****
Kusur diye bir şey yoktur, farklık vardır çünkü; Kusur aptal insanların diğer insanları kısıtlamak için kullandığı bir kelimedir.
***
Aynalı canım karşı tarafından ses gelince arkamı döndüm. Sanki biri camı tıklatmıştı. Anlamayarak tam önüme dönmüştüm ki aldığım yumruk darbesi ile sarsıldım. Daha ne olduğunu anlamadan bir kol bedenimi sardı cam kırılma sesi geldi ve boğazıma sivri bir şey battı.
Gözlerim kararırken parçaları yere dağılmış biraz önceki içime şüphe tohumu eken şişeyi gördüm. İçinde bulunan su sanki zihnime yerleşerek içimdeki şüphe tohumlarına can suyu vermiş ve korku filizlerinin açmasını sağlamıştı.
Hain portakal kokusu yerini limona bırakmıştı. Ve ben boynumun kanım ile ıslandığını hissettim. Soğuk tenime yayılan sıcak kan acı veriyordu.
☄️
"Hareket etme alırım gırtlağını." dedi Taner şişe parçasını adrenalin ile titreyen elinde tutarken.
İlk şoku atlatınca öfke sardı bedenimi. "Ne yapıyorsun salak? Yamin ederim geri zekalısın, bıraksan lan beni!" "Kes Kes! Aç şu kapıyı." dedi beni çıkış kapısına ittirirken.
Kolu saçımı sıkıştırıyordu ve kafamı hareket ettiremiyordum. hoş ettirsem bile boynum cam ile yüzleşmeye hazır mıydı bilmiyorum. "Aç şunu!" "Yoo açmıyorum." Anlık bir afallama ile durdu. "Nasıl açmıyorum?"
"Sen salak mısın yoksa rol mü yapıyorsun? Beni öldürürsen buradan kurtulabileceğini mi sanıyorsun?" Haklı olduğumu fark edince camı çok az da olsa boynumdan uzaklaştırdı. Yok rol yapmıyor. Sızma salak bu.
Yine de kapıyı açtım çünkü bu odada tektim. Kurtulma şansım çok azdı. Diğer savaşçılara ulaşmak istiyorsam burdan çıkmalıydım. Şansım varsa Selen'e denk gelirdim ve konuşarak onların kafasını karıştırdı.
Yoksa Lusita'ya denk gelirdim ve beni öldürmeleri için onlarla teklif yapardı.
Yavaşça koridorda ilerlerken avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. "Alo kimse yok mu? Hepiniz mi uyuyorsunuz. Lan adam kaçırıyorlar." Fazıl endişe ile dibimde bitti. "Sussana ya." "Niye susayım kaçırmıyor musunuz beni? Tabii bağıracağım."
Çok acemiler bu konuda, çok.
Asya ne yaşıyorsun? Sen çok mu deneyimlisin? Ne bu bilmişlik, rahatlık?
Öncelikle bu konuda çok film izledim. İkinci olarak sence kılıma zarar gelse ellerini kollarını sallaya sallaya çıkabilirler mi?
Asya farkına var diye diyorum ama şu an boynunda -senin kadar olmasada- bir manyak tarafından tutulan bir cam var ve kanıyor! Belki sadece beş dakika sonra öleceksin veya felç kalacaksın.
Sonra tiz bir çığlık.
Ama benden veya iç sesimden değil. Kimden mi? Ada dan.
Koridorun sonunda Ada vardı kâbusu olan iki adamı görmüştü. Hemde ellerinde esir olarak ben varken. Hyun Su onu tutmuş bana yaklaşmasını engelliyordu. Taneri göremiyordum ama ettiği küfürleri duymak tarifsiz bir haz verdi. "Arkanda!" dedi Fazıl ve benle Taner'in yanına sokuldu. Taner beni arka tarafa sper ettiğinde arkada silah doğrultan Alex'i gördüm. Gözünde gözlükleri, elinde tuhaf küçük silahı ve uykusuzluk akan bedeni ile Alexander di Angelo.
Kurtarıcı Meleğin yine yetişti Asya.
Ama bir şey yapamıyordu, arada ben vardım.
Taner tekrar arkasına döneceken dirseğimi kaburgasına geçirerek cam tutan kolunu ona çevirdim. Cam parçası onun omzuna girmeden önce çenemin altına bir kesik açtı. Ve kesiğin acısına direnerek Fazıl'ın karnına bir tekme geçirdim. Fazıl duvara çarparken Taner de dengesini kaybederek yere serildi.
Her şey o kadar ani oldu ki. Şu an ikisi ide acı içinde kıvranıyordu. Elim boynumdaki yaraya gitti. Baskı uygularken Alex ile göz göze geldik. Hâlâ silahı tutuyordu. Arkamda birkaç koşturma sesi gelirken o donmuş gibi bana bakıyordu. Hâlâ olayın şokunu atlatamaştı.
Hâlâ anlamadın mı iç ses? Benim bir kurtarıcıya ihtiyacım yok.
Ben, Asya Ersöz; tek başıma yeterim.
🐾
Başım dönüyordu. Deli gibi dönüyordu. Gözüm kararıyordu. Sık sık kırpıştırarak görüşümün düzelmesini bekliyordum. Ama nafile. Ada koşturarak yanıma geldi Hyun Su hâlâ şaşkındı ama bileğindeki bandanayi açarak boynuma bastıracak kadar kendindeydi. Alex de toparlanmıştı. O iki şerefsizin bir yere kapatılmasını emretti.
Ada endişe ile sarıldı koluma. Bir şeyler dedi ama ne dedi hiç bilmiyorum. "Sakın ol. Ben iyiyim." Göz yaşları arasında konuştu. "Ya daha kötü olsaydı?"
Karma.
Aynı kişiler, farklı zamanlar, aynı olaylar ama farkı acılar. Benim acım ile onun acısı asla bir olamazdı.
"Tamam." dedi zorla konuşarak. Hâlâ sıcak kan elime değiyordu. "Revire çıkacağım. Yarayı Saracalar... Ve iyi olacağım. Sadece... Ufak bir.. Ufak bir kesik." Konuşunca ve yutkunca çok acıyordu.
Hyun Su elini belime yerleştirdi. Beni ilerletmeye başladı. Tüm bu süre boyunca Alex bana hiç bir şey dememişti. Demesini isterdim.
Asansörde kendimi görünce dehşete düştüm. Dudağımın kenarı patlamıştı ve o da kanıyorud. Hyun Su'nun elini yerleştirdiği bandana koyu renti falza rengi belli olmuyordu ama ikimizinde eli kanım ile renklenmişti. Ayrıca köprücük kemiklerimin üstünde yol çizen kan nehir misali giydiğim beyaz tişörtün bir kısmını da boyamıştı.
Alex anlamını bilmediğim bir dilde bir şeyler mırıldandı. Hyun Su Türkçe karşılık verdi. "Yok, çok kötü bir şey olsaydı şimdiye kadar dayanmazdı. Hayati bir kesik yok."
Alex gözlerini boynumdan çekerek Hyun Su'ya baktı. "Boynu kanıyor ama hayati bir şey yok mu!?" Ada tekarar korkuyla bana baktı. "Alex bilmiyorum. Tamam? Şu an karargahın sağlık alanında en boktan savaşçısı benim."
Kafamı salladım. "Cam yarasına bez basınca anladım onu zaten." Alex hızla Hyun su'nun kolunu çekti. " Siktir! Ya içinde cam varsa?"dedi. Hyun Su panikele sesini yükseltti. "Kanıyor ama!" dedi yüksek sesle Alex'e. Ada daha da, daha da sindi olduğu yere.
Sinirlenerek cevap verdim. "Beyler, beyler tamam sakin. Yok bir şeyim. Revir katına geldik zaten."
Asansör kapıları açılırken bizi Ayşe hemşire karşıladı. Beni küçük odalardan birine aldı.
Yarayı bilmediğim şeffaf bir sıvı ile temizledi. Ah o sıvı... Tene değdiği anda yakıyordu. Sanki yapımında İdın'ın parmaklarından esinlenilmişti.
Tene değdiği anda cehennem etkisi yaratan bir ilacın yaraya etkisini az çok tahmin edebiliyorsundur herhalde.
Boynumdaki kesik de gıdımın üstündeki kesik de neyseki küçüktü. Biraz kan kaybı vardı ama dinlenirsem bir şeyim kalmazmış. Bana suya karıştırıp içmem için bir tablet verdi. Göz kararmam da büyük ihtimalle ani şok ve yüksek adrenalindendi.
Şu an Félix karargahta yoktu. Yarın erken saatte bir de ona görünmemi söyledi. Yaranın daha hızlı iyileşmesi için yeteneğine ihtiyaç varmiş. Dikkat etmeli ve o bölgeyi korumalıymışım. Aksi takdirde küçük bir kesikten ibaret olan yara enfeksiyon kapar ve durumu kritik yerlere getirebilirmiş.
Yan odaya geçerken Hyun Su'ya dudağımın üstündeki yarayı temizlemesi için aynı ilacı ve bir Pamuk parçası verdi. Yan odada görevden kurtarılan çocuklardan biri vardı. Sanırım ateşi çok yüksekmiş onun yanına gitmesi gerekti. İstersem hemen odama inebilirmişim.
Bir sandalyeye oturduğumda. Hyun Su da karşımdaki sandalyeyi önüme çekti. Alex arkada durmuş sadece beni izliyordu. Bugün konuştuğumuz şeylerden olduğunu tahmin ettiğim bir nedenden dolayı bir şey yanıma gelmesine engel oluyor gibiydi. Gözlerinde gelmeyi ne kadar istediği belli oluyordu. Bana bakarken canının yandığı da anlaşılıyordu. Peki neden gelmiyor?
Ada odada turlaya turlaya bana laf söylüyor, azarlıyordu. Neden suçlu olduğumu anlamamıştım, hoş bence o da beni neden suçlandığını bilmiyordu.
"Rahatsız olursan pamuğu Ada'ya verebilirim." dedi Hyun Su. "Yok şu an yaraya şevkatli yaklaşacak gibi bir hali yok. Şayet alt dudağımı severim." Hyun Su gülümseyerek yarayı temizlemeye başladı.
"Neden kelepçeleri açmalarını istersin ki?" dedi Ada. Hemen araya girdim. "Ben istemedim onlar öyle geldi."
Bu sefer Hyun Su konuştu. "Normalde sorgu odasına cam şişe alınmaz onu hangi marul kafalı getirdi?"
Marul kafa dediğinde ufak bir şaşırmadım değil. Sanırım o sıra marul iri dostumun aklında iyi bir küfür olarak canlandı.
"Şişe de odada vardı. Onu da ben istemedim. Ayrıca camın karşısında biri vardı. Cama tıklatma sesi geldi. Ama o kişi neden yardım etmedi?"
Hyun Su pamuğu tam yaraya bastırınca acıyla sızladım. "Rahat dur, rahat." dedi sitemle. Çocuksu bir acizlikle konuştum. "Ama yaralıyım ben yaralı. Boynumu kestiler benim."
Hızlıca pamuğu geri çekti. "Çok mu acıdı. Özür dilerim." dedi titremekli bir sesle. Ah benim masum kalpli kader ortağım. "Yok be. iyiyim ben. Bacım bak bakayım şu gözlere bu gözlerde öyle kolay yıkılacak hal var mı?" dedim. Hyun Su gururla gülümsedi. "Karalıgözlü bacım. Ne yıkılması. Sendeki duruş kimde var kimde? Yardıma gelmiştik. Tek hamlede ikisini de yere serdin. Helal kurban olsun sana."
Gülmeye başladım. "Helal olsun bana. Helal nasıl kurban olucak?" Hyun Su dediğim şeyi anlamayarak geçiştirdi. "Ondanısı olsun."
Karalı gözü söylemeye gerek yok bence.
Oda benim gülüşüm ile çınladığında Hyun Su da eşlik etti. Ondanısı ve bundanısı kelimelerini benden öğrenmişti. Hiç iyi örnek olmuyorum sanırım. "Boş ver be bacım. Ben daha doğru düzgün Türkçe konuşamıyorum. Sen İtalya'da büyümüş ve Türkiye'ye yerleşmiş bir Koreli olarak çok iyisin." dedim. Elli saçlarına gitti. "Öyle diyince Nasrettin hoca fıkrası gibi oldu."
Tekrar güldüğümde Ada'nın yüzündeki gülümsemeye tanık oldum. Gülümseyerek Hyun Su'yu izliyordu.
İnsanların gülerken en değer verdikleri insana başarmış. Ada bana gülerken Hyun Su'ya baktı.
Sağlık konusundaki en zayıf savaşçı kim bilemem ama en samimi ve sıcak kanlı savaşçı net Hyun Su idi.
Her şey bir yana. Bugünden sora aramızdaki ilişkinin seviyesinin ilerliyeceğini az çok tahmin ediyordum. Çünkü o benim için revire girmişti... Kendi için bile girmediği revire bu sefer benim için girmişti.
Aynı kardeşim değildi Alex için veya hayatım dediği Ada için girdiği gibi benim için de girmişti.
Kanı temizledikten sonar o ilaçtan döktüler pamuğa. Endişe içinde dudağıma yaklaşan pamuğu izledim. Değdiği yeri tekrar yaktı. Elim hemen Hyun Su'nun iri ellerine sardı. "Dur, bir dakika. Abi yandım."
Hyun Su ne yapacağını bilemeden bana zaman verdi. Sonra Alex ilerleyerek onun omzuna dokundu. Hyun Su önce bana dönerek adeta gözlerimden izin aldı sonra yerini Alex'e vereken Ada'nın yanına gitti. Alex oturduğum sandalyeyi kendine çekti. Bir dizim onun iki dizinin arasına yerleşti. Uzanarak nazikçe çenemi kavradı. Ve diğer eli ile yavaşça yaraya pansuman yapmaya başladı.
"Asla uslu durmayacaksın değil mi?" dedi. "Yo ne münasebet. Karşında gördüğün kişi olmayı asla bırakmayacağım. Beğenmiyorsan kendine yeni, yönetebileceğin bir çaylak bul. Beni yönetemezsin."
Olumsuzca kafasını salladı. "İsyan ve adalet aynı cümlede olamaz Asya." Omuz silktim. "Benim isyanınım adalete değil. Senin kurduğun düzenin adaletsizliğine. Ve yeminim olsun ben yine her zaman doğru bildiğimi yapacağım. Sorgu katında olanlar için de pişman değilim. Öğrendiğim birkaç bilgiye karşı birkaç damla kan döküldü sadece."
"Her bilgi için bu kadar kan dökersen işin zor." dedi gözleri dudaklarımın üstündeyidi. "Sen merak etme beni. Bu oyunda her şey mübah."
Yanlışın var Asya. Aşk oynunda her şey mübah.
Onun kurduğu son cümle ile konu adaletten uzaklaşmıştı iç ses. İç sesim bile kurduğum cümleyi anlamazken o anlamıştı. Peki sen İsimsiz?
Pamuk ince bir hareketle dudağımın üstünde dans ederken yaradan başlayan bir sızı tüm sinir sistemime soğuk bir sızı gönderdi. Sızlayarak gözlerimi yumdum. Geri açtığıma Alex bu sefer gecelerimi izliyordu.
"Çok yakıyor mu?" dedi bildiği cevaba. "Yok." dedim bildiği cevaba.
Bu sefer pamuk yaraya değerken bir yandan üflüyordu. Kıvrılan dudakları her an öpecek gibiydi ama sanki arada bir duvar vardı.
Yüzüne bakarak sırıttım. "Öp iyileşsin." dedim. İlk yüzüme baktı sonara geri çekilerek gülmeye başladı sanki uyuşmuş beyni geç idrak ediyor gibiydi.
"Manyak." dedi. Ama öpmedin.
Asya uzatma.
"Asya akıllanmayacaksın değil mi?" Biraz önce sorduğu soruyu daha şevkat ve sevgiyle sordu. Bende alaya alarak cevap verdim. "Bre hadsiz. Sen bana akılsız mı dersin?!" Tekrar güldü. "Ne haddime hanımım. Siz benim sarhoş dilimi affedesiniz ne dediğini bilmez."
Hanımım dedi Asya!
Dur iç ses dur ergenleşme hemen. Görüyorum. Eski tarih dizilerinde de beyler hatunlara hanımım diyor.
Ama onlar kendi eşlerine diyor.
Duydun mu iç ses hanımım dedi!
Aa neden ergenleşiyorsun Asya'cım?
Allah'ın İtalya'nın eski Türkçe de konuşturdum ya, gözüm açık gitmez.
Alex ayağa kalktığında bende kalktım. Ada Hyun Su'nun göğüsüne yaslanmaş ikisi de bizi izliyordu. O an farkettimde...
Vazgeçemem dediğimiz insanlardan çok da güzel vazgeçebiliyormuşuz.
Papatyalar güneşin karşısında kururmuş...
🌙
Gece güç de olsa biraz yatıp dinlendim. Ama kabuslar peşimi bırakmadı. Gerçi uyandığımda kabusumu büyük ölçüde hatırlamıyordum.
Köstekli bir saat vardı silik bir şekilde ve beklenen bir zaman. Tik tak sesleri. Yosunlarla kaplı derede yüzen siyah bir inci. Bakmamak için direniyor gibi. Sonrası... Sonrası beyhude.
Uyandığımda Fèlix'in yanına gittim. Yaraya baktı. Yeteneği ile dokundu. İçime yayılan sıcak kıpır kıpır bir his veriyordu. Mutluluk vardı resmen o dokunuşlarda.
Dün Alex öpseydi sabahın köründe kalkmama gerek kalmazdı. Ama nerde!
Hemen yemekhaneye inme derdindeydim çünkü karnım zili zurnayı kesmiş ölüm tehdidi gibi çan çalıyordu. Yemekhanede Lusita, Meredith ve Cesika üçlüsüne rastladım. Cesika beni takmadı bile. Meredith gülümsedi ama Lusi resmen elindeki bıçak ile beni öldürmenin zamanını kolluyordu. Bakışlarını gizleme gereği duymadan üstüme dikmişti ve bu çok rahatsız ediciydi.
Yan masada Atlas ve Zoe vardı. Zoe ben gelince ufak alaycı bir sırıtış takındı ama sonra görmezden geldi. Atlas ise Lusita gibi gözünü dikmeye karar verdı.
Hızlı hızlı kendime fıstık ezmeli ekmek ve biraz zeytin alarak Ada ve Hyun Su'nun oturduğu masaya ilerledim. Nereye geçeceğimi bilmediğim ve kurtlar sofrasında tek kalmak istemediğim için iki kişilik masaya üçüncü bir sandalye çektim.
"Günaydın." dedim somurtarak. Onlar benden daha enerjik karşılık verdi. "Muhabbetinizi bölmek istemezdim ama sanırım savaşçıların bazıları beni kahvaltı niyetine yemek istiyor." Ada araya girdi. "Aralarında Alex var mı?" Anlamayarak kafamı olumsuz anlamda salladım. Dudak büzerek konuştu. "O zaman büyük sorun." Ben hâlâ arada bağ kurmaya çalışırken Hyun Su kıkırdadı.
Fıstık ezmeli ekmeğimden yerken yanıma sıcak bir içecek almadığıma pişman oldum. Boğazım tekrar ağrımaya başlamıştı. Yüzümü buruşturarak zeytinlere baktım. Hiç kahvaltı yapacak durumda değildim. Zeytinleri Ada'nın tabağına yerleştirdim. Zaten kuş kadar yemek almıştı ve tabağında adam akıllı bir şey yoktu. Ne bu birden gelen diyet perileri?
Onlar kendi aralarında sohbet ederken bende hâlâ rüyamı hatırlamaya çalışıyordum. Ama yok! Sonra çocuklar ile yan yana gelince nasıl bir ifade takınmam gerektiğini düşünmeye başladım. Orda da bir sonuca varamadım.
Hyun Su elindeki kurabiyeyi bölüp yarısını bana uzattı. Bol çikolatalı kurabiyeye minnetle bakarak teşekkür ettim. "Sanırım pek kahvaltı kültürün yok. Aç brakma kendini, bir tane daha getiriyim mi sana?" Başımı olumsuzca sallayarak kocaman bir ısırık aldım o nefis tattan. "Boynun nasıl?" dedi bu sefer. "İyi sadece yutkununca falan biraz acıyor. Félix sorun yok dedi. Caner ve Fazıl ne olacak?" Hyun Su bir süre düşündü. "Onlar bir kere Alex'in eline düştü. Bundan sonra görecekleri tek güneş Alex'in gözleri olur. Hem Ada'ya zarar verdiler hem sana. Ne çekseler yeridir."
Ada sessizce çatalını zeytinlere sürterek tabağını izledi. Hyun Su elini yüzüne götürdü. "Hadi güzelim kahvaltını yap. Bu gün bizi güzel bir gün bekliyor o şerefsizleri daha fazla düşünme."
Ada parlayan gözleri ile Hyun Su'ya baktı. Dudaklarına yerleşen gülümseme ile hemen tabağında ki zeytini ağzına attı. "Çocuklar sence bizi sever mi?" Hyun Su gülerek cevap verdi. "Seni tanısa sevmeyecek bir insan mı var?"
Doğruydu, Ada öyle bir enerji yayıyordu ki etrafa. Böyle... Her yere ait gibi. Eğlenceli ama masum. Dikkat çekici bir enerji.
Coşkun geldi aklıma. O da kapılmıştı bu akıma. Ama bir kadının kalbini kaç kişi isterse istesin bir kişi alırdı ve bu şeref Hyun Su'ya naildi.
Hak ediyordu. Cidden hak ediyordu. Yedi'yi de hak ediyordu Ada'yı da.
Hyun Su Ada'nın bı yaşına kadar çıktığı yedinci kişi idi ve yedi Ada'nın uğurlu sayısıydı. Her zaman yediyi iyi değerlendireceğini söylerdi. Çünkü Hyun Su dan önceki altı Deniz yıldızı kalpten ve beyinden yoksundu.*
(Yz: Deniz yıldızlarının kalbi ve beyni yoktur)
Omuzuma yerleşen el ile irkildim. Kafamı kaldırınca Alex'i görmeyi beklemiyordum. Yüzünde gülümsemesi ve gözünde bu birkaç gündür sık sık gördüğüm gözlükleri.
Bana bir bardak uzattı. "Bu ne?" "Sıcak kakao. Boğazına iyi gelecek bir şey düşündüm ama sabah sabah bitki çayı içmek istemezsin diye sevdiğin bir şey getirmek istedim." dedi kibar bir tını ile.
Yok Asya yok. Alex de kişilik bozukluğu veya bipolar falan var. Sizin dün kavga ettiğiniz adam bu olamaz. Bu kadar şefkatli bir ses nasıl ağlamana sebep olacak o cümleleri kurar, bu gözler nasıl ağlamana sebep olacak kadar kötü bakar. Ne kadar da güzel bakıyorlar şu an halbuki.
Bilmiyorum iç ses. Bilmiyorum. Bi bilsem keşke.
"Teşekkür ederim." Allah kahretsin şimdi gibip Taner'e de teşekürler edecektim. Yoksa biz hâlâ dünkü kavgalı halimizde olurduk.
Ay yok be. Taner'in canı cehenneme. Alex hayatımdan çıksın o şerefsiz ve yandaşları hiç var olmamış olsun.
Tövbe de Asya çarpılırsın. Alex çıksın falan. Nimete hiç öyle denir mi?
Sus iç ses. Beynim kaldırmıyor.
Bir sandalye çekti yanıma ama masadan uzak kalıyordu. "Sen bir şeyler yemedin mi?" dedim. "Yok bir iki saat önce kahvaltı yaptım." Kaşlarımı çattım. "Alex sabahın köründeyiz bir iki saat önce zaten akşam yemeği yedik." Masada ufak bir gülüşme geçti. "Ama hayır, gerçekten yedim."
Hyun Su sinirle araya girdi. "Sen kaç gündür doğur düzgün dinlenmiyorsun değil mi? Yine gözlüklere sarılmışsın. Geç saate kadar çalışıyorsun?" Alex kollarını ileri uzatarak esnedi. "Yoğunum. Üçüncü depo biraz karışık şu aralar. Yeni bir proje üstünde çalışıyorum." Hemen araya girdim. "Üçüncü depo ne?" Alex tekrar odağını bana verdi. gözlerimiz kesişince gülümsedi. "Sen daha benim Atölyemi görmedin değil mi? Yarın veya sonraki gün seni götürürüm. Şu an... Oraya girmemen daha iyi olur hem bugün daha çok işimiz var."
Saçımı arkaya atarak kahvaltıma devam ettim. Aynı zamanda da sıcak kakaomu içiyordum. Ada ve Hyun Su konuşmasına devam ederken gözüm Alex'e kaydı. Oturduğu yerde rahat bir pizisyondaydı. Bir dizini titretiyor öbür ayağı ise benim oturduğum sandalyenin ayağına hafifçe vurarak ritim tutuyordu. Elleri ise birine mesaj yazmakla meşkuldu.
İçten içe kime yazdığını merak etsemde özel olduğunu düşünerek önüme döndüm. Saçımı tekrar arkaya attigimda içimi kemiren soruyu sordum. "Taner ile Fazıl nerde?" Bir çift el kızıl kahvesi saçlarımı önümden alıp arkaya çekerek cevap verdi. "Bir daha hiçbirimizi rahatsız edemiyecek bir yerdeler. Ada'ya yapılanlar için sessiz kalmayacaktım zaten. Sadece birileri başımı ağrıttı ve onlarla uğraştım. Ama sana yapılan karşısında daha fazla tolerans gösteremem. Kim araya girerse girsin bunun iyi bir bedeli olacak." Sonra soğuk sesinden sıyrılarak aynı şefkatli tonda tekrar konuştu. "Yanında toka yoksa saçını öreyim mi? Yemek yerken rahatsız ediyor gibi." Yutkunarak cevap verdim. "Gerek yok. Benim yemeğim bitti zaten."
Ellerini nazikçe tekrar çekti. Yıllardır saçlarımı kısa bırakırdım. Bu son iki, üç yıldır uzatıyordum -şaşırtıcı bir sabırla belime kadar ulaşana kadar kesmedim.- ve Alex'in dokunuşu tutanlara o kadar ait gelmişti ki...
Telefonu masaya görebileceğim bir şekilde kattı. Aslında bana özel bir hareket değildi -yani muhtemelen- ama biraz önce yazdığı kişinin karargahtaki görevlilerden biri olduğunu anlamıştım.
"Bugün neyin var?" dedim daha fazla dayanamayarak. Yüzümü inceledi. "Bilmem neyim var?" Hyun Su ve Ada tekrar kıkırdadığında çenemi kapatmadığıma pişman oldum. "Biraz... falza kibarsın." dedim sıkıla sıkıla.
"Evet çünkü daha beni sinirlendirecek bir şey yapmadın ya da daha bir isyan girişiminde bulunmadın. Son bir haftanın aksine yani." Biraz utanarak biraz kızarak kaşlarımı çattım. "Evet çünkü hâlâ bana saçma emirler vermedin veya kontrol etmeye çalışmadın!" Omuz silkti. "Ben suçluyum yani?" Kafamı salladım. "Ben değilim orası kesin."
Uzanarak inatçı tutamı kulağımın arkasına attı. "Tamam benim hatam -ne olduğunu bilmesem de- özür dilerim." Ada, özellikle Hyun Su bayrakları bu kadar erken indirmesine şaşarak bize bakıyordu. "Anlaşılan biri bugün iyi bir uyku çekmiş veya güzel bir rüya görmüş" dedim mırıldanarak. Alex kafasını salladı. "Hı-ıh ikisi de yanlış. Pek uyumadım, işim vardı. Hem ben rüya göremem."
🍁
Tüm savaşçılar bir oyun alanında toplandık karşımızda bir gurup çocuk vardı. Bizi izliyorlardı bizde onları. Kimse ilk adımı atmaya cesaret edemiyordu.
Çocuklar ürkmüş yaşça büyük olanlar küçük olanları arkasına saklanmıştı. Hayat size çocuk olduğunuzu bu kadar erken mi unutturmuştu?
Alex ile göz göze geldik. Onun gözlerinde de çaresizlik vardı. Ve bizim çaresizliğimizi küçük bir kız yıktı. Yavaş ama kararlı adımlarla Cesika'ya doğru ilerledi. Kendisine geldiğini anlayınca Cesika da aynı yavaş adımlarla ona ilerledi. İkisi bize daha yakın olan bir ortada karşı karşıya durdular. Bu boyu kısa biraz kilolu bir kızdı. Yaşı en fazla altı falandı. Açık renk saçları ve güneş lekeleri ile dolu dolgun yanakları vardı.
"Sen çok güzelsin." dedi küçük kız Cesika'ya. Cesika bir iç çekiş ile gülümsedi yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. "Asıl sen çok güzelsin." Kız kafasını salladı. "Ben şişkoyum." dedi ama gülümsemeye devam etti. Cesika titreyen sesi ile. Cevap verdi. "Bende şişkoyum o zaman. Ama bak hala güzeliz." Kız uzanarak Cesika'nın elini tutu. "Benimle körebe oynar mısın?" Cesika konuşmadı sadece kafasını salladı bu saf konuşmadan ne kadar duygulandığı belliydi. Yaşı küçük olan iki çocuk hızla arkadan çıkarak oyuna dahil olmak için bağırmaya başladı. "Bende! Bende!"
Bir kız bu sefer Hyun Su'nun yanına geldi. "Sen masallardaki dev misin?" Hyun Su kafasını salladı. "Evet, ben devim. Yaratığım ben." Dişlerini göstererek oyunbaz bir şekilde hırladı. Çocuk gülerek onu taklit etti. "Beni de dağa çıkartır mısın?" Hyun Su kafasını salladı. "Hava orda çok soğuk olur ama istersen omzuma çıkabilirsin." Çocuk gülerek ilerideki oturma yerine çıktı." Hyun Su da onun gibi koşarak yanına gitti. Onu omzuna aldı ve sıkıca tuttu. "Biz deviz." Diye bağırmaya ve etrafta koşturmaya başladılar.
Başka bir kız bu sefer Arthur'un yanına gitti. "Senin gözünde ne var?" Arthur yara olan sağ gözüne korsanlarınki gibi bir göz bandı takmıştı. "Ben korsanım korsanlar bundan takar." Dedi aksanı bozuk Türkçesi ile. "Sen de beni omzuna alır mısın?" dedi kız utanarak. Arthur şefkatle gülümsedi. "Tabii alırım."
Bu sefer ikisi etrafta koşturmaya başladı. Arthur hep soğuk biri olmuştu ama şu an sanki bir çocuğa dönüşmüştü. "Harr! Geri çekilin devler, denizlerin hâkimi korsanlar geliyor!" Kız omzunda kıkır kıkır gülüyordu.
Biri ceketimi çekistirmeye başladı. "Senin boynuna ne oldu abla?" Elim sargılara gitti. Boğazlı bir kazak gitmiştim ama bu miniğin dikkatli gözleri hemen durumu fark etmişti. Hem zaten dudağımın kenarındada ufak bir bant vardı. "Ben mi? Şey ben bisiklet sürerken düştüm." Gözleri parladı. "Senin bisikletin mi var?" Kafamı salladım. "Evet, sen bisiklet sürmeyi biliyor musun?" Kafasını salladı. "Hayır. Uslu çocukların bisikleti olur. Benim yok." Diz çöktüm. "Neden sen çok mu yaramazsın?" "Evet." Karnını açarak bir yara izi gösterdi. "Bak yarayı diktikleri zaman uslu durmadım diye izi kaldı."
Göğüs kafesinde belli olan kemikleri ve içe göçmüş göbeğinin üstüne baktım. Bu kadar zayıf olması normal değildi ama o küçük bedendeki kocaman yara izi! Aman Allah'ım. Bunu nasıl yapardı bir insan?
"Biliyor musun ben böyle kocaman cam binalar olan bir şehire gittim. Orda insanlar hep bisiklet sürüyordu."
Büyük ihtimal teslimat için götürmüştür onu. Acaba hayranlıkla bahsettiği o şehir neresiydi? Belki Türkiye de bir şehirden bahsediyordu. O ne bilsin Türkiye'yi? Onun için vatan ne demekti? Rüyalarındaki ütopik bir yer? Ya da belki onu koruyamadı için kırgın olduğu bir distopya? Onun bildiği tek vatan içinde hapis olduğu o lanet evdi. Ama vatan kelimesinin anlamını bilmeden o cehennemi nasıl benimserdi?
"Sana bisiklet sürmeyi öğretmemi ister misin?" Kafasını heyecanla salladı. Arka sırada bir kız bağırdı.
Hiç dikkatimi çekmeyen bu kızı izledim uzun uzun. Kahverengi saçları bir güneşin altında yanmış teni ve iri ela gözlerine baktım. Diğer çocukların hepsinden daha büyüktü. aralarında en fazla on iki yaşında çocuklar vardı. Ama o on altı yaşını bitirmeye yakın görünüyordu
Fakat onu bu kadar dikkat çekici kılan vitiligo lekeleriydi şüphesiz. Yanık esmer teninde süt beyazı lekeler vardı. Kahverengi saçının ön tarafları bembeyazdı. İri Ela gözlerinin birinin çevresi beyazdı ve kaşında sanki çizik varmış gibi görünen beyaz bir bölüm vardı.
(Vitiligo:Derinin açık veya koyu renkte olmasını belirleyen bu pigmentlerin, melanosit hücrelerinin ölmesi ya da zarar görmesi sonucunda yok olmasıyla ciltte beyaz lekeler ortaya çıkması.)
"Siz de kimsiniz bizden ne istiyorsunuz! Kimse karşılıksız iyilik yapmaz, çocuklara neden bu kadar iyi davranıyorsunuz?"
Savaşçılar aralarına bakıştı bir süre. Alex ile sessiz bir diyalog geçti aramızda. Birkaç adım öne ilerliyerek sordum. "Söylesenize... Siz Kahramanlara İnanır Mısınınız?" Bir sessizlik çöktü.
Siz çocuksunuz. Haksızlığı tatsanız bile adaletten uzaklaşmazsınız. "Siz süper kahraman mısınız?" dedi hangisi olduğunu bilmediğim bir çok. "Öyle bi süper yanımız yok ama bizimde var bazı yeteneklerimiz. Biz adalet için savaşırız adalet savaşçısıyız." "Peki nasıl yeteneklerinizi var?" Çocukların gözünde 'kahramanlar' adaletten daha önce geliyordu sanırım. Eh onlar haksızlık kelimesinin anlamını da bilmezdiler. Yaşadılar ama bilmezdiler. Soludukları oksijenin formülü misali işlemişti bu acı, ciğerlerine.
"Mesela... mesela ben hayvanları anlarım ama etrafta hayvan yok. Şey..." Gözüm savaşçılar üstünde gezdi. Sonra Zoe'ye takıldı. "Hah bak o Zoe. O çok güçlüdür." Zoe puflaya puflaya Hyun Su'nun yanına ilerledi onun kucağındaki çocuğu alıp havaya kaldırdı ve yere indirdi. Çocuk hemen reddetti. "Ama dev de beni taşıyabiliyor. Demek ki o kadar güçlü değilsin." Zoe bu sefer sırıttı. "Seni kaldırdığımı söyleyen kim. Ben devi taşırım" Hyun Su'nun koca vücudunu tek bir hareketle bebekmiş gibi sırtladı. Hyun Su haykırıp yere inmeye çalışınca havaya kaldırdı. "Ağ rahat dur!" "Bırak beni!" Hem çocuklar hem savaşçılar gülmeye başladı.
Küçük bir oğlan koşarak Meredith'in yanına geldi. "Sen sen ne yapabilirsin?" Meredith kızararak konuştu. "Ben büyücüyüm." dedi sahiplendiği lakabı ile. "Yani cadı." Meredith küçük çocuktan aldığı tepki ile kaşlarını çattı. "Hayır büyücü." "Aynı şey." dedi. Bu sefer bit kadar boyu olan oğlan.
Zoe kahkaha attı. "Bu çocuğu sevdim." Hyun Su araya girdi. "Beni indirmeyi düşünüyor musun?" Zoe tekrar sırıttı. "Yo. Ordan oraya çok koşturuyorsun başım döndü. Kal böyle."
Sarışın bir kız Selen'in yanına gitti. "Sen nesin?" Arthur araya girdi. "Hazine o. Ben korsanım o da benim hazinem." Selen parlayan gözlerle ona baktı. Sarışın kız bu sefer Arthur'a baktı. "Göz bandını çıkartır mısın? Çok merak ettim gözünü." Arthur kafasını salladı. "Olmaz benim gözüm çok çirkin." Hala Cesika'nın elini tutan tombul kız konuştu, "Çirkin mi? Yalan söyleme o bana biraz önce çirkin diye bir şey yok dedi. Sadece farklı varmış. Senin gözün çirkin değil farklı." Arthur önce minik bilmişe sonra onun destek aldığı Cesika'ya baktı.
Cesika gülümseyerek başını salladı.
Uzanarak önce omzundaki utangaç kızı indirdi sonra göz bandını çıkarttı. Büyük bir öz güvensizlikle çocuklara baktı. Çocuklar siyah gözüne tezat olan gri hareye baktı. Kimden geldiği belli olmayan "Çok güzel." Sesleri ve hayranlık mırıltıları yükseldi. Varlığı unutulan vitiligolu kız bile yaklaşarak gözlerine yakından baktı.
Utangaç küçük kız uzanarak göz bandını aldı. "Bunu takma. Gözlerin çok güzel. Tıpkı, tıpkı hazine gibi." Selen'e döndü. "Değil mi?" Selen dolan gözler ile Arthur'un elini tuttu. "Evet, çok güzel. Baktığım en güzel gözler." İkisi arasında bir bakışma geçti. Çocuklardan biri çığlık attı. "Siz anne ve baba mısınız?" Sanırım birbirine aşk besleyen iki insan onun için 'anne ve baba' idi. Selen güldü. "Hayır, ama bak onlar var ya. Anne ve babamız bizim." Kenarda hasretle çocukları izleyen Umut'u ve onun göğsüne yaslanmış Melodi'yi gösterdi."
Çocukların bazıları koştura koştura yanlarına gitti. "Siz onların anne ve babası mısınız?" Umut Alex'e baktı. Alex başını salladı. Umut gözlerini Alex den ayırmadan konuştu. "Evet biz onların anne ve babasıyız." Bir kız ağlamaya başlayınca Melodi eğilip onun saçını yüzünden çekti. Kız burnunu çekerek konuştu. "Bizim de anne ve babamız olur musunuz?" Melodi kendi gözlerinden akan yaşları takmayarak konuştu. "Evet minik bebeğim. Oluruz."
Onlar anne ve baba olmazlardı belki biyolojiye göre ama şu an bir gurup çocuğun kalbine yerleşmiştiler bile.
Çocuklar uzun uzun koşturmaya devam etti. Oyunlar oynadık bazılarımız oturup onlarla sohbet ettik. Vitiligolu kızı görmedim. Oyun alanında bir yere saklanıyordu muhtemelen.
Bir ara Alex ile karşılaştım. Küçük belki dört belki beş yaşında bir kız dizine oturmuştu ve Alex onun saçını örüyordu. Sabah benim saçımı örmek istediğinde reddettiğim için pişman oldum. Yanlarına giderek yanına çimlere oturdum. "Kuaförlüğe mi özendin?" dedim. Kafasını salladı. "Yok. Saç örmeyi bilip bilmediğimi sordu sonra geldi dizime yerleşti bende ördüm." Kızın saç örgüsü bitmişti ama minik yorgunluktan gözleri ha kapandı ha kapanacaktı. Alex ona kollarını sararak kendine çekti. Minik mışıl mışıl uyumaya başladı.
"Çocuk yakışıyor kucağına." dedim. Kızın minik bedenini izlerken konuştum. "Biliyor musun hiç evlenmenin veya çocuğum olmasının hayalini kurmadım -genelde Ada veya Zümrüt o hayali kurardı- ama bir kızım olmasını çok isterdim." Deddim. Gözlerimi izledi. Ve anlatmaya başladı. "Annem bende hamileyken bir kızı olacağını hissedermiş." dedi. "Hatta bana vereceği isime bile karar vermeş. Ama erkek olduğumu öğrenince çok şaşırmış. o kadar eminmiş ki bir kızı olacağından. Onun sesinin net duyulduğu tek bir video var elimde. Mex bulmuştu. Bu olayı videoda anlatıyor. Ve eğer bir kızım olursa adını Julia katmamı istiyordu. Çok benimsediğim bir isim oldu. Sanırım annesi de izin verirse kızımın adını Julia katarım." Kafamı salladım. "Çok güzel bir isim anlamı ne?"
"Gün doğumu gün batımı yada Eclipse yani tutulma gibi anlamları var. Kısaca."
İçim ürperdi. Güneşin ve ayın aynı anda görüldüğü an...
Hani güneş ve ay yan yana gelmezdi Asya?
Julia getirmiş iç ses.
Kafamı Alex'in omzuna dayadım. "Neden olmasın. Gün gelir annenin hatırasını yaşatırsın belki." Kafasını eğerek kafama dayadı. "Ben Maria değilim." dedi artık savaşçılar arasında atasözü olmuş o repliği tekrarlayarak. "geleceği göremem."
Limon kokusu ve miniğin nefes alış verişleri ile gelecekle ilgili hayal kurduğumu fark ettim. Artık o büyütmek istediğim kızımı düşünürken ismi de canlanıyordu; Julia...
🙈
Alex kızı götürmek için kalkmıştı. Bizde savaşçılar olarak çocuklar ile oynamaya devam ettik. Çocuklar çimlerin arasında buldukları tüm böcekleri karıncaları zarar vermemeye çalışarak avcuna alıyor ve yeteneğimi göstermemi istiyordu. Onlara bu işin böyle olmadığını anlatsamda pek fayda etmedi.
Ben sadece kendi arasında iletişim kuran hayvanları anlayabilirdim. Sürü psikolojisi. Besin zincirinin en üst basamağında insan olduğu için beni alfa olara görürlerdi.
Tüm bu açıklamalara rağmen geçirecekleri bir sonraki solucanı bekliyordum.
Hep birlikte kör ebe oynadık ama ebe olarak Cesika'yı seçmek gibi bir hata yaptık. Kızın yeteneğinin radar gibi çevresini ve çevresindeki kişileri algılamak olduğunu unuttuk ve kusursuz yakalyışları sayesinde gücüne ilk kez şahit oldum.
İdın ve Félix bir köşede çocuklara gitar çalıp şarkı söylüyordu. Lusuta onlara çiçekten çelenk yapıyordu. Zoe onları kucağına alarak uçakmış gibi ileri geri görüyordu. Atlas ve çocuklar koşu yarışı yapıyordu ve hep Atlas kazandığı için arada tartışma çıkıyordu. Atlas daha çocuksu bir sesle hile yapmadığını haykırıyordu.
Melodi ve Umut çocukları salıncakta sallıyor ya da bir çocuk yere düştüğünde onlara sarılıyor yaraları varsa üflüyor ve öpüyordular. Çocuklar bu şefkat göstergesi karşısında biraz nazlanıyor yanlarından ayrılmıyordu. Hatta iki minik yaramazın bilerek düştüğünü görünce gülemeden edemedim. Ada, Hyun Su ve çevrelerindeki çocuklar yere çömelmiş tekerleme söylüyor, şakalaşıyordu. Selen ve Arthur çocuklar ile saklambaç oynuyordu. Meredith ve Maria ise ağaca tırmanma yarışı yapıyordu. Çocukların tezahüratları ile gaza gelerek dahada yükseğe çıkıyordular.
En çok ilgi gören kişi Mex oldu. Nemisis adındaki yapay zeka hologram olarak çocukların önüne duruyordu ve çocuklar ikisine soru soruyordu.
Nemisis... Yunan, adalet ve intikam tanrıçası. Hologram da ki hali üstünde beyaz tunik olan bir kadındı. Gözleri bir bez ile bağlıydı. O kadar gerçekçiydi ki...
Mex hazır konu açılmışken telefonuma programı yükseldi ve telefonun sol üst köşesinde, saatin yanında bir ters soru işareti oluşmuştu. Artık her adımımda Nemisis yani Mex olacaktı.
Ortam huzur kokuyurdu adeta. Ama iki kişi ortada yoktu. Öykü ve vitiligolu kız. Onları bulmam fazla uzun sürmedi. Kaydırağı altına oturmuştular.
Yanlarına gittiğimde hiç bölünmeden konuşma devam etti. "Neden senin kadar büyük başka çocuk yok?" "Benim kadar olmadan önce erkekler eğitim için başka bir yere götürülür koruma olarak eğitilir veya başka bir şey yaparlar ama ikinci seçeneği ben de bilmiyorum. Kızları ise pazarlarlar ya da kendi kümeslerine eklerler." Şu kümes olayı tekrar karşıma çıkmıştı ve anladım ki Caner'i bahsettiği kümes bir benzetme değildi.
"Sen neden hâlâ burdasın?" "Ben hasta olduğum için bana dokunmaya hiçbiri cesaret edemedi." Öykü kafasını saldı. "İyi ama vitiligo bulaşıcı veya zararlı bir hastalık değil ki? Sadece derideki kalıcı renk eşitsizliği." Kız kafasını salladı. "Vitiligosu olan insanlara hep çok imrenmişimdir." dedim ilk kez sesimi duyurak. İkisi de deliymişim gibi bana baktı. "Düşünsenize her insanın kalbi saf ve tertemizdir. Ve vitiligolu insanların kalbi o kadar temiz ki.. O iyilik ve saflık kalplerine sığmayarak bedenlerine taşmış. Beyaz leke olmuş. Beyaz saflığın rengidir. Başka hangi koşulda bu beyaz saflığın elde edebilirsiniz ki?"
İkisi de duygu dolu gözlerle bana baktı. "Bu insanların gözünde lanetli olduğumuz gerçeğini değiştirmez." Öykü kafasını salladı. "Seni çok iyi anlıyorum." Kız bir hışım ile ona döndü. "Anlayamazsın! Nerden anlayacaksın ki? Lanetli olmak, insanların senden tiksinmesi canavar gibi bakması nasıl anlayabilirsin ki?"
Öykü gülümsedi. "Benim yeteneğim insanların duygularını okumak yani anlarım. Hem..." Boğazlı bol kazağının eteklerini tutarak çıkarttı. "Hem aynı kaderi paylaşıyoruz. Aynı izleri paylaşıyoruz." Üstünde sadece sütyeni kalmıştı ve o an bedenindeki beyaz lekeleri gördüm. Öykü zaten beyaz tenliydi ama bu lekeler süt beyazıydı. Uzaktan bakılsa bile farklı edilirdi. Sağ köprücük kemiğinin üstünde boynuna uzanan. Göbeğinin üstünde Küçük küçük birkaç tane. Bel kıvrımının üstünde sırtına uzanan şekilli bir tane ve sol göğsünün üstünde büyük bir tane vardı. Bir yandan utanarak gözlerimi kaçırmak istiyordum bir yandan mucize gibi görünen bu beyaz lekeleri hayranlıkla izliyordum. "Bunlar çok güzel." dedim sarhoş gibi.

Gülümsedi. "Bu kadar değil." Saçlarını eli ile toplayarak ensesinden bulunan beyaz lekeyi ve leke üstündeki beyaz saç tellerinin gösterdi. Çok güzeldi. Bu sanat eseri karşısında nutkum tutulmuştu. Öykü cidden güzel bir kadındı ama lekelerini görünce aslında daha güzel olduğunu fark ettim. "Annem bu lekelere lanet gibi bakardı. Küçükken saklamam için beni zorladı. Mahallenin falcı ablası gibi bir şeydi. Ne çeşit fal ve tılsım arasan vardı onda. Ama çok takıntılıydı lanet konusunda. Bu lekeler yüzünden az çekmedim ondan. Saklayarak büyüdüm. Savaşçılar bile doğru düzgün görmemiştir zaten. Bilenlerde doğum izi falan sanıyor sanırım. Hiçbiri beni zorlamadı saygı duydular izlerime. Annem duymasa da."

"Bu kadar güzel bir şeyi nasıl saklarsın?" dedim sitemle. Kazağını tekrar üstüne geçirdi. "Annemden lekelerim gördüğüm baskı tahmin edebileceğinden daha fazla. Sanırım hâlâ insanların görmesine hazır değilim. Hem... Yakında gizleyemeyeceğim. Yavaş yavaş yüzüme çıkmaya başladı. Boynunda bulunan ufak nokta büyüyor ve geçen gün yanağımın üstünde Küçük bir nokta fark ettim sanırım orda da bir leke çıkacak. Hem saçlarımın ön kısmında da çıkmaya başladı. Arka tarafı saklamak kolay ama ön için yapabileceğim hiç bir şey yok.
"Belki artık saklanmak istemiyorlardır." dedi kız. Bu son cümle oldu. Konuyu burda kapattık.
"Senin adın ne?" dedim. Yüzüme baktı ve gülümsedi. "Benim bir adım yok. Bize isim vermezler. Bazen kendi kendimize isim veririz ama onlarda değişebiliyor. Çocuklar bana bazen sarı inek der. Bazen lekeli. Değişiyor." Öykü araya girdi.
"Masal."
"Efendim?"
"Masal olsun adın. İnsanların öyküleri bana mutluluk vermedi ama masallar sana mutluluk versin. Senin adın Masal olsun. Hep iyiker kazansın, hep kalbine sığmayan beyazların kazansın."
"Masal..." Yüzüne büyük bir gülümseme yerleşti. "Masal evet. Masal olsun benim adım. Çok güzel. Benim adım Masal." Öykü ona sıkıca sarıldı. "Evet Masal. Masal Mutlu."
🤍
"Bu toplantıyı talep eden savaşçımız Lusita. Ben de bilmiyorum konuyu ve bu kadar acil bir toplantı istemesi için iyi bir nedeni olduğunu düşünüyorum."
Lusita çenesini kaldırdı. "Aramızda hain var." dedi kararlı ve sert sesi.
Savaşlar arasında büyük bir şaşkınlık nidası yükseldi. "Lusita lütfen açıklayıcı konuş." dedi Alex. Yorgunluğu yüzüne yansıyordu sanki beş dakika önce uyanmış gibi görünüyordu. Açıkçası bu sakinliği beni bayağı şaşırtmıştı.
Lusi bir video açtı. İlk ne olduğunu anlamadım ama şaşkınlıkla bana dönen gözlerle o bahsedilen hainin ben olduğumu anladım.
Video ne miydi? Ben ve Coşkun vedalaşmadan önce sarıldığı on saniye ve konuştuğumuz sırada çekilmiş resimler. Bir haşimle döndüm. "Beni nasıl izinsiz kayda alırsın?" Alayla güldü. "Senin tahtaların eksik galiba." Videoyu durdurdu tam sarıldığımız an kaldı ekranda.
"Şu an bir hain olarak yargılanman gerek ve kayıt diyorsun?" Omuz silktim. "O olay o kadar saçma ki üstünde durma gereği bile görmedim." "Demek görmedin. Yani yok öyle mi? Peki Caner'in iki kişi olduğunu nasıl öğrendin? Ayrıca kulağıma geldiği kadarıyla iki çalışana saldırmışsın." Kahkaha attım ama attığım kahkaha soğuk duvarlarımı haykırıyordu.
"Çok komiksin. Hem hain olduğumu söylüyorsun hem Caner'i ifşaladığımı? Karar ver önce ben neyim? Aptal düşmanlığınızı acaba bir kenara mı bıraksanız? Can sıkıcı olmaya başladı da. Bu iftiralar fazla yersiz? Elindeki tek kanıt bu görüntüler."
"Madem öyle kim o adam?" Omuz silktim. "Eski komşumuz. Sevdiğim bir arkadaşım. Ne kadar detaylı bir kayıt ağınız olduğunu biliyorum. Bence ailesinin karşı komşumuz olduğunu çok rahat bulabilirsiniz."
"Bu kulağa senin planın gibi geliyor." Hayretle yüzüne baktım. "Bana öyle bir düşmanlık besliyorsun ki artık gözünde kutsallaştırmışsın. Dünya benim etrafımda dönmüyor Lusi."
Dişlerini sıkarak konuştu. "Bana Lusi deme!" Göz devirdim.
"Hanımlar acaba artık sussanız mı?" dedi Alex. Biraz fazla gürültü çıkarttığımızı kulaklarını kapatan Umut'tan anladım. Sessizce arkama yaslanırken Melodi Umut'un dizine elini yerleştirmiş onu sakinleştiriyordu.
"Asya bize kanıtlı bir şekilde o gün konuşulan şeyleri aktarsan tüm sorun çözülecek." dedi Alex hâlâ sakin olan ifadesi ile.
"Öyle normal konular. Birbirimizi görmediğimiz zamanın dedikodusu pek kanıtlık bir şey yok. Olmayan şeyi ben nasıl kanıtlayayım?"
"Bakın kesik kesik cevap veriyor. Bir şey saklıyor." Şaşkın gözlerle Lusita'ya döndüm. "Manyak, ruh hastası. Ne saklıyorum? Saklayacak neyim var? Mex istese oranın kamera sistemine, bizim konuşmalarımıza hatta mesajlarımıza girer ne saklayacağım?"
Konu Ada diyemem ki. Nasıl derim söz verdim bir kere ne olursa olsun söz sözdür. Söz kandır, kan hayattır. Verilen söz çiğnenmez!
"Bahsettiğin gibi sadece eski dostunsa saklanacak bir şey olduğunu düşünmüyorum." dedi Alex gözlerini yüzüme dikerken. Amacı konuyu öğrenmek miydi yoksa Coşkun ile olan yakınlığımı mı?
"Öyle kayda değer bir konu yoktu. Bildiğimiz şeyler. Hem zaten Ada da tanıyor kendisini." Ada kafasını salladı. "Evet, tanıyorum. İyi çocuk. Tanısanız seversiniz." Ada o kadar ikna edici konuştu ki ben Coşkun'u yakından tanıdığına ikna oldum. Ona oyunculuk sınavından tam puan mı verseniz şimdi?
"Hâlâ saklıyorlar!" dedi Lusita, artık sinirlerime hakim olamayarak konuştum. "Benim insanlar ile ilişkilerim de kiminle ne konuştuğum da kime ne kadar değer verdiğim de seni ilgilendirmez son savaşçı! Yerinde olsam beni kameraya almadan ya da iftira atmadan önce defalarca kez düşünürdum."
Öne eğildi. "Bu bir tehdit mi?" Kafamı salladım. "Ben tehdit etmem. Yapacağım şeylerden önce son bir kez uyarıda bulunurum."
"Kızlar?" İkimiz de Öykü'ye döndük. "Ben Asya'nın doğruyu söylediğine kefilim. Ona güveniyorum. Bir yalan da sezmedim." Gülümseyerek ona baktım. İçime yayılan sıcak bir rahatlama vardı az önceki sinirim uçup gitmişti.
Lusita benim aksime daha da sinirlenmiş gibiydi. "Başka bir şey yoksa? Dağılabilirsiniz."
İlk Lusita çıktı Ada'nın yanıma gelmesini bekledim ama masaya bakınca onu ve Hyun Su'yu görmedim. Nefesimi puflayarak verdim. Alex'e döndüm. "Karargâhdan çıkıyorum bir işim yoksa."
Alex yüzümü inceledi. "Sanırım önemli bir iş. Çıkabilirsin. Normalden eğitim vardı ama çok yorgunum. Bende sanırım dinleneceğim. "
Kafamı salladım. "Teşekkür ederim. Bu arada... Lusita'nın dedikleri için içinde bir şüphe yok değil mi? Daha detaylı sorgu verebilirim diğerlerinin arasında pek konuşmak istemedim."
Alex umursamazca omuz silkti. "Sosyal hayattındaki insan ilişkilerin beni ilgilendirmez nasıl olsa. Detay vermek istememeni anlıyorum. Sorun yok. İyi eğlenceler."
Soğuk tavrının yanı sıra dikkatimi çeken bir diğer husus bileğimde bileklik olduğu sürece her anımım onu ilgilendirdiğini söylemişti. Neden şimdi böyle yapıyordu.
Sende hiç bir şeyden memnun olmuyorsun ama Asya.
Hayır iç ses. Sanki dikkat çekmeye çalıştığı nokta benim Coşkun ile ilişkimdi. Ya da öyle bir şey.
Yok Asya sadece sen falza takıntılısın.
Umarım.
🕳️
Nakama*:
-Ben vardım, seni bekliyorum.
Yazdı haftalardır hasretle görmeyi beklediğim kişi.
(Yz: kişiye ailesi kadar yakın olan kişi - japonca)
-İndim biraz önce, mekâna yürüyorum.
Yazdım gülümseyerek.
Uzun süredir görmediğim kişi ile buluşacaktım. O kim mi? Benim değerlim, benim kanbağı taşımayan ailem. En fazla güvendiğim insan. Savaşçıları Ada dan önce öğrenen kişi. İlk Beyaz Melek ile karşılaştığım gün hemen haber verdiğim isim. Benim en derin sırlarımı bilen kişi.
Herkesten önce haber alan ve en güvendiğim o isim...
Ada bana zarar verse bir bilği var derim. Kılına bile kıyamam. Ama o bana Ada'ya zarar ver dese hiç düşünmem, hiç acımam. Bir bildiği var derim. O benim yaşama tutunmamı sağlayan ince ip. O benim, bana dönüşmek için can atan öğrencim. Her adımını bildiğim her adımını günlüğe not alırcasına bana anlatan güzel meleğim. Ben ise onun yanında maskelerini indiren göz yaşları ile acılarını anlatan kişi. Benim ağlarkenki hıçkırıklarıklarımı tek duyan kişi...
Pencere tarafındaki masaya ilerledim. Favori kahvemizi içiyordu. Beni görünce hemen kalktı ve kollarını açarak sıkıca sarıldı. Üstündeki lacivert, sarı kazağa yüzümü gömerek sıkıca sarıldım bende.
"Hoşgeldin bebeğim." dedi benim yanımdayken hep bebekleştiğini görmezden gelerek.
"Hoş buldum, Zümrüt."
.
.
.
Ay çok heyecanlandım. Buraya kadar gelen, bize destek olan herkese çok teşekkür ederim. Birinci kitabın bitmesine sadece bir bölüm kaldı!!!
✨🎉
Ama Hey! Bu üç kitaplık bir seri. İsimsiz bittikten sonra yeni kitaba başlayacağım ama dürüst olmak gerekirse ikinci kitap için hep daha heyecanlı olmuştum. Kelimenin tam anlamıyla serinin en güzel kitabı ikinci kitap. Yani umarım öyledir. Okuyup görücez. Son on bölümü iki hafta gibi kısa bir sürede bitirdiğim için izninizle kendimi tebrik ediyorum. Sadece son on bölüm değil, yeni kurgu Tablo'nun da ilk dört bölümünü yazdım bu zaman zarfında. Sanırım en aktif olduğum dönemdi ve bitti. Ama bende bittim. Ama değer. Çünkü sizin için, çünkü savaşçılar için Çünkü Adalet İçin...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
771 Okunma |
247 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |