14. Bölüm

10.Bölüm (Can Alanlar)

Sümeyye İrem Akgeyik
sumeyyeirem.a

***

 

Hayatı bir ölüme bakan insanlar kendilerini bir can alacak kadar güçlü sandılar.

 

***

 

Bitmişti. Ruhsuz'un resmi de bitmişti. Elbette boynudaki izi de çizmiştim. Diğer iki resime de ekleme yapmış, detay eklemiştim. Beyaz melek, Alex, Ruhsuz... Di Angelo' nun her bir yüzü şu an elimin altındaydı. Yaşadığım mutluluk tarifi zordu, ki sebebini de pek bilmiyordum.

 

Ama söz konusu Alex olunca düşünmeyi bırakalı çok oluyordu. Dürüst olmak gerekirse bazen bir kendimi sorgulamıyor değildim. Acaba gerçekten ona karşı beslediğim duygular var mıydı? Her seferinde cevaba yaklaştıkça kaçmıştım. İçimde meraka bağlı bir bağlanma oluşması beni korkutuyordu.

 

Alex'i deli gibi merak ediyordum. Benim için gizemlerden ibaretti. Ve ben her insanın sınırlarını aşarak kişiliğinin derinliklerine girmeyi, gözlerini okuyarak onları çıplak bırakmayı huy edinmiştim. Peki her Alex'in derinliklerine indiğimde nede konudan sapıyor, kendimi kaybediyordum.

 

Sıkıntı işte burda Asya. Cevaba bu yüzden uzaksın. Sen kendini kaybetmiyorsun. Onun ruhunda kendini buluyorsun.

 

Her şey bir yana gerçekten Ruhsuz ile oynadığımız oyun mantık dışıydı. İkimiz birbirimizin sınırlarını zorluyor, kelimenin tam anlamıyla arada flörtleşiyorduk. Konu aşka açılınca istemediğimizi belirtmekten de çekinmiyorduk, o ayrı konu.

 

Kendimi bildim bileli mantığım ile hareket etmiş, her adımımı temkinli atmıştım. Ama Alex? Bu aşk olmaz. Aşk basittir. Her duygu insan beyninden ibarettir. Korkuyu da bizim zihnimiz yaratır, cesareti de. Bunlar gibi bir duygu olan aşk da elbet zihnimize bağlıydı. Bu yaşıma kadar ben bunu savunmuştum. Hoştur, bir keresinde hayat bana iyi bir çelme takmış ve birine düşmüştüm. O da ayrı mesele. Ama onun da çevrenin ve zamanın verdiği gereksiz bir takıntı olduğunu anlamayacak kadar aptallaştırmamıştı aşk beni.

 

Aşk üç harfe sığacak kadar basitken neyin konuşmasını yapıyodum ki? 'Abartılı şevk konuları' aşka verebileceğim en büyük anlam işte buydu.

 

Elim boynuma gitti. Benim aşka verdiğim sadelik Alex'e duyduğum abartılı merakı örtmüyordu maalesef. Kendisinin hasta olmasındandır yana ne kastetmişti?

 

Sorsaydın?

 

Bi an ani afallama ile kalemi masaya bıraktım. Neden sormamıştım? Genel olarak onunla ilgili olan sorularıma cevap vermişti. Bunu sormamıştım? Neden, nasıl demiştim?

 

Sandalyeyi geri çekerek kalktım ve odanın içinde tur atmaya başladım. Şu an kendimi aptal gibi hissediyordum.

 

Aşık bir aptal gibi mi?

 

Hayır devreleri yanmış bir aptal gibi. İşte beni özetleyecek cümle; Alex'in gözlerindeki güneş benim devrelerimi yakıyordu! Bu berbat, isimsiz bir şaka gibiydi.

 

Bence biraz zorlasan buna basit harflerle bir isim bulabilirsin Asya.

 

Geri masaya oturdum. Alex konusunu kapatmaya karar vermiştim bile. Belki oyalanacak daha önemli bir iş ile ilgilenebilirdim. Mesela Ada.

 

Bi yarım saat önce onunla konuşmuş, o şerefsiz insansıların ayırt edici özelliklerini sormuştum. Elimde falza bir bilgi yoktu. Tutunabileceğim tek detay Ada'ya bıçak çeken kişinin boynundaki yılan dövmesiydi.

 

Onu yılanlara nasıl yem edeceğimin planlamasını yapmıştım. Sıra onu bulmaktaydı.

 

Bahçeye geçip iki serçe ve dört kumruyu yanıma aldım. Sürü arasında en fazla kuş vardı ve kumru, serçe, yabani güvercin gibi gizlenmesi kolay dikkat çekmeyen kuşlar bu sürünün yarısından fazlasını karşılıyordu.

 

Altı kuş da, eğitimi iyi geçmiş ve bana o adamı (!) bulabilecek kuşlardı.

 

Onra görevden, adamın dövmesinden ve olayın geçtiği yerden bahsettim. İlk o mahalleyi aratacak sonradan bulamazsam alanı büyütecektim. Umarım buna gerek kalmazdı.

 

Önce serçeleri sonra kumruları pencereden saldım. Uzaklaşmalarını izledim bir süre. Sonra ben de içeri girdim. Tekrar yatağa uzandım. Saat sabahın dördü falandı. Biraz uyumaya ihtiyacım vardı. Ama uyuyabileceğimden pek emin değildim. Gözlerim kendiliğinden kapanıyordu. Sanırım fazla yorulmuştum. Ama uyumamaya kararlıydım.

 

Kapının sesini duyunca yataktan tekrar doğruldum. "Gel!" Kimse gelmedi. Ayağa kalkarak kapıya ilerledim. Serçe parmağımı yatağın yanına vurunca acıyla inledim. Keşke rüya olsaydı da acıyı hissetmeseydim.

 

Kapı açılınca boş koridor ile yüzleştim. Harika iyice deliriyordum.

 

Oflayıp puflayıp ceketimi aldım ve odadan dışarı çıktım. Telefonumu açtığımda sarjimın bittiğini gördüm. Tekrar bir sinir beni sararken geri cebime koydum. Bulunduğum kattaki büyük terasa çıktım ve bir koltuğa oturdum. Cebimdeki telefonu çıkardım, şarj ne ara sıfır olmuştu anlamıyorum ki?

 

Geri yerimden kalkarak korkuluğa ilerledim. Hava yeni yeni aydınlanıyordu. İleride, bulunduğum yere uzak şehir merkezini izledim. Elli ikinci kat buradan bile seçiliyordu.

 

Tek el kurşun sesi geldi. Korkarak çığlık attım. Ama ses dışardan değil içeriden gelmişti. Acaba biri sabah sabah atış antrenmanı mı yapıyordu? Ama özel odalar vardı ve o odalar ses geçirmezdi. Ayrıca tüm antreman odaları eksi birinci kattaydı ve şu an ikinci kattaydım. Ses bu kattan gelmişti. Bir kaza mı olmuştu? Neden başka ses gelmiyor? Diğerleri sesi duyup uyanmamış mıydı?

 

Üstümü başımı düzeltip koridora çıktım. Kimse yoktu. Yoksa yine olmayan bir ses mi duymuştum? Sanırım gerçekten yatıp dinlenmem gerekiyordu.

 

"Asya?" İrkilerek arkamı döndüm. Alex birkaç metre ileride durmuş bana bakıyordu. Bana doğru ilerledi. Bende ona doğru ilerledim. Aramızda iki bilemedin üç adım kalmıştı ki ikimiz de durduk. "Bir sorun mu var? Sesini duydum."

 

Şimdi ne diyecektim? Yok bir şey sadece kafayı yiyorum desem gerçekten kafayı yediğimi düşünürdü. Ama zaten kafayı yiyordum.

 

Biz en iyisi yavaştan alalım Asya.

 

"Sadece bir ses duydum. Önemli bir şey yok."

 

Sadece bir ses duydum. Önemli bir şey yok?.. ben daha yaratıcı bir şey beklemiştim Asya.

 

"Uyumadın mı?" Başımı olumsuz anlamda salladım.

 

Şu an çok tuhaf hissediyordum.

 

Ne o yönde mi güneş devreleri yakıyor?

 

Hayır, yani evet ama hayır, konu bu değil. Yanlış bir şey vardı.

 

"Seni uyandırdım mı?" Dedim kafamı eğerek. "Hayır bir yirmi dakika falan önce uyanmıştım. Uyku tutmadı."

 

Geri koridora baktım. Şu an yedinci ve sekizinci odaların önündeydik. İdın ve Felix.

 

"Terasa geçmek ister misin?" Geri Alex'e döndüm ve onu başımla onayladım. Sanırım bana bu gece uyku yoktu. "Önden buyrun efendim." Yüzüme yayılan gülümseme ile ilerledim.

 

Terasa gelince dışarıya göz gezdirdim. Tüm şehir uyuyor gibiydi. Hiç araba veya yaya yoktu. Eh saat sabah dört tabii olmaz kimse.

 

Kafamı çevirince Alex'in bir koltuğa yerleştiğini gördüm. Telefonumu eline almış bana uzatıyordu. Sanırım panikle koridora çıktığımda burda unutmuştum.

 

"Ah şey afedersin." Ona doğru ilerledim ve telefonumu aldım. Daha doğrusu almaya çalıştım ama bırakmadı.

 

Anlamayan gözlerle onu izlediğimde beni bileğimden tuttu ve kendine çekti.

 

Sonra yanına oturdum dimi? Yok canım. Kelimenin tam anlamıyla kendine çekti. Yan bir şekilde kucağına (?) Düştüm. Belirtmek isterim bu benim sık sık yaptığım bir aktivite değil. Hatta yaptığım bir aktivite değil.

 

Kafamı kaldırıp ona şaşkın bir bakış attım. Ne de olsa bu pek normal bir hareket değildi.

 

Yüzünde alaylı bir sırıtma vardı. Elini belime sarmaştı. Boşta kalan ellerimden biri belindeki elinin üstüne biri de onun göğsüne gelmişti. Heralde tekrar his kaybı yaşıyordum. Çünkü kalp atışlarını hissedemiyordum.

 

Yok canım sıkıntı sende, konuşsa duyamazsın bile.

 

Gözlerim biraz ileride bulunan güvenlik kamerasına kaydı. İyi ama kamera? Eli çeneme yerleşti ve nazikçe yüzümü onun yüzüne çevirdi. Sıra Ruhsuzda falan mıydı?

 

Hala fok balığı gibi ona baktığımın msalesef farkındaydım. Baş parmağı çene kemiğim boyunca kendine yol bulurken en sonunda gamzemdeki çukura yerleşti. İstemsizce yutkunmam işleri biraz tuhaflaştırdı. Ama zaten daha ne kadar tuhaflaşabilirdi ki?

 

Yüzünde hala yaramaz bir gülümseme vardı. Ama bunun haricinde hem camdan çok değerli bir eşya tutuyor gibi bakıyordu hem her an yiyip parçalara ayıracak gibi bakıyordu.

 

Hangisi işime gelir tartışılır.

 

"Şu an bir rüyadaymışız gibi davran. Birazdan uyanacaksın veya her an kâbusa dönüşücek. Ne yapardın?" Çatallı sesi kafamın içinde dönüp dolaşırken cevap veren ben değildim. "Tadı, tadını çıkarırdım." Yüzüne yayılan gülümsemeyle gözlerim dudaklarına kaydı. Ve lânet olsun ki tekrar yutkundum.

 

Yanlış anladın sen Asya. Rüyanın tadını çıkarıcaktık.

 

Bir elini kaldırıp perçemlerimi itti. Sonra kafasını eğerek duraklarını alnıma bastırdı. Öpmek denmezdi buna sadece alnında yer edinmiştiler. Bir şeyler mırıldanıyor, benim aklım iyice uzaklaştırıyordu.

 

Belimdeki eli; zaten kısa ve bol olan kazağımın altından tenime değiyor ve Alex'in parmakları belimde narince dolaşıyordu. O an uyuyabilirim sanıyordum ama bu sefer mayışmak yerine sıcak parmakları ve dudaklarındaki his tüm bedenimi yakıyordu.

 

Bu his karşısında bir aç gözlü gibi doyumsuzca daha fazlasını istiyordum. İnsan olmanın verdiği o sonsuz açlık şu an kendini gösteriyordu. Daha fazlasına açtım.

 

Allah'ından bul Asya! Daha ne istiyorsun?

 

Ne istediğimi bilmiyordum ama ne istemediğimi biliyorudum. Buna son vermek. Evet, buna son vermeyi kesinlikle istemiyordum.

 

İstemediğim bir diğer şey de, eli belimdeyken karnımın guruldamasıydı. Ama bu daha çok trajikomik olacağından bunu saymıyorum.

 

Dudakları tenimden uzaklaşırken göğsündeki elimi kaldırdım ve yüzüne yerleştirdim. Boşta kalan elini kaldırdı ve kolumu tuttu. Bu sefer bileklerime bastırdı dudaklarını. Gözleri hala gözlerimde dururken vücuduma yayılan sıcaklık iyice başımı döndürüyordu.

 

Bileğim ve dudakları ayrılırken kafasını hafif yan tuttu.

 

"Hâlâ korkuyor musun?" Başımı olumsuzca salladım. Kıkırdadı. "Gerçi ben başka sebeplerden tekrar çığlık atmanı isterdim." dedi, göz kırparak.

 

Beynim dediği şeyi çok geç algıladı. Gözlerimi açarak yüzüne baktım. Kızardığımı yüzümdeki yanmadan az çok anlayabiliyordum.

  

Tekrar kıkırdadığında çığlık atmak istedim. Hayır! Hayır, öyle değil utançtan çığlık atmak istedim.

 

Diğer eli de belime yerleşirken iyice sardı beni. Bedenimi kendisinde çekerek alnını anlıma yarleştirdi. "Pis sapık." Dedim azarlarca. Sadece gözlerini kapattı ve kıkırdadı. Gamzeleri yine belirginleşti. Ve onu hep olduğu gibi gülüşünde öpmek istiyordum.

 

Bunu neden yapmayayım ki? O dedi rüyada gibi davran.

 

Uzandım ve dudaklarımı onun dudaklarına değdirdim. Bunu beklemiyor olacak ki -ben de beklemiyordum.- Nefesi kesildi ve geri çekildi. Sadece ufak bir temas oluşmuştu. Ama bu ikimizin de nefes düzeninin bozulmasına yetmişti. Gözlerinde afallama vardı.

 

Tam her şeyi boka çevirdiğimi düşünüp özür dileyecekken bu sefer afallama sırası bendeydi. Çünkü hızla atılmış. Başını eğerek beni öpüyordu. Evet, şaşırtıcı inanması güç. Ama biz rüyadaymışız gibi diyerek başlamıştık işe ve kelimenin tam anlamıyla başka çığlık işlerine doğru son sürat ilerliyoruduk. Allah sonumuzu hayretsin, ne diyim?

 

Afallamam yüzünden kayıtsız duran ben olayları idrak etmeye başlayınca bu sefer ben de eşlik ettim. O daha çok kırılası bir nesneymişim gibi davranırken ben içimde beni kavuran ateşle daha hırçın davranıyor, dudaklarını dişliyordum. Ağzıma gelen metalik tatla sanırım hassas deriye zarar vermiştim. İnleyerek geri çekildi. Hem erotik sesi hem aldığım kan tadı iyice kafayı yememe sebep olmuştu.

 

Harika şimdi de vampirliğe doğru yol alıyoruz.

 

Gerçekten de alt dudağının kenarı kanıyordu. Dili, şişmiş dudağına giderken gözleri hala gözlerimdeydı. Kanıya yeri yaladığında daha falza istiyordum. Tam abarttığımı düşünecektim ki onun gözlerindeki istek beni tatmin etmişti.

 

Göğsüm hızla inip kalkıyor. Boynum yan tuttuğum için ağrımaya başlıyordu. Hiçbiri rahatsızlık vermiyordu. Ama hızlı atan kalbim iyice kafamı bozuyor, işin sonu son değil dercesine haykırıyordu.

 

Alex beni nasıl yaptığını bilmediğim bir şekilde tutup kaldırdı. Artık bir bacağım sağda diğeri solda duruyordu.

 

"Hmm sen ne kadar da güçlüymüşsün öyle." dedim, alaylı bir ifadeyle. Gülmeye başladığında sadece yüzünü izliyordum. En sonunda gülmeyi bıraktı ve yüzümü seyre daldı. Bir eli bacağımın üstündeydi biri de benim elimi tutuyordu. Ben de baştaki elimi onun yüzüne yerleştirdim. Kafasını hafif yan tutarak gözleriyle beni deli ediyordu.

 

Ona doğru eğildim. Tereddüt ederek geri durduğumda beni kendine çekti ve dudaklarımız kavuştu.

 

Yaşamak bu muydu? Bu bir şaka gibiydi. Veya en gerçek anı gibi...

 

Alex mükemmeldi kusursuzdu. O en harika şeydi.

 

Buralara nasıl geldiğimizi veya bundan sonra ne yapacağımızı bilmiyorum. Ama onun da dediği gibi. Şu anın tadını çıkaracaktım.

 

Şu an Alex ise tabi Alex'in tadını, neyse Asya.

 

Dili dudak çizgimde gezerken bu sefer ben de daha insancıl yaklaşıyordum. Ama içimdeki odun sobası buna pek izin vermiyordu. Yüzündeki elim ensesine gitti ve saçlarını karıştırmaya, çekiştiremeye başladım. Elimi bıraktı ve iki kolunu da belime sardı. Beni kendisine bastırırken güvenlik kameralarını bile umursamayı bırakmıştım.

 

Diğer elim göğsünde yer edinirken hızlanmış kalp atışları beni daha da mutlu etmişti. "Seni, seviyorum." Kulaklarım ne duyduğunu beynim ne algıladığını sorgularken içimde dönen fırtına tüm dünyamı döndürmüştü.

 

"Ben," dişlerimi sıktım. "Lânet olsun. Bende." Tekrer hırçın bir şekilde dudaklarına uzandım. Alex'e itirafım kendime olan kabullenişimdi. Böyle olmaması gerekirdi. Ama oluvermişti. Ben de tadını çıkartmaya karar vermiştim zaten.

 

Kendisini kastığını hissedebiliyordum. Şu an zevkten (?) kıvranırken sadece eşlik ediyordum. Kendimi ileri doğru çekince derin inlemesi ile onun nefesini soludum.

 

Bir süre sanki kesersek ölecekmişiz gibi birbirimizi doyasıya öpmüştük. Lakin onu bilmem de benim içimdeki doyumsuzluk pek yardımcı olmuyordu.

 

Senin içinden de ne çıktı Asya?

 

İçimden ne çıktı bilmem ama şu an her bir hücrem Alex'i istiyordu. Kafayı iyice bozmuştum heralde.

 

Nefes nefese ikimiz de geri çekilirken kafasını boyun girintime yerleştirdi. Her şey mükemmeldi. Alex mükemmeldi.

 

Elim hala saçında duruyordu. Parmaklarım yumuşak tutamların arasında gezinirken nefesini boynumda hissediyordum.

 

Sakinleşmem gerekirdi ama hayır ne belime dolanmış kolları, ne tenime değen nefesi, ne de boynumda hissettiğim belli belirsiz koku buna izin vermiyordu.

 

Sanki buraya aittim. Alex'in kollarına, sanki tenime değmesi gereken şey rüzgar değil de nefesiydi. Sanki almam gereken nefes onun limon kokusuydu.

 

Ama şu an gelen kan kokusu kesinlikle buraya ait değildi. Kaşlarım çatıldı. Alex gerildiğimi fark etmiş gibi kafasını kaldırdı ve gözlerime baktı. Sonra ayağa kalkmak için hareketlendi. İzin vererek kucağından kalktım. İkimiz ayakta duruyorduk. "Kan mı kokuyor?" Alex ilk anlamamış gibi baktı sonra beni sakinleştirmek ister gibi bana gülümsedi. Eğildi, önce boynumua sonra dudaklarıma özlem dolu küçük öpücükler bıraktı.

 

"Evet, senin yüzünden." Ciğerlerimdeki tüm hava aniden boşaldı. "Ha?" Ama her şey o kadar hızlı gelişti ki. Önce Alex, gözümün önünde devrildi. Çığlık atarak bir adım geri attım.

 

Sırtı! Tam sırtında bir yara vardı. Üstündeki beyaz tişört kan içindeydi. Kan!

 

Kafamı çevirip az önce oturduğu yere baktım, orası da kandı. Aynı panikle ellerime baktım. Ellerim de kandı!? Tekrar çığlık attım. Alex'in kanı ellerime bulaşmıştı! Az önce cenneti yaşıyordum. Ne ara cehenneme düşmüştüm?

 

"Alex?" Ona doğru eğildim. Nefes alamıyor? Az önce kokusu nefesim olan adam nefes almıyordu.

 

Yardım! Yardım çağırmalıydım. Koridora koşarak 7. Odaya ilerledim. Ama odalarımızın bulunduğu koridora gelince tekrar çığlık attım. Her yerde kan vardı. Her yerde!

 

Duvarda kanlı el izleri, darbeler, kanlar. Ne olmuştu böyle?

 

20. Odanın önünde bir kumaş parçası görünce oraya ilerledim.

 

Lânet olsun! Kumaş değildi. Saçtı. Kan bulaşmış kızıl saçların sahibini az çok tahmin edebiliyodum. Korkarak kapıyı yavaşça açtım. Aman Allah'ım! Lusita... O kan içindeydi. Ama yosundan farksız yeşil gözleri açıktı. Sanki ruhumu delmek istiyordu. İçeride sadece Lusita değil Öykü de vardı. O da kan içindeydi. Tek eliyle duvara sabitlenmişti. Boynunda da bir ip vardı ve gördüğüm kadarıyla ipin diğer ucu Lusita'nın belindeydi.

 

Lusita kaçmaya çalışırken Öykü'yü boğmuştu.

 

Hangi piskolat böyle bir şey yapardı?

 

20. Odadan uzaklaştım korkuyla. İleride ayakta duran biri vardı. Korkarak temkinli adımlarla ona ilerledim.

 

Hayır, hayır ayakta durmuyordu. Boğazına sarılmış bir halat ile tavana asılmıştı. Ada! O Ada'yıdı. Tekrar çığlık atarak yanına koştum. Yerkeki kandan ayağım kaydı ve kendimi yerde buldum. "Ada! Hayır, yardım edin!" Tekrar zorla ayağa kalktım. Ada boynundan tavana asılmıştı. Üstünde sadece uzun bir tişört vardı. Küçük bedeni tamamen havadaydı. Masum yüzü uzun saçlarının ardında kalmıştı.

 

Tüm gücümü kaybederek diz çöktüm ve ağlamaya başladım. İleride duvarın kenarında yatan ve kollarını İdın'a sarark onu korumayı istiyen Félix vardı. Ama ikisi de hareketsizdi. "Félix! İdın!" Deli gibi ağlıyordum. Bu bir rüya olmalıydı. Bir kâbus olmalıydı. Ada şu an hastanede olmalıydı. Yeterdi, artık uyanmalıydım. Yeter! Lütfen yeter. Tekar korkarak koridorda göz gezdirdim. Meredith... İkinci odanın önünde kollarını açmış Meredith duruyordu. Sanki karşısındaki kişi her kimse ona engel olarak odama girmesine izin vermiyordu.

 

Daha fazla ağlamaya başladım. Daha ne görebilirdim ki?

 

Keşke bunu söylemeseydim. Çünkü Ada'nın sadece birkaç adım ilerisinde boynundan karnına kadar göğsü kesilmiş Hyun Su'yu gördüm. Bir elinde Alex'in ceketi vardı. Diğer elinde ise Ada'nın ayakkabısının teki.

 

Kim yapmıştı bunu? Tüm savaşçıları kim yok etmişti? Ada' ma, Büyücü'ye, İdın ve Félix'in masum aşkına, Lusita ve Öykü'ye, Hyun Su'ya, kavuşmuşken Alex'e tüm savaşçılara bunu kim yapmıştı.

 

"Beni unuttun şerefsiz. Ben, Asya Ersöz, ikinci savaşçı, Alex'in çaylağı. Çık karşıma. Hadisene beni de öldür. Hadi!"

 

Ses gelmedi. Sadece ensemde bir silah hissettim. Tam arkamı dönüp kim olduğuna bakıcakken saçımı sıkıca tuttu ve canımı yakarak kafamı sabitledi.

 

Ama canımı yakan bu değildi. Arkamdan belirdiği anda etrafı saran limon ve nanenin uyumlu konusuydu. Ve tetiği çekip, acımadan vurdu.

 

  🍋

 

Yataktan öyle bir doğruldum ki az daha yere düşecektim. Bir süre derin derin nefes aldım ve sakinleşmeye çalıştım. Her şey kabustu.

 

Her şey mi?

 

Gözlerim masanın üstünde duran deftere gitti. Zorla ayağa kalktım her an düşücek gibi hissederek defteri elime aldım, Alex'in çizdiğim resmini incelemeye başladım.

 

Resmi geri masaya bıraktım. Telefonuma uzandığımda saatin altıya çeyrek kala olduğunu gördüm.

 

Boğulacak gibi hissediyordum. Kabustan kalktığım için mutluydum ama içimde bir boşluk vardı.

 

Ayağımı sürte sürte odadaki küçük banyoya ilerledim. Duşa kabine girdim. Soğuk suyu açarak bir süre sadece altında durdum.

 

Çok gerçekçi bir rüyaydı, koku, acı, ve yoğunluğu hissetmiştim. Her bir dokunuşu her bir hücrem ile hissetmiştim. Daha önceden de gerçekçi rüyalar görmüştüm ama bu başkaydı.

 

En sonunda hızlıca bir duş aldım ve küçük banyodan çıktım. Koyu kahverengi bornoz içinde hiç acele etmeden kendime kıyafet seçmiş ve tekrar banyoya girip giyinmiştim.

 

Tamamen siyahlar içinde kalınca fark ettim ne kadar çöktüğümü.

 

Sanki cenazeden çıkmış gibiydim. Hoş, şu ana dek bir tane hariç hiç cenazeye gitmemiştim. Ama hayatımın her anını cenaze evinde gibi yaşamaya alışıktım.

 

Saçlarımı gelişi güzel kurutmuş tarayarak şekil vermiştim.

 

En sonunda telefonumu alıp aşağı yemekhaneye indim. Atlas ve Karınca oturmuş kahvaltı yapıyordu. Ne hakkında olduğunu bilmediğim bir konuyu konuşuyorlardı. Ama ben gelince sustular. Başlarıyla selam verdiler ama gözlerinden nefret akıyordu. Ben de selam vererek arkada, pencereye yakın bir masaya oturdum.

 

Bir börek ve sıcak çay almıştım. Çayın biraz soğumasını beklerken bir elim dik tutmakta zorlandığım çeneme gitti ve dirseğimi masaya katarak destek aldım. Dışarıyı izlerken iki kuşa takıldı gözüm. Sanırım yuva kavgası yapıyorlardı.

 

Belki Flash ve Karıncanın kavgası da yuva kavgasıdır.

İyi ama neyin yuvası. Neden diğer savaşçılara veya Ada'ya karşı değil de bana?

 

Hala farkında değil misin Asya? Sen liderin çaylağısın. Ve ilk fırsatta lider olacaksın.

 

Bu konu hala beni rahatsız ediyordu. Ben bunu yapamazdım. Alex anlatırken balık gibi kalmıştım. Ve şimdi de savaşçıların bana düşman kesilmesi vardı. Bence sonradan gelmiş bir savaşçının yetki olarak onlardan üstün konuma gelmesi haksızlıktı. Ne de olsa ben daha yeniydim. Ama Selen, Félix ve en basitinden Hyun Su benden daha deneyimliyidi. Alex öylece tüm emeklerini avuçlarıma bırakmazdı dimi?

 

Ayrıca şu an endişelenmek için çok erken. Yakın bir zamanda kendimi ispatlayıp lider konumuna geçeceğimi hiç sanmıyordum.

 

Biraz da "kâbus" hakkında mı düşünsen?

 

Onun hakkında ne düşüneceğimi bilmiyordum. Savaşçılar ölüyordu. Alex senin yüzünden diyordu. Ama arkamdaki kişi de o olmalıydı. Şahsen daha onun gibi kokan biri ile karşılaşmamıştım. Ama Alex neden savaşçıları öldürsün ki?

 

Belki de Alex yapmamıştır. Senin hatanın bedelini ödetmiştir. Senin yüzünden hepsinin sonu gelmiş intikam içinde Alex senin hayatına nokta katmıştır.

 

Nokta. Ne acı bir kavramdı aslında. Hep sonu belirlerdi. Cümlenin sonu, konuşmanın sonu, hayatın sonu. Her kitap bir nokta ile biterdi, her konuşma nokta ile biterdi. Her hayat biterdi. Çünkü Azrail nokta atmaya gelirdi.

 

Sayfalarca sürmüş bir kitabı; aylar, yıllar sürmüş bir hayatı işte tek nokta ile bitirebiliyorduk. İnsan oğlu olarak sonumuz bir nokta kadar kesinken hala adaleti yok ediyoruduk.

 

Bırak noykayı virgülü. Sen asıl rüyanın başından bahset.

 

İç sesim nasıl bir cevap almak istiyordu bilmiyorum ama rüyanın başı baş değildi.

 

Nasıl baş değildi Asya seni seviyorum dedin.

 

Hayır o seni seviyorum dedi ben 'bende' dedim. Arada çok fark var.

 

Aman ne fark.

 

Belki o ben de den sora başka bir şey söyleyecektim. Belki ben de beni seviyorum diyecektim?

 

Demedin çünkü o sırada Alex'i öpmek ile meşguldün.

 

Sanırım az önce iç sesim tarafından kapak yedim. Ama kaçamayacağım detayı da görmezden gelmemek lazım. Orda gerçekten bir haltlar dönmüştü. Ama iyi tarafından bakmak gerekirse kime danışacağımı biliyordum.

 

Şimdi derin bir nefes al ve arkana yaslan. Bir şeyler ye. Biraz sonra kostüm provasına gidiceksin.

 

Arkama yaslanmak yerine diğer masalara göz gezdirdim. Yeni gelen ikiliyi görünce oraya odaklandım. Hyun Su bir şey anlatıyordu ama sinirli gibiydi. Yanında da Alex onu umursamadan telefonu ile ilgileniyordu.

 

  

 

Alex'i tekrar görmek kalp atışlarımı hizlandirmaya yetmişti. Elim bilekliğime gitti. Sık sık taktığım bir takı yoktu. Şu ana dek en uzun süre taktığım takı savaşçı bilekliği olmuştu. O da zorunluluk. Ama benim için duygu bağı da vardı. Sanırım savaşçı olmayı sevmiştim.

 

Konuyu dağıtma Asya.

 

Hyun Su beni gördüğünde elimi hafif kaldırarak selam verdim. Gülümseyince masama davet ettim. Gülümseyerek ilerlerken Alex'in de karnına dirsek atmış beni göstermişti. Alex ona göz devrken yanıma doğru ilerlemeye başlamıştı.

 

Alex karşıma Hyun Su da onun yanına oturdu. "Günaydın güzellik kraliçesi." "Günaydın Yaratık," Elimdeki bardağı hafif kaldırdım. "Beyaz melek." Dedim Alex' in gözlerine bakmadan. "Avcı." Dedi Alex gülümseyerek. Ama benden çok Hyun Su'yaydı odağı. Güzellik kraliçesi değil insan avcısı diyordu resmen.

 

"Dalmış gibiydin." Geri Hyun Su'ya döndüm. Elim alnıma gitti ve ovmaya başladım. "Hmm hayır sadece biraz uykusuz kaldım galiba." "Sadece meraktan soruyorum, kaç saat uyudun?" Dedi Hyun Su, umutsuz sesiyle. "Saat dört gibi falan uyudum, uyandığımda saat altıyı geçiyordu." "Ona da şükür." Beni ve Alex'i süzdü. "İkiniz anlaşarak mı giyindiniz?" Alex ilk ne dediğini anlamamış gibiydi. Ama sonra gülümsedi.

 

Gerçekten de ikiniz de çok uyumlu giyinmiştik. Ve Alex'e her renk yakışsa da veya Beyaz Melek denilse de, siyah ona haddinden fazla yakışıyordu.

 

Sarı saçları uzamıştı, artık yan taraflar da biraz uzundu. Umarım saçını kesmezdi çünkü bu hâli bile çok iyiydi. Saçları dağılmış, yüzüne gölge bırakıyordu. Olduğundan daha genç görünüyordu.

 

Sweatshirtünün yaka tarafı boldu ve boynunda ki yara izini görünüyordu. Alex de kusur arayıp da bulamadığım zamanlardan birindeydim yine.

 

"Benim normal giyimim, arkadaşına sor anlaşmış mı?" Dedim. Hyun Su Alex'e döndü. Geri bana baktı. "Biliyorum normal giyimin olduğunu ama son zamanlarda hep daha cıvıl cıvıl daha renklisin. Tabi o da hep kahverengi, yeşil-beyaz falan oluyor."

 

Hyun Su sandalyeyi çekerek ayağa kalktı. "Neyse ben gidiyorum." Alex'in yanına gidip yanağına ıslak bir öpücük bıraktı. "Lan! Gitsene olum başımdan." Benim yanıma da gelip saçıma daha medeni bir öpücük bıraktı. Hiç sesimi çıkartmadım.

 

Alex hala söylenmeye devam ediyordu. "Dedim Ada ile çıkmaya başladı, beni salar." Hyun Su onu takmadı ve veda edip gitti. "Çok sıkıldım karargahta, bu gün provan varsa bende gelebilir miyim? Hem bilmiyormuş gibi davran ama seni oyalamam lazımmış." "Neden?" Alex omuz silkti. "Gizlili sürprüz yapacakmış beyfendi." Kahkaha attim. 'Gizlili sürprüz' den sürprizi kimin yapacağını az çok tahmin ediyordum.

"Olur tabii. Bir saate çıkarız."

 

 

💥

 

 

Yoldayken Alex bana Hyun Su ile ilgili komik bir anı anlatıyordu. Bende her şeyi bırakmış sanki beni hayata bağlayan şey onun konuşmasıymış gibi dikkatle dinliyor, arada da gülmeye başlıyordum.

 

Opera binasına girerken mutluluk kursağımda kaldı. Çünkü Bize doğru gelen bir 'Alya' vardı. Gene dudakları kulağında, yapmacık bir gülümseme takınmış yanımıza yaklaşırken yüzündeki belediye çukurlarıyla Alex'in aksine sanki ona ait değilmiş gibi olan gamzeleri selâm veriyordu.

 

"Günaydın." Dedi ciyaklayarak. "Günaydın." Alex de ben de resmen homurdanarak konuşmuştuk.

 

Belki Alya'ya haksızlık yaptığımızı falan düşünüyorsun. Ama hayır. Sana şu kadarını söyleyeyim; hani herkesin hayatında dedikoducu, kendini beğenmiş, en zengin benim, en güzel benim, ben sizden üstünüm kafasında biri olur ya.. işte benim hayatımda o kişi Alya.

 

Şimdi diyeceksin ki o zaman neden muhatap oluyorsun. Alya'yı uyardığım çok olmuştu ama bir süre sonra onun bu şekilde yetiştiğini veya kişiliğinin tam olarak bu olduğunu fark etmiştim. O noktada uyarmayı kestim. Ayrıca zaten ekipteki çoğu kişi ondan nefret ettiği için dışlanıyordu, ben de Ada da dışlanmak ve zorbalık nedir çok iyi biliyorduk. Bir bakıma Alya için üzülmüştük. Çünkü ekibe yeni gelen kız. Herkes ön yargılı, ona karşı düşman. Ama neden ekibin onu düşman bellediğini çok geç anladık. Sürekli birilerini aşağılayor, hiç olmayacak konularda hiç olmayacak şeyler konuşuyordu.

 

Onu kovmayı hiç denemedik mi? Yo denedik. Ama bir kere yapışmıştı paçamıza. Daha önceden kavga ettiğimiz çok olmuştu. Ve genelde kavga sebebi dedikoduları veya insan içinde kendini yüceltmek için bizi aşağılamasıydı. -Evet sık sık bunları yapar.

 

Mesela bir büyük kavgada, 'istediğin gibi bir insan olmak için çabalardım ama kimse için değişmem, hak etmiyorsun.' demişti. Ben de sakin soğuk kanlı bir şekilde. 'istediğim gibi bir insan olmana gerek yok, insan ol yeter.' demiştim. Sanki yedi sülalesine küfür etmişim gibi delirmiş ortalığı birbirine katmış, en sonunda etresi gün. 'aşkım tırnağım kırıldı.' diyerek dert yanmıştı. -Ve tekrar evet bunun için de çok dert yanar.

 

Biz şimdiye dönelim. Alya bana ve Alex'e ufak bir bakış attı.

 

Dudaklarını büzdü, "Dün gelmedim ben yokken daha neler oldu? Hissettiniz mi yokluğumu?"

 

Bir dakika! Alya dün gelmedi mi? Bunu neden şimdi fark ediyordum. Hiç hissetmemiştim bile.

 

Bunu onun yüzüne söylemek vardı. Ama şu an Alex buradayken onu bozmaya değmezdi.

 

"Yok her şey aynıydı." Dedim, kısa bir cevap olarak. "Çok konuştun. Hadi." Bizden önce gidecek umuduyla bekledim ama Alex'in sol tarafına geçti ve daha bir şey demeden dün yaptığı şeylerden bahsetmeye başladı. -Tahmin edebileceğin gibi bunu da çok sık yapar.

 

Alex bana 'şaka mı bu' der gibi bir bakış attı. Sağ gözünün seğerdigine yemin edebilirdim.

 

Üçümüz (maalesef) dolaplarımıza ilerlerken Alya hâlâ susmamıştı. En sonunda eşyalarımızı aldık ve kulise ilerledik.

 

Fırat ile karşılaştık. Alya seke seke onun yanına ilerlerken Fırat, Alex'e ters bakışlar atıyordu. Ama Alex pek takmıyordu onu. Koridorun ilerisinde birilerini izliyordu. Omzu ile beni dürtüğünde çenesi ile gösterdiği yöne baktım. Nergis hoca ve Birgül hoca bir balon ile karşılıklı oynuyorlardı. İkimiz de kıkırdadık.

 

Nilüfer hoca on sekiz yaş altı oyuncuların drama hocasıydı. Birgül hoca ise deneyimli oyuncular ile ilgilenirdi. Geri Fırat'a döndüğümde bana ve Alex'e baktığını fark ettim. Ama önceki kadar sert bakmıyordu.

 

"Biz salona geçiyoruz." dedim. İkisinden uzaklaştıktan sonra Alex gülmeye başladı o gülünce bende güldüm. "Sen neden gülüyorsun?" Dedi Alex, gülmeyi bırakarak.

 

Mantıklı Asya. Sana ne oluyor?

 

"Bilemem." dedim, çocuk gibi omuz silkerek. Eli saçlarına gitti ve karıştırdı. "Sanırım Ege'yi sevdim." Ege mi? "Ege ne alaka?" dedim. "Alya ile ilgili söyledikleri ilk fazla abartı geldi. Ama şimdi çok doğru hatta eksik."

 

Tek elimle perçemlerimi arkaya ittim. "Alya biraz tuhaf. Onunla anlaşmak zor. Hoş, bizim de pek anlaşabildiğimiz söylenmez."

 

Salonun büyük kapılarını açarken onu buyur ettim. "Önden buyurun efendim." dedim

 

Bu replik bana biraz tanıdık geldi Asya.

 

Tüh kahrıbela! Geri sar, geri sar.

 

Sahneye doğru ilerlerken arka ışıklar kapalı sadece sahne ve sahnenin önündeki ışıklar açıktı. İçerinin loş kırmızı havasını hep sevmişimdir.

 

"Başkanım." Dedi neşeli bir ses. Sesin sahibini zaten tahmin edebiliyordum. "Yakala!" Bir elma Alex'e doğru havada ilerlerken elimi kaldırdım ve son anda yakaladım. Alex irkilerek geri çekildi. Ben de elmadan bir ısırık aldım.

 

Sonra karanlıktan Onur çıktı. "Afedersin kaptan. Görmedim seni." dedi Alex'e. "Önemli değil." dedi. Ama resmen sesi beni görmemek mümkün mü diyordu. Haklıydı adam. Benden en az on cm daha uzundu.

 

Alex arka taraflarda bir yere geçerken ben ve Onur sahneye ilerledik. Elimdeki elmadan koca ısırıklar alıyor hemen bitirmeye çalışıyordum. En sonunda çöpünü sahnenin ilerisindeki çöpte attım. Basamakları çıkarak tam sahnenin ortasına geçtim. Onur da yanımda duruyordu.

   

Emir arkadaydi, kostümler için ölçü alıyordu. "Günaydın." dedim. Sıcak bir gülümsemeyls cevap verdi. "Günaydın." Ölçüm sırası bana geldi.

 

Benim ölçülerde bitince salona ilerledik. Alex oturmuş uslu uslu beni bekliyordu bu sırada sahnede ufak bir prova vardı ve hayranlıkla sahnedeki ekibi izliyordu. Tiyatroyu gerçekten çok seviyordu anlaşılan. Gözü bana döndü ilk yüzünde gülümseme belirdi fakat gözü Emir'e kaydığı anda yüzünde saniyelik bir değişim oldu fakat hızlıca toparladı.

 

Bu herifi oyuncu yapmalıyım.

 

Alex'in yanına geldim bana ceketimi uzattı. "Soğuk değil." "Dışarısı soğuk ama. Üstüceksin." Uzatmak istemeyerek ceketi omuzma attım. Arabaya bininci çıkartıldım.

 

Emir Alex'e baktı. "Eniştemiz sanırım." Gözüm Alex'e kaydı. "Hayır, arkadaşım." dedim.

 

Şimdilik dimi Asya, şimdilik.

 

Sus iç ses zaten için yanıyor.

 

  

Emir elini Alex'e uzattı. "Emir ben."

 

Alex elini sıktı ama biraz soğuk bir ifadesi vardı. "Alexander." "Nerelisin?"

 

"İtalya." Emir gülümsedi. "Asya İtalya'yı çok sever İtalyanca da biliyor ayrıca."

 

Alex dudaklarını kıvırdı ama yüzü samimilikten uzaktı. "Biliyorum. Arada konuşuyoruz."

 

Emir tekrar gülümsedi. "Bana da öğretmeye çalıştı ama sanırım benim dilim değil. Aklıma girmiyor." "Doğru biraz farklı Türkçeden ama romantik bir dildir öğrenmeye değer."

 

Emir kafasını salladı. "Aynen." Alex bana döndü. İşin bitti mi?" Başımı salladım ve Emir'e döndüm. "Hadi iyi günler ben kaçtım."

 

"İyi günler, ha bu arada görmüşken sorayım. Bahsettiğim sahneleri silelim mi?" Dürüst olmak gerekirse ruhsuzun resmi ile ilgilenmekten oyuna göz atmamıştım bile. "Yok sorun değil. Düzenlemeye kalksak daha çok uğraşırız, gençlerin hevesi de kırılmasın hem."

 

"Öyle diyorsan."

 

 

 

Alex ile arabaya ilerledik. "Sanırım sevmedin Emir'i." Kaşlarını çattı. "Hayır, sevmedim. Beni geriyor. Çok iki yüzlü birine benziyor ayrıca."

 

Kıkırdadım. "O bir oyuncu. İkiyi geç, yüzlerce yüzü var onun. Benimde öyle."

 

"Oyunculuk başka bu başka. Her neyse konuşunca yine gerildim."

 

"Tamam kapatalım konuyu. Annemlerin yanına gidicektim bu akşam. Madem Hyun Su'nun sürprizi var şimdi gidiyim."

 

"Bırakırım seni."

 

"Bence sende gel. Hem unuttun mu beni oyalanman lazım."

 

Kıkırdadı. "Rahatsızlık vermiyim?" "Ne rahatsızlığı, annemle tanışmış olursun. Ada'nın boş boğazlılığı sayesinde az çok biliyor seni de Hyun Su'yu da."

 

"Peki madem."

 

 

Annemi aradıktan sonra restorana geçtik. Annem köşe başında bir masa ayarlanmıştı ve bize kahve ile biraz atıştırmalık aylarlamıştı.

 

Alex ilk baş oldukça heyecanlı görünüyordu hanım hanımcık oturmuş annemin her dediğini dikkatle dinliyordu. "Siz nasıl tanıştınız?"

 

Annecim, manyak bir kadın beni takip ediyordu sonradan Alex de bana yardım etmek için beni takip etmeye başladı. Sonra az daha bana araba çarpıyordu ve ölüyordum, o Sonic olarak ortaya çıktı ve beni kurtardı. Sonra ben makyak kadın yüzünden kaza yaptım. O gece evimin yakınında nöbet tuttu. Tabii benim görevlendirdiğim nöbetçi köpekler onu bana ihbar etti. Sonra iki sihali adam ile onun arasında kaldım. Onu seçerek eli silahlı bir savaşçı oldum. Daha başka manyaklarla uğraşmaya başladım. Benim gibi yeteneği olan insanlar varmış aralarına kaynamaya çalışıyorum. Geçen bir görev için onun karısı oldum. Yanımda adam öldürdü. Şu an da başka bir manyak katilin peşindeyiz.

 

Ben neler yazmıştım bu son birkaç ayda?

 

Ben Asya Ersöz'düm. Ne ara böyle bir koştumacanın ortasına düştüm?

 

Alex ufak bir yudum kahve içtikten sonra konuştu. "Asya'nın bir gösterisini izlemiştim. Sahnedeki oyunculardan biri arkadaşımdi. Asya sahneye çıkınca diğerlerinden ayrı olarak bir yıldız gibi parladı. Sonra arkadaşıma kendisi ile tanışmak istediğimi belirttim. Aslında amacım sadece tebrik etmekti. Oldukça kafa dengi biri çıkıcağını bilmiyordum. Sonradan arada işim Opera binasına düştükçe konuşmanız ilerledi bir baktım arkadaş olmuşuz."

 

Belki başka bir evrende bu şekilde karşılaştırdık. Kötülüğün olmadığı bir evrende.

 

"Sende mi oyuncusun?"

 

"Yok ben sadece tiyatro seven bir mühendisim."

"Mühendis demek. Ben oyuncu veya sporcu olduğunu düşünmüştüm." "Teşekkür ederim." dedi Alex hafife kızarak.

 

"Türkçeyi çok akıcı konuşuyorsun ne zamandır Türkiye'desin?" "On üç yaşımdaydı beri."

 

" Özel değilse, Ailenin işi için mi geldiniz?" "Ha yok evlatlığım ben."

 

Annem ufak bir kahkaha attı. "Şey, şaka değildi. Cidden evlatlığım. Küçükken ailemi bir trafik kazasında kaybettim, sonradan Türk bir çift beni evlat edindi. Ardından ben ve iki arkadaşım Türkiye'ye geldik."

"Ay bende güldüm kusura bakma."

 

"Yok, sorun değil."

 

"Seninle gelen arkadaşlarından biri Hyun Su galiba."

 

"Evet, ben ve Hyun Su yıllardır yan yanayız. Kardeşim gibidir. Hatta gibi fazla kalır. Ada bahsetmiş sanırım."

 

"Evet. Çok sevindim öğrenince. Kumsal'da Ada'da Asya'dan farksızdır benim için. Efendi birine benziyor arkadaşın. Allah mutluluklarını daim etsin."

 

"Öyledir. Tanısanız çok seversiniz."

 

 

Annemle Alex bir süre oturup konuşmaya devam ettiler. Bu süre zarfında ben oturup sadece kahve içtim çünkü annem beni unutmuştu. En sonunda kalkaraken annem Alex'e sıkıca sarılmış arada uğramasını tembihlemişti.

 

"Seni yarım saat daha alıkoymam lazım. Biraz yürümek ister misin?" Gülümsedim. "Tabii." Sahil Yolunda yürümeye başladık. Gündelik şeylerden konuştuk bir süre sonra aldığım sıcak kakao kokusu ile Alex'e döndüm.

 

"Alex, gerçekten hiç mi sevmiyorsun?"

"Neyi?"

 

Müneccim mi çocuk Asya? Önce bir neyi sevmediğini deseydin.

 

"Çikolata falan."

  

 

"Gerçekten sevmem." Dedi alayla. Komik şey.

 

Düzgün sorsaydın Asya sen de soruyu.

 

"Tadı ile falan mı ilgili? Rahatsızlık mı veriyor? Yoksa zevki?" Alex omuz silkti. "Tadı hoşuma gitmiyor. Şeker falan da sevmem. Kısaca tatlı şeyler sevmem." Türkçeyi benden iyi konuşması... Yok ben yüzde yüz Türk malıyım ama benden iyi Türkçe konuşan ve Türk olmayan çok tanıdığım vardı.

 

"Senin de vardır mutlaka, başka insanların ölüp bittiği ama sevmediğin bir şey."

 

Vardır vardır da nedir? Bir süre durup düşündüm.

 

Aslında Alex'e çok şaşırmıştım ama annem için de çikolata olmasa da olurdu. Pek aramazdı. Anlamıyorum çikolata olmayan bir dünya nasıl olurdu?

 

  

"En nefret ettiğim hatta kokusuna bile tahammülüm olmayan şey, çilek." Alex bir durup bana baktı.

 

"Gerçekten mi? Bak bu da çok farklıymış. Hiç mi sevmiyorsun?" "Hiç sevmiyorum. İçinde çilek olan şeyleri de sevmem. Özellikle çilekli süt." Yüzümü buruşturdum. "Fazla düşünmek bile yeter teşekkürler."

 

Alex gürültülü bir kahkaha attığında anlamayarak ona baktım. Bir iki göz bize dönmüştü ama pek umrunda değildi.

 

"Sen bayağı ciddimişsin şu çilek sevmeme olayında." Başımla onu onayladım.

 

"Bir kız vardı. Gözcülerde. Adı sanırım Melike veya öyle bir şeydi. O da tarçın ve vanilya kokusudan nefret ederdi. Ona çok şaşırmıştım. Sen onu geçtin ama."

 

Elimin tersiyle saçımı arkaya attım. "Ne sandın aslan parçası. Bu evrende tek bir Asya var." Alex tekrar gülmeye başladığında ona aslan parçası dememi göz ardı ettim.

 

"Ona ne şüphe. Dünyayı gezdim bir sürü insanla tanıştım. Ama hakkını yiyemem senin gibisine ilk defa rastlıyorum." "Bak keyfim yerine geldi."

 

"Pekii hiç korktuğun bir hayvan yok mu senin." "Ne alaka?"

 

Omuz silkti. "Hiç, sadece hayvanlara karşı fazla hassassın. İlla ki vardır sevmediğin bir hayvan. Veya korktuğun."

 

"Eğer ileride görev için beni o hayvanlarla yan yana getirmeyeceksen konuşacam." Alex hiçbir cevap vermediğinde bir şüphe etmedim değil. Ama yine de konuşmaya başladım. "Korkmak değil de, sadece sümüklü böcek, sülük gibi yumuşakcaları sevmiyorum. Ama bir zamanlar arılardan ödüm kopardı."

 

"Korkunu nasıl yendin?" Burda yenemedim ki demek istedim ama dürüstçe cevap verdim. "İnsan bilmediği şeyden korkarmış. Ben de arıdan korkardım. Çok canımı yakar, acısı geçmez, çok fazla şişer falan diyorum. Ama nasıl korkarım, görmen lazım. İki metre yakınımda olsun ortalığı ayağa kaldırırım.

 

Bi gün annemin bir arkadaşına gittik. Evleri Mersin'in en işlek mahallelerinden birinde, altıncı katta. O gün balkona çıktım geri içeri girerken bir arıya basmışım. Acıyla ayağımı kaldırdım arıyı görünce çığlık attım. Annemler de korkarak geldiler yanıma. Ben başladım ağlamaya. Yok bir de ilk acıdan ağladım. Sonra baktım ben üstüne bastığım için arı ölmüş, bi de arıyı öldürdüm diye ağlamaya başladım."

 

Arının yaşamasını mı bekliyordun Asya?

 

Alex dudaklarını bastırmış gülmemek için zor duruyordu. Eliyle devam etmemi işaret edince ben de devam ettim. "Tabii baktım düşündüğüm kadar ağrımıyot. Fazla da şişmedi. Dedim ben yıllarca bundan mı korktum? Sonradan en fazla ne kadar ağrıyacağını bildiğim için korkmamaya başladım. Ama hala hatırlarım, arı soktuktan sonra resmen sarhoş oldum. O duvardan öbürüne çarpıyorum, bi de bir özgüven gelmiş. Tabii en büyük korkumu aştım ya, sanki İstanbul'u da ben fethettim. Ama emin değilim, belki de zehirlenmişimdir."

 

Alex sesini bastırmaya çalışarak kahkaha attığında ben de gülmeye başladım. "Arı ne oldu?" Yüzümdeki gülümseme söndü. "Hiç sorma ya. Annem baktı sustuktan sonra bi de arı için ağlıyorum gitti balkondan attı. O gökyüzüne aitmiş. Dedi belki bir çiçeğin üstüne düşer. Yok anlamıyorum her yer beton hangi çiçekten bahsediyor?"

 

Alex iç çekti. "Vay be bazen bakışlarıyla adam öldüren Asya hâlâ bir arıyı öldürdüğü için üzgün." Dertli bir şekilde kafamı salladım. "Hiç sorma. Ben cinayetten tutuklansam herkes bekler bunu. Tabii beni tanıyanlar hariç. Ama ben hiç sanmıyorum. Bir insanı bilemem, bana bir hayvanın benim yüzümden zarar görmesi, uzun süre etkisinde kalıyorum. Bir insana zarar vermek ayırdır ama öldürmek apayrı."

 

Bakışlarımı Alex'e çevirdim. "Sen hiç..." Gözlerimi kaçırdım. "Boş ver." Cevaba hazır mıydım?

 

Alex fısıldayarak konuştu. "Kaç kişiyi mi öldürdüm." dedi. Kısa süreli bir bakış atıp çekinerek geri çektim. Derin bir iç çekti ama bu sefer acı vardı. "Aslında bende bilmiyorum." dedi. Vericeği cevaptan sonra ona takınacağım davranış şeklinden çekinircesine.

 

"Benim elim çok erken bulaştı kana. Zor olan can almak değil, can aldığının bilincini taşımak. Taşıyabilecegim en ağır yük buydu. Ama hiç biri için pişman değilim çünkü ben onlara zarar vermeseydim onlar daha fazla masum insana zarar vereceklerdi."

 

Doğruyu söylemişti, pişman değildi. Sesinden belliydi. Ama gözlerinden birkaç istisna olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. "Sence... Benim de birine zarar vermem öldürmem gerekir mi?" Alex bir süre durdu. "Sence bunu yapabilir misin?"

 

Yapabilir misin?

 

Yapamazdım. "Yapsam bile o yükü taşıyamam. Ya yükün altında ezilirdim, ya da o yükten kurtulmak için hayatı benden kurtarırıdım. Ölüm benim için hep normal bir eylem olmuştu. Ama birinin başka birini öldürmesi asla normal gelmedi. Tabii sözüm meclisten dışarı. Senin amacını biliyorum. Kendini bir can alacak kadar güçlü sanan ve hayatları bir ölüme bakan cahil insanlara benim lafım. Hele benim bir can aldığımı düşünüyorum, sevdiğim veya masum insanları korumak için bile olsa onun yükünü aşamam. Ben senin kadar güçlü değilim. O yük bana ağır gelir."

 

Hayatı bir ölüme bakan insanlar kendilerini bir can alacak kadar güçlü sandılar.

 

Çekinerek kafamı kaldırdım. Alex güneş gözleriyle bir süre beni süzdü. Belki de zayıf olduğumu düşünüyordu. Sanırım gerçekten zayıftım.

 

Alex elini uzattı. Eğdiğim çenemin altına yerleştirdi ve kaldırdı. Göz göze geldiğimizde gözlerindeki sevgi ve şefkat tekrar güneş olarak içimi ısıttı. "Ne birinin sana zarar vermesine izin veririm ne de isteğin dışı birine zarar vermene."

 

Biliyor musun inandım.

 

Gülümsedim ve utanarak kafamı tekrar eğdim. Alexander Di Angelo benim şu hayatta ihtiyaç duyduğum her şeydi. Şu hayatta yoksun ve muhtaç olduğum her şeydi.

 

Alex Di Angelo neden bu kadar benimdi? Neden bu kadar benden uzaktı? Hayır, hayır Alex benim değildi.

 

Olmasını ister miydin?

 

İsterdim. Zarar vereceğimi bilsem de isterdim. Yapabileceğim en büyük bencillik bu olabilirdi ama zaten hiç bir zaman bencil olduğumu reddetmedim. Alex di Angelo benim olsun isterdim. Kalbi bana ait olsun isterdim.

 

Ne o Asya, sen değil miydin her şey karşılıklıdır diyen? Yoksa senin kalbin Alex'e mi ait?

 

Kafamı kaldırıp Alex'i inceledim. "Gözü denizdeydi." Akdeniz. Nice hikâyelere, savaşlara sahip olmuş o deniz. Uzaklaşamdığım, en mutlu anımda da en üzgün anımda da sığındığım deniz.

 

Artık güneşe sığınıyordum ve şu an güneş gözlerinin sahibi ile çıkmıştım Akdeniz'in karşısına.

 

Zaman cidden ilginçmiş.

 

  

Keyifli keyifli tekrar Alex'e döndüm. Tam deniz ile ilgili konuşucakken boynundaki yaraya takıldı gözüm."

 

İkimizin de hasta olduğunu, birbirimize yardım edersek birimizin iyileşsbileceğini söylemişti. O neden hastaydı?

 

 

"Şu an merak ediyorsun, çok merak ediyorsun hemde ama sormuyorsun. Vereceğim cevaptan mı korkuyorsun? Yoksa cevap vermememden mi? Hayır, içten içe cevap vereceğimden emindin." Haklıydı, deli gibi merak ediyordum. Haklıydı vereceği cevaptan korkuyordum. Ve haklıydı, cevap vereceğinden emindim.

 

Verebileceğim bir sürü mantıklı cevabım vardı hatta 'zihnimden çık' falan da diyebilirdim. Ama sadece Kafa sallamakla yetindim. "Sana elbette söylerim. Anlatırım." dedi Alex. Anlatırdı. Belki kimseye anlatmamıştı ama bana anlatırdı. "Ama bana o kişinin kim olduğunu söylemeni isterim." Kaşlarımı çattım. "O kişi kim kişi?"

 

O kişi kim kişi mi? İyi misin Asya?

 

Bilmiyorum.

 

Alex bi an afalladı. Sanırım Türkçeyi harika kulanmam onu çok etkiledi.

 

Ne demezsin!

 

"Şu kabuslarına giren kişi." Durdum. Ne derdim? Diyebilir miyidim? Sanmam. Ne reddettim ne tamam dedim. Sadece sustum. Ama o neyse ki tekrar konuştu. "Şimdi anlatmak zorunda değilsin. Hemen yapmanı istediğim bir şey değil. Sadece eğer geçmişime dokunmak istiyorsan ben de dokunmak istiyorum. Meraktan ölen tek kişi sen değilsin." Hâlâ konuşmuyordum. Ne derdim ki? Kabuslar kabuslarda kalmalıydı.

 

Acının çaresi olmazdı. Kâbus rüyaya dönmezdi, Alex neden çabalasın ki? "Beni iyileştirmek istiyordun. Yara izlerimeden başlamaya ne dersin?" Bu sefer cesaret edip gözlerine döndüm.

 

Umut vardı güneş gözlerde. Onu iyileştirmemden çok beni iyileştirmeyi istiyor gibiydi. Alex'in gözleri güneşti. Güneş umuttu.

 

Neden güneş umuttur bilir misin Asya?

 

Neden?

 

Çünkü güneş tüm karanlığa rağmen doğar. Güneşten sıcak diye kaçma. O sıcaklık huzur, güneş umuttur. İnsan hiç umuttan ve güneşten kaçar mı?

 

Kaçmaz, kaçmamalı.

 

Kaçmamalı.

 

  

"Sence sürpriz hazır mıdır?" Dedim konuyla alakasız, güneşe sahip kişiye. "Hazırdır." dedi, güneşe sahip kişi. O güneşe sahipti ben geceye. Onun olduğu yerde ben olmamalıydım. Ya onun ışığı benim karanlığımı yok ederdi. Ya da benim karanlığım onun ışığını kaybederdi. Gece ile gündüz Ying ve Yang'dan ibaretti. Karanlığın içinde ışık ışığın içinde karanlık olmazdı. Yaşayamazdı.

 

Yine başladı. Allah'ım sabır!

 

 

 

Karargâha geldik.

 

Uçan kuşları görünce yüzüme bir gülümseme yayıldı. Aradığım kişiyi bulmuştum. Taner Coşkun. Şerefsiz herif. Benim Ada'ma zarar vermeye çalışan şerefsiz oydu. Yanındaki kişi de Fazıl Coşkun. Sanırım kardeştiler.

 

Onları bulmak zor olmadı. Ada'nın yaralandığı yere yakın bir yerde yaşıyorlardı. Mahallede çeteyle gezmeleri zaten şüphe çekiyordu. Yok adam yaralarun insan dikkat çekmemek için uğraşır. Çeteyle gezmek nedir? İşin derinine insem kim bilir o çeteden neler neler çıkacak, bunu bir yere not alayım.

 

Otoparkda bize doğru gelen Hyun Su'yu gördüm. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. "Asya! Nerde kaldınız? Sana bir sürprüzim var." "Sürpriz " diye düzelttim ve çocuksu neşesi karşısında şaşırmış gibi yaptım. Onunla birlikte ilerlediğimizde Alex ve o bilmediğim ama Korece olduğunu tahmin ettiğim bir dilde konuşuyorlardı. Bu Alex kaç dil biliyor?

 

Çocuk unutmuyor ki Asya. Bir sözlük okusun tamam, al sana mis gibi ana dil.

 

Haksızlık bu. Benim o kadar İngilizce öğrenme çabama karşın bu? Yok bana ne saymam.

 

Alex'e baktım. "Bazen beni sinir ediyorsun." Anlamayarak ikisi de bana baktı. Hyun Su yanıma gelip ellerini omzuma yerleştirdi. "Sen sinir olma avcı kraliçe. Gel gözünü kapatalım. Gizlili sürprüz."

 

Hyun Su'yu çok seviyorum ya.

Neden? Masum olduğu için mi?

Yok be. O da benim gibi Türkçe'yi katlettiği için.

 

Gözümü kapatıp asansöre doğru beni yönlendirdi. Hangi kata gidiyorduk bilmiyorum. Ama hissedebildiğim kadarıyla aşağı iniyorduk. Asansör durdu. Tekrar beni ilerletmeye başladılar. Rutubet kokusundan anladığım kadarıyla bayağı bir aşağı inmiştik.

 

Bir kapıyı açtı. Kapının tiz gıcırtısı nerde olduğumuzu anlamamı sağladı.

 

Ellerini çekti yavaşça gözümü açtım. "Tada!" Karşımda oturan iki adam vardı. Adamları incelenmeye başladım ve gür bir kahkaha attım. "Taner Coşkun ve Fazıl Coşkun. Neden buraya gelme zahmetine girdiniz ki? Zaten yarın ziyaretinize gelecektim." "Onları nerden biliyorsun?" dedi Alex. Omuz silktim. "Küçük bir kuş söyledi." Alex kıkırdadı. "Sen diyince nedense mantıklı geldi."

 

Aa nedense.

 

Adamlara doğru ilerledim. Önce yılan dövmelinin karşısına geçtim. Taner, Ada' ya zarer veren şerefsiz.

 

Esmer, kirli sakallı, keko tipinde, kemikli yüzü olan biriydi. Yakışıklı olabilirdi. Ama benim tipim değildi. Yanındaki Fazıl'a döndüm. O biraz daha farklıydı. Uzun, düz, sarı saçlarını arkada toplamıştı. Fazla uzun saçlı değildi. İdın kadar falandı. Daha pürüzsüz bir beyaz cilde sahipti. Sadece kulağından çenesine kadar inen bir bıçak izi vardı. Gözleri koyu yeşil gibi bir renkti. Allah affetsin, yakışıklı herifti. Normal bir sekilde tanışsak etkilenebilirdim.

 

Heyecanla Alex'e döndüm. "Dövebilir miyim?" "Ne?" Alex şaşırmış gibiydi. Hyun Su yanıma geldi ve bir kolunu bana sarıp kendine çekti. "Sormadın sayıyorum. Tabii ki de dövücez. Hatta sen geliceksin diye ne dokundum ne dokunmalarına izin verdim. Açılışı sen yap." Uzandım ve sarıldım. "Sen varya. Sen adamsın. Big boy herif. Canım bacım." Ondan uzaklaştım ve parmaklarımı kütlettim. İkisi de korkmuş gibi gözükmüyordu. Taner'in yanına gittim ve çaktırmadan Hyun Su'nun cebinden aldığım anahtarla kelepçeleri açmaya başladım.

 

"Lan! Sen onu nasıl aldın?" Kıkırdadım. "Yeteneklerimi fazla hafife alıyorsun." Kelepçeyi açtığımda Taner sorgulayan gözlerle bana baktım.

 

"Asya?" Dedi Alex'in endişeli sesi. "Merak etme. Ben hallederim."

 

Neyi halledicen Asya? Neyi!

 

Taner'in yakasını tuttum ve kaldırmaya çalıştım. Bana karşı gelmiyordu. Büyük ihtimalle bana dokunsa pirana gibi onu parçalayacak Hyun Su ve Alex'in farkındaydı. Onu ortaya getirdim. "Eli kolu bağlı birine dokunucak kadar namussuz değilim. Karşılık ver." Kafasını salladı. "Olmaz kadınlara el kaldıramam." Kadınlara el kaldırmamış. Kadınlara el kaldırmazmış!

 

Ona sert bir tekme attığımda duvara çarptı ve sürünerek yere çöktü. "Lan göt herif! Madem kadınlara el kaldıramazsın, benim Ada'ma neden el kaldırdın? Senin şerefine tüküreyim." Sesim duvarlarda yankılanıyordu, sinirim de beynimde. "Ayağa kalk ve karşılıklık ver! Karşılık vermezsen ölürsün." Korkuyla gözlerini açtı. "Bunu yapamazsınız, hakkınız yok." Tekrar kahkaha attım. "Yok, bizim hakkımız var. Ama senin bir kadına zarar vermeye hakkın yoktu." Yüzüne bir pişmanlık yayıldı. Ama pişmanlığın sebebi yaptıkları değil, çektiği acıydı. "Ayağa kalk dedim!"

 

Sendeleyerek ayağa kalktığında tekrar vurmaya hazır pozisyona geçtim. "Karşılık ver!" Elini kaldırdı ve tam yumruk atacakken sağa kaydım. Karnına bir yumruk geçirdim. "Çok yavaş." Tekrar yumruk atmaya çalıştı. Ama bana yaklaşmadı bile. Bu sefer döndüm ve dirseğimle çenesine güzel bir darbe indirdim. "Fazla dengesiz." Yalpalayarak elini tekrar kaldırdı. Burnumu hedef aldı ben eğilince dengesini kaybetti ve üstüme doğru düştü. Onu ensesinden tutup çelme taktım ve yere serildiğinde karnının üstünde durarak yüzüne ve göğsüne yumruk atmaya başladım.

 

Arkadan Alex beni tuttu ve kaldırmaya çalıştı. "Öldüreceksin." dedi. Zaten bu da kendime gelmeme yetti. Kalktığımda yerde bacaklarına sarılmış inleyerek kıvranıyordu.

 

"Asya? Sen... Neyse. Dikkat et daha sırada ben varım." Taner korkuyla Hyun Su'ya baktı. "Beni de sayın." Bu sefer Alex'e döndü. Hyun Su Alex den biraz daha iriydi. Geniş omuzları, kaslı vücudu ve Alex den birkaç santim uzun boyuyla tam 'big boy' du. Alex biraz daha ince bir yapıya sahipti ama o da oldukça uzun ve yapılı bir vücuda sahipti. Daha çok 'İstanbul beyefendisi' havası vardı bence.

 

Ama Taner Alex den daha çok korkmuş gibiydi. Şerefsiz herif erkekler işe girince hemen unutmuştu beni. Kendimi hatırlatmak isteyerek Taner'e tekme attım. İnlemeyle kıvranınca Alex iyice sardı beni. "Hop hop sakın ol şampiyon."

 

Bu sefer Fazıl'a döndüm. "Bu yakışıklıyı da dövebilir miyim?" "Yakışıklı?"

 

Buna mı takıldın Alex'cim?

 

"Tabii ki." Dedi Hyun Su. Sanırım bugün Hyun Su'ya göre hareket edecektim. Uzanıp Fazıl'ın kelepçelerini açarken bana yalvarıyordu. Benden korkması biraz beni mutlu etmişti. Yine iyisin yakışıklı, az dövecem seni.

 

"Lütfen. Sana ne istersen veririm." Sorgu odası tekrar benim kahkaham ile dolu. "Zaten isteyeceğim her şeye sahibim. Bana ne verebilirsin ki?" "Ne, ne istersen!" dedi kekeleyerek. "Ölümsüzlük?" Dedim yüzüne yaklaşırken. Dondu. "Bak ne istersem veremezsin." Geri çekildim ve kelepçelerle uğraşmaya devam ettim. "Para?" Kıkırdadım ve kafamı kaldırdım. Çözdüğüm kelepçeyi salladım. "Mirasıma düşen parayı duysan aklım hayalin şaşar." Doğruydu. Annem'in üstüne bir restoran zinciri vardı. Babam da tek çocuktu. Ondan da bana ev kalıyordu. Annem'in tek bir kardeşi vardı. Teyzem de daha gençti. Çocuğu yoktu. Şu an iki ailenin de tek torunu bendim. Tabi bu hiç bir zaman çalışmama engel olmadı. O ayrı mesele.

 

"Ben... ben saygı, iyi bir gece?" Tekrar kahkaha attım. "Kendini mi satacaksın erkek orospu?" Kızardığını fark ettim. Aslında gururunu incitmek istememiştim. Hoş, olduğundan şüpheliyim. Masum insanlar değillerdi.

 

Ayağa kalktı. Karşıma geçip pozisyon aldı. Kaderine çabuk razı gelmişti. "Başla!" Bana bir yumruk savurdu. Yana çekilerek kaçtım. Kaburgasına bir yumruk indirdim. İnleyerek geri bir adım attı. Bu sefer tekme attı. Kaçamadan ayağı karnıma değdi. Nefesim kesilirken ben de bileğini kavradım ve çektim. Yere kapaklandığında ben de hafif yamuk duruyordum. "İyisin. Ama yeteri kadar değil. Keko değil misiniz siz. Dövüşmeyi bilmiyorsunuz." "Biliyoruz ama böyle dövüşen kız olmadığı için."

 

Pufladim. "Bana cinsiyetçilik yapma. Geç karşıma." Daha bitmedi mi der gibi ayağa kalktı. Tekrar pozisyon aldığında ona fırsat vermeden direkt saldırdım. Neye uğradığını şaşırarak bana karşılık vermeye çalıştı. Ama bu sefer yakasına yapıştım. "Fazla yakışıklısın, dur yardım edeyim." Burnuna bir yumruk attım. Burnundan biraz kan gelmeye başladı. Elinin tersiyle burnunu sildi. Atılıp saçımı kavradı. Göz ucuyla Alex'in müdahale etmek için uzandığını görüdum. "Lan vatan haini. Buna şerefsizlik denir." Ben de onun saçını kavradığımda saçımı bıraktı.

 

"Saçıma dokunulmadan nefret ederim şimdi o elini bı yerlerine sokayım mi?" dedim dişlerimi sıkarak. Saçını çekerek arkasına geçtim ve tek seferde tutup eğdim. Aramızda falza boy farkı yoktu. O 1.85 anca vardı. Tutup eğdiğimde iyice kısaldı. "Sen oyunu bozarsan ben de bozarım." Konuşmadı karşılık vermedi sadece yüzüme baktı. Onu ittim ve geri çekildim. "Bak sen daha iyiydin, afferin." Alex ve Hyun Su'nun yanına gittiğimde hala gözü üstümdeydi. Herhalde intikam yemini falan ediyorudu. Etsin.

 

Taner'e son bir bakış attım. "Geri gelecem ben gelene kadar dövüşmeyi öğren." Hyun Su omuz silkti. "Biraz kendilerine gelsinler özellikle şu sürüngen adam. Sonra ben de dans edecem. Yılan dansı yapacaz. O sever ya. Ben yılan olacam onun boynuna sarılacam."

 

Dövmesini tekrar süzdüm. "Madem yılanları çok seviyorsun, senin yılanlara yem edicem." Sarışın afete göz kırptım ve üçümüz sorgu odasından çıktık. Alex bir görevliye talimat verip o ikisini geri kelepçelemesini söyledi.

 

"Ay yemin ederim içimin yağları eridi. Tüm günün ve önceki gecenin sitresini attım." Omuzlarımı oynatmaya çalıştığımda fark ettim, Fazıl'in attığı tekmenin aslında ne kadar sert olduğunu. Yüzüm istemsizce buruşurken Alex karşıma geçti. "Yaran var mı?" Başımı sallayarak reddettim. "Sadece iyi tekme atıyormuş daracık alan da olsa." Hyun Su kahkaha attığında ona döndük. "Yakışıklı ha?" Omuz silktim. "Eh işte fena değil." Daha iyileri de vardı.

 

Mesela?

Baban derdim de. Şimdi sen ben olduğun için kendi babama da hakaret etmiş olurdum. Şimdi yani. Ağ beynim yandı.

 

"Allah'ın belası!" dedim tükürürcesine. "Kim?"

 

Ben.

 

"Boş ver." Aynadan kendime baktım üstümü çırptim ve saçımı biraz düzelttim. "Toplantı varıdı di mi?" Alex beni başıyla onayladı. Üçümüz de toplantı odasına ilerledik. Tüm savaşçılar yerleşmişti. Boş olan yerlerden birine Hyun Su yerleşti. Selen ve İdın'nın arasıydı ki bence gerçekten iyi yaptı. Alex masanın başına geçerken ben de İdın'ın karşısına geçtim. Başımla ona ve Félix'e selam verdim. Félix her zamanki sıcak gülümsemelerden birini sundu. İdın da samimi bir şekilde başıyla selamıma karşılık verdi.

 

Masaya göz gezdirdim. İki kişi dikkatimi çekti. Masada yaş olarak daha büyük olan iki kişi. Melodi ve Umut. İkisi de kendi aralarında bir şey konuşuyorlardı. Görebildiğim kadarıyla ellerinde alyans vardı.

 

Göz ucuyla biraz ilerimde duran Meredit'e baktım. Beni izliyordu zaten. Çaktırmadan başımla ikisini işaret ettim. Sorumu anlamış gibi beni onayladı. Tekrar çifte göz attım. Umut iri bir vücuda sahipti. Keskin kahverengi gözleri ve belirgin yüz hatları vardı. Yüzüne yayılmış çiller Alex'in çillerinin aksine oldukça belli oluyordu.

 

Melodi biraz daha yumuşak görünüyordu. Açık kahve saçları, buğday teni ve uzun yüzü ile bir anne masumluğunu taşıyordu. Dünyaya anne olmak için gelmiş gibiydi. Yakışırdı. Acaba çocukları var mıydı?

 

Takrar masayı süzdüm. Meredit'in yanında Öykü vardı. Üstünde boğazlı bir kazak vardı. Hava o kadar soğuk değildi ya. Soğuk muydu? Herhalde onunda Alex gibi yara izi vardı. Ama nerede? Hmm bir sonraki bulunacak gizem.

 

İdın biraz gergin duruyordu. Hyun Su bunu fark etmişti ve benim aşağıda yaptığım şeyden bahsediyordu. Vay canına, ne kadar da moral yükseltici bir konu. Ama İdın daha sakin görünüyordu. "İdın varya rahatlatmaya birebir. Biri esmerdi onu istediğin kadar döv. Ama diğer sarışının yüzüne vurma onu ben hallettim." İdın kaşlarını çattı. "Neden?" Omuz silktim. "Yakışıklıydı. Fazla bozulmasın." Selen gülünce onun da bizi dinlediğini fark ettim. "Bence kumral erkek." dedi, yeni bir tartışma konsu açarak. "Hayır sarışın." dedi İdın ve bana yumruğunu uzattı. Ben de uzanarak kendi yumruğumu vururken onayladım. "Sarışın."

 

Félix bizi izliyordu. "Ben sarışın değilim." İdın ona döndü. İki elini kaldırdı ve Fèlix'i saçını çekerek alnını öptü. "Sarışınsın sarışınsın." Félix geri çekildi. "Değilim." İdın omuz silkti. "O zaman boşver. Esmer de olsan, kumral da olsan, kızıl; hatta, maviş olup Avatar da olsan her zaman benim ideal ve tek tipimsin." Félix bu sefer kızarmıştı. Selen ile göz göze geldiğimizde göz devirdi ama yüzünde bir gülümseme vardı.

 

"Şair ayarı açıldı. Durun tadını çıkartmam lazım." dedi Félix. Ben ve Selen dudaklarımızı bastırarak gülmemek için uğraşırken İdın yüzünü başka tarafa çevirdi. "Sanırsın odunum." Fèlix'in gözleri açıldı. "Ne odunu kütüksün kütük! Ben pas vermesem yok." Hyun Su araya girdi. "Ben hakemim maç bitti. Sıkıldım ayol." Selen onun omuza dirsek attı. "Demiyor Ada yok sıkıldım."

 

Alex boğazını temizlediginde hepimiz ona döndük. "Başkan yok. Biz devam ediyoruz." Bir süre gözü üstümüzde dolandı. "Öncelikle bugün sekiz Mart Dünya kadınlar gününü. Resmi olarak tüm kadın savaşçılarımın kadınlar gününü kutlarım. Elbette sizin değerinizi tek bir güne siğdıramayız. Bu saçmalık olur, sadece sembolik bir gün.

 

Dünya kadınların elinde yeşerir, insanlar kadınların elinde yetişir, iyilik de kötülük de onların elinden seçilir. Sizi bir çiçeğe benzetmicem. Ama çiçekler güzeldir çünkü kadınlara benzemek ister."

 

Bir görevli tek tek hepimizin yanına geldi. Bize çiçekler verdi. Ama hepimizin çiçeği farklıydı. Selende mavi orkide vardı. Orkideye; ilk çiçek denirdi. Derlerdi ki: Tüm çiçekler onun soyundan ilerledi. İlk kadın savaşçıya gözlerinin renginde orkide verdi.

 

Melodi'ye beyaz lilyum çiçeği vermişti. Saflık ve yanılmıyorsam anneliğin sembolüydü. Melodi'ye çok yakışmıştı.

 

Maria'ya Nilüfer çiçeği verildi. Gelecek ve yenilenmenin çiçeği. Geleceği gören kıza daha nasıl başka bir çiçek uyardı ki?

 

Ada'nın çiçek buketini Hyun Su'ya verdi. Bir buket papatya. Aralarda sarı papatya da vardı. Beyaz papatya anlamı saflık, masumiyet, sonsuz sevgi iken sarı papatya anlamı içtenlik, arkadaşlık ve cana yakınlık demekti.

 

Daha adını ve anlamını bilmediğim çok çiçek vardı. En son bana geldi. Bana gül verdi. Hayır normal bir gül değil, siyah Gül'den bir buket vardı kucağımda. Sadece bukete baktım. Çünkü kara gül kara sevdayı sembolize ederidi...

 

Umut da derlerdi. Direniş de. Ama en yaygın olanı kara sevdaydi. Bu çiçek, aşıkların birbirine olan sonsuz aşkının mührü olarak görülürdü. Kimi ölüm derdi. Kimiyse ölümüne aşk. Yeni başlangıç, bir devrim? Bir kitapta okumuştum. Eski alışkanlıkların değişmesi gerektiğinide gösterirdi. Siyah gülün çok anlamı vardı. Ama peki ya Alex ne anlatmak istemişti? Ya da belki de beni siyah güle benzetmişti.

 

Kafamı kaldırıp onunla göz göze geldik. Sadece teşekkür ettim. "Hepinizin değeri ayrıdır. İlk olan Selen'den. Şu an aramızda olmayan Ada'ya. En büyük olan Melodi'den en küçük olan Maria'ya. Güç söz konusu olunca hepimize taş çıkartan Zoe'den zarafeti ile bizi kendine hayran bırakan Lusita'ya. İlk tanıştığım kişilerden olan Cesika'den, bana hep her konuda yardımcı olan Öykü'ye . Kararlarının sonuna dek arkasında olduğum Meredit'e." Yutkundu. "Sonsuzluğa kavuşmuş Zamira'ya, Elif'e Sema ablaya..."

 

Bana döndü. "Ve tabii ki sevgili çaylağım Asya'ya." Gülümseyerek karşılık verdim. Ama bu kadar mıyım? Diğerlerine o kadar döktürdün? Vatan haini!

 

"Sadece kadın savaşçılarımızı söylediğime bakmayın. Hepiniz önemli bir yere sahipsiniz. Mutluluk sizinle olsun."

 

"Şimdi toplantıyı kısa kesicem. Pati ekibi sahada olacak. Ama Asya karargâhtan takibe devam edecek. Orayı biz Mex ile hallettik. Gidicek savaşçılar zaten belli. Hazırlıklara bugün başlayın. Yarın uzun bir gün olacak." Arkasına yaslandı. "Dağılabilirsiniz." Savaşçılar selam vererek kalkarken masada en son ben, Alex, Hyun Su ve Maria kaldı.

 

"İzninizle ben de kalkayım." Maria da kalkarken tekrar üçümüz kaldık. "Ben de kalkayım. Dinlenmem lazım. Biraz daha durursam yorgunluktan düşüp bayılacam." dedi Hyun Su. Bu sefer Alex'e şehvet dolu öpücük bırakmadan yanımızdan gerçekten yorgun olduğunu göstererek ayrıldı.

 

İkimiz masada kaldık. Arkama yaslandım ve resmen çöktüm. Bende oldukça yorulmuştum. Hem daha gün bitmemişti. "Gece sürüsü hakkında ne yapmayı planlıyorsun?" Alex bana döndü. "Gece sürüsü?" Heycanla doğruldum. "Evet. Gece sürüsü. Bundan sonra onlara gece sürüsü demeye karar verdik." Alex tek kaşını kaldırdı. "Sen ve kim?" "Ben, sürü ve İdın. Aslında onun fikriydi. Bir de onlara ayrı bir dil öğretecem. Daha avantajlı olurmuşum."

 

Alex başını yavaşça salladı. "Güzel fikir." Boğazını temizledi. "Şu küçük kulaklıklar var ya. Onları kullanıcaz. Bir köpeğe iki kuş düşecek. Onları yönetmek sana kaldı. Köpekler kuşlar ile aramızdaki postacı güvercin. Tabii kedi de olabilir. Sen nasıl rahat edersen." Tekrar ciddileştim. "Olabilir. Köpek biraz daha dikkat çeker. Kedi daha iyi olabilir. Ama biz sayıyı yine de az tutalım. Mesela iki kedi bir köpek ve altı kuş. Küçük kuşları seçersek daha az belli olur."

 

Beni başıyla onayladı. "Tabii, dediğim gibi sana kaldı. Nasıl kendini rahat hissedersen. Sürüye bakabilir miyim?" dedi. "Olur tabii." Ayağa kalktım. "Nereye?" Telefonumu kontrol ettim. "İkinci odaya. Benim işim yok şu an, senin?" Başını olumsuzca salladı "Seninleyim." Çiçeklerimi elime aldım.

 

"Bu arada teşekkür ederim." Omuz silkti. "Bizimle olduğun için ben teşekkür ederim."

 

Elimi sensöre kattım, kapı sürüklenerek açıldı. Onu buyur ettim ve sonra ben de girdim. "Sen geç ben bunları bir vazoya katayım." Camdan sade bir vazo bulunca buketi oraya koydum. Geri Alex'in yanına bahçeye çıktım.

 

"Gece sürüsü sıraya gir!" Hayvanlar önünde siraya girerken gözümü onlarda gezdirdim. " Köpük, Keçi, Gebo. Kuşlardan: Nota,Korsan, 07, Sinek." Tekrar etrafa baktım. "Kurşun ve Mu. Yorgun olduğunuzu biliyorum ama size güveniyorum. Saydıklarım lütfen öne çıksın." İki kedi bir köpek ve altı kuş öne çıktı.

 

Alex hayretle bizi izliyordu. Kendimi büyücü gibi falan hissettim. "Güvenebileceğim kişiler. Diğerleri eğitime devam edecek." Alex yavaşça başını salladı. "İsimler harika." Omuz silktim. "Biliyorum."

 

"Köpük." Krem rengi sokak köpeği yanıma geldi. "Sen, Mu ve Sinek. Bir takım. "Gebo, 07 ve korsan bir takım." Karamel'e baktım. Sonra geri keçiye döndüm. "Aslında Karamel ve Keçi arasında gidip geliyorum ama Keçi'yi denemek istiyorum. Keçi, Kurşun, Nota siz de bir takım."

 

Dediğim şekilde tekrar sıraya girdiler. Üçlü guruplar karşımda dururken elimden geldiğince iyi anlaşacakları şekilde dizmeye çalıştım. Tekrardan Alex'e döndüm. "Planı sen anlat." Yere çömelip oturdum. "Ben mi? Onlara mı?" Kaşlarımı çattım. "Evet ve... Evet." Alex sürüye göz gezdirdi. "Anlarlar mı?" Sürü hareketlendi. İnsanlara sözünü geçiren Alex söz konusu Hayvanlar olunca berbat. "Sıkıntı hayvanlarda değil. Onlar konuşur; insanlar anlamaz. Sen anlat, onlar anlar."

 

Alex duruşunu diklestirdi. "Peki, şey. Şimdi göreve gideceğimiz yer bir bina. Dört katlı. Arka tarafı büyük bir bahçe ama yabani. Kimse gitmez. Arka odalarda şey... İşte bar harç farklı işler döner. Bizim işimiz orda. Savaşçılardan biri Caner'i o odalara çekmeye çalışacak. Başarırsa gözden kaçırmamamız lazım. Siz de burada devreye giriceksiniz. Kuşlar yukarı katları izliycek. Köpük ve kediler aşağı katlarda kalıcak ama bizim kuşlar arasındaki bağımız da onlar olucak. Köpük ön tarafta giriş ve çıkışları gözleyecek. Onunla gelen kuşlar da ön tarafı izleycek. Kediler ve diğer dört kuş arka taraftan devam edecek."

 

Bana döndü ve daha nasıl anlatırım der gibi elini kaldırdı. Özgüveni sarsılmasın diye gülmemek için uğraşıyordum. Başımla onu onayladım. "Uzun bir gece olacak. Hepinize bol şans ama ihtiyacınız olmayacak."

 

🐾

 

Akşama doğru Leyla'nın yanına inmeye karar verdim, indiğimde sorgu katında Melodi'yi görmeyi beklemezdim tabii. Bana selam verdi ve yanıma geldi elini uzattığında ben de samimi bir şekilde karşılık verdi. "Merhaba! Ben, Melodi. Tanışma fırsatımız olmadı. Memnun oldum." Gülümsedim. "Ben de memnun oldum." "Sanırım Leyla hanımın yanına indin." Başımı sallayarak onayladım.

 

"Önce onunla bir konu konuşmam gerek, biraz seni bekletmemde sakınca var mı?" Tekrar gülümsedim. "Aa hayır. Zaten sadece selam vermek için geldim." Melodi şefkatle gülümsedi. "Çok teşekkür ederim, istersen aynalı odaya geç." Aynanın karşısındaki odada konuşulanların rahatlıkla duyabilirdim. "Şey özel konuşursanız... yani sıkıntı olmasın." Nedenini anlayamadığım bir şekilde Melodi acıyla gülümsedi.

 

"Kimseden sakladığım bir şey değil." Sonra odaya doğru ilerledi ben de camın karşısındaki odaya geçtim. Leyla hazırlanmıştı Melodi'yi bekliyordu. Üstünde sarı çiçekli bir elbise vardı ve saçın tepeden topuz yapmıştı. "Merhaba ben, Melodi." Elini uzattı, Leyla karşılık verdi. "Ben, Leyla. İsminizi çok güzel." dedi. "Biz değil sadece ben varım, ben tek kişiyim. Buraya kadın kadına sohbet etmeye geldim resmiyete gerek yok." Dedi Melodi samimi ifadesiyle. Leyla işten gülümsedi. "Nasıl istersen." dedi. Melodi kendine bir sandalye çekti ve onun karşısına oturdu. İkisinin önünde çay ve atıştırmalık tatlılar vardı. Melodi cidden hazırlık yapmıştı.

 

"Öncelikle, Dünya kadınlar günün kutlu ve mutlu olsun. Dediğim gibi sadece sohbet etmek için geldim. Çok ortak noktamız var, tanışmak istedim." Aynaya baktı. "Bu arada haberin olsun, Asya orada seni ziyarete geldi. Orada bekliyor." Leyla bana el salladı. Beni göremese de ben de onu el salladım. "Asya ile tanışmak hayatımdaki en güzel olaylardan biri oldu, yardım edeceğini inancım tam." Melodi başını salladı. "Eminim ki bize çok yardımı dokunacak. Çok güçlü, ilk en fazla ne kadar güçlü olabilir diye düşünüyordum, her geçen gün hepimizi şaşırtıyor. "Çok da zeki. Büyük işler başaracak.

 

"Hayatın çabuk büyüttü insanlardan. Henüz çok genç ve bana daha geçen hafta çocuklara yardım edeceğinin sözünü verdi, şu an daha çok sevdim onu." Melodi tekrar ciddileşti.

 

"Asya ve senin konuşmanızı izledim." Leyla'nın gülümsedi hafif soldu. "İkimizin de ortak noktaları var. Leyla elini masaya kattığı ritim tutmaya başladı. Bu ikisini de acı şarkısıydı. "Ben iki seneye yakındır evliyim. Buradaki diğer... çalışanlardan biriyle. Umut ile." Melodi derin bir nefes aldı. "Bizi Umut'la ilk arkadaştık, aynı bölümdeydik . Tabii o zamanlar deli gibi aşık olduğum biri vardı. Ama nasıl dolanıyorum peşinde. Tabii Umut da benim arkadaşım ya o da çok sık aşık olduğum o adı duyardı. Çok yakışıklıydı, insanüstü bir varlık gibiydi. Bazen ikimizin çocuğu olsun isterdim. Bazen dediğime bakma. En çok istediğim şey oydu. Düşünsene sevdiğim adamın çocuğu bana anne diyecek..."

 

"Peşinde çok kız olurdu hiçbirine yüz vermezdi. Bir gün okul çıkışı beni pikniğe davet etti. İçim nasıl kıpır kıpır. Dedim 'sevdiğim adam benden hoşlanıyor!' Umut ben uyardı gitme dedi, dinlemedim. O hafta birlikte ormanlık bir alanda pikniğe gittik. Korkmam, şüphe etmem gerekirdi ama aşık olduğum adam varya, hiçbir tehlike umurumda değil. Tabii... tehlikenin o olma ihtimali de.

 

Sonra biraz daha yakın durmaya başladı. İlk hoşuma gitti sonra rahatsız edici bir hal aldı. Uzak durmasını falan söyledim. Kavga ettik, bir baktım resmen delirdi. 'Nasıl böyle yaparsın. Oruspu gibi etrafımda dolanan sen değil misin? Sana rüyalarının şansını veriyorum.' falan dedi. Saydırdı bayağı, sonra arabadan bir bıçak getirdi." Melodi'nin sesi titredi. "Üstüme atladı. Hayatım boyunca öyle bir acı tatmamıştım. Ama acının sebebi bıçağın soğuk, keskin yüzeyine bulaşan sıcak kanım mı yoksa sevdiğim adamın o soğuk bıçağı tutan elleri mıydı bilemiyorum."

 

"Sonra beni ölüme terk etti. Aşkından öldüğüm adam beni ölüme terk etti. Başka insanın yüzüne gülen hayat benim halime gülmeyi bırakmadı."

 

Sorgu odasına sessizlik çöktü. Cama yaklaşmış onları büyük bir heyecanla dinliyordum. Leyla'nın da benden aşağı kalır yanı yoktur. Melodi boğazını temizledi ve tekrar devam etti. "38 saat! O şekilde 38 saat kaldım. İyice gücümü kaybettim, en sonunda Serap görmeye başladım. Serap sadece çölde görülmezmiş. Cehennemde de görülürmüş ve cehennem sadece ateşler içinde olmazmış, bazen bir ormanda kanlar içinde de olurmuş. Fakat sonra umut ettim. Sanki gerçekten kurtulabilirmişim gibi yardim istedim. Yeteneğim sağ olsun, bir sürü soru Umut geldi umudum beni kurtardı. Her iki anlamda. Beni bulmuştular meğer haber alamayınca aramaya başlamışlar. Tüm karargahı ayağa kaldırmış Umut. Önce hastaneye sonra reviren kaldırıldım. Her şey harika ilerliyordu çok mutluydum Umut başımdan ayrılmıyor ama nedensizce dertliydi. Benle konuştu, ne dedi biliyor musun?"

 

Durdu ve soğuk çayını yudumladı sonra dedi ki: "Melodi sen anne olamazsın." hayatım boyunca hiç bu kadar ağlamamıştım. Hatta kanlar içinde o çağrısizlikle yattığımda bile bu kadar ağlamamıştım. Onun tuttuğu bıçak, çocuğumun babası olmasını istediğim adamın tuttuğu bıçak yüzünden, anne olma şansımı kaybettim."

 

"Hep hayalimi süslerdi bir kızım olacak. İpek gibi uzun saçları, onun gibi toprağın kıskandığı iri kahverengi gözleri olacak ama onun yüzünden asla çocuğum olmayacak. "Gözlerini sildiğinde Leyla, o da ağlamaya başlamıştı. ikisinin de ortak acısıydı anne olamamak.

 

"Çok doktora gittim, hepsi imkansız dedi. Sema hanım tanıdığım en iyi doktordu o bile imkansız dedi fakat Félix dedi ki; 'Ümidini kesme, ben ne imkansızlıklar gördüm. aşk imkansızlıklardan ötedir.' doğru değildi. Bir çocuğun benim kucağımda yeri yoktu. Dedi ki 'Bir gün nefret bile benim sevgimde yer bulursa senin kucağında da bir çocuk yer bulur.' Sanki o zamanlar hissetmişti İdın'ı. birkaç ay sonra İdın geldi, sonra sevgili olurlar ama işte hala çocuğum olmadı. Nefret İdın'nın sevgisinde yer buldu ama bu melodinin notaları eksik kaldı."

 

Tekrar çayını yudumladı. "Ben de burada çalışmaya başladım sonra biz Umutla daha farklı bir samimilliğe döndük. Umut önceden benden hoşlandığını itiraf etti. Meğer o kadar süre boyunca sevdiği kadından, sevdiği adamı dinlemiş. Bir kere bile yüzünü asmadı, bir kere bile beni üzmeye, soğutmaya çalışmadı. Umut aşkı benden dinledi ve tekrar bana besledi. Ben onunla çocuğumun ne kadar güzel olacağını düşünürken Umut benim çocuğumun ne kadar güzel olacağını hayal etti. Ve o şerefsiz sadece benim değil Unut'un da hayallerini çaldı."

 

Eğer biri sizi paylaşamıyorsa gerçekten seviyordur ama sizin mutluluğunuz için kendi hayallerini içine atıyorsa işte o aşk her şeye bedeldir...

 

"Öyle geçti günlerim. Zamanla ben acıma alıştım. Umut bana evlenme teklif etti, evlendik. O şerefsiz cinayete teşebbüsten hapse atıldı ama asla anne olamadım. Umut asla baba olamadı. Hayat bana umut verdi ama benden ümidimi aldı. Umut hep benimle oldu, her iki anlamda. Ama isterdim biliyor musun, Umut Baba olsun isterdim. Kendime çok sinirlenirdim. Umut gerçekten sevmişti beni ama ben o şerefsize olan takıntım yüzünden ikimize de geleceğini mahvetmiştim."

 

Başımı salladım bu böyle olmamalıydı. Melodi bu şekilde şarkısını eksik bırakmamalıydı. Umut hep vardı neden ümit olmasın ki?

 

"Peki gerçekten imkansız mı?" dedi Leyla, hala inanmak istemez gibi. Melodi burnunu çekerek başını salladı. "Ben, ben bilmiyorum imkansız ama organlarıma alınmadı sadece hasarlı. Sanki bozulmuş bir buzdolabından bahsediyor gibiyim biliyorum ama bu nasıl anlatılır, işte bunu bilmiyorum. Olmaz dediler. Ben bazen kafayı yiyecek gibi hissediyorum. Çaresizlik çok farklı bir duygu elimden hiçbir şey gelmiyor. Benim çocuğum olmayacak! Umut Baba olmayacak, çocuklar çok yakışır onu kucağına biliyor musun?"

 

Burnunu çekti. "Umut harika ve ben şerefsizin birine takıldım diye Umut hayatın en güzel hediyelerinden mahrum kalacak."

 

Melodi İlk o heriften bahsetmeye başladığında 'Aşık olduğum adam' diyordu. Sonra onun yüzünden anne olamayacağını öğrendiği kısımdan beri onun için o şerefsiz sadece 'o' idi. Şimdi Unut'un asla baba olamayacağından bahsederken. 'Şerefsiz' diyordu. O herif onun için 3 farklı kişiydi. Tanıdığı, tanımak istediği ve tanımaktan korktuğu. Hangi evre hangi yere gelir dinleyene bağlı ama Melodi sıralamayı zaten yapmıştı.

 

Bazen insan daha doğmamış bir insanın bile katili olabilirmiş, bazen insan hayallerin bile katili olabilirmiş. O şerefsiz bir katildi ama bir bedenin değil. Cinayete teşebbüsten yatıyordu ama o zaten üç cinayet işlemişti Unut'un, Melodi'nin ve asla dolmayacak bebeklerin ruhunu öldürmüştü.

 

Ama hayır dünya bu kötülüklere yar gitmezdi. Umarım gitmezdi. Gitmemeliydi! Gider miydi?

 

"Ben konuşabilecek gibi hissetmiyorum." dedi Melodi. Leyla ona uzandı ve ona sarıldı. "Boş ver ben hissediyorum acını. İnsanlar acıyla da bağlanırmış." Bağlanırdı, içten içe onlara bağlandığımı hissediyordum. Benim hiç hayalim değildi bu, hiçbir zaman bu kadar fazla anne olmanın hayalini kurmadım ama ruhumu direndiklerini hissediyordum acılarını.

 

Evet, evet bir kızım olsun isterdim. Fakat şu an acımasız dünya buna izin vermeyecek gibi hissediyordum.

 

 

Leyla ve Melodi bir süre daha konuşmaya devam ettiler. Onlar konuştuğu süre boyunca kah ağlamış kah gülmüştüm. Eh gözlerim yanmaya başlayınca kızardığını az çok tahmin edebiliyordum. En sonunda vedalaşıp Melodi sorgu odasından çıktığında ben de çıktım. Karşı karşıya geldik. İkimiz de birbirimizi süzdük. "Melodi..." dedim. Sustum. Ne derdim, ne diyebilirdim ki? Ruhumu anlatmaya yeter miydi? Hayır, ruhum yeterdi ama kelimeler eksikti. Bazı acıları anlatacak kelimeler olmaz. Melodi'nin hikayesini anlatacak kelimeler de yoktu. Ama onun gözlerine bakınca o sözsüz, kelimesi olmayan, bir melodiden ibaret olan şarkıyı dinleyebilirdi.

 

İsim kederdi. Hayır, isim kaderdi.

 

"Melodi, ümidini kaybetme." Başına olumsuzca salladı. Gözlerinden tekrar yaş gelmeye başladı. "Olmaz Asya." Bu sefer ben başımı salladım. "Neden olmasın?" "İmkansız." dedi. Acı işte tek bir kelimeye sığabiliyor -imkansız gibi görünse de ki zaten o kelimede: imkansız.

 

Ama hayır acıya sığmaz kelimeler, bir kelimeye yalan sığar. İmkansız da yalandır. İmkansız hiçbir şey yoktur. Buna bir kez daha inadım. "Hayır inanmam ben imkansızlara. Sen de inanma. Ben biliyorum, hissediyorum." Beni kendine çekti ve anne şefkatiyle sıkıca sarıldı. "Asya-" sözünü kestim. "Hayır, imkansız diyerek ne hayalleri yarım bıraktık. Ben bıraktım, sen bırakma. Hayat sana umut verdi inanca aşk neleri çözüyormuş. Ben inanmazdım aşka. Belki bir gün, bir gün anne olacaksın. Ben de belki aşık olacağım. İmkansız derdim ama sen anne olacaksan ben kalbimi kaybetmeye razıyım. Bak inan bana, lütfen neler olurmuş inanarak."

 

Boğazımdan sessiz bir hıçkırık çıktığında ağladığımı fark ettim. "Asya..." Tekrar başımı salladım. "Hayır! Bir hikaye, bir melodi daha yarım kalamaz. Umut için inanmaya değmez mi? geçmişin geleceği mahvetmesine izin mi vereceksin?" "Hayat bizden izin almaz Asya." dedi. Bunu, burada ikinci kez bir savaşçıdan duyuyordum.

 

Bu haksızlık hayat bizimken neden bizden izin almazdı ki? "Melodi bırak hayat kimden izin alıyorsa alsın sen sadece yaşa. Tanrı varsın yoksun senin günlerini sayılı versin sen o günleri nasıl yaşayacağına bak yeter. Hayat bizden izin almaz ama mutluluk alır, neyi yaşayacağına değil nasıl yaşayacağına odaklan." Hafif geri çekildi. Ondan ayrıldım. Elim yüzüme gitti, gözyaşlarımı silecekken elimi tuttu. "Hayır, bırak aksınlar. Kalbin yandığı için gözyaşların akar. İzin ver de ulaşsınlar kalbine, söndürsünler ateşi."

 

Gözlerinden akan yaş kalbindeki ateşi söndürmek için akar. Gözyaşlarını silme, ulaşsınlar kalbine.

 

Cehennem kalpte, Cennet gözyaşları'nda olabiliyormuş.

 

Melodi gülümsedi.

 

Hayır Asya, Cennet senin gözyaşlarında değil Melodi'nin gülümsemesinde sen cenneti taşıyamazsın.

 

"Senin için inanmaya devam edeceğim..."

Bölüm : 25.12.2024 22:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...