****
Zamanla, zaman sizi inandığınız insana dönüştürür.
***
Kimileri için hayat tamamen toz pembedir. Her şey mükemmeldir. Ya da öyle görmek istediği için öyle görünür. Gerçeklerden kaçar. Kaçtıkça kaybeder. Hayat maratonunun bitişi bellidir. Onlar nereye gider bilemem fakat bitiş çizgisi başladıkları noktaya çok uzaktır ve sadece ters tarafa düşer.
Kimileri ise siyah görür. Kapkara bir siyahtan bahsetmiyorum. Tozlu bir siyah. O kadar tozludur ki bir şey başarmanızı engeller. Zaten kendisi de siyah olmayı dahi başarmıştır. O insanlar çok korkar. Her şeyden korkar. Hatta korktularının belli olmasından da korkmuş olacaklar ki hiçbir şeyden korkmuyorumuş gibi görünürler fakat korkağın tekidirler. Hoş, cesaret nedir deseniz doğru cevap nedir bilmezler. Hatta bu insanlar o kadar korkatır ki farkında olmadan mutlu olmaktan bile korkarlar. Hayat onları mutlu oldukları kadar ağlayacaklarına inandırmıştır. Sürekli sakıncalı fikirleri vardır o insanların. Acabaları, fakatları asla bitmez. Şüphe ile yaklaşırlar hayata. Fakat düz duran soru işaretleri her daim tehlikelidir. İdam uyarı misali boğar sizi.
Kimisi beyaz görür. Saflıktır beyaz. Ama onların gördüğü beyaz kırık bır beyazdır. Kirli bir beyazdır. Tozlanmış bir beyazdır... Farkındadırlar her şeyin. Hayatın ne kadar kötü olduğunun. Ama hala umut olduğunun da farkındadırlar. Düzelebilir bir hayat düzelebilir bir düzen olduğunu bilirler. Ama acizdirler. Direnmeye, savaşmaya, çaba harcamaya... Beyazın kirden, tozdan arınacağına inanırlar fakat sadece beklerler. Çaba harcamazlar. Susarlar. Ruhlarının zayıf olduğuna inanırlar. Zamanla zamanın sizi inandığınız insana dönüştürdüğünü unuturlar. Çoktan unutmuşturlar.
Hatırlatmak isterim: Zamanla, zaman sizi inandığınız insana dönüştürür.
Sen hangisisin bilmiyorum İsimsiz. Bende belki bir renkte kaybolmuşumdur. Belki öyle düşünüyorsundur. O zaman şunu söylemek isterim. Benim veya senin veya onun ya da artık kimse, bizim kaybolduğumuz şey bir renk değil. Toz; üç renk saydım sana iyisi ile kötüsü ile. Biri hayata iyimser bakardı, birisi sorgulardı, birisi umutluydu. Ama üçünün ortak bir özelliği vardı. Tozları. Pembenin aptallığı da, siyahın karamsarlığı da, beyazın zayıflığı da renginden değil tozundan gelirdi. Ve zaman öyle bir şey olmuştu ki, artık renkler gitmiş tozu kalmıştı.
Bu yüzden sana sen hangi renksin diye sormayacağım. Senin de rengin gitmiş tozun kalmış. Yoksa burda ne işin olurdu ki?
Ve ben zayıflığımı, aptallığımı, karamsallığımı bırakmak üzere adım attım bu yola. Seni de peşimde sürüklüyorum işte. Bizim olduğumuz yer burası. Daha ilerisi ya da gerisi değil. Olduğumuz yerde sayıklarken, sürekli başa sararken bende en az senin kadar sonu merak ediyorum. Son cümle ne olur bilmem Ama o son cümleyi aklında tut. Asla unutma. O cümle için çekmiş olacağım ben tüm çileyi, şu ana dek gördüğün ve bundan sonra göreceğin tüm acı o son cümle için. Bana söz ver. Son cümleyi unutmayacaksın. Mutluluk, başarı o son cümle için. Biz o son cümle için yaşayacağız, kâh gülüceğiz kâh ağlayacağız. Hepsi son cümle için...
¿
Kanım donmuştu kelimesinin anlamını bildiğimi sanırdım. Yanılmışım. Şu an gerçekten kanım donmuştu. Hissizleşmiş, bir heykele dönüşmüştüm. Bunun sebebi sorguydu. Biliyordum. Cener'in söyledikleri etkilemişti elbet beni. Fakat bu kadar büyük bir etkiye anlam veremiyordum, şayet bana dediği hiç bir şey kulaklarımın boğuk duyduğunu, bedenimdeki hareketsizliği ya da verdiğim diğer tepkileri açıklamıyordu. Neydi beni bu kadar çok etkileyen?
Toplantının akışı ilerlerken konu ikinci Caner'i nasıl yakalayacağımızdı fakat ben daha birincisinden bile istediğim cevapları alamamıştım. Belki sadece abartıyordum. Öylesine söylediği birkaç cümle yüzünden kafa yoruyordum sadece.
Hayat sana tesadüf diye bir şey olmadığını öğretmedi mi Asya?
Öğretti. Ama bana bir soruya cevap vermek zorunda olmadığın sürece soruyu düşünmemeyi de öğretti.
Sessizliğin en büyük cevap Asya. Ama o soruya cevap mı bak işte orası tartışılır.
Derin bir nefes aldım. Neredeyse bitecek toplantıya odaklandım. Konu değişmişti. Sana kısa bir özet geçecek olursam ev incelenmiş alınması gereken belgeler taşınmaya başlanmıştı. Çocuklar sağlık taramasından geçiyordu. Ama durumları çok kötüydü. Bizden çok korkuyorlardı. Onları bir şekilde sakinleştirmeliydik. Ve tekrar anladığım kadarıyka Cesika'nın tavsiyesi üzerine bir oyun alanında tüm çocuklar ve savaşçılar toplanıp hem oyun oynayacak hem kendimizi tanıtacaktık. Bunun için Alex yarın sabah kahvaltıdan sonrasını seçmişti. Daha taraması bitmeyen çocuklar vardı. Kahvaltıya kadar tarama bitecek ve yarın tüm savaşçılar günlerinin tamamını küçük misafirlerimize ayırıcaktı. Böylece bizim için de bir mola olmuş olacaktı.
Biz de bir zamanlar çocuktuk nasıl olsa. Gerçi hâlâ çoğumuz içimizdeki çocuktan uzaklaşmamıştık ya da hiç çocukluğa varmamıştık ama söz konusu yaş ise evet bizde bir zamanlar 3-13 yaşlarındaydık. Keşke insanlar yaş ile çocuk olunmadığını ve onların da bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlasa.
Hayatta ne çok keşke var değil mi?
"Bu hafta biraz yoğun geçecek yarınki tatilinizin tadını çıkartın. Unutmayın, hayat biz istesek de istemesek de devam ediyor. Yalnız değilsiniz. Bu hafta birçoğumuzun yarasına tuz basılacak. Tek ricam tek başınıza yaralarınızı iyileştirmeye çalışmayın." Bu sözleri Alex söyleyince nedense komik geliyordu. Bizi uyarıyordu ama yapacağı bizzat buydu.
"Dağılabilirsiniz." Savaşçılar yavaş yavaş dağılırken bende yerimden doğruldum. "Sen değil. Konuşacaklarımız var." Bu sert ve sitemli sözlerin bana olduğunu anlayınca kafamı çevirip Alex'e baktım. Bana bakmıyor, önündeki kağıda bir şeyler karalıyordu. Salona hakim olan sessizlik ile birkaç savaşçının bana döndüğünü fark ettim. Ben aynı yere tekrar oturduğumda hiçbir şey olmamış gibi tekrar dışarı çıktılar en son Öykü kaldı bizim haricimizde, o da benimle göz göze geldikten sonra çıktı.
Hissetmiş gibiydi olacakları ve konuşulacakları.
"Dinliyorum." Alex kağıdı bir kenara bırakarak bana baktı. Sonra bir zarf çıkarttı. Ama zarfı vermedi önünde tutmaya devam etti. "Ne yaptığını sanıyorsun? İki karargah mensubunu tehdit etmek ve darp etmek ne demek?" İlk anlamadım sonara Coşkun ile buluşmadan önce gördüğüm iki kız aklıma geldi.
Sinir donmuş damarlarımı açarken arkama yaslandım. "Bir de yüzsüz gibi şikayet mi ettiler? Aptallar!" Alex gözlerini kıstı. "Bu sorumun cevabı değil." Anlamayarak yüzüme baktı. "Onlara fiziksel zarar vermedim, ayrıca ettiğim tehditlerin sonunda dek arkasındayım. Gerçi ben tehdit etmem harekete geçmeden önce son kez uyarım. Yaparım dedim mi yaparım bence onlar da bu konuda ne kadar ciddi olduğumu anladı."
"Benim emrim altındaki çalışanlara karşı nasıl bu kadar kesin olabiliyorsun?" Şaka mı yapıyor bu? Ben hani lider olacaktım? Hani biz eşit yetkide olacaktık?
"O sıra senin emrin altında değillerdi. Sosyal hayatta karşıma çıkmış iki aptaldılar sadece."
"Bileklerinde karargah bilekliği olduğu sürece her an benim emrim altındadırlar. Kim olursa olsun. Her hareketi benim bilgim dahilinde olacak!"
Alayla kahkaha attım. "Benim de bileğimde bileklik var di Angelo ama bu benim sana bağlı ve bağımlı olduğum anlamına gelmez." Alex alayla sırıtarak küçümseyen gözlerle bana baktı. "Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Komikmiş. Daha gerçekleri bile göremiyosun."
Afallasam da duruşumu bozmamaya çalıştım. "Gerçekler mi? Ben sana gerçekleri söyleyeyim mi? Asla senin boyu durağın altına girmeyecem! Asla kararlarımdan ve doğru bildiğimden şaşmayacam! Asla beni yönetemeyeceksin, irademi ve benliğimi aşamayacaksın! Ben, Asya Ersöz! Adımı bildiğim ve andığım tüm zamanlar boyunca hür ve özgür iradem ile hareket edecem!"
Gözlerimin içine baktı. "Adalet benim. Uğurna savaştığın her şey benim ağzımdan çıkan tek bir söze bakar." Bu sefer daha gür bir kahkaha attım ve gözlerimi ona dikerek konuştum. "Değil sen haksızlığı yapan sol tarafım olsa sağ tarafım karşı gelmek için hazır olda bekler. Adalet adalettir. Değişmez! Gerekirse tüm sesleri sustururum ama adalet bildiğimden şaşmam."
Susturacağım sesten yana neyi kastettiğimi bence anlamıştı.
"Hoş bugün yaşananlar adalet veya bileklik ile ilgili değildi. Benimle ilgiliyidi. Kendimde müdahale hakkı gördüm ve müdahale ettim. Sanırım konuyu pek iyi bilmiyosun."
"Bileklikler olduğu sürece konu benim." Şu an bileğindeki bileklige o kadar nefret beslemiştim ki çıkartıp Alex'in yüzüne atmamak için zor duruyordum. "Konu zaten sensin! Beni bir orospu gibi görmeleri ve öyle anlatmalarına sesimi çıkartırım. Benden faydalanıyormuşsun gibi, sana ait değersiz bir varlıkmışım, zevk ve arzu uğruna bana dokunuyormuşsun gibi konuşmalarına ben sesimi çıkartırım. Buna hakkım var!"
Alex gözlerimin içine baktı. "Bu gerçeği değiştirir mi?" İtiraz etmek istiyerek ağzımı açmıştım ki cümlenin farkına vardım.
Peki gerçek neydi?
Yok ya... Kızlara şiddet uygulamadan bahsediyor. Bir nedenim olması şiddet uyguladığım gerçeğini değiştirmez ve şiddettin gerekçesi olmaz. Bunu kastediyor.
Ya gerçekten ona ait bir varlık olduğunu söylüyorsa ya senden faydalanıyorsa, ya zevk ve arzu uğruna sana dokunuyorsa? Ya seni cidden bu amaçlar uğruna yanında tutuyorsa?
Son cümlelerin ağırlığı ile Alex'e döndüm. Hayır, Alex öyle biri değildi. Bizim oyunumuz bu kadar kirli değildi.
Ya onun içi kirliyse, gözlerindeki istek gerçekse ya gerçek buysa Asya?
Hayır, kes sesini! Bunların hiçbiri gerçek değil.
Alex cevap arayan gözlerime baktı ve hiçbir şey söylemeden sandalyesini geriye çekerek kalkıp gitti. Beni iç sesimle yalnız bıraktı. Beni benle değil, beni içime bıraktığı şüphe tohumları ile yalnız bıraktı.
O salonda sessiz sessiz oturdum bi beş dakika. Gerçekten iç sesim sesini kesmişti. O beş dakika sadece masayı izledim ve sözleri tekrar ettim. Başka hiçbir şey geçmedi aklımdan. Geçse kaldırabilir miydim açıkçası onu da bilmiyorum.
Kafamı masaya kattım ve bir süre idrak etmeye çalıştım. Gerçekten sadece şiddetten bahsediyordu değil mi? İyi de orda yanılsam bile geri kalan şeyleri apaçık söylemişti. Sürgülü kapının açıldığını ve birinin yaklaşan adın seslerini duyunca doğruldum. Kafamı kaldırınca yanımdaki sandalyeyi karşıma çeken Öykü'yü gördüm. "Sanırım kötü bir konuşma oldu." Öykü karşımda bitince nedense duvarlarımı indirdim. Dolan gözlerimi kaçırarak masaya bakmaya devam ettim. Sanırım duvarlarım ne kadar kalın olursa olsun Öykü duygularımı hissedebildiği içindi bu çıplaklığım.
"Asya" dedi şefkatli sesi. "Biz insanız. Üzülürüz, seviniriz, sinirleniriz bunu saklamana gerek yok. Lütfen gözlerime bak." Dolan gözlerimi ona çevirdim. Kestane rengi gözlerini görünce gözümden bir damla özgürlüğü seçti. Beni oturduğum sandalyeye daha da hapseden o hain, özgür damlaya sinirlendim ama Öykü intikamımı alırcasına elini uzatarak o damlayı sildi.
"Anlatmak ister misin? İstersen konuşma ben yine duygularını hissederek anlarım seni. Ama konuşursan düşüncelerini de anlamış olurum ve açıkçası bunu tercih ederim." Derin bir nefes alarak başımı salladım. Ona az önce geçen konuşmayı ve bugün yaşanan olayı anlattım. Öykü anlayış ile dinledi.
"Sanırım anladım. Açıkçası ben sana hak verdim. Bu tepkiler Alex için biraz tuhaf. İşin içinde başka bir şey var gibi hissediyorum. Elbet yakında öğreniriz. Duygular sabırsızdır, kendilerini belli ederler." Sıcak bir şekilde gülümsedi. "Şimdi bana tüm bu olanlar arasında en falza canını yakan şeyi söyle lütfen."
Birkaç saniye düşündüm. "Beni kısıtlayan çalışması ya da değerlerime değer vermemesi. Nasıl bu kadar kolay yıkar anlamıyorum." Öykü yüzüme bakmaya devam etti. "Bunun yapılmasından çok yapan kişi üzmüş gibi." Almayarak yüzüne baktım. "Bunları diğer savaşçılar da yaptı, hâlâ yapıyorlar ama onları bu kadar üzmedi." Düşününce mantıklı gelmişti. Kafamı salladım. "Alex neden istisna?" Tekrar gözlerimi kaçırdım.
Ona biraz Alex ile oyunumuzdan bahsettim. Üstün üstende olsa ilk kez bi savaşçıya açıyordum bunu. Belki bana sürülen bu lekenin neden bu kadar canımı yaktığını daha iyi anlatırdı bu örnek. "Bunu tahmin etmemiştim. Anladığım kadarı ile bu durum hoşuna gidiyor ve seni bu kadar üzdüğüne göre sen buna başka bir anlam yüklemişsin."
"Asla. Ne anlam yükleyeceğim?" Elini dizime yerleştirdi. "Bazen farkında olmadan bazı şeylere fazla anlam yükleriz iyi ya da kötü. Şu ana dek bana anlattıklarına bakılırsa seni üzen şey sadece Alex'in seni kısıtlaması değil. Değerlerin olarak bahsettiğin şeyerden biri duyguların olabilir mi?" Kızaran yüzümü nasıl saklayacağımı bi üç saniye ciddi ciddi düşündüm. İşe yaramayacağını fark edince akışına bıraktım.
"Alex'e verdiğin değer tam olarak ne?" Korktuğum soru gelince gözlerimi yumdum. "Ben... bilmiyorum."
"Ya da cevaptan korkuyorsun. Daha önce yaşadığın bu duygu sana sadece zehir gibi geliyordur."
Daha önce yaşadığın diyince hemen gözlerimi açtım. Kocaman olmuş gözlerle yüzüne baktım. "Biliyorsun." Elim dizimin üstündeki elini buldu. "Aslında seni tebrik etmeliyim. Beni bile kandırıyordun az daha. Duygularını sandığından daha iyi gizliyorsun. Hatta. Aşık olduğuna şimdi emin oldum. Asya aşk kötü bir şey değil."
Hızlıca kafamı salladım. "Bu durumda kötü. Hiçbir savaşçı bilmiycek Öykü! Bu Alex konusundan da öte."
Boştaki elini teslim olurcasına kaldırdı. "Asla. Sen istemediğin sürece kimse bilmeyecek. Kaldı ki istesem bile benden öğrenmeyecekler. Alex dahi bilmiyecek "
İlk çok tehlikeli bir kavramdı. Her şeyin ilki hep karşınıza çıkardı. İlk öpücük, ilk kelime, ilk düşman, ilk savaş, ilk aşk...
Beni de bırakmamıştı bu ilk. "Alex onunla aynı mı senin için?" Kafamı salladım. "Hayır, değil. Çok farklı. Hangisi daha kötü bilmiyorum." Öykü hızlıca atıldı. "Asya kötü falan değil! Senin elinde olmayan şeyeler neden kötü olsun ki?" Kafamı salladım.
Bu durumda, bu zamanda kötü olabilirdi. Aşkın lekelendiği bu devirde masum hiçbir duygu kalmazdı. Arzu aşktan beslenirdi ve aşk kirlenmeye çok müsaitti. Alex'e bile bu kadar tepki veren insanlardan zamanında çok korkmuştum. İşte devir buydu. Bir kızın bir erkeğin yanında işi yoktu. Demek ki bir amacı vardı. Aşkın kromozomlardan bağımsız olmaya da hakkı yoktu. İnsanlar trajediye bağımlı olmaya alışmıştılar. Aşkın yaşlara, ırklara, dinlere, dillere ve mesheplere kabulü olamazdı. Yoksa alacağı damgalardan nasıl kaçardı? Özgürlüğün sapkınlıkla, yüzeyselliğin çıplaklıkla, aşkın cinsellikle karıştığı bu devirde nasıl derdik seni seviyorum diye?
Göz yaşlarımı daha fazla tutamadım, kendiliğinden aktılar. Öykü uzanarak bana sarıldı ben de omzunda ağladım. Göz yaşlarımın boynuna aktığını az çok hissedebiliyordum.
"Çok zoruma gidiyor Öykü. İnsanların üstümde benden fazla söz sahibi olması zoruma gidiyor. Oturdukları yerden attığım adımları yargılamaları zoruma gidiyor. İnsanları da geçtim. Bu belirsizlik zoruma gidiyor. Onun bu tavırları zoruma gidiyor. Kendimi savunmak için attığım adımları bu kadar ağır yargılaması ama en çok bana karşı kurmaya çalıştığı üstünlük zoruma gidiyor." Sessiz sessiz ağlarken çıkan tek sesim arada burnumu çekişim ve titreyen cümlelerimdi. "Kahretsin tamam. Değer veriyorum. İlgi besliyorum ama böyle yapmısı zoruma gidiyor. Neden herkes benim taştan bir kalbe sahip olduğuma inanıyor? Neden duygularımı kimse önemsemiyor. Bir nedeni vardır illa. Bana bunları demesinin bir nedeni vardır elbet ama hangi neden kalbime hançer saplayıp hiçbir şey olmamış gibi davranmasına neden oluyor. Ya sarıldıktan, öptükten sonra hiçbir şey olmamış gibi davranması canımı yakıyor. Gerçekten oynadığına inanmamı sağlıyor. Ben aptal değilim. Sevmeyeceksen umut verme."
Hıçkırığım ile yarım kalan cümleye devam ettim. "Sevsin ya. Verdiği umudun hakkını versin. Nasıl gözleri bu kadar güzel bakarken dudaklarından o sözler dökülür? Nasıl canımı yakar, hiç mi kıyamaz? Ben onu sevmeye kıyamazken kirli kalbime aldığımı kabul edemezken o nasıl içinde olduğu kalbi kırabiliyor? Neden..."
Kendine gel Asya Ersöz. Bir erkek için mi ağlıyorsun?
Hayır, iç ses. Değer verdiğim bir insan tarafından aşağılanmayı, belirsizliği, hiç önemli değilmişim gibi önce oynanıp sonra orospu damgası yemeyi kaldıramıyorum. Ben kendimi savunurum. Kendimi severim, sevmesin kimse beni. Ben gerekirse dikilirim insanların karşısına. Değer verdiğim insanların duygularımı hiçe sayması zoruma gidiyor. Kaldıramıyorum. Ada, Alex, diğer savaşçılar. Neden benim duygularım olabileceğini unutuyorlar. Esis zamanı hariç sürekli ilk dokunan kişi Alex oldu ama neden şimdi ben kirleniyorum. Neden yine bir erkek tarafından kirleniyorum? Neden yine bir aşk tarafından hiçe sayılıyorum?
Kendine gel taştan bir kalbin var, senin duyguların yok.
Yemin ederim var.
"Neden beni yönetmek istiyor? Neden beni kısıtlıyor? Neden üstünlük kurmak istiyor? Ben mi abartıyorum?"
Öykü'nün eli saçlarımda gezerken konuştu. "Hayır, senin duyguların var hissediyorum. Acını hissediyorum. Nasıl boğulduğunu hissediyorum. Ben anlıyorum seni. Bunu sana binlerce insan hayatın boyunca söylemiştir ama inan seni anlamaya hiçbiri bu kadar yaklaşmamıştır. Haklısın. Çok haklısın. Değer verdiğin bir insan tarafından yüzüstü bırakıldın. Destek beklerken hakarete uğradın. Senin için anlamlı olan bazı şeylerin aslında düşündüğün gibi olmadığını söylediler. Gerçekten haklısın. Ama sadece bana güven. Alex'i ve duygularını biraz olsun tanıdıysam bir nedeni vardır. Ya o daha kabullenemediyse? Sen bile daha doğru düzgün dile getirmedin hislerini. O böyle yetişti. Duygularını gizliyerek, üstünlük kurmaya çalışarak yetişti. Ayrıca senin çıkarttığın anlamlar ya doğru değilse. Yani bu oyunu sana değer verdiği için oynuyorsa."
Anlık bir afallama ile geri çekildim.
"Öykü. Sen duyguları hissedebilirsin. Benimkileri nasıl hissettiysen Alex'in duygularınıda edersin. Eğer Alex bana olumlu hisler beslemeseydi şu an boşu boşuna umut vermezdin. Demek ki bi bildiğin var ki vazgeçmemi engelliyorsun."
Öykü önce ciddi bir ifade ile yüzüme baktı sonar gülümsedi. "Zeki kız. Bu yüzden Asya, bu yüzden hiç kimse değil, sen. Alex'in tercihinin neden sana olduğunun cevabı birazda sivri zekandan belli."
Uzanarak tekrar gözyaşlarımı sildi. "Benden duymanı istemiyorum. Zamanı gelince ondan duy."
Kafamı salladım. "Hayır, şu an değil zaten. Hem... Önce neyin peşinde olduğunu bulmalıyım. Ayrıca tam emin olmak istiyorum." Boynuma sarılarak yanağıma sulu bir öpücük bıraktığında az daha ikimizde sandalyeden devriliyorduk. "İşte bizim Asya. Başını dik tut Avcı sen busun. Zeki, her an tetikte, şüpheci, iki değil on adım sonrasını hesaplayan, özgüvenli..." Gülerek bende ona sarıldım. "Düşücez!" Tekrar kıkırdadı. "Sen düşmüşsün bile." Dedi tekrar yerine otururken.
"Kız sus! Manyak ruh hastası. Bende duygu durum bozukluğu var bu kadar ani değişimleri kaldıramam. Üç dakika önce salya sümük ağlıyordum." Öykü güldü. "Senin yüzünden! Benim duygularım çevreye bağlı, senin ani değişimlerin bizi şekilden şekile sokuyor." İkimizde kahkaha attığımızda minnetle Öykü'ye baktım. Şu ana dek çok insan ile konuştum sohbet ettim. Beni anladığında bu kadar samimi olduğum tek kişi Öykü idi. Savaşçıların onu neden aile psikoloğu gibi kullandığını şimdi anlıyordum.
"Ne Alex için ne de diğeri için seni yargılıyorum. Duygularımızı biz yönetemeyiz. Hoş senin elinde dahi olsa aşk hayatın beni ilgilendirmez. Güçlü bir savaşçı, başarılı bir oyuncu, harika bir dost her şeyden öte iyi bir insansın Asya. Bu beni ilgilendirir sadece. Kimi sevdiğin beni ilgilendirmez."
Cilveli bir şekilde ona yaklaştım. "Seni de mi?" Aynı cilveli tepki ile karşılık verdi. "Beni sevsen ilgilendirir. Ben bilmesem olmaz. Seven insan bi zahmet belli etsin." İkimizde kahkaha atınca ekledim. "Şaka yapıyorum bu arada." "Hissediyorum." Sırıtarak ekledi. "Merak etme bana aşık olsan senden önce ben fark ederim." Alayla güldüm. "Güldürme beni seni tanımasam inanacağım. Beceriksiz. Lusi de gördük."
Lusi dediğim anda yüzüne kırmızı hareler yerleşti. "Ne alaka ya? Arkadaşım o benim" yüzümü buruşturdum. "Ah be kuzum ne klişe replik."
Kafamı ciddi bir şekilde salladım. "Doğru bu arada, pardon. Biliyor musun Alex de benim arkadaşım." Sitemle omzuma bir tane şaplak atınca ondan kaçmak için doğruldum. "Ne yalan mı?" "Ona bakarsan Ada da senin arkadaşın." Yaptığı benzetme daha yüksek selse gülmeme sebep oldu. "Doğru ya Ada da benim arkadaşımdı."
"İstisnaları ele." Dışarı doğru ilerlerken Öykü'yü kolumun altına aldım. "Büyük aşklar nefretle başlar kelimesini değiştiriyorum. Büyük aşklar arkadaşlıkla başlar." Öykü dirseğinı karnıma geçirince kasılarak daha da kendime çektim onu. "Ah ne yapıyorsun ya?" "Asya valla ben öldürürüm seni. Savaşçı katlinin yatarı kaç yıl acaba. Gerçi seni öldürsem Alex beni yaşatmaz. Tamam hapiste çürüme sorunu yok yani iyi." Gülüyordum ki başka bir ses benim sesimi kesti. "Öykü?" İkimiz arkaya dönünce Lusita'yı gördük. Lusi Öykü dedi ama gözleri benim üstümdeydi ve Öykü'ye nazaran beni daha fazla öldürmek istiyor gibi bir hali vardı.
"Lusi, nasılsın?" Lusita'nın sert tepkisi karşısında kolumu Öykü den çektim. İyi insan lafın üstüne gelirmiş derler de... Biz ölümünden bahsediyoruz sabahtan beri sanırım sırada o var. Şayet Lusita'nın gözleri bu tezimi onaylıyor.
"Merhaba Lusita." Öykü'ye döndüm. "Ben kaçıyorum. Daha tamamlamam gereken işler var. Yarın yapamam malum. Hadi size de iyi geceler ." Öykü gülümseyerek karşılık verdiğinde Lusita ağzını açma zahmetine bile girmedi.
Sessiz sessiz ikinci odaya ilerledim tam koridora girerken Alex'in birinci odaya girdiğini gördüm. Beni farketmemişti. İkinci odaya geçtim. Odamın kapısı kapanmadan önce birinci odanın kapısına kazınmış melek kanatlarına baktım.
"İyi geceler Meleğim." dedim fısıldayarak.
☀️
Asya Ersöz:
Ateş görüyorum. Bir yer yanıyor. Ateşe veren kişi ufak bir çocuk. Cehennemi yakıyor ama sırtında beyaz kanatla var.
Ölüleri görüyorum. Onlarda çocuk.
Bir adam var ateşlerin ortasında. Sarı saçlarına ateş yansımış. Elinde bir silah var, birine tutuyor.
"Ride bene chi ride l'ultimo"* diyor sarışın adam. Hayır, Beyaz Melek...
(Yz: İtalyanca atasözü: Son gülen, iyi güler.)
"Vuoi così tanto vendetta?" (Bu kadar çok mu istiyorsun İntikamı?) silahın ucundaki kişi.
"Quello giusto." (Adil olan bu)
Silahın ucundaki adam kahkaha atıyor. "Non è onore per un'aquila sconfiggere una colomba."
(Kartal için bir güvercini mağlup etmek bir şeref değildir.) (Atasözü)
"Sapere che sei una colomba." (Güvercin olduğunu bilmen güzel) Diyor beyaz Melek.
"Sei diventato la persona che odi. Questa non è giustizia ma vendetta." (Nefret ettiğin insanlara dönüştün. Bu Adalet değil İntikam."
"Che sarà, sarà"* diyor beyaz Melek acımasız, soğuk bir sesle. Üşüyorum.
(Yz: İtalyancaya özgü bir atasözü. Tam Türkçe çevirisi yok. Nasıl anlatacağımı uzun süre düşündüm en yakın çeviri bizdeki "olacak, olacaktır" , "olacağı varsa olacaktır" vs. Ama bu cümledeki anlamı biraz daha... "Olması gereken olur" , "olması gereken oldu" gibi bir anlamı var. Ufak çeviri hataları olabilir ^^ ...)
Beyaz Melek tetiği çekiyor. Kurşun sesi. Yüzüne kan sıçrıyor ve ben sıçrayarak uyanıyorum.
Sanki yangın benim içimdeydi, terler içinde uyandım. Bu da neydi?
Onun Alex olduğunun eminim. O adamı öldürdü. Cehennemde ki görevlilerden biri. Alex intikam için cehenneme mi dönmüştü? Sırf onları öldürmek için...
Saat henüz gece bir idi. Ne yapacağımı bilmeden dolabıma yöneldim. Bir kot pantolon ve beyaz bir tişört aldıktan sonra odadan çıktım. Havalar ısınmaya başlamıştı ve yılın en güzel zamanı tam bu zamanlardı. Hava ne sizi yakacak kadar sıcak ne de kat kat giyinip hava yastığı olacağınız kadar soğuktu. Gece biraz esiyordu ama karargahın içi dışarıya oranla daha sıcaktı.
Karargâh katlarını yavaş yavaş öğrenmeye başlamıştım. Karargah üç katlıydı. Dışardan bakılınca bir vakıftı. Çevresi ağaçlık bir yerdi fazla dikkat çekmiyordu.
En üst kat Selen ve teknik ekibine verilmişti. Tabii katın tamamı onların değildi. Yatakhane de vardı. Sanırım burdaki kalıcı koç ve çalışanlar içindi.
Bir alt kat revir katıydı. Ameliyathane, dinlenme odaları, laboratuvar, acil servis ve muayene odaları falan vardı. O katta bilmediğim iki üç oda daha vardı ama oraya giriş yasaktı. Anladığım kadarıyla dosyaları ve önemli evrakları orda saklıyorlar.
O odalar en falza merakımı besleyen odalardı. Bir yolunu bulup girmeliydim. Girince ne bulucağımı veya bulduğum şeyi ne yapacağımı bilmiyorum ama bildiğim tek şey Alex bundan hoşlanmayacak.
Bir alt kat yani ikinci kat. Bizim odalarımızın, ortak salonun ve toplantı salonunun bulunduğu kattı. Alt katında gözlem ve iletişim odaları vardı. O katta fazal bulunmamıştım ama o katın balkonu en iyi manzaralardan birine sahipti. Çünkü arka tarafa düşüyordu ve balkona kadar ulaşan ağaçlar size eşsiz bir orman havası veriyordu.
Bir alt kat -zemin katı- yemekhane ve depoydu. Depo derken normal depo. Bir hastane veya okul kantininde olan normal depolardan. Üç depo vardı. İçinde popkek veya çamaşır suyu olduğundan emin olduğum üç depo...
Eksi katlar şüpheli idi. Eksi birinci kat mesela, orda bizim antreman odalarımız vardı. Silah, dövüş vesaire dersler ordan alınıyordu. Ayrıyeten depo da vardı ama o depolar tehlikeli olan cinsten depolardı. İçinde bildiğim kadarıyla silah ve mühimmat vardı.
Eksi ikinci kat sorgu ve nezarethane katıydı. Birkaç sorgu odası ve nezarethane odaları vardı. Bir eksi kat daha vardı ama o katta ne vardı bende bilmiyorum. En yakın zamanda öğrenmek için elimden geleni yaparım. Fakat az çok Alex'in labaratuvarı olduğunu tabmin ediyordum.
Asansöre ilerlerken katları tekrar zihnimden geçirdim hangi kata gideceğimi düşünürken parmaklarım kendiliğinden eksi ikinci kata bastı. Sanırım yılan dansçılarını tekrar ziyaret etmenin vakti gelmişti.
Bir görevli buldum. Ondan Taner ve Fazılı hazırlamasını istedim. İlk tereddüt etti. Alex'e danışmak istedi. Ona benim kararlarımı mı sorguladığını, Alex in şu an dinlendiğini ve gerçekten gereksiz bir konu için rahatsız mı edeceğini sordum. Boyun eğerek kabul etti. İkisine de kelepçe takılmamıştı bu biraz dikkatimi çekti ama fazla sallamayarak karşılarına oturdum.
Nedenini bilmediğim bir şekilde portakal veya mandalina gibi bir koku geliyordu burnuma. Çok belirsizdi. Belki zihnim bana oyun oynuyordu. Portakal... Bana hep ihanet gibi gelmiştir. Elma nasıl günahın meyvesi ise portakalda ihanetin meyvesiydi.
Yılan adamların ağzına portakal sokarak portakallı ördeği portakallı yılana çeviricem. Iyy ikisinden de soğdum.
Fazıl'ın saçlarına baktım. Kısacık kesilmişti. "Kuzum senin yünlerini kim kırptı?" Eli kafasına gitti. Kaşlarını çatarak büyük bir öfke ile yüzüme baktı. "Yanındaki adam yaptı!" dedi tiksinirce. Kahkaha attım sanırım Hyun Su dan bahsediyordur. "Koreli çocuk delidir. Yaklaşmayın ona, ısırır." dedim aynı alaycı tını ile. "Yok sarışın, çilli çocuk kesti. Hasta herifin teki." Şaşkınlıkla yüzüne baktım Alex'den bahsediyordu.
Bu sanırım bir kıskançlık kriziydi. normalde sinirlenmem gerekirken bu hoşuma gitti. Allah'ım iyice aklımı kaçırıyorum galiba.
Konuşacak konu düşünürken cam şişedeki su dikkatimi çekti. İç güdülerim tehlike diye haykırıyordu. Adeta buram buram ihanet kokuyordu. Güdülerime güvenerek suya dokunmamaya yemin ettim. Burda öksürük krizine girsem bile içmeyecektim o suyu.
"Sizin dosyanızı almaya üşendim. Hadi detaylıca anlatın bakayım ne boklar yediniz? Ama yalan veya eksik söylerseniz o dilinizi yakarım haberiniz olsun."
Sessiz sedsiz birbirlerine baktıklarında konuştum. "Ee anlatın?"
İlk Fazıl konuştu. "Adam yaralama. İki kere." Sağ elim sol bileğimin üstündeki damarları okşamaya başladı. "Bilinen." dedim. Onayladı. Bilinmeyeni bence onlar bile bilmiyordu. Taner'e döndüm. "Senin dokunduğun kaç kadın vardır şimdiye. Dök bakalım."
Ben Asya'nın gelecekten gelen iç sesiyim. Beş dakika sonra sinirlenip dövecek onu.
"İki kıza taciz bir tecavüz suçlaması. Ama üçü de delil yetersizliği. Hakim yüksek para istedi sonuncusunda ama sıyrıldık bir şekilde." O hâkimi de bulacağım. Bulacak ve giydiği cubbenin kırmızı yakasından utanmasını sağlayacaktım.
(Ceza mahkemesinde hakim ve savcıların yaka astarı kırmızıdır. Avukatlarınki ise yeşil.)
"Peki yaptın mı?" Gözlerini kaçırdı.
"Kaldır kolunu." Dedim. Tereddütle kaldırdı. "İndir şimdi." İndirdi. Sinirle masaya vurdum. "Lan göt herif eline koluna sahip çıktığını gibi bir yerine de sahip çıksana. Salak mısın sen? Ne bu aptal özgüven? Kadın milleti senin sönük egonu tatmin etmek için mi var? Kontrol edemediğin dürtüleri bastırmak için mi var? Kendi nefsinizin kölesi olmuşsunuz."
Kendini korumak için hemen konuştu. "Kız zaten veriyordu. Fiyatta anlaşamadık şikayet etti." Çenesine bir tane yapıştırdım. Açık olduğunu tahmin ettiğim kameraya döndüm. "Çok özür dilerim konuda anlaşamadık." Tekrar ona döndüm karşılık vermeye korkarak sindi yerine. "Salak ya yemin ederim geri zekalı."
Hâlâ fiyat diyor, bir mal gibi bahsediyordu. Ya bu şerefsizi döve döve adam edecektim (şüpheli) ya da onun yüzünden benim yerinde olmayan mental sağlığım elden gidicekti. (muhtemel)
"Ben şiddete karşı bir insanım. Şiddetin her türlüsüne karşıyım çünkü böyle bir şeyin sebebi olduğunu düşünmüyorum. Ama işin komik yanıdır ki şiddete çok meğilliyim. Sen ve senin gibiler yüzünden çünkü siz laftan anlamazsınız. İlla bir temas gerekiyor inatla kanal değiştirmeyen kumanda gibi."
Elim şakaklarıma gitti. "Bugün çok sıkıcısınız." Göz ucuyla Fazıl'a baktım. Yok Alex bunun tüm yakışıklılığını bozmuştu. İnatla yüzüne vurmuş gibiydi. Kaşı ve dudağı patlamış burnu şişmişti.
Sanırım bir psikolog ile görüşmemiz lazımdı.
Aynalı canım karşı tarafından ses gelince arkamı döndüm. Sanki biri camı tıklatmıştı. Anlamayarak tam önüme dönmüştüm ki çeneme aldığım yumruk darbesi ile sarsıldım! Daha ne olduğunu anlamadan bir kol bedenimi sardı cam kırılma sesi geldi ve boğazıma sivri bir şey battı. Acı!
Gözlerim kararırken parçaları yere dağılmış biraz önceki içime şüphe tohumu eken şişeyi gördüm. İçinde bulunan su sanki zihnime yerleşerek içimdeki şüphe tohumlarına can suyu vermemiş ve korku filizlerinin açmasını sağlamıştı.
Hain portakal kokusu yerini limona bırakmıştı. Ve ben boynumun kanım ile ıslandığını hissettim. Soğuk tenime yayılan sıcak kan acı veriyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
771 Okunma |
247 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |