlamadım."
"Bak şimdi. Şu an on yedi savaşçı var. Her çatlağın bir eğitmeni var. Eğitmenler çaylaklarına yeteneklerini ve karargah düzenini öğretir. Çaylağnın her şeyi öğrendiğini düşününce veya yeni bir çaylak gelince savaşçının çaylaklığına son verilebilir. İdın Felix'in çaylağı. Şu evli olan çift onlarda çaylak-eğitmenmiş. Zoe Atlas'ın çaylağı. Mex'in, Maria'nın birde Hyun Su'nun şu an çaylağı yok. Bu arada Mex'in bir yeteneği de yok. Onun alanı bilgisayarlar ve sanal dünya. Karargâhın sanal düzeninden o sorumlu ayrıca Alex ile araları çok yakın. Alex karargâhtayken genelde onun çevresinde oluyor Alex karargâhta değilkende olan her şeyin raporunu veriyor." Ayara girdi. "İspiyoncu." Gülümsedim. "Sanmıyorum" dedim. "Bu daha çok güven meselesi. Alex orda değilken karargâhı ona emanet ediyor gibi. Çok sessiz biri bir kenara geçip herkesi izliyor, çok az yorum yapıyor ve sanki diğerleri onun orda olduğunu unutuyor." Kıkırdadı ve "bana birini hatırlattı." Dedi.
Gümsedim. "Her neyse ne diyordum. Alex hiç çaylak almamış ilk çaylağı benmişim. Eğer kendimi kanıtlayacak bir şey yaparsam yönetimde Alex'e yardım edebilirmişim. Bak bende çoğu şeyi yavaş yavaş öğreniyorum. Öğrendikçe zaten seninle paylaşıyorum." Esnedim. "Yarın erken saatte provam var. Sonra konuşalım mı?" İçeri ilerlerken. "Olur benimde başım ağrımaya başlamıştı."
Telefonu kapatırken son bir kez Ay'a baktım.
Çok şey kaybeden ve etmeye devam edecek olan Ay'a.
◽▫️
Prova bitince kulise gittim eşyalarımı aldım ve telefona gelen mesajlara baktım. Annem yarın akşam yemeğine gelmemi söylemiş. Ona geri dönüş yaptım. Sonra Alex'in aramasını gördüm. Onu arayıp telefonu kulağıma götürdüm. "Alo?" sesi uzak geliyordu sanırım telefonu hoparlördeydi. "Beni aramışsın?" "Ha evet, unutmuşum onu. Sadece bir dosyayı bulamadım sende olup olmadoğını sorucaktım ama buldum." Niye mesaj yazmadı?
Belki sesini duymak istedi Asya.
Yürü git iç ses.
Keşke...
Arada dosya işlerinde ona yardım ediyordum. Hâlâ resmi olarak savaşçı değildim. Sınava mı neye girmem gerekiyormuş. Devriye almıyordum, ağır dersler almıyordum, görevlere çıkmıyordum. En azından bir iki dosya işi ile ona biraz olsun yardımcı olabilirdim.
"Anladım. Sen ne yapıyorsun?" "Karargâhtaydım şimdi çıktım. Opera binasında mısın?" "Evet." Dedim yanımdan geçen oyunculardan birine selam verirken. "Yakınım oraya, istersen gelip alayım seni, evinin ordaki karakola uğramam lazım zaten." "Ben giderim, gerek yok." dedim, hani çok saçma bir tepki olduğunun farkındaydım. "Kaçırmam seni korkma." Kıkırdadım. "Ay hoşt! Zaten kaçıramazsın." Dedim şakayla. "Dişil enerji desen var." Dedi. Bu sefer yüksek sesli bir kahkaha attım. "Geç kalma, gidene kadar başının etini yerim." dedim. "Emredersiniz hanımefendi. Sizin için ışınlanmayı bulmamı da ister misiniz?" Hani bunu zaten yapabiliyor. "Yok hemen gel yeter..." Sustum. "Dikkat et." Dedim sessizce. Bı süre sustu. "Heheyt onlar dikkat etsin." Tekrar kahkaha attım.
Telefonu kapattım ama hala gülümsüyordum. Yirmi altı yaşındaydı, yirmi dört yaşımdaydım ama iki çocuk gibi eğlenip şakalaşıyorduk. Sanki defalarca kez yapmışız gibi.
Opera binasının önündeki banklardan birine yerleşip oturdum. Hava serin olduğu için uzun, krem kabanımı giydim. Bugün gözlerimi çok yormuştum, yaşarmaya başlayınca çantamdan gözlük kutumu çıkarttım ve dinlendirici gözlüklerimi takarak seneryoyu tekrar okudum. Ayağımı ritmik bir şekilde sallarken birden arkamadan birinin saçlarımı karıştırdığını hissettim. Öfkeyle arkama dönünce Alya'yı gördüm ve daha fazla öfkelendim.
Sakinleşmeye çalışarak gözlüklerimin üstünden Alya'ya baktım. "Ayy Asya. Son zamanlarda ne kadar yoğunsun! Yüzünü gören cennetlik." Dedi cehennem zebanisi. "Doğrudur. Meşgulüm bayağı." Alya yanıma oturdu. "Neden eve gitmiyorsun buraya oturdun?" "Birini bekliyorum." Hızlıca sordu. "Ada'yı mı?" Hayır. O sırada yolun kenarında karargâhın yüksek model arabalarından biri durdu. "Geldi. Ben kalkıyim. Sen dikkat et kendine." "Ooo araba güzelmiş kim bu? Seni tanımasam manita yaptın sanacam." Sözleri canımı sıkmıştı. Yapmacık bir şekilde gülümsedim. "Tüh iyi tanımamışsın demek ki." Ayağa kalktım ve arabaya ilerledim.
Sevimsiz.
Alya bizim ekibin oyuncularından biriydi. Genelde ufak roller alırdı ve çok fazla oyuna katılmazdı. Erkek arkadaşı bizim opera binasının sahibinin oğluydu. Biraz torpil geçilirdi ona ama yeteneksiz insana ne kadar torpil geçirilse de boş! Zaten adamda sevmezdi onu. Oğlu için sessiz kalıyordu. Oğlu yani Fuat abi bizim senaristlerdendi.
Arabaya bindiğimde hala gözünün üstümde olduğunu biliyordum.
Alya harbiden çok güzel kızdı. Sarı saçları beline kadar iniyordu biraz balık etliydi Ada'dan daha kısaydı, gözleri açık kahverengiydi ve iri gözlerini çevreleyen yoğun açık kahverengi kirpikleri vardı. Sol yanağında belediye çukuru gibi bir gamze vardı ve gamzenin görünmesi için değil gülmesi, dudaklarını hareket ettirmesi bile yeterdi. Ama bana kalırsa yüzüne pek yakışmıyordu gamzesi. Alex'in gamzeleri yüzüne tam oturuyor mesela.
Alya'nın kişiliği sıkıntılıydı. Sevgilisi vardı, onu her şekilde kullanıyordu ama başka erkeklerle görüşürdü sürekli. Fuat elbet aldatıldığını biliyordu. Artık, kanıtı olmadığı için mi susuyordu yoksa tahmin ettiğimden daha fazla mı seviyordu Alya'yı bilmiyorum.
"Ne oldu, o kim?" Kaşlarımı çattım. "Bizim oyunculardan. Gıcık şey."
Alya insanlarla çok fazla dalga geçerdi. İnsanları çok küçük düşürür, rencide ederdi, işin ironik yani sahip olduğu tek güç baba ve sevgili parasıydı.
Alya Yağmur Kaçan.
Bu dünya için bir fazlalıktı ama fazlalık yaratacak hiç bir yeteneğe sahip değildi. Kişilikten eksikti hatta. Kırdığı kalplerin ahı ile yaşıyordu ve iğrenç ilişkilerini gözümüze sokmaktan keyif alıyordu. Çünkü yapabileceği tek şey buydu. Kendini sergileyerek erkekleri çekmek ve onların başarılarına ortak olmaya çalışmak.
Her zaman kadın dayanışmasından yana olmuşumdur ama hemcinslerini kötüleyen, hor ve rakip gören bir kadın dayanışmadan ne anlar ki?
"Pek hoşlanmıyorsun ondan anladığım kadarıyla." Kafamı salladım. "Hoşlanmak ne aşığım! Onsuz yapamam." Dedim abartılı bir rol yaparak Alex gülmeye başladı.
"Bu arada gözlük çok yakışmış." Elim gözlüğüme gitti. "Yazar havası vermiş." Gülümsedim. "Birkaç oyun yazmışlığım var olsun o kadar." Onun gözlükleride gözündeydi. "Sende arada takıyorsun." Kafasını salladı gözlerini yoldan ayırmadan. "Miyopluk ve astigmat var bende. Gece ışıklar rahatsız ediyor."
(*Yz:Miyopluk uzağı görme problemi, astigmat ise nesneleri net görmeme problemi. Astigmat aynı zamanda ışığa odaklanamama durumudur bu yüzden gece ışıkları yayılmış görürler.)
"Benimki dinlendirici. Gözlerim yaşarmaya başlayınca falan takıyorum. Öyle çok sık takmam, zaten son üç, dört aydır takıyorum."
Biri Alex'i arayınca ikimizde irkildik. Arabaya dolan ses Hyun Su'ya aitti. "Nerdesin olum, seni arıyoruz." "Karakola uğramam lazım bir polisin dosyasını arıyorum." dedi Alex odağı hâlâ yoldayken. "Sorun yok değil mi?" Korna sesi. "Yok hallettim sayılır." Allah bilir yine ne yapıyordu.
"Tek misin?" "Yok yanımda Asya var." Araya girdim. "Selam!" Diyecek başa bir şey bulamadım. "Selam Asya!" dedi Hyun Su benden daha coşkulu. "Şu an görmüyorsun ama sana el sallıyorum." Gülmeye başladım. "Şu an görmüyorsun ama bende sana el sallıyorum." dedim hâlâ gülerek.
Hyun Su ilk ısındığım savaşcılardan olmuştu. Alex'den daha büyüktü. Ama yaşı çilli adam kadar yoktu.
O adamın bir adı var Asya. Çilli diyip durma horoz mu bu herif?
Çilli işte ne diyim iç ses? Nerde kalmıştım? Oldukça iriydi hatta Umut dedikleri 'çilli adamdan' ve Alex'den daha iriydi. Çekik, koyu renk gözleri bir yere daldığı zaman soğuk ve mesafeli görünmesini sağlıyordu ama gülümsediği zaman etrafına neşe saçıyordu. Yirmili yaşlarının sonlarındaydı ama çocuksu coşkusunu kaybetmemişti. Yeteneği basit ama şaşırtıcıydı. Yaraları çok hızlı iyileşiyordu. Dayanıklılığı çok yüksekti. Onun haricinde dövüşürken ve silah kullanırken kusursuz hareket ediyordu. En iyi dövüşen savaşçı sanırım o olabilir. Bu kadar iri olsada küçük bir çocuk kadar sevimliydi. Konuşması da çok komik ve sempatikti. 'R' harfini söyliyemiyordu, sık sık kelime yanlışı yapıyordu. Yeni kelimeler üretiyordu. 'Bundanısı, ondanısı, yürüyüş yerine yayayış gibi. Bazen uzun kelimeleri söyleyemiyordu. Bi ara o ve Alex konuşurken konu kışa açılmıştı ve kar topu yerine 'kaptopu' demişti. Ben dakikalarca gülerken o nerde hata yaptığını anlamamıştı bile.
Bir diğer detay sürekli fotoğraf veya video çekiyordu. Nedenini sorduğumda 'onun aksine ben unutmaya devam ediyorum' demişti. O diye bahsettiği kişinin Alex olduğunu fotoğrafları incelerken anlamştım.
Ben bunları düşünürken Hyun Su İtalyanca olarak "Onunla konuştun mu?" demişti. Alex Türkçe karşılık verdi. "O da İtalyanca biliyor." Karşıdan ses gelmedi. Keşke Alex'e İtalyanca bildiğimi söylemeseydim.
"Sonra konuşuruz." dedi Hyun Su vedalaşırken. Zaten benim evimin önüne gelmiştik bile. Arabada indim. Kapı hala açıkken ona döndüm. "Gel bı kahve içelim." "Yok, Gerek yok ben gidiyim." Kahka attım. "Korkma eve atmiycam seni kahve içelim bırakıcam." Alex güldü. "Eve de atabilirsin." Yüzümü buruşturdum. "Ergenleşme yürü, geç içeri." Gülerek arabayı kapattı. Kabanlarımızı alıp askıya astım. Benim üstümde kahverengi bir boğazlı kazak ve siyah bir kumaş paltolon vardı. Oda krem rengi geniş yaka bir kazak giymişti. Açık renkler yüzüne çok yakışıyordu.
Amerikan mutfakta tezgaha doğru ilerledim. Dolapları açarken sordum. "Sıcak çikolata mı kahve mi?" "Sıcak çikolata olsun." Yanıma gelip kollarını göğsünde kavuşturdu ve sırtını dezgaha dayayarak izlemeye başladı. "Benim kakao biraz sert ne kadar şeker katayım." "Mümkünse bana katma, şekerli şeyler sevmem. Ayrıca Ada gelmez mi?" "Yok bu gün gelmez o, hem acı olucak uyarmadı deme." "Sorun değil."
Kupaları alıp masaya geçtik. "Evinin dekoru çok iyi hem sıcak bir havası var." Tuhaf bir şekilde şu an kalorifer açık değildi ama normalde olduğundan daha sıcak geliyordu banada. "Ada sahne dekor tasarımı okudu ama iç mimarlıktan anlar. Çoğu dekorasyon fikri ona ait." Evim iki odalıydı, Amerikan mutfak ve geniş bir bahçe. Bahçe ye mutfak kapısından ve arka kapıdan geçiliyordu. Mutfak kapısı olan yerde büyük bir sürgülü cam kapı vardı. İçerisi çok ferah oluyordu ama o camı silene kadar canım çıkıyordu. Bahçede bulunan ufak defne ağaçlarının ve ince kiraz ağacının kokusu tüm eve yayılıyordu. Bahçede oturma yeride vardı. Teras evden uzun olduğu için oturma yeri dört sütun ile tutturulmuş bir tavanın altındaydı. Orda bir duvara kitaplık montelemiştim. Oldukça fazla kitap vardı.
Evin içinde de bir çok saksı bitkisi vardı. Sarmaşıklar, çiçekliler, yeşil yapraklılar, kaktüsler, su yosunları... Bana ait bir mabet gibiydi ve şu an bir yabancı olduğu için mi bilmem daha fazla benimsemiştim bu mabedi.
Esis sessizce yanımıza geldi. Alex'e yaklaştı. Alex'in eğilip onu kucağına almasına izin verdi. "Merhaba, ben Alex." Esis umursamaz bir şekilde göz kırptı ve masaya atlayarak benim önüme geldi. Bardağımın yanında kıvrılarak Alex'e arkasını döndü. "Beni sevmedi." Kafamı salladım. "O kimseyi sevmez bazen beni sevdiğinden bile şüphe ediyorum." "Çünkü sevmiyorum." dedi Esis'in her zamanki uykulu sesi. Göz devirdim. "Bak demiştim." Alex sevimli bir şekilde gülümsedi. "Onu anlayamam biliyorsun." Unuttuğum bu detayla mahcup bi şekilde gülümsedim. "Zaten sevmediğini söyledi."
Sıcak çikolatamın soğumasını beklerken Alexi süzdüm. Sarışın bir adamdı. Altın sarısı küçük bukleler hâlinde yüzüne düşüyordu biraz turuncuya da kaçıyordu gerçi. Yüzü çillerle kaplıydı, derin gamzeleri gülüşünü daha güzel yapıyordu. İtalya kökenli olduğunu söylemişti. Bir italyana göre uzun bir boyu vardı hatta bir Türk'e göre de uzun bir boyu vardı. Yanında çok kısa durmuyordum ama bi on santim vardı herhalde. Geniş omuzları vardı ve onu gorile benzetmeyen fit bi vücudu vardı. Ama onunla ilgili en güzel detay elbette ki gözleriydi. İrislerinin çevresi maviydi ama iç tarafı sarıya yakın bir haverengiydi. Sanırım buna merkezi heteroktomia deniliyordu. Bir gözde iki farklı renk bulunması. Güneş gözleri daha önce gördüğüm hiç bir göze benzemiyordu tüm gözlerden daha sıcak bakıyordu, daha dostane bakıyordu. Belkide gözlerinde Güneş olduğu için bu kadar sıcaktı, bu kadar yakındı, çünkü bakarken hiç yabancılık çekmiyordum.
"Bı şey mi oldu?" İrkilerek bardağı dudaklarıma götürdüm hala sıcak olduğunu fark edip tekrar bıraktım. "Yok." Gülümsedi.
Yakalandın mı cidden Asya?
Daldım iç ses.
"Ne bileyim düşünceli bir şekilde yüzüme bakınca." "Yok ya dalmaşım, bugünkü provayı düşünüyordum. Bu oyunda iyi bir rol alamayacağım gibi görünüyor." "Canını sıkma, fazla düşünmek insanı delirtir."
Fazla düşünmek insanı delirtir...*
Nerden duymuştum ben bu sözü?
(Yz:* Aynı yazar tarafından kaleme alınan 'Yok oluş' serisine gönderme.)
Alex'in gözlerinin içine baktım tekrar. "Senin yeteneğini hala bilmediğimi farkettim." Eli ensesine gitti. "Nasıl açıklayabilirim... Şöyle söyliyim. Küçükken geçirdiğim trafik kazasından başımdan darbe aldım önce kısa süreli hafızaya kaybı yaşadım. Doktorlar geçici olacağını zaten söylemişti. Oldu da. Zamanla her şeyi tekrar hatırladım. Ama sonra bir sorun farkettim. Hiç bir şeyi unutmuyordum. Zihnimde rafa kaldırıyorum ama istediğim ana -bazen kontrolsüzce- tekrar aynı şeyleri düşünebiliyorum. En ufak kelimesine, en hafif kokusuna, en ince detayına kadar. Keşke her şeyi unutmuş kalsaydım."
"Bu çok kötü. 'unutmak gibi bir kavram olduğu sürece insanoğlu her duygunun altından kalkabilir' diye bir yazı okumuştum bir yerde. Farkında değiliz ama insanları ayakta tutan şey aslında hatırlamadıkları." Alex kederle başını salladı. "Maalesef ben sadece bir kitap sözünü veya bir matematik formülünü değil her şeyi unutamıyorum ya da hiçbir şey desem daha doğru olur."
Gözlerine merakla bakmaya devam ettiğimi görünce konuşmaya devam etti. "Aslında duyguları, o an hissettiğim şeyleri de unutamıyorum. Bir anı yaşadığım zaman o anıyı tekrar yaşıyor gibiyim iyisiyle kötüsüyle. Keşke her şeyi unutsam. Unutmak istediğim o kadar çok şey var ki uğruna iyi anılarımı bile feda edebilirim."
Hayat sana neler yapmıştı böyle kalbi güzel adam?
Eli dizinde ritim tutuyordu. İki kısa bir uzun, bir kısa, bir uzun, tekrar iki kısa ve döngü.
O an aklımdan ne geçti bilmiyorum hatta hiçbir şey geçmediğine de emindim. Uzandım, elimi Alex'in ritim tutan elinin üstüne yerleştirdim.
Dondu.
Dondum.
Gözlerinde merak vardı ve yanakları kızarmıştı. "Peki iyi anıları çoğaltırsak?" hâlâ yüzüme bakıyordu. "İyi anıları çoğaltırsak iyileşir misin?" dedim.
O hasta mıydı?
Evet, hastaydı.
Vücudunu bana çevirdi "Asya."
Sustu.
Sustum.
"Bana söz verir misin? Sen bana iyi anılar yaşatıcaksın ama aynı zamanda ben de seni iyileştirecem." dedi.
Ben hasta mıydım?
Evet, ben de hastaydım.
Yutkundum "Söz." dedim "İkimiz de iyileşiceğiz." ama benimle konuşman lazım diyemedim. Çünkü o zaman benim de onunla konuşmam gerekirdi, yapamazdım.
Esis Alex'in kucağına atladı ve "Kıyamam nabzı bir kuşun ki kadar hızlı atıyor." dedi av bulmuş aç bir avcı gibi. Güldüm. Alex elini Esis'in kafasına uzattı yavaşça Esis kafasını onun eline sürtü. "Ne dedi?" Dilimi dudaklarımda gezdirdim. "Sevimli olduğunu düşüyor." Esis ön partilerini Alex'in göğsüne yerleştirdi ve tırmanmaya başladı. Kafasını boyun giriltisine yerleştirdi. "Neden nabzı yavaşladı." Dedi siniri bir ifadeyle küçük psikopat. "Bir şey yap. Hızlı atan kalbini istiyorum."
Kedi ile aynı fikirdeyim Asya biraz eğlenmek fena olmaz.
Ayağa kalkıp yanına oturdum elimi Esis'e uzattım. Burnunu uzatıp Alex'i koklamaya başladı. Kediler köpeklerden daha iyi koku alırdı hatta adrenalin gibi hormonların kokularınıda alırdı ve bu sayede duygu durumunuzu kısmi olarak hissederdi. Atlar, köpekler, bazı balık türleri hatta bebekler. Bu hormon kokuları binevi zihin okumak gibi bir şeydi.
Esis ona uzattığım parmaklarımın ucunu yaladı. "Onu bir kuşa çevir ki avlayabiliyim." Tekrar kıkırdadım. "Şimdi ne dedi?" Bir elim Alex'in kolunun üstündeydi. "Seni biraz ama çok az sevmiş olabilirmiş." Esis bana tısladı. "Yalancı insan." Burnuna fiske vurdum. "Sevimsiz kedi." Alex kıkırdadığında bende gülümsedim. "Kediler küfür eder mi?" Diye sordu. "İnan bana Ada ile tanışan her canlıya yaratıcı bir küfür becerisi yüklenir." İkimizde gülmeye başladık. Esis Alex dizine tırnaklarını geçirdi. "Aptal insanlar." Alex yüzünü buruşturdu. Esis'in tırnakları ile yeni tanışıyordu. Daha yolun başındaydı.
"Kalp atışlarını duymak istiyorum. İlla canını yakmamı mi istiyorsun?" Esis'i kendi kucağına aldım. "Rahat dur. Ne yapacaksın duyup?" Üstüme tırmandı, burnunu yüzüme sürttü. "İç güdüler. Dene bak senin de hoşuna gidicek."
Bence denemeye değer Asya.
İç sesim neye dönmüştü böyle.
Alex meraklı gözlerle bizi izliyordu. "Kokun hoşuna gitmiş." Diyerek açıkladım. Kaşlarını çattı. "Kokum mu?" Esis kucağımda kıvrıldı ve gözlerini kapattı. "Evet. Biliyor musun limon ağaçları gibi kokuyorsun." dedim. Sanırım küçük psikopatı dinleycektim. Eğlenmenin en iyi yolu bir kediyi dinlemektir.
Gözlerimi gözlerine diktim. Evet kesin biraz sonra buna pişman olacaktım. Ama hey kimin umrunda? Hala ilk gün beni bırakmasının intikamını almadım. "Esis'in bu kadar hoşuna gitmesine şamamalı." Esis yaptığım şeyi anlamış olacak ki hemen doğruldu ve tekrar Alex'in kucağına atladı. Göğsüne tırnaklarını geçirdi. "Devam et." dedi Esis. Alex'in omzuna kafamı yaslayarak Esis'i izledim.
Alex'in çekici bir yanı vardı. Ve benim içime dolan intikam arzusu şu an onu daha çekici yayordu. "Hayvanları anlamanın güzel yanı ne biliyor musun di Angelo?" Esis kolunu dişlediğinde Alex acıyla irkildi bende doğruldum. Gözleri benim gözlerimin üstündeydi. Güneş gözlerinde merak vardı, heyecan tohumları vardı. Esis'e bakarak onay bekledim. "Devam et, çekilene kadar devam et ve asla ilk bırakan olma." Gözleri Esis'e dönünce çenesini tuttum ve bana dönmesini sağladım. Tam gözlerinin içine bakıyordum. "Onları anlarsan bir süre sonra onlar gibi düşünmeye başlarsın. İç güdülerin onlarınki gibi gelişir. Vahşi hayvanın içgüdülerine sahip olursan bir avcı olursun." Sırıttı "Bu durumda avın Esis değildir diye tahmin ediyorum." dedi. Tırnağımı çenesinden indirip boynunda gezdirdim. "Evet. Daha sevimli bir av buldum." Kaşlarını çattı. Bir an geri çekilmeyi düşündüm ki Esis araya girdi.
"Erkeklerin kalbi bir kadın karşısında en savunmasız ava dönüşüyor. Onu heyecanlandırdın. Avının tadını çıkart Avcı."
Avcı... Evet ben buydum. İnsan avcısı. Bu lakap hoşuma gitmişti.
Kızaran yanaklarına baktım başparmğımı yanağında gezdirirken kahkaha attım. "Sakin ol. Biraz uğraştım o kadar. İntikam alınmıştır. Beni takip etmenin ve beni bıraktığın için savaşçılar ile tartışmamın intikamı di Angelo." Hala yüzüme bakıyordu.
"Kıyamam konuşmayı unuttu. O kalbe sahip olmak ister misin Avcı? O küçük kuşa çok rahat sahip olabilirsin." Dedi küçük dostum.
Esis'i kendi kucağıma aldım ve ayağa kalktım. "Hayır, istemiyorum." Karşı koltuğa oturdum ve hala sıcak olan kahvemden ufak bir yudum aldım. Gözleri hâlâ üstümdeydi.
Asya tüm bunları neden yaptın ki?
Sen dedin!
Asya ben senin için sesinim ilahi bir emir falan değilim. Sen salak mısın sen benim dediğim her şeyi niye yapıyorsun.
Yüzümü buruşturdum.
"Bir daha seni dinlersem iki olsun." dedim kupayı dudaklarıma götürürken. Alex hala yüzümü inceliyordu. "Gerçekten çok tuhaf birisin." dedi. Bardağı bırakırken küçük bir kız gibi gülümsedim. "Hayır Ruhsuz, sadece vahşi iç güdülerim var. Eğitmenim olacağını söylemiştin. Peki ben ve içgüdülerimle başa çıkabilecek misin?" Bardağını dudaklarına götürürken konuştu. "Sadece on dakika öncesine kadar başa çıkabilirim sanıyordum." sesi cevaptan çok tekrar kendi kendine konuşuyormuş gibi çıkmıştı.
Ada'nın motorunun sesi gelince birden irkildim. "Ada!" "Anlamadım?" Hızlıca ayağa kalktığımda Alex de kalktı. "Saklan!" Yüzüme tuhaf bir şekilde baktı. "Sadece arkadaşım desen?" Alaycı bir şekilde sırıttım. "Ada benim yedi sülalemi tanıyor ben onun yedi sülalesini tanıyorum. Sence buna inanır mı?" "Yeni tanıştık?" Göz devirdim ve onu ittirmeye başladım. "Ordan bakınca yeni tanıştığı birini evine davet edecek birine mi benziyorum?" Alex göz ucuyla bana baktı. "Ettin ama." Bir an döndüm. Harbiden biz yeni tanışıyoruz. Ne işi var onun burda!
Asya sakin ol. Tefeci almadın eve.
"Detaylari geç, gir bir odaya." Anahtar sesi gelince hemen en yakın odaya girdik. Kafamı çevirdim. Banyo mu?!
Elim alnıma gitti. Utançtan kızaran yanaklarımı engelleyerek Ada'ya sesizce sövdüm. Biraz önce cesurca hareket eden Asya'dan esher kalmamıştı. "Ee şey." Alex'e döndüm. Herhalde yine ölümcül bakışlarımı takınmıştım çünkü ne diyecekse susmayı seçti. "Aman boş ver."
"Asya?" dedi Ada'nın sesi, yutkundum. "Duştayım saçlarımı kurutuyorum." "Çabuk çık. Sıcak çikolata yapıyorum." "Tamam."dedim. "Ama şey?" Alex'e döndüm. "Sessiz ol!"
Artık istesemde normal tanıtamazdım Alex'i. İşler çok karıştı.
Duş başlığını alıp saçlarımı çok hafif nemlendirdim. "Buna gerçekten gerek var mı?" Duş başlığını bu sefer ona çevirdim. "Sessiz ol demiştim." Su yüzüne çarptı. "Hey!" Alex'in sesi biraz yüksek çıkınca hemen atıldım ve ağzını kapattım. "Ne dedin Asya?" Kapıya bakarak konuştum. "Hiç şarkı mırıldanıyordum." Alex'e gözlerimi kısarak döndüm. Tam ona da sövecekken sustum. Şu an dibine girmiştim adamın, elimle ağzını kapatmıştım. O kadar yakındık ki limon kokusunu alabiliyordum. Işık loş olmasına rağmen gözlerindeki güneşi görebiliyordum. Şaşkınlıkla açılmış güneşler kalp atışlarımı hızlandırdı. Resmen yüzündeki çilleri sayacak kadar yakındım. Yüzü ve saçları ıslanmıştı bu yüzden parlıyordu. Yani sanırım bu yüzden. Yoksa ben aklımı kaçırıyordu. Elimi yavaşça indirdim.
Hâlâ dibindeydim. İleri doğru bir adım attı. "Sadece gerçekleri söylesen?" "Olmaz. Sorgular içine girer ya, ya karargâh işlerini öğrense?" Anlamayarak yüzüne baktım. "Onu bu saçmalığın içine katamam!" Kafasını yan yatırdı. "Eh yeni savaşçı iyidir." Rahat tavrı beni delirtirken onu göğsünden iterek duvara yapıştırdım. Yüzüne yaklaştım, keskin siyah gözlerimi tam güneş gözlerine diktim. "O karargâha girmiyecek. Onu bu tehlikeye atmayacağım. Ada normal bir şekilde yaşamaya devam edecek. Benim kim olduğumu bilmeyecek. Senin kim olduğunu bilmeyecek. Onun için dünya toz pembe kalmaya devam edecek. Benim yüzümden yeterince tehlikeye girdi. Ne olursa olsun onu korumaya devam edicem. Ne olursa olsun!"
Alex'in yanakları kızarmıştı ancak o zaman farkettim ne kadar yakın durduğumuzu. Diğer elim hala göğüsündeydi ve elimin altında atan kalbini hissedebiliyordum. Sanırım Esis'in bahsettiği iç güdüler bunlardı şayet elimin altında minik bir kuşunki gibi atan kalbi kanımı ağırlaştırıyordu. Normal miydi bu kadar hızlı çırpınması? Elimi yavaşça indirdim verdiği sıcak nefesi dudaklarıma değdi. Gözlerim onun dudaklarına kaydı.
Yutkundu.
Yutkundum.
Av, benim avım.
Kendine gel Asya. Adam senden en az on santim daha uzun ve seni tek koluyla kaldırabilecek kadar güçlü bence olası bir durumda sen av olursun.
"Asya?"
Sen onu savaşçı olmasan bile koruyabilirsin. Neden ne kadar güçlü olduğunun farkında değilsin?" Kafamı eğdim yapamam. "Yapamam. Benim gücüm de bir yere kadar." Eli çeneme gitti yüzümü kaldırdı tekrar göz göze geldik. "Neden gücünü kısıtlıyorsun? Neden kurnaz tilkilerini kısıtlıyorsun? Tilkiler sadece gözlerinde değil Asya. Senin zekana defalarca kez şahit oldum. Sen beni yeni tanıyorsun. Ben seni hâlâ tanımaya uğraşıyorum. Her gün başka bir özelliğini keşfediyorum. Fiziksel olarakta zihinsel olarakta çok güçlüsün. Yeteneğinden bahsetmiyorum. Tek kişilik ordusun Asya. Sana hizmet etmeye hazır bir ordu var. Her dediğini yapmaya hazır bir ordu ver elinde. Gücünü kısıtlama. Zorla sınırları, en fazal duvara toslarsın. Ama sen o duvarı da yıkarsın. Gerekirse yardım ederim. Birlikte yıkarız. Sadece unutma elindeki gücü, yeter."
"Asya?" Sadece yüzünü izliyordum. Ayrı bir dünya kurmak bu dünyadan kaçmak istiyordum. Dünyadan kaçıp güneşe sığınmak istiyordum. "Bu arada Ada sabahtan beri seni çağırıyor." Onu unutmuştum! "Çıkıyorum." Geri çekildim. "Ben..." Omzumun üstünden ona batım. "Bunu düşüncem." Önüme döndüm.
Gözlerimi kapattım ve derin bir soluk verdim. "Her şeyin bir zamanı vardır." Dedim. "Ve bazen zaman tahmin ettiğinden yakındır." dedi.
Banyodan çıkıp solona ilerledim. Ada koltuklardan birine oturmuş telefonu ile ilgileniyordu. "Hoş geldin." "Hoş buldum, sıhhatler olsun." Karşısına oturdum. "Hayırdır hangi rüzgar attı seni?" Yüzünü astı. "Süpriz yapmak istedim." Tezgahı gösterdi. "Pizza aldım kumsal evde yoktu bende sana geldim. Ama anlaşılan istenmiyorum." "Ya ne alaka şaşırdım sadece." Üstümü süzdü. "Hala kyafetlerinlesin?" Hayda!
"Aynen sadece saçımı yıkadım sadece duş alacak gücüm yoktu. Mahalleye girerken bir kuştan nasibimi aldım da." Ada'nın kahkası duvarlarda yankılandı. "Kurumadan yıkayayım dedim. Üstümü değiştiricem ama ona da halim yok."
Ada dizime uzandı saçlarıyla oynamaya başladım. "Günün nasıl geçti, ben yoktum çok sıkıldın mı?"
Yoo!
"Elbette sıkıldım. Provadan çıktım, yürüyüş yaptım biraz. Birkaç mağza gezip elbise baktım -elbise kilidim açılmıştı bu gün- ama hiç bir şey beğenmedim. Bı elbise vardı, şu uzun vücudu saranlardan. Gri yumuşak kumaştı denedim bana çok kısa geldi. Burdan tekstillere sesleniyorum. Lütfen bir seksen üstü kızlarıda düşünün. Bizim de çıtı pıtı elbise giymeye hakkımız var." Ada göz devirdi. "O boyla ne çıtı pıtısı?" Alnına fiske vurdum. "Sus cüce!"
İkimizde gülmeye başladık.
Ada ayağa kalktı ve masanın üstündeki bardaklardan birini bana uzattı. Bardağı elime alıp tam içecektim ki zaten yarısına kadar içilmis olduğunu gördüm. Tüm sinirlerim tutuştu. Bu benim Alex'e verdiğim bardaktı ve Ada nin elindeki benim biraz önce içtiğim bardaktı. Masada unutmuştum!
"Neden iki bardak var Asya?" Hiç bozuntuya vermeden elimi salladım ve bir yudum aldım. Kakaonun acı tadını sinirlerime kadar hissettim. O bunu nasıl içmişti ki? "Yaptığımı unutup ikinci bir bardak daha hazırladım." Ada hayal kırıklığıyla bana baktı. "Ama ikiside sıcak?" Kalp atışlarım hızlanmıştı, hâlâ bozuntuya vermemeye çalışarak ağzımı açtım. "Asya yalan söyleme. Gerçekleri açıkla, şu an evde biri var kim o?" Ağzımı tekrar kapattım ve yutkundum.
Arkadan adım sesleri geldi. "Sanırım tanışmak için tuhaf bir an oldu." Ada ayağa kalktı bende peşinden hızlıca kalktım. Alex'in karşısına geçti bende Alex'in yanında dikilmeye devam ettim.
Ada ikimizi baştan aşağı süzdü. "Şimdi seni tanımasam evde bir erkek olması, ikinizin üstünün ıslak olması, banyodan çıkmanız ve onu saklama gereği duyman yanlış anlamama sebep olabirdi." Elimi alnıma vurdum. Gözüm Alex'e kaydı. Yanakları kızarmıştı. Saçları ve üstündeki kazağın bir kısmı ıslanmıştı.
Hayda! Kendi kazdığım kuyuya düştüm. "Şimdi seni tanıdığım için olayın aslını soruyorum."
Sinirle kaşlarımı çattım. İnsanlar benimde bi ilişkim olabileceğine niye inanmıyor! Bu iki oldu.
Ağzımı açtım bı yalan uydurmak için. Ve Ada beni yine suturdu. "Yalan söylemeden!" Tekrar kapattım ağzımı ne diyeceğimi bilemeden kafamı yere eğdim.
Alex İtalyanca konuşarak araya girdi. "Ona anlat." Dedi şefkatli sesi. Kafamı kaldırıp sinirle ona baktım ve bende İtalyanca karşılık verdim. "Asla! O bu işlerden uzak kalacak."
"Türkçe konuşun, anlamıyorum." dedi Ada sitemle.
Amaç o zaten.
"Yeterince girdi işin içine. Lui onu tanıyor, karşıtlar onu tanıyor böyle daha çok teklhlikeye girer." Arkamı döndüm ve elimi kulaklarıma götürdüm. "Hayır! Savaşçı olsa açık hedef haline gelir. Benim arkadaşım olarak bu kadar zarar gördü savaşçı olarak kim bilir ne kadar zarar görür." Ağlamak istedim bir an. Ne yapacağımı bilmiyordum. Düşünemiyordum. "Ben onu koruyamam." dedim çaresizlikle. Alex'in bana yaklaştığını gördüm önüme geçti iki bileğimi de tutup ellerimi kulaklarımdan çekti. "Asya artık tek başına değilsin. Savaşçılar var, ben varım. Ada'yı tek başına korumana gerek yok. Artık sana yardım edecek on altı kişi var. Hem Ada kendini koruyabilir, bunu öğrenebilir. Zarar görmesini istememeni anlıyorum ama Ada da kendi yolunu çizecek önünde sonunda." Hâlâ bileklerimi tutuyordu. "Ona bir şey olmayacak." Dedim fısıldayarak İtalyanca'nın melodisi eşliğinde. "Ona bir şey olmayacak, sana söz veriyorum." Dedi benim gibi fısıldayarak.
Gözlerindeki güneşe baktım.
Güvendim.
Kendimi değil Ada'yı emanet edecek kadar güvendim.
Bileklerimi bıraktı. Ada'ya ilerledi. "Ben Alexander di Angelo." Gülümsedi. "Bir buçuk yıl sonra yine karşı karşıyayız ve bu sefer ben size gülümsüyorum. Kader çok tuhaf." Ada anlamayarak baktı. Bunu bende anlamamıştım zaten.
Üçümüzde oturarak uzun uzun konuştuk. Alex'i ilk gördüğüm geceyi, oyunun sergilendiği günü, kaza gecesini karargahı aklımıza gelen her detayıyla anlattık. Konuşma bitince Ada yüzümüze baktı. Bı süre ortama rahatsız edici bir sessizlik yerleşti. Sessizlik uzadı ve kimse bozmaya cesaret edemedi en sonunda Ada alayla konuştu. "Boş verin sanırım yatmanız o kadarda saçma değildi." Elimi alnıma götürdüm ve kızaran yanaklarımı gizlemeye çalıştım. Alex de dudaklarını dişliyerek sanki Ada'nın ne dediğini duymamış gibi duvarları izlemeye koyuldu.
"Yok öyle şey Ada. Sen beni dinlemiyor musun?" "Dinliyorum Asya. Ama sanırım sen ne dediğini bilmiyorsun."
"Pekii. O zaman kısa bir karargah ziyaretinin faydası olacaktır." Dedi Alex. Ada alayla güldü. "Yoksa bizi Olmayan ülkeye mi ışınlayacaksın Peter Pan."
Alex sırıttı. "Yok canım arabayla gidecez, sen kuşlar uçabildikleri için hiç yürümez mi sanıyorsun?" Ada tek kaşını kaldırdı. Allah bilir ne düşünüyordu. "İnanmam! Işınlandığını görmem gerek." Alex oldukça şaşırmıştı bende Ada'nın karnına dirseğimi geçirdim. "Zaten zamanın olucak illa görürsün hem... Bu biraz tehlikeli bir iş. Tek tek tüm atomlar yer değiştirir. Üçümüzü karargaha sapasağlam götüremem."
Ada çocuk gibi kollarını göğsünde bağladı. "Arabaya kadar ışınla sadece ikimizi." Sinirlenerek araya girdim. "Sen ışınlanmayı merak ettin dimi, inanmakla falan bı alakası yok." Ada muzip bir şekilde gülümsedi. "Asya az önce duyduğum şeyler sence ne kadar inandırıcı? Ne içtiğinizi merak ediyorum. Afrodizyakın böyle bir etkisi olduğunu bilmiyordum."
Neyin neyin!?
Alex utanarak hızlıca araya girdi. "Tamam! Tamam gel." Ada zafer kazanan bir eda ile ayağa kalktı. Yer elması parmağında oynatıyordu bizi. Ayakkabılığa gidip ayakkabısını giydi. Uzanarak dış kapıyı kilitledi. Bu kız harbi sıkıntılı. Alex'e seslendi. "Ayakkabılarının peşinden geleceğini sanmıyorum." Alex bana ciddi mi der gibi baktı sadece kapıya ilerledim. "Selena'yı mı çağırıcaz. Yoksa Hades gibi pelerin numarası falan mı?"
(Yz*: Selena dizisine gönderme)
Alex göz devirerek elini Ada'nın kafasına kattı. "Ne yapıyorsun-" Ada'nın sözleri yarım kaldı, mavi bir ışık eşliğinde kapının önünde yalnız kalmıştım. Esis'e seslendim. "Ben çıkıyorum. Geç kalmam kalsamda bekleme." Zaten beklemeyecekti. Anahtarlarımı kendi telefonumu ve Ada'nın ayakkabılıkta unuttuğu telefonunu alıp kapının önüne çıktım. İlk gördüğüm şey saatinden kurtulmaya çalışan Alex idi çünkü saatinden duman çıkıyordu. Yanında Ada duruyordu. Şaşırmış gibiydi. Kendine gelince ayakkabılarına baktı. Biri yerinde yoktu ve Nutellalı beyaz çorapları görünüyordu.
"Hadi ama bir de beyaz çorap giymişim." Alex sinsi bir ifadeyle sırıttı. "Seni uyarmıştım. Saatim son zamanlarda çok sorun çıkartıyor. Benim ayakkabılarım peşimden gelemezdi ama en azından seninkiler gibi yarıyolda bırakmıyor."
"Siz dua edin kimse görmemiş olsun. Ayrıca her yerde güvenlik kamerası var!" dedim. Alex omuz silkti. "Max halleder." Ada kaşlarını çattı. "Kameraları mı bozacak?" "Bozmaya gerek yok görüntüler ile oynasa yeter. Beş dakikasını bile almaz." Dedi Alex birine mesaj yazarken. Ada'nın ilgisini çekmiş gibiydi. "Mex kim?" Alex telefonunu cebine katıp gözlerini Ada'ya dikti. "O sanal ağın imparatoru. Mex Fina. Söz konusu kodlar ve teknoloji olunca kimse onunla boy ölçüşemez." Ada Alex'e küçümseyerek baktı. "Hayvanlardan ordusu olan Asya, sanal ağın imparatoru Mex ve bir saat sayesinde daha doğru dürüst ışınlanmayan bir Alex. Gerçekten ilgi çekici."
Ona sert bir bakış attım. Alex gülümsedi. "Benim yeteneğim ışınlanmak değil. Kaldı ki mühim olan büyük yeteneklere sahip olmak değil, o yeteneklere sahip insanları yönetmek. Gördün ya. Kameralara bir şey yapmama gerek yok. Benim için yapacak adamlar zaten var. Ayrıca unutma ki o imparator benim emrimde." Kaşlarımı çattım. "Bu imparatoriçe olmayacak ama." dedim. Alex gülümsedi. "İsteyen kim?" Bu herifi anlamak niye bu kadar zor?
Arabaya birnerken tekrar konuştu. "Yanlış anlaşılmak istemem. Onları küçük gördüğümden veya kendimi yücelttiğimden değil sadece kendimi savunuyordum." Ön Koltuğa oturken karşılı verdim. "Evet güzel. Bir daha yapma!"
Dikiz aynasında Ada'ya baktığımda kurnaz bir ifadeyle gülümsediğini gördüm. Alex'i küçük görmüştü. Kendini savunucağını biliyordu. Herkes savunur. Alex ters bir şey derse karşı geleceğimi de biliyordu. İşe yaramştıda. "Ada uslu dur!" Muzip bir şekilde gülümsedi. "Ne yaptım ki?" Göz devirip önüme döndüm.
Karargâha geldiğimizde Ada'nın koluna girdim. "Saçma saçma konuşma, Alex sakin karşıladı ama hepsi onun gibi değil." Göz devirdi. "En falza ne olabilir ki?" Kolunu cimcikledim. "Mesela Felix ile ilgili kötü bir şey söylesen İdın sana yeteneği ile dokunur ve zehirlenirsin. Ya da çilli adamın yanında ses yapsan kafana sıkar. Zoe seni duvara yapıştırır. Daha sayayım mı?" "Yeterlidir, teşekkürler."
İleride Alex bir görevliyi durdurdu. "Herkes nerde?" "Başkan geldi efendim toplantı düzenledi." Alex kaşlarını çattı. "Gidebilirsin." Görevli ilerlerken sordum, "Bir sorun mu var, başkan kim?" "Sorun olup olmadığını şimdi öğrenicez. Bir toplantı düzenleniyor ve bana haber verilmiyor. Savaşçılarıma da son dakika haber verilmiş olmalı yoksa onlar söylerdi." Telefonunu açtı. Bir şeyi okudu sonra telefonu bana uzattı elime alıp okuduğu mesaja baktım.
Alex, başkan burda. Acil toplantı düzenliyor. Tüm savaşçılar toplantıya alındı ve telefon sokmak yasak. Çabuk gel.
Mesaj aynen böyleydi. "Mex mi?" Alex kafasını salladı. "Cesika. Mex nasıl benim gözüm kulağımsa oda benim elim ayağımdır. Zoe ve Hyun Su dan cevapsız çağrı var ayrıca. Kırk yılın başı telefonum sessizde ve olanlara bak."
"Altılı masa mı toplandı ne toplantısı, ne oluyor, nereye gidiyoruz?" Alex Ada'ya döndü. "Toplantı basmaya gidiyoruz." dedi sırıtarak. "Üç savaşçıyı unuttular."
Ada da artık bir savaşçıydı. Olmamalıydı ama olmuştu.
Toplantı odasına girdiğinizde savaşçılar Alex'i gördüklerine çok sevinmiş gibiydiler. "Başkanım." dedi Alex. Normalde Alex'in oturduğu yerde oturan kırklı yaşlarının sonlarındaki adamın yanına giderken. "Geleceğinizi haber vermemiştiniz." "Sürprizler her zaman iyidir Alexander." Gözü beni buldu. "Sen Alexander'ın yeni çaylağı olmalısın." Ayağa kalktı ve bana elini uzattı. Elini sıktım. "Doğrudur. Ben, Asya Ersöz." "Bende Onur Sayan. Genelde bana Başkan derler. Karargahın evrensel işleri ve izin formaliteleri ile ilgileniyorum." Tek kaşımı kaldırdım.
Alex'i yıllar önce evlat edinen konsolos bu adam olabilirdi.
Alex elini omzuma yerleştirdi. "Savaşçıların kurucusu olarak çağırılmadığım toplantının konusunu sorabilir miyim?" Başkan gülümsedi. "Yeni bir iş aldık, büyük ve zararlı bir örgüt." Alex'in gerildiğini hissettim. "Keşke işi kabul etmeden önce detayları konusunda beni bilgilendirseydiniz." Başkan Mex'e baktı. "Mex eminim şimdiden istiyeceğin tüm detayları bulmuştur." Mex duruşunu dikleştirdi telefonunu Alex'e uzattı.
Anlaşılan telefon getirme yasağını biri çiğnemişti.
Alex başkanın sol tarafına otururken içtenlikle gülümsedi. "Harikasın dostum." Mex sadece başını salladı. Arkasına yaslandı. Sanki ortamdan soyutlaşmıştı.
"Hanımlar oturun lütfen.". Dedi başkan. Hyun Su'nun karşısına oturacaktim ki mavi gözlü, yüzünde yara izi olan bir kız çaktırmadan bana bir yan tarafı işaret etti. O zaman fark ettim eğitmenler ve çaylaklar karşı karşıya oturuyordu. Alex'in karşısına, başkanın sağ tarafına oturdum. Ada da benim yanıma yani Hyun Su'nun karşısına oturdu.
Başkan Alex'e bir dosya verdi. "Bunlarda anlaşmanın koşulları." Alex ciddi bir şekilde dosyayı incelenmeye koyulurken bende oturan kişilere baktım. Alex'in yanında Hyun Su vardı. Onunda yanında Selen. Selen'nin karşısında genç bir adam vardı. Gözlerimi çaktırmadan ona diktiğimde bana döndü. Tam gözlerimi kaçıracaktım ki nefesim kesildi. Adamın bir gözü en az benimkiler kadar koyu bir renkti öteki gözü ise griydi. Gri gözünün üstünde yara izi vardı bakışları sert ve ifadesizdi. Bir ölü gibi değil bir heykel gibi bakıyordu çünkü ölüler bile bir zamanlar yaşamıştı fakat o gözler yaşanmışlıktan çok uzaktı.
Çocuk bana baktı, ben ona baktım. Baktım... baktı. Baktı... baktım, sağ gözü ile baktı ve sonra sol gözü ile baktı. Eğer biraz daha bakışsaydık işler hiç iyi olmazdı.
Gözünü kaçırdı. Selen'in yanında Felix vardı. Felix'in karşısında İdın vardı, bileğindeki savaşı bilekliği ile oynuyordu. İdın'ın yan tarafı boştu. Boş olan yerin karşısında Maria vardı. O zaman Maria'nın çaylağı olmadığını hatırladım. Maria'nın yanında Atlas vardı ve bana bakıyordu gözlerinde saf bir öfke vardı. Anlam veremeyerek onun karşısına Zoi'ye baktım. Kafasını arkaya yaslamış tavana bakıyordu. Atlas'ın yanında Umut yani çilli adam vardı. Onun karşısında da otuzlu yaşlarında bir kadın. Sanırım Melodi. Melodi'nin de yanı boştu çünkü çaprazında Mex vardı ve Mex'in de çaylağı yoktu. Mex'in yanında hafif kilolu tatlı bir kadın vardı oda benden büyük görünüyordu. Kadının karşısında bir kız vardı kumral bir kızdı. Onunda beni izlediğini fark ettim. Ama o Atlas'ın aksine içten bir şekilde gülümsedi. Bende aynı şekilde gülümsedim. Çaprazında yani son eğitmen yerinde az önce bana Alex'in karşısına oturmamı işaret eden mavi gözlü yüzünde yara izi olan kadın vardı. Masaya doğru eğilmiş çaylağı ile bir şey konuşuyordu. Onun çaylağın yani son savaşçı ise kızıl saçlı bir kadındı. Ama masanın öbür baş tarafında ilk defa gördüğüm en fazla on beş yaşlarında bir kız oturuyordu. Kumral uzun saçları ve mor gözleri vardı ayrıca- dur bir dakika! Mor göz mü?
Evet, kızın gözleri harbiden mordu. Anlamayak kızım yüzüne bakmaya devam ettim ama o boş boş masaya bakıyordu.
Burda normal bir tane bile mi insan yoktu? Gerçi yoktu. Bu masada oturan tüm insanların ayrı bir yeteneği vardı. Bir farklılık, kusurdan öte bir şeydi bu. Bizi milyarlarca insandan ayıran ayrıntılardı belkide. Biz de diğer insanları gibi olsaydık bize eşlik eder miydin İsimsiz? Diğer insanlar gibi sende görmezdin bizi. Farkında değil misin? Sende bizim gibisin. Bu yüzden çıktık karşına. Tesadüf mü sanıyorsun? Hahaha! Beyaz Melek burda olmanı istemeseydi varlığımızdan heberin bile olmazdı.
'Normal' hayatına devam ederdin. Korktun mu? Hayır mı, cesaretini takdir ediyorum. Hikâye yeni başladı. Henüz korkmana gerek yok. Henüz...
Aslında haksız olabilirdim. İşin felsefesine inelim biraz. Yeteneği olmayan 'normal' bir insan bile geri kalan milyarlarca insandan farklıydı. Kimse kimseye benzemiyordu ki. O zaman neyin anlaşmazlığıydı bu? Neyin dışlaması, anormalliğiydi? Bunca insan neden ötekileştiriliyordu ki? Nasıl olsa herkes farklıydı kimse kimseye tamamen benzemezdi. Aciz parmaklarınızın ucuna nakşedilen parmak izlerimiz bile Tanrısal bir yalnızlığa sahipti.
Parmak izleri, bireyin anne rahmindeyken rasgele basınç ve sürtünmelere maruz kalması ile oluşuyordu. Yani şartların aynı zamanda aynı derecede tekrarlanmasının ne kadar düşük ihtimal olduğu düşünülürse parmak izleri eşsizdir.
Fakat düşük ihtimal asla sıfır demek değildir. Yapılan hesaplar iki kişinin aynı parmak izi ile doğma ihtimalinin atmış dört milyarda bir den daha düşük olduğunu söylüyor. Elbette bu kesinlikle iki insanın aynı parmak iziyle doğacağı anlamına gelmez, nasıl olsa bu sadece bir ihtimal. Evet, düşük bir ihtimal ama en başından dediğim gibi bir ihtimalin çok düşük olması gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Dünyaya gelmiş ve yaşamını sonlandırmış milyarlarca insan, hala yaşayan milyarlarca insan ve belkide yaşayacak olan milyarlarca insan... Farklı zamanlarda farklı mekânlarda belki iki insan aynı parmak izine sahip olurdu.
Elbet bu hesapların tek bir parmak için olduğu düşünülürse ve on parmak artı avuç ve ayak içi izleri denkleme dahil edilirse ortaya daha olağan üstü sayılar çıkıyor. Hesaba katılacak bir diğer etken olasılığın kendisidir. Olasılık dediğimiz şeyin pratikte ve teoride çok farklı işlediği düşünülürse şu an bu masada bulunan iki kişinin bile en az bir parmağının izi aynı olabilirdi.
Kabul edelim ki hayat kesin konuşmak için fazla karışık ve sürprizlerle dolu.
Sevgilerimle. Mutluluk sizinle olsun, güneş benimle. 🌙
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
771 Okunma |
247 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |