20. Bölüm

16. Bölüm (Şah ve Mat)

Sümeyye İrem Akgeyik
sumeyyeirem.a

***

Her doktor ameliyata kendi hastasını acımadan kesmekle başlar.

***

 

  

Kızlarla üstümüzü temizleyip salona indik. Tabii içeriyi bu kadar kalabalık beklemiyorduk.

 

İleride oturan, Fèlix'in yanındaki Lusita'yı görünce ilk Öykü daldı içeri. Hemen yanına gitti. Lusi bir süre gözlerini inceledi. "Ne yaptın sen deli kız?" dedi sırıtarak. Öykü mahcup bir şekilde gülümsedi. Sonra ona sıkıca sarıldı.

 

Lusi fazla uzun değildi ve Öykü en az 1.73 falandı. Şu an üstündeki bol kıyafetler onu iyice iri göstermişti ve Lusi kollarında minicik kalmıştı.

 

Selen zarif duruşu ile Arthur'un yanına gitti. Kollarını boynuna sardı. "Asıl manyak burda." dedi Arthur. "Kızım adamın kafasına ağda yapmak nedir?" Selen kıkırdadı. "Haketti ama." Arthur ciddi bir şekilde kafasını salladı. "Haketti." dedi Selen'i kendine çekip sarılırken.

 

O sırada arkamda konuşan Umut ve Maria'yı gördüm. Melodi Umut'un kollunun altında sessiz sessiz durmuş ikisini dinliyordu. Maria ise Umut'a heyecanla bir şeyler anlatıyordu. "Çekiçleri bundan sonra senin temas çevrenden uzak tutmalıyız sanırım." dedi Umut kolları ile sardığı Melodi'ye. Melodi kıkırdadı. "Beni de delirttiler. Karargahta aklı başında savaşçı kalmadı." Sonra Unut Maria'ya baktı. "Ya sen? Adamı biraz daha boğsaydın köprüye gidecekti." Maria'yı kendisine çekerek babacan bir tavırla kafasını nazikçe öptü.

 

Umut ve Melodi tüm savaşçılara anne ve babaları gibi yaklaşıyordu ama Maria'nın ayrı olduğu barizdi. Bunun sebebi en küçüğümüz olması mı yoksa Umut ve Maria arasındaki ilişkinin geçmişe dayanması mı bilmiyordum.

 

Hyun Su Zoe'nın koluna bir yumruk attı. Zoe sinirle ona döndü. "Ben en deli sensin sanıyordum. Ne oldu papucun mu düştü." Zoe kafasını salladı. "Atasözlerini nasıl bu kadar yanlış kullanıyorsun aklım almıyor." dedi. İkisi birbiri ile uğraşmaya, birbirlerine hafif yumruklar atmaya devam etti.

 

Savaşçıları izleyerek birkaç adım geri attım. Hepsi ayrı ayrı guruplanmıştı ama hala bütün bir aile gibiydik.

 

Bir an kendimi dışlanmış hissettim. Vardım ama yoktum.

 

Kollarımı kendime sararak savaşçıları izlemeye devam ettim.

 

Arkamda limon kokusu hissettim ilk, sonra sesini duydum.

 

"Savaşçılarıma emir verdin ve bir esiri öldürdün?" dedi soğuk sesi.

Kafamı kaldırıp ona baktım.

"Evet." dedim kararlı sesimle.

"İşkence etmeleri için onları doldurdun?"

"Evet." dedim tekrar.

"Onay alma gereği görmedin ve bunu başka bir savaşçı için yaptığını söyledin?"

 

Duruşumu daha da dikleştirdim. "Evet!" dedim diğerlerindende kararlı sesimle.

 

Alex kolunu belime dolayarak beni kendine çekti. "Seninle gurur duyuyorum." dedi gururuna yansıyan sesi ile. "Benimle gurur mu duyuyorsun?" dedim şaşkınlık dolu sesimle. Kafasını salladı. "Evet, çok." Anlamayarak yüzüne bakmaya devam ettim. "Savaşçılarını doldurdum, emir verdim ve esire önce işkence edip sonra öldürmeleri için savaşçılarını ikna ettim ama sen benimle gurur mu duyuyorsun?"

 

Alex kafasını salladı. "Evet, savaşçılarımızı doldurduğun için, bir esire işkence ederek öldürdüğün için ama en çok da senden nefret etsede bir savaşçının intikamı için bunları yapmandan gurur duyuyorum. Lider olacaksın zaten, yavaş yavaş bunu herkesin zihnine kazıyorsun. Yakın bir zamanda kendini ispatlayacağına da eminim."

 

Hissettiğim mutluluk ile Alex'e yasladım bedenimi.

 

Ben işte tam olarak buraya aittim. Savaşçıların yanına. Bana dünyada verilen yer onların yanıydı. Ben, Asya Ersöz. İkinci savaşçı. Gece gözlü avcı. Alex'in çaylağı. Ben, Asya Ersöz. Adalet savaşçısı Asya Ersöz.

 

"Yarım saat sonra toplantı var." dedi Alex. Beni kendisinden uzaklaştırmadan. İlk başta utanarak çekilmeyi düşündüm fakat hiç hareket etmeden durmaya devam etti bedenim. Öykü ile göz göze gelince göz kırptı bende sırttım. Gerçi neden sırıttım ya da o neden göz kırptı anlamadım ama o sırada böyle olması gerekmişti.

 

"Şimdi kızlar biraz dinlensin. Hem fiziksel olarak hem duygusal olarak çok yoruldular. Önümüzdeki yarım saat boyunca serbestsiniz derslerinizden de muafsınız."

 

Savaşçılar başka yerlere dağılırken bende Alex'in kollarından sonunda ayrılmıştım. Kendimi koltuklardan birine attım. Selen birden bire kollarını Alex'in beline doladı.

 

"Teşekkür ederim." dedi kafasını Alex'in göğsüne bastırırken. "Bana verdiğin hayat için teşekkür ederim." Alex'in kolları hâlâ havadaydı. O da sıkıca sarıldı Selen'e. "Ben teşekkür ederim. Hayatıma girdiğin için." dedi fısıldayarak.

 

Selen kafasını kaldırarak onun gözlerine baktı bir açıklama bekleyerek. "Hani dedin ya... Ben satın alınan tek savaşçıyım diye." dedi Alex Selen'nin saçlarını kulağının arkasına atarken. "Tüm savaşçılarım ayrıdır sen apayrı. Sende Hyun Su gibi benim kardeşimsin." Selen'nin saçlarını öptü önce. "Güzel gözlü, tek kelimesi ile herkesi büyüleyen kardeşim." dedi Alex.

 

Selen tekrar Alex'in göğsüne bastırdı kafasını. "Onlar yirmi bine bana mutluluğu sattılar. Savaşçıların mutluluğusun sen. Hoş sen bana ait de değilsin. Asla kimseye satılmayacaksın. Arthur da hakettiği için kazandı kalbini. Mutlu olduğun her yeri avuçlarına bırakmaya hazır olduğu için. Ve ben sevgili kardeşim. Sana zarar vermeye çalışan herkesin karşısında her zaman duracam. Üçüncü kişi bile olsam duracam. İki Arthur. Bir de zaten sensin. Sen kendini koruyacak, istediğin her şeyi tek başına alacak kadar güçlüsün zaten."

 

Selen den bir hıçkırık sesi gelinceye ağladığını fark ettim.

 

Sonra kıkırdama ağlama arası bir ses çıkarttı. "Var bizim de yeteneklerimiz." dedi göz yaşlarının altında sırıtarak.

 

Ayrıldıklarında biraz daha izledim ikisini. Şu ana dek her biri ile ilgili analiz yapmaya çalışıyordum. Çok zordu. Kolay değil on altı kişiyi öğrenmeye çalışmak. Farklı kültürlerden farklı ailelerden çıkan on altı kişiyi. Hepsinde ayrı ayrı bir hikâyesi vardı. Hâlâ anlayamamıştım kimin ne olduğunu. Görebildiğim yorumları yapıyordum. Ama en çok Alex şaşırtıyordu beni. Sert hareketleri de şaşırtıyordu. Şefkatli tavırları da. Emir veren halleri de şaşırtıyordu. Dediğim her şeyi yapması da. Soğuk ve duvarlara sahip oluşu da şaşırtıyordu. Sevimli, sıcakkanlı zamanları da.

 

Bu yüzden kendime benzetiyordum birazda. Grimiz yoktu. Ya siyahtık ya beyaz. Bazen ikisi aynı anda oluyorduk ama asla bu renk gri olmuyordu. Birbirine karışmıyordu renklerimiz ama belki karışsa daha az kafa karıştırıcı olurdu.

 

İkisi ayrıldığında. Selen bu sefer benim yanıma geldi. Hiç bir şey demedi. Sadece yanımda durdu. Odada ben, Selen, Alex Arthur ve Zoe kalmıştık.

 

Zoe, Alex'e bakıyordu. Bir şeyleri anlamaya çalışıyordu. Ya da bir cevap istiyordu. Arthur ise gözlerini Selen den almamıştı. Bende boş boş dördü arasında gidip geliyordum. Benim de istediğim cevaplar vardı. Tabii bir süre sonra bu dörtlü ile ilgili gelecek beni cevapsız bırakmayacaktı.

 

....

 

Toplantı odasında bu haftaki devriyeler dağıtıldı. Ben ve Ada artık resmi olarak savaşçıydık fakat ikimize de devriye vermemişlerdi. Hiç sesimi çıkarmadım. Şu an baş ağrısı ile zaten devriye düşüncek durumda değildim. Kafamı arkaya atmış tavanı izliyordum. O ağrı ile beynimin patladığından emin olmuştum.

 

"Önce Caner sorgusu mu bitsin?" dedi Mex. İlk o zaman konuşmaya katıldım. "Caner zaten elinizde. Acaba artık çocuklara mı odaklansak?". Hâlâ tavanı izliyordum. Kısa süreli sessizlik çökünce gözlerin bana döndüğünü az çok kestirebiliyordum. "İyi ama sorgu?" dedi Mex bu sefer tereddütle. Bu sefer kafamı kaldırıp sinirle ona baktım.

 

"Caner zaten elimizin altında. Sorguyu başka zaman da alabiliriz. Fakat çocukların yerini değiştirseler ortada kalırız. Hoş. Ben neden hâlâ sıraya koyduğumuzu anlamadım. Hepimiz soruguya girmiycez. İkili guruplara ayrılsak ya? Ben, Öykü bide İdın tüm sorgu işleri ile ilgileniriz. Ya da başka savaşçılar. Birkaç kişi çocukların yanına gider. Geri kalanlar diğer, belgeler olan eve gider. Alex yönetimde kalır, Félix revirde, Mex iletişimde. Tamam bitti." Hepsi ayrı ayrı yüzüme baktı. Bende onlara. Sanki neden bunu düşünemedik diye düşünüyorlardı.

 

Mex ve Alex kısa bir süre bakıştı. Sonra Alex masaya döndü. "O zaman İdin ve Öykü sorguda. Félix revirde devam. Reviri hazır tutun çocuklar için. Bir sağlık taramasından geçirin. Mex ve teknik ekip benim yanımda Yönetim-iletişimde. Hyun Su, Ada'yı getir. Sen, Ada, Cesika, Selen, ve Melodi çocukların yanına gidin. Geri kalanlar belge olan malikaneye. Asya yönetimde kalmaya devam et. Ama sorguya sen ve Öykü girin."

 

Farkettiğim kadarı ile daha çocuksu, eğlenceli, masum görünen savaşçıları çocukların yanına göndermişti. Gerçi seçim hakkını bana verse üç aşağı beş yukarı bende aynı kişileri gönderirdim.

 

"Sorguyu kaçta alalım?" dedi Öykü. "Şu an kalsın saat altı gibi girersiniz." Başımızı sallayarak onayladık.

 

Alex elini öne uzattı. "Dağılabilirsiniz." Savaşçılar dağılırken ben masada durmaya devam ettim. E tabii o da.

 

Gözlerini bana çekti. "Sorgu saatine kadar karargahtan çıkabilir miyim?" dedim.

 

Kafasını salladı. "Önemli bir işin varsa senin yerine başkası sorguya girebilir." Kafamı tekrar arkaya attım. "Gerek yok. Hem önemli bir iş olduğunu nerden çıkarttın? Belki sadece canım sıkılmıştır."

 

"Hayır. Karargahta vakit geçirmeyi seviyorsun. Ada'nın yanında gitmiyceksin. O zaten buraya gelecek. Demek ki başka bir işin var."

 

Dik durarak sırıttım. "Zeki herif. Ama gerek yok. Fazla durmayı planladığım bir yere gitmiyorum. Sadece... Bir arkadaşa sözüm var."

 

Yerimden kalktım. "Hadi görüşürüz Beyaz Melek, ben kaçar."

 

Gülümsedi. "İyi eğlenceler Avcı."

 

...

 

Nereye mi gidiyorum? Sadece eski bir dosta. Eski komşumuz Coşkun ile sözleşmiştik.

 

Coşkun bizim karşı evde oturuyordu. Tıp fakültesi öğrencisi idi. Bir süre ailesi ile birlikte oturdu sonra üniversitesine daha yakın bir yerde ev tuttu. Beni görünce Asya seninle başka bir zaman önemli bir konu konuşabilir miyiz dedi. Kabul ettim.

 

Tabii annemin dilinden düşmedim ilk başta. "Doktorlar dizilmiş kapına." Falan dedi. Eh benim ne kadar anormal olduğumu hesaba katarak annemin normal biri olduğunu düşünmedin herhalde.

 

Anneciğim. Asya'nın gözü mühendislerde.

 

Söylediği kafeye gelerek bir sandalyeye oturdum. Sessiz sesiz telefonuma bakarken arkamda oturan iki kızın konuşmasına kulak misafiri olarak. Telefonu masaya bıraktım.

 

"Bilmiyorum. Avcı diyorlar. Ama adı sanırım Asya. Asiye de olabilir." Öbür kız cevap verdi. "Yok doğru dedin Asya."

 

Konu benim! Konu benim! Bunlar herhalde karargahta çalışıyordu. Yoksa nerden tanıyacaklar beni? Yok bide Avcı lakabını da biliyorlar.

 

"Geçen Sude anlattı. Sınav eğitmeni olan Sude varya. Görmüş kızı. Çok güzelmiş. Dedi korkutucu ama güzel. Ayrıca derleme yapmışlar diğer eğitmenlerle. Dedi çok da zeki."

 

Doğrudur bebeğim. Heyecandan gülümsememek için dudaklarımı bastırdım. Bildiğin övüyorlardı beni.

Mutluluk.

Sevinç dansı.

 

"Yeteneği ne acaba?" "Hayvanlarla ilgili herhalde. Odasında pati sembolü var."

 

Yok bunlar biliyor bizim olta otha ne haltsa ondan olduğumuzu.

 

"12 puan aldıysa güçlü demek ki. Artık ne kadar güçlü bilmiyorum. Tek kişilik ordu resmen."

 

Yok bebeğim 13 puan. Ayrıca doğrudur tek kişilik orduyum biraz.

 

As bayrakları Asya. As as.

 

"Alex de esmer seviyormuş demek ki. Bahsettiğin kadar güzelse ondan da olabilir."

 

Ne? Ne dedi bu şimdi? Alex ne alaka?

 

"Kolay mı? Koskoca Alexander di Angelo' nun gözüne girmek." Kahkaha. "Ya da yatağına."

 

Asya ne diyor bunlar?

 

Anlamadım iç ses.

 

"Kız deme öyle ayıp." Aha bu repliği biliyorum. "Yok be. Ne ayıbı. Yapana değil konuşana mı ayıp. Ne kadar zeki ya da güçlü olursa olsun belli ki karşılıklı bir ilişki. Gece senin gündüz benim misali." Tekrar kahkaha.

 

Sürekli gece benim gündüz onun derdim fakat bu ima benim yaptığım benzetme gibi değildi anlaşılan. Tüm sinir bedenimi sararken yumruklarımı sıktım. Masaya geçirdiğim tırnaklarımın canımı yaktığını fark etmek biraz uzun sürdü.

 

Sakin olma Asya. Tutma kendini.

 

Ne sakin olucam içses nasıl tutarım kendimi hem- ne sakin olma mı?

 

Olma tabii besbelli ki sana Alex'in odalığı diyorlar. Neden kendini tutuyorsun?

 

Seninle iyi anlaşmaya başlıyoruz.

 

Kahkaha sesi ile oraya döndüm. "Beyaz meleği göklere yükselten güzelliği görmek bize de nasip olur mu be?"

 

Olur aşkım olur. En hızlı kabul olan duan ben olup senin için bedduaya dönüşücem. Zihni sapık salak!

 

Yerimden bir hışım kalkarak bunları diyen kızın saçına yapıştım. Uzun saçı elinde iki tur döndürerek arkaya çektiğimde çığlık attı. Yanındaki öbür kız sandalyeyi geri çekerek öne atılınca elimi uzatarak onu durdurdum.

Fakat onu durduran şey kaldırdığım elim değil, çıplak bileğinden görülen savaşçı bilekligimdi.

 

Benim sabahtan beri hakaretlere boğdukları Asya Ersöz olduğumu gösteren savaşçı bilekliğim.

 

"Kimsin sen, beni ne ile suçladığının farkında mısın?" Sözlerimin sonunda benim kim olduğumu anlamış olacak ki debelenmeyi kesti.

 

"Ben, Asya Ersöz'üm. Sabahtan beri orospu dediğin kadın! Öyle konuşurken kolaymış. Biraz da bana anlat nasıl Alex'in yatağına girdiğimi. Hadi!" Gözlerini yumdu. "Özür dilerim. Ben sadece karargahta konuşulanları söyledim. Herkes bunu diyor." Saçlarını daha da çekerek sıktım dişlerimi ve öyle konuştum. "O zaman bunu konuşanlara de ki eğer aptalca konuşmaya falza meraklılarsa gelsinler biraz da bana konuşsunlar. O zaman ben veririm onların cezasını. Şu an Asya Ersöz olarak karşındayım ama biraz daha bana kötü itaflarda bulunursan bu sefer Avcı ile tanışırsın! Anladın mı?"

 

"Evet. Evet, özür dilerim." dedi yalvaran sesi ile. Benden korktuğu belli oluyordu. E geri zekalı madem korkuyorsun neden hakkımda olur olmadık konuşuyorsun?!

 

Sinirle saçlarını bıraktım. Masadan telefonumun ve çantamı alarak toplanan kalabalığı yararak kafeden çıktım.

 

Titreyen parmaklarım ile Coşkun'a mesaj yazarak buluşma yerini değiştirdim. İleride başka bir kafeye gelerek kendimi lavaboya attım. İçeride sadece ben olmanın rahatlığı ile kollarımı mermere dayayarak kafamı eğdim. Biraz soluk aldıktan sonra bugün yaşananları düşündüm. Fakat baş ağrım buna izin vermedi. İkinci bir ağrı kesici almak için çantamı kontrol ettim fakat yanımda ilaç olmamasının sınırı ile nefes verdim. Suyu açarak yüzüme su vurdum.

 

Su beni sakinleştirsin istedim fakat o sanki ruhumdaki kiri atmayı seçmişti. Acımasız su bile beni suçlu buluyordu. Ruhumun kirini temizlemek istedi. Fakat o kir değil kalbim idi.

 

Suya da küserek çeşmeyi kapattım. Çıkıp bir masaya yerleştim. Soğuk bir kahve sipariş vererek beklemeye başladım. Bir beş dakikaya kahvem geldi. Kocaman bir yudum aldım. Damarlarıma karışan kafein hiç yardımcı olmasa da toparlanmaya çalıştım.

 

Kapı açılınca içeri Coşkun girdi beni görünce gülümseyerek masaya oturdu. Ben onun kadar sıcak karşılık veremedim. Güneşin ısıttığı gökyüzünde de kar olurdu değil mi?

 

"Nasıl gidiyor?" dedi karşıma oturarak. "Zor." dedim son zamanları özetleyerek.

 

 

Bir süre havadan sudan sohbet ettik. Hastane entrikaları anlattı bende ona tiyatrodan bir iki olay anlattım. Fazla samimi davranmıyorduk. Gerçi hiç fazla samimi olmamıştık. Çocukluğumuzun geçtiği mahallede bile durum farklı değildi. -Bir zamanlar- karşı komşumuz oldukları halde bile ayda yılda bir yan yana gelir sohbet ederdik.

 

Baş ağrısı kendini iyice gösterirken kısa kesmek istedim sabahtan beri onu içten içe yiyen konuyu sordum.

 

"Sanıyorum ki beni sadece kahve içmeye veya sohbet etmeye çağırmadın. Açmaya çekindiğin konuyu sorabilir miyim?"

 

Yüzü kızarınca maskesini hepten kaybetti. Bana sonbaharı hatırlatan açık kahverengi gözlerindeki yapraklar dökülünce gözbebeğindeki dallar ve kökler çıplak kaldı.

 

"Aslında nasıl gireceğimi bilemedim." Eli ensesine gitti. Göz kaçırması ile az çok tahmin ettiğim konu kesinleşti.

 

Gönül meselesi.

 

Ama kime? Bana değil. Ondan eminim bakışlarında o yoktu. Normal bir şekilde konuştuğumuzda gözlerimin içine bakmaktan çekinmiyordu. Yahut konuyu açma çabaları haricinde beden dilini çok iyi kullanıyordu. Duyduğu ilgi başka birineydi.

 

"Kim?" dedim ikinci bardağım olan kahvemden bir yudum alarak. Bir süre yüzüme baktı. "Duyularının ne kadar keskin olduğunu unutmuşum." dedi. Mahcup bir şekilde gülümseyerek.

 

Boğazını temizledi ve kızaran yanaklarını hiçe sayarak topladığı özgüven ile konuştu. Ama ağzından çıkan isim pek hoşuma gitmedi.

 

"Ada..."

 

Hâlâ yüzüne baktığımı fark edince devamını getirdi. "Biliyorum. Belki varlığımdan bile haberi yok ama birkaç kez senin yanında gördüm. Çok tatlı ve temiz kalpli. Sadece şey... İlgimi çekti."

 

Hâlâ yüzüne bakıyordum. Zihnimde onların yana yana geldiği zamanlar canlandı. Hiç biri yakın bir tarihte değildi. Demek ki bu biraz daha geriye bakan bir ilgiyidi.

 

Kendime gelince elim saçlarıma gitti. "Ee bak. Seni az çok tanıyorum. Ne kadar iyi huylu ve çalışkan biri olduğunu biliyorum. Gerçekten seninle ilgili değil ama şey bu iş olmaz!" Son cümlemin sert kaçtığını düşünerek devam ettim.

 

"Ada'nın şu an bir ilişkisi var. Ve o... Yani üzgünüm ama erkek arkadaşını çok seviyor."

 

Dudaklarını birbirine bastırarak bir kaç saniye düşündü. "Yani hiç mi şansım yok?" Bu neyi kast ediyor ben anlamadım. Kaşlarımı çatılmış olduğunu fark edince durumu toparlamak için atıldı. "Yok yani ciddi mi düşünüyorlar?" Kafamı salladım. "Evet, yani şu an öyle görünüyor. Gelecekte ne olur bilmem ama ümit vermek de istemem." Anlayışla kafasını salladı. "Zaten beni sevmesi için zorlayamam. Anlıyorum. Onun için iyi olan olsun." İkimizde kalkmak için hareketlendik. Konu bitince buluşma da bitmişti.

 

Çantamı ve içindekileri kontrol ederek kalktım. Hesabı her ne kadar kabul etmesem de ödeyince teşekkür ettim.

 

 

"Asya... Bu konuşulanlar aramızda kalsa." Kaşlarımı çattım. "Hangi konuşulanlar?" İçten bir şekilde bana gülümseyince bende gülümsedim. "Teşekkürler." Uzanıp bana sarılınca rahatsız olduğumu belli etmeden bende sarıldım sonra hızlıca ayrıldım. "Seninle konuşmak gerçekten çok keyifli. Başka bir zaman tekrarlayalım." dedi, nezaketen. Onaylayarak kabul ettim, nezaketen. Fakat biliyordum ki ikimizde uzun bir süre görüşmeyecektik.

 

Kapıda telefonla konuşan sarışın kadına çarpınca özür diledim ama pek cana yakın bir özür değildi. Kapının önüne kurulmuş görgüsüz.

 

Çekilin de geçelim. Bir dakika sorgu var daha!

 

Adımlarımı hızlandırarak durağa giderek bir taksiye binip karargahın aşağısındaki ormanlık alana doğur yola çıktım.

 

🚕

 

Ben ve İdın sorgu katında Caner'i getirmelerini bekliyorduk. Caner'i beklerken Félix gelmişti. İkisi yan yana dururken telefonumu kontrol etme bahanesiyle biraz ileriye geçerek karşı taraftaki duvara yaslandım.

 

İkisi yeteri kadar utangaçtı. Artık dışarda ne yaşamışlarsa bizim yanımızda bile biraz mesafeliydiler.

 

Gerçi şaşırmıyorum. İnsanlar çok tuhaf. Asla anlamak istemeyeceğim tek canlı onlar ve maalesef sadece onlarla aynı dili konuşuyorduk. Tabii bu dil ne Türkçe ne İtalyanca. Biz birbirimizi sınıflara milletlere ayırsak bile hep aynı cani toplum olarak kalacaktık.

 

Caner'in gelişi ile üçümüzde hareketlendirdik. Bizim önümüzden geçerek onu sorgu odasına götürdü iki gardiyan.

 

"Sizi iyi görmek güzel efendim." dedi Caner ve sözleri açıkça İdın'a idi. "Burdan çıktığında umarım sende iyi ve tek parça olursun." dedim takındığım doğal soğuk yapımla.

 

Caner ve otomatikman gardiyanlar durdu.

 

"Beyefendiye geçmiş olsun dileklerimi ilettim sadece." dedi masum sevecen bir tavırla. Göz devirdim ama Félix bununla yetinmedi. "O beyfendi ile ilgili pek fazla konuşmamak senin iyiliğin için daha iyi olur. Şayet bu sevecen tavrını anlamış değilim senin yakalanmandaki en büyük etkenlerden biri o."

 

Caner omuz silkti. "Bir devrin sona erme zamanı gelmişti. Hem... beyfendinin canı sağ olsun."

 

Félix ileri doğru atılınca İdın koluna yapıştı. "Kendinize gelin. Zaman kazanıyor. Sizi sinirlendiriyor. Konuşmasanıza, o kendi kendine konuşur susar."

 

Félix dişlerini sıkarak konuştu. "Bakın beyfendi." dedi Caner'e. "Ben doktorum. Benim işim insanları iyileştirmek. Fakat unutmayın ki her doktor ameliyata kendi hastasına acımadan keserek başlar. Ha ben unutkan bir insanım, bazen kestiğim yarayı dikmeyi unutabiliyorum. Diyorsanız eğer ben bir kolum veya bir bacağım olmadan da idare edebilirim seve seve size yardımcı olurum."

 

Sırıttım. Caner ilk bana baktı sonra Fèlix'in arkasındaki İdın'a. Sonra oldukca saşıracağım bir mimik oturdu yüzüne. Gülümsedi! Evet, gülümsedi. Sevecen ama sahte değil, mutlu ama hüzünden uzak değil, içi rahatlamış ama cevap bulmuş değil. Tamamen tam ama bir o kadar yarım, gizemli bir gülümsemeydi.

 

"Sizinle normal şartlarda tanışmak isterdim doktor. Yanlış anlamayın." Önüne sorgu odasının kapısına döndü, sonra geri arkasını dönerek bize baktı. "Fazla zamanım yok. Beni bekleyenler var. Mutluluklar dilerim."

 

Üçümüzde, hatta onu tutan iki korumada afallamıştı. Onu yürütmeye devam ederek sorgu odasına girdiler.

 

"Ne oldu az önce?" dedi İdın. Dudak büzdüm. "Anlamadım ki. İçeri girince anlarız." Elimi celibe kattım. Hissettiğim şeyi tutarak çıkarttım ve parmaklarımın arasındaki ne zaman oraya kattığımı hatırlamadığım siyah tükenmez kaleme baktım.

 

Bunaldığımı hissederek kalemi saçıma götürerek saçımı dağınık topuz halinde topladım. Derin bir nefes alarak çifte kumrulara döndüm. "Odaya mı geçiyorsunuz?"

 

"Ben Alex'in yanına gidecem, Félix revire çıkıyor." Félix elindeki dosyalara baktı. "Ha evet, bunları da al. Cesika gidince yukarısı biraz karşıtı. Bakmayın görünmez olduğuna. Karargahın getir götür, belge kontrolü, imza kısacası ne kadar teknik iş varsa onun elinin altında."

 

Félix bizden ayrılarak yukarı çıktı. Ben sorgu odasına, İdın da yan tarafa aynanın karşısına geçti.

 

İçeri girdiğimde Öykü'yü kibarca selamlayan Caner'i görünce yanlış oda olduğunu düşünüp geri dönecektim.

 

Bu adam yakalandı. Belki öldürülecek belki hapiste çürüyecek. Bu nezaket neden üstündeydi?

 

Elimi alnıma götürerek ovdum. "Geç yerine bizim de bekleyenlerimiz var seninle vakit kaybedemeyiz."

 

Yüzü ciddileşti. "Sizin de mi bekleyenleriniz var? Üzüldüm." İşin tuhaf yanı gerçekten üzülmüşe benziyordu. O an anladım ki. Onu bekleyen 'bekleyenler' artık hiç bir şey bekleyemeyecek insanlar olabilirdiler.

 

"Ben kafamı kurcalayan soruyu sorarak giriş yapmak istiyorum." Kelepçelerin izin verdiği kadarı ile elini bana doğur uzattı. "Dinliyorum. Cevap vereceğim bir şey ise seve seve..."

 

Öykü ile bakıştık. Tek kaşını kaldırmış ağzı hafif açık Caner'e bakıyordu. "Bizim bir görev için orda olduğumuzu nerden biliyordun?"

 

Caner tekarar ciddileşti. "Düşmanlarınız var. Sandığınızdan daha güçlü. Onlar söyledi. Beni uyardı. Tuzağınıza düşmemem için. Fakat bu benim açımdan pek önem arz etmiyordu."

 

"Neden uyardılar seni?"

 

"Bir teklifte bulundular. Oldukça iyi bir teklifte. Kardeşini öldürmem karşılığında hayatımın sonuna kadar rahat yaşayabilirdim."

 

Kaşlarımı çattım. "Kardeşim?" "Evet, siyahlı oğlan. Sanırım yanınızdaki doktor onu fazla seviyor. Hatta sevginin en üstün mertebesi ile seviyor."

 

Hâlâ anlamayarak ona bakıyordum. "Bizim kardeş olduğumuzu nerden çıkarttın?" Gülümsedi. "çok benziyorsunuz. Konuşmanız, gözleriniz, insanları inceleme şekliniz. Karşınızdaki kişiyi soyup tamamen çıplak kalınca tüm gerçeklerini kullanıyorsunuz. Söylesenize kardeş değil misiniz?"

 

Durup bir süre düşündüm. Bunun devamı vardı illa. Bir açıklaması olması lazımdı. "Evet, doğru. O benim erkek kardeşim. Ve eğer ona dokunacak olursan parmaklarından başlar tüm derini yüzerim. Bu konuda biraz vukuatliyim."

 

"Yalan söylemenize gerek yoktu. Bir insana zevk için zarar verecek birine benzemiyorsunuz.... Adınızı sorabilir miyim?"

 

Sadece acı olayını mı diyordu yoksa kardeş olmadığımızı mı anlamıştı? "İsim kullanmıyoruz. Avcı. Bana Avcı derler. İnsan Avcısı" Öyküyü gösterdim. "O hırsız. Zihin hırsızı. Doğrularını da yalanlarını da senden iyi bilir."

 

Kafasını salladı. "Benzetme yapmadığını var sayıyorum. Tanıştığımıza sevineceğim şimdilik. Sonra fikrimi değiştirirsem belirtirim."

 

"Şu an bir deli olduğunu düşünüyorum."

 

"Olabilir her insanın içinde bir delisi vardır. Saklar ama öldüremez. Fakat sen öyle değilsin onu saklamıyorsun. Hatta sen delini sevmiyorsun, deline âşıksın."

 

Yüzüne bakmaya devam ettim.

 

"Bizi ne kadar iyi tanıyorsun?"

 

Omuz silkti. "Fazla değil iki numara."

 

İki numara... Benim ikinci savaşçı olduğumu belirtiyordu.

 

"Bizimle ilgili bilgileri kim sana verdi?"

"Bilmiyorum. Bilsem söylerdim. Sadece dedi ki. Kardeşini öldürdükten sonra not bırak. Nota da, 'kimilerinin kalbi sağ tarafta atar.' yazmamı istedi.

 

Öykü ürperdiğinde sadece benim bilgisiz olduğumu fark ettim.

 

Sağ taraftaki kalbin bir anlamı olmalıydı. Felsefî bir anlam ama ne? "Peki neden öldürmedin onu?"

 

Kelepçeler ile oynamaya başladı. "Öldürmem için bir sebep yoktu, ödül hariç. Hem karar versem bile konuşmaya başlayınca fikrim değişirdi. Sert kabuğunun altında bir gün çiçek olacak bir tohum yatıyor. Sadece toprağa ihtiyacı var." Kafasını kaldırarak bana baktı. "Biliyor musun çoğu bitki tohumu suda yeşerir. Fakat toprağa ihtiyaç duyup çürür. Ona güneş ve suyu istediğin kadar ver, toprak olmadan tohum yaşayamaz. Yaşasa bile büyüyüp güzel bir çiçeğe dönüşmez."

 

Toprak ben miyim yani? Şimdi. Su Félix, güneş de Alex ise toprak ben oluyorum sanırım.

 

Toprak kokulu kız...

 

"Ayrıca ben bir insana zarar veremem." dedi masum bir ifadeyle. "Hah güldürme beni. Seni reddeden adama yaptıklarını da, turuncu saçlı kıza yaptıklarını da bilmiyoruz." Yüzümü inceledi. "Leyla... O iyi mi?" "Orası seni ilgilendirmez." Gözlerimin içine odaklandı. "O masum. Şerefsiz insanların elinde çürümeye bırakılmış zavallı bir tohum sadece."

 

Öykü elini şakaklarına götürüp ovuşturdu. Bu sorgu onu çok zorluyordu anlaşılan.

 

"Yani yapmadığını söylüyorsun?" Gözlerini gözlerime dikti. "Yapmadım desem inanır mısın?" "Öncelikle soruları ben sorarım, adam akıllı cevap ver. İkinci olarak eğer kanıtların varsa neden olmasın?"

 

Önüne dönerek gümüş künyesi ile uğraşmaya başladı. Bende refleksle elimi savaşçı bilekliğime götürdüm.

 

Yüzümü inceledi. "Oklarınıza neden hedef olduğumu sorabir miyim?" dedi uzak ifadeyle. "Benim oklarımın hedefi her daim bellidir." Çenemi havaya kaldırdım. "Adalet İnsan Avcısı'nın okundadır. Karşısına geçen, ölür!"

 

Emin ifademden çekinince konuyu değiştirdi. "Başka soru?" "Çetedeki yerin?" Durup bir süre düşündü. "Çeteyi Caner ve bir süre öncesine kadar babam yönetirdi. Ben pek etrafta olmazdım. Babamın gizli kozu gibi bir şey olmşumdur hep." Kafamı saldım. "Peki babanı neden öldürdün?" Yüzüme baktı. "Olması gerekti. İnan bana tanısan sen de ölmesini isterdin. Tavuk, kümes takıntılı piçin teki -afedersinz hanımlar.- Asla pişman olmadığım tek günahım. Bir insanın babasını öldürmesinden pişman olmaması ne demek bilir misin?" Kafamı olumsuz anlamda salladım.

 

Evet, benimde sorunlarım vardı. Görünmeyen çok yara izim vardı ama asla babamı öldürmek istemedim. Asla annemin kanını görmek istemedim. Onları öldürmeyi istemeyi bıraktım. Onlar yaşadığı için bile çok şanslıydım. Ben kimseyi öldürmek istemediğim için çok şanslıydım. Benim bu hayattaki tek şanssızlığım kendimi öldürme isteğimdi.

 

"Peki ölmek istedin mi?" Bu sefer gülümsedim. "Bildiğim yerden soru çıktı." dedim hiç maske takmak, gizlenmek gereği duymadan. Yüzüme baktı. "Sen neden yaşadın?" Omuzlarımı kaldırdım. "Hayat benden nefret etse de kopmamı istemedi. Yaşamam gerekti. Aldığım nefeslerin hakkını vermem gerekti. Peki sen neden yaşamaya devam ediyorsun?"

 

Parmaklarını yanan parmak uçlarında gezdirdi. "Ölmeyi deniyecek kadar cesur değildim çocukken. Sonra büyüdüm. Biliyor musun? İnsanlar büyüdükçe duygularını kaybeder. Bende kaybettim. Sonra yaşamam gerekti. Ama aldığım nefeslerin hakkını vermek için değil nefes almayı hakeden insanlar nefes alsın diye."

 

Öykü parmakları boğazında bir noktayı ovarken araya girdi. Ve ben o an sorguda olduğumuzu hatırladım. "Onlar kimdi?" "Ölülerin arkasından konuşulmaz." Öykü bana baktı ve bana bakarak konuştu. "O zaman yaşaman için gerek kalmadı." "Evet, bu yüzden burdayım. İnan bana ben istemesem beni yakalayamazdınız." Öykü alayla gülümsedi. "Ondan şüpheliyim."

 

"Neden fazla fotoğraf çeken biri değilsin?" dedi Öykü bu sefer. Neden sordu hâlâ anlamadım ama bir anlamı olduğunu düşündüm. Masaya bakarak konuşmaya devam etti Caner. "Sırları olan insanlar kendilerini paylaşmazlar." Mırıldandım. "Konu ne fotoğraflar ne internet." Kafasını salladı. Artık dahada ciddiydi konu.

 

"Şimdi bize o sırlarınızdan bahsedin lütfen."

 

"I-hı ruhu bölünmeye zorlanmış bir insan sırlarını soldan sağa bile taşımaz. Her sır dile getirilmez."

 

Kendinden emin cevap verdim. "Ben bulurum merak etme." Alayla gülümsedi. "Kendine olan güvenin gözlerimi yaşarttı."

 

"Ben kendime güvenmezsem kim bana güvenir?" Omzuna şaplak attım deli tavrımla. Ama o acı ile inledi.

 

Anlık afallama ile yüzüne baktım. "Yaralı mısın?" Kafasını salladı. "Yok... Sadece elin biraz ağır." Öykü ile göz göze geldik. O da kafasını olumsuzca salladı. Yalancı!

 

Elim saçlarımda gezindi. Zihnim bulanıklaştı. Burda yanlış bir şeyler vardı.

 

Caner ile ilgili bilgileri zihnimde sıraladım.

 

Her iki elini de kullanıyor.Fazla fotoğraf çeken biri değil. Kâh çocuksu kâh hayatın çok şey çaldığı biri. Hem kadınlardan hem erkeklerden hoşlanıyor.

 

Düşün, düşün.

 

Çok dayanıklı...

 

Birkaç hafta önce omzundan vurulmuş ama Leyla onu en son gördüğünde iyileşmişti... Ama şimdi...

 

Aynaya baktım. Ama aynanın karşısına değil. Kendi yansımama. Saçımdaki dağınık topuza. Siyah ceketime. Savaşçı bilekliğime. Şüpheli gözlerime. Aynadaki Asya Ersöz'e. Kendime.

 

"Hı-hı öyle derler." Kumar... Kumar oynama zamanı.

 

Ucuzdan başla Asya. Tek seferde masada kalma. Kazanmak zorundasın.

 

Gözlerimi kısarak Caner'e baktım ve sevimli sevimli gülümsedim. "Erkeklerde zekâya bitiyorum."

 

Caner yüzümü incelemeye devam etti. "Aşk olsun. O kadar şey dedim. Ve siz elinizin ağır olduğunu söylediğimde mi anladınız zeki olduğumu?"

 

İdın'dan etkilenmişti anlaşılan. İdın'a benzediğimi söyledi. Tek bir koz. Bendende etkilendiğini belli eden tek bir koz yatıştırırdı beynimin içindeki tüm yangınları.

 

Gözlerine baktım. "Gözlerinden anladım zekânı diyelim. Bu arada gözlerin çok güzel. Genelde mavi göz tercihimdir... Haksız mıyım?" Kafasını salladı. "Ben toprağa gömülmeye mahkûmumdur ama tabii sizin görüşünüz."

 

"Şah!"

 

"Ne?" Cevap vermedim.

 

Ona kur yaptığımı düşündüğü andan itibaren samimiyeti kesmişti. Yüzüme bakmıyordu. Hayır benden etkilenmemişti.

 

Burda eksik bir şey vardı.

 

Çünkü Caner kadınlarda renkli göz hastasıydı.

 

Evet içses. Leyla öyle demişti. Leyla'nın tanıdığı Caner bu değildi ya da Leyla asla Caner ile tanışmıştı.

 

Ya aslında Caner diye biri yoksa?

 

Neden olmasın içses.

 

Saçımdaki kalemi çektim. Dalgalı saçlarım omuzlarıma döküldü. "Ne yazık."

 

Caner yüzüme ve elimdeki kaleme baktı. "Eee anlat bakalım. Özgür ile arandaki ilişkiyi." Önüne döndü. "İş ortağıydık sadece. Falza samimi değildik." Yoo ikisi arkadaştı.

 

Leyla?

 

"Leyla seni nerden tanıyor?" "Babasının paraya ihtiyacı vardı. Satacaktı. Bakma kanunlara. Hâlâ satılan çok kadın var. Kimisi başlık parası der durumu yumuşatır ama amaç aynıdır. Eğer o para düğün masraflarına ya da çifte gitmezse gelin satın alınmıştır. Aslında Leyla zamanında da aynısı oldu. Ne bir düğün ne bir şey yaptılar. Fakat babası başlık parası aldı. Yani kızını sattı."

 

Selen... Onun babası ruhundaki lekeyi yumuşatmaya dâhi uğraşmamıştı. O mavi gözler, kırmızı ateşin en yakıcı haliydi.

 

Caner elini çenesine götürerek çenesini sıvazladı. Düzeltiyorum. Sol elini çenesine götürdü. "Eline ne oldu?" dedim sorgulayarak. İlk sol elini kaldırdı sonra sağ elini. "Ne olmuş?" Hâlâ ellerine bakıyordum. "Boş ver." dedim düşünceli sesimle.

 

Şu ana dek sadece sol elini kullanıyordu.

 

Pekii bir süre daha düşündüm. Bu belli bir kanıt değildi. Şu ana dek elimde olan detayları düşündüm.

 

Dayanıklı dedi. Yarası iyileşti dedi ama hâlâ yaralı.

Kadınlardan da erkeklerden de hoşlanıyor dedi ama kadınlara karşı sıcak değil.

Ha bir de göz olayı var.

Gerçi pek çocuksu değildi şu ana dek hep negatif yüzünü görmüştüm.

Başka. Başka...

Fotoğraf olayı hâlâ muamma.

Hayır!

Değil. Sakladığı bir şey var.

Ya da biri...

 

Elindeki kalemi Caner'in sağ tarafına atarak söyledim. "Ohoo! Tüm enerjim düştü."

 

Caner sağına attığım kalemi sol eliyle yakaladı. Sol eliyle. Çünkü o solaktı.

 

Gülümsedim. Tekrar aynaya döndüm. Elimi belli etmeden hafif havaya kaldırdım. Bu farkedilmeyen hareketi umarım İdın ya da Alex farkederdi.

 

Kalemi Caner'den geri aldım. Kalemi Caner'den sağ elim ile aldım. Kulağımın arkasına kattım. Sağ kulağımın arkasına kattım.

 

Sonra yan taraftaki dolaba ilerleyerek ne olduğunu bilmediğim bir iki kağıt parçası çıkarttım.

 

Kağıtları Caner'e uzattım. Sağ elim ile uzattım.

 

"Al bunları imzala. Bırakıyoruz seni." Kağıtları masaya bırakarak kalemi tekrar Caner'e uzattım.

 

Eğer sağ eli ile yazarsa bu kumarın kaybedeni olucaktim. Ama eğer sol eli ile yazarsa ben kazanacaktım. Evet küçük bir yüzdelik ihtimal ama bir ihtimal. Son hareketlerimin hepsini sağ elim ile yapmıştım. Aklında bu kalacak ve o da sağ elini kullanmaya konumlanacaktı. Tabii solak değilse...

 

Caner'in sağ tarafına kalemi uzattım. Ve... Sağ eli ile kalemi aldı.

 

Has..!

 

Olamaz.

 

Başımdan aşağı sular döküldü ama ne kaynıyordu o sular ne de buz gibiydi. Şayet bedenimin hissettiği o uyuşmayı ikisi de açıklamıyordu.

 

Yenilgi ile nefesimi tuttum. İç sesim bile susmuştu. Hatamı yüzüme vurma zahmetine bile girmemişti.

 

Caner sağ elindeki kalemi kağıdın üstüne getirdi. Hayır! Sol eline alarak kağıtları imzaladı.

 

"Mat!" Dedim fısıldayarak.

 

"Şah ve Mat!" Daha yüksek sesle.

 

Ben kazandım.

 

Zaferle elimi masaya vurdum. Hem Caner hem Öykü yerinden sıçradı. İki elimi masaya katarak Caner'e doğru eğildim. "Sen Caner değilsin!" "Ne?" dedi korku ve anlamayarak. Geri çekilip kahkaha attım. Tüm sorgu odası benim deli kahkahalarım ile doldu. Fakat o kahkahalar bana değil iç sesime aitti.

 

"Hayır, sen Caner'sin. Ama iki Caner var, sen Caner'in sol tarafınsı. Caner çift kişilikli değil. Çift kişi. Sen onun solak tarafısın. Sen onun acılı tarafının. Sen onun erkek seven tarafısın. Sen onun zeki tarafısın. Sen Caner'in sol tarafınsın."

 

Caner yüzüme baktı. Sonra Öykü'ye döndü. "Arkadaşının ciddi sağlık sorunları var."

 

Gülümsedim. "Orası doğur. Ama benim dediklerim de doğru değil mi. Üç fotoğraf bulmuştuk. Birinde elinde kadeh vardı, yüzünde de kocaman bir gülümseme. Yanında da bir kadın. Kadehin ayak kısmının kırık olması dikkatimi çekmişti. Ve kadeh sağ elindeydi. Sonra birinde kendini çekmiştin tekrar gülümsüyordun. Fotoğrafın açısına bakılırsa sağ el ile çekilmişti. Eğlenceli yanın sağ yanın. Sonra bir şeyler imzalıyordun. Yüzün ciddi. Gözlerin derin ve sıkılmış. Kalem vardı elinde, sol elinde. Ciddi yanın sol yanın. İki Caner var. Bir bedenin iki tarafı gibi. Biri kalp biri beyin gibi."

 

Yüzüme baktı sonra masaya döndü. Tekrar kafasını kaldırdı. Yüzünde gülümseme vardı.

 

"Zeka sadece erkeğe değil kadına da çok yakışıyor Avcı."

 

Kabul ediyordu! Kazandım!

 

Kocaman bir gülümseme oluştu yüzümde.

 

"Her şeyi anlatırım. Fakat sağa zarar vermemeniz şartı ile." Omuz silktim. "Şu an teklifte bulunacak durumda değilsin. Biz solu bulduğumuz gibi sağı da buluruz." Acı ile yüzüme baktı. Sonra soluk verekek Anlatmaya başladı. "Evet bir kardeşim daha var. İkizim."

 

"İyi de... Kayıtlarda böyle bir şey yoktu."

 

"Biz evde doğduk. Annem babamın kaçırdığı kadınlardan biriydi. Öyle zevkine. Tavuk. Bizim cinsiyetimizi bile doğduğumuzda öğrendiler. Babam için fırsat doğdu. Tek bir bebek doğmuş gibi gösterdi o gün. Gayrimenkul işlere yaradı aslında bu planı. İkimizi aynı mekana aynı zamanda getirmedi. Hatta bebekken ayırmıştı bizi. Yan yana fazla gelemeyiz. Bazen diğerlerinden gizli yan yana gelirdik."

 

Zafer ile Öykü'ye baktım. O sıra zaten yüzümü inceliyordu. O ne kadar bizim duygularımızı anlıyorsa bizim onu anlamamız da o kadar zordu.

 

"Şimdi bu konuda mı soruguya gireceğim?" Odağimi Caner'e çevirdim. "Hayır. Önce sağ tarafı bulalım. Şu an beynimi dinlendirmem lazım." dedim burnum havada bir tavırla.

 

Öykü emir almış gibi kapıya ilerledi. Bende onu takip ediyordum ki arkamı döndüm. "Ha kalemimi de alıyım." Kalemi tekrar cebime koydum. Tam kapıdan çıkacakken Caner konuştu.

 

"Biz aynıyız Avcı. Kardeşin kadar olmasada aynıyız.

 

Bakışlarımız aynı, aynı yorgun bakışlara sahibiz.

Duruşlarımız aynı, dik durucak gücümüz yok, sırtlarımız izlerle dolu. Fakat boynumuzu asla eğmemeye çalışıyoruz.

Hedeflerimiz aynı, korumak istiyoruz. Değer verdiğimiz insanları korumak istiyoruz ama elimizden kayıp gidiyorlar. Kabul et sevdiğin insanı kendi ellerin ile vedana uğurlamış gibi hissediyorsun."

 

"Biz aynıyız Avcı. Ama aynı yollarda yürüdüğümüz için değil. Farklı yollarda öleceğimiz için. Ben senin sonunu görüyorum. Benimki ile aynı olacak. Fazla uzun bir ömrüm olmayacak büyük ihtimalle. Nasıl öldüğüme iyi bak, kim tarafından öldürüldüğüme iyi bak. Senin ölümün de öyle olacak. Yanlış anlama. Bu bir tehdit değil. Tehdit olmadığını biliyorsun."

 

Elini havaya kaldırıdı.

 

"Bu künye var ya benim ölümümü görecek ve eğer bir gram olsun aynıysak senin ölümünü de görecek."

 

Gülümsedi.

 

"Kardeşine iyi bak Avcı. Kardeşlik kandan gelmez. Bazen Şeytan'ın bile yaraları vardır, anlatacakları vardır, geçmişi vardır. Hatta Şeytan'ın bile bazen sevgiye ihtiyacı vardır. Bir kez olsun okunun ucuna sevgi kat ve yakından nişan al."

 

🪢

Bölüm : 28.12.2024 20:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...