Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@suu_bay

Keşke diye hayıflanılan her söz keder, kader diye avutulan her söz huzur verir.

Melek, iyi eğitimli bir ailede doğup büyümüş tarih meraklısı genç bir kadındı. Nitekim bu merakın asıl nedeni küçüklüğünde dinlediği hikayelerdi. Kendi gibi tarihe müthiş bir ilgi duyan babası eline aldığı masal kitaplarını bir süre karıştırır ve hemen ardından daha güzel bir masal bildiğini söyleyerek gülümserdi. O masallar genellikle tarihi hikayelerden ibaret olur ancak küçük bir çocuğa uygun olmayan bölümler büyük bir ustalıkla masala dönüştürülürdü. Büyüdükçe dinlediği her hikayeyi birilerinin yaşadığını öğrendi. Öğrendiği her yeni hikaye yeni bir sır ortaya çıkarmaya başlamış bu sırlar ise içindeki merakı uyandırmıştı... Öyle ki aynı masallar ile büyüyen ağabeyi resim sanatına yönelmişti.

Şimdilerde her akşam yemeğinde konu edinilen iki konu vardı. Biri Melek'in okul durumu diğeri ise ağabeyi Cihan'ın resimlerinin ne zaman bir sergide yer alacağı idi.

Balkonda akşam yemeği vaktiydi. Yaprakların hışırtılarını çatal ve kaşık sesleri ezip geçiyor onları ise Melek ve Cihan'ın sesleri bastırıyordu.

"Yeter" dedi anneleri bıkkınlıkla "yemeğinizi yiyin artık."

Kısa bir süre sessizce çorbasını yudumlayan Cihan daha fazla dayanamayarak gözlerini kardeşine çevirdi "O kendi kardeşlerini öldürdü" kaşığını bıraktı "Daha bebektiler."

"O masal kitaplarını okumalıydım" diye söylendi Mustafa Bey hüsranla ve ekmeğini salataya bandı. Zira bu masa buna benzer bir çok tartışma görmüştü.

"Ne yani" dedi Melek ve o da gözlerini ağabeyine çevirdi Sen yapmaz mıydın?"

"Seni mi öldürmem gerekiyor? Asla! Ben asla onun gibi merhametsiz olmazdım."

"O merhametsiz değil."

"Tahta çıkar çıkmaz kardeşlerinin ölüm emrini veren biri merhametsiz değil de ne?"

"Fedakar."

"Ne" güldü "fedakar mı?"

"Evet" sırtını sandalyeye dayadı ve kollarını birbirine doladı "Düşün. Gece olup kaftanını çıkarmış sadece Mehmet olmuştu. Zihninde dolanan düşüncelerden kaçmak isteyerek yatağına uzandı ve gözlerini kapadı. Sağa dönüyor Ahmet'in, soluna dönüyor Hasan'ın yüzü gözlerinin önünde beliriyordu. Korkuyla kendini yataktan atıp balkonuna çıkmış ve gözlerini semaya çevirmişti. Bir süre öylece dikildi ve gözlerini göğe çevirerek şöyle dedi; Canı veren de alan da sensin. Affet bugün günahların en büyüğünü işledim. İki masumun canını aldım binlercesinin canı için. Bugün Kabil'e eş oldum. Yine de sen bilirsin gönülden zihinden geçeni. Şayet işlemeseydim bu günahı günü gelip biri göz diktiğinde tahtıma ne savaşçılar akıtacaktı kanlarını, verecekti canlarını. Af eyle tek niyetim binlerce canı hayatta tutmak için ikisini feda etmekti" gülümsedi ve çorbasından bir kaşık almadan önce ekledi "on dokuz yaşındaydı."

"Pekala Fatih'in fedaisi" alayla gülümsedi ve annesine döndü "Bugün bir sergiden mail aldım" bu cümle herkesi heyecanlandırmış tüm gözleri Cihan'a çevirmişti. Zira Cihan uzun süredir resimlerini bazı sergilere kabul ettirmeye çalışıyordu.

"İzin verdiler mi?" diye merakla sordu annesi.

"Henüz kesin değil ama" sıkılarak sürdürdü "birkaç görüşme daha yaptıktan sonra..."

"Kimse emeklemeden koşmaz" diye tamamladı Melek ve ağabeyine gülümsedi. Onun bu desteği Cihan'ın olduğundan daha dik oturmasını sağlamış anne ve babalarının gözlerindeki güvensizlik emaresini azaltmıştı. Akşam bu umut veren kelimelerle devam etmiş ve Mustafa Bey'in hoş sohbetleriyle sonlanmıştı.

Güneş yeni doğmuş Melek, alarm sesiyle gözlerini açmıştı. Kısa süre sonra okula gitmek üzere yola çıktı. Bu büyük şehirde birçok insan bir iş tutmak için yola çıkmıştı. Öyle ki bu kalabalıkta otobüste yer bile bulamayacağını düşünüyordu. Kapı açılır açılmaz insanlar kendini içeri atmaya başlamış ve oturacak bir yer arayışına düşmüştü. Melek, parasını öder ödemez gözlerini koltuklara çevirmişti. Birkaç adım ötede bir cam bir de koridor kenarı koltuğu boştu. Cam kenarında oturmaya karar vermişti ki hemen önünde ilerleyen genç adam başını aynı yöne çevirdi. Nitekim genç adam adımlarını öylesine çekingen atıyordu ki Melek güvenle ileri atılmış ve genç adamın kolunun altından geçip koltuğa yerleşmişti. Genç adam yaşadığı şaşkınlıkla kala kalmıştı ki arkadan gelenlerin sesiyle aynı şeyi bir kez daha yaşamamak için hızla diğer koltuğa oturmuş, Melek ise gözlerini zaferle pencereye çevirmişti. Kısa süre sonra deniz göründü. Yolculuğun verdiği uyuşuklukla başını pencere dayayıp hayal etmeye başlamıştı ki aynı anda uzun bir korna sesine eşlik eden büyük bir sarsıntı ile başını birkaç kez cama vurmuş ve gözlerini kapamıştı.

Gözlerini yeniden açtığında uykudan uyanmış olmanın getirdiği şaşkınlık içerisindeydi. Başını dayadığı pencere gitmiş yerine eski bir duvar gelmişti. Duvardan destek alarak yavaşça kalktı ve merakla çevresine bakındı.

Betonlar gitmiş taş evler gelmiş, asfaltlar silinmiş taşlar dizilmiş, arabalar gitmiş atlar gelmişti. Hayranlıkla başını sağa sola çeviriyor yeni bir ayrıntı keşfetmek istiyordu. Derken kalın bir erkek sesi işitti ve onu başkaları takip etti.

Şaşkınlığa karışan bir korkuyla gözlerini kocaman açmıştı. Farklı bir dil konuşuyorlardı. O söylenenleri anlamaya çalışırken yaşlı bir kadın kolunu yakalamış ve peşi sıra sürüklemeye başlamış. Kadın söylenerek yürüyor Melek ise yalnızca bazısını ayırt edebiliyordu.

"Kıyafet" dedi heyecanla bir kelime anlamanın verdiği heyecanla aynı anda kadının soran gözleri kendine dönmüş nitekim o susmayı tercih etmişti. Zira yaşlı kadının da diğer insanların da giyimleri yüzlerce yıl önceyi andırıyordu. Nitekim o an herkesin neden yunanca konuştuğu daha mühimdi.

Derslerinden hazırladıklarını düşünerek "Biz" dedi ve güçlükle konuşmaya çabaladı "Neredeyiz?"

Yaşlı kadın ilk defa bir şey anlamanın şaşkınlığı ile şüphe ile gözlerini çevirdi ve sanki çok olağan bir şeyden bahsediyormuş gibi yürümeye devam ederken yanıtladı.

"Konstantinople."

Kısa süre içinde kilise benzeri büyük bir yapıya varmışlardı. Kadın kapıya çıkan başka bir kadına selam verip kendi diliyle konuşmaya başlamıştı.

"Meydanda geziyordu. Şu giysilere bakın aklını kaybetmiş" diğer kadın gözlerini değerlendirici bir bakışla Melek'e çevirip sordu.

"Nerelisin sen?"

"Ben" dedi başını kaşıyarak ve bu esnada yaşlı kadın araya girdi.

"Yavaş konuşuyor zavallı. Bana az önce nerede olduğumuzu sordu. Kim bilir kimlerin eline düştü de geçirdiler üzerine bu paçavraları?"

"Bekleyin" telaşla bakan gözlerini üzerlerinden çekip içeri girdi. Kısa süre sonra geri dönüp yaşlı kadına döndü.

"Bu gece sende kalsın. Yeterli yatak yok. Yarın getir."

Yaşlı kadın çaresizce Melek'e dönüp kendisini takip etmesini işaret ederek yürümeye başladı. Ağır ve düşünceli adımlarla söylenerek yürüyordu.

Kısa süre sonra yaşlı kadının evine varmışlardı. Oldukça eski görünen tahtadan yapılmış bir evdi. Yaşlı kadın sorguyla gözlerini Melek'in üzerinde gezdirirken oturma odasına girmiş ve yanına oturmasını işaret etmişti. Çekingen bir bakışla oturdu ve sıkıntıyla parmaklarını birbirine geçirdi.

"Adın ne?" diye sordu kadın merakla ve gözlerini kızın giysilerini çevirdi "bunlar da ne?"

"Angela" dedi kararlılıkla ve sustu. Yaşlı kadının nereden gelip gittiğine dair sorduğu tüm soruları yanıtsız bırakmış en nihayetinde kadının tüm sabrını tüketmeyi başarmıştı. Yaşlı kadın söylenerek odadan çıkmış Melek ise odada yalnız kalmıştı.

Yalnız olmanın getirdiği özgürlükle yabancı olduğu bu dünyaya korku ile baktı. "Konstantinople" diye söylendi inanmayarak ve hemen ardından kendine hızlıca bir tokat attı. Aynı anda kapıda dikilen yaşlı kadının şaşkınlık ve korku dolu bakışları ile karşılaşmıştı. Yaşlı kadın elindeki elbiseyi de beraberinde götürerek kapıyı kapatmış ve bir daha geri dönmemişti, ta ki eve başka biri gelene dek.

*

Melek üzerine kapanan kapıdan sonra neler olduğunu anlamaya çalışarak oturuyordu. Kapının açıldığını duymuş ve kulağını kapıya dayayıp dinlemeye koyulmuştu. Genç bir erkek sesi geliyor ancak söylediklerini tam olarak anlayamıyordu. Zihnini kurcalıyor ve uygun yunanca kelimeleri arıyor yalnızca bazısında başarılı oluyordu.

"Deli mi" dedi genç bir erkek sesi "neden bizde"

"Yalnızca yarına kadar."

"Bizimle yemiyor mu?"

"Aklını mı kaçırdın kendini dövüyordu!" hemen ardından kaşık sesleri duyulmaya başlanmış ve hiçbir şey duyulmaz olmuştu.

Art arda gelen kaşık sesleri iyiden iyiye hissettiği açlığı daha da arttırmaya buna susuzluk eşlik etmeye başlamıştı. İyiden iyiye konuşmaya başlayan karnını sıkıca bastırarak odada yürümeye başlamıştı ki kapı açıldı. Sakalları yeni çıkmaya başlamış bir erkek temkinli adımlarla içeri girmişti.

"Merhaba" dedi çekinerek ve elinde tuttuğu ekmeği uzattı "adın ne?"

"Sende buradasın" dedi şaşkınlıkla ancak karşısındaki erkeğin bakışları bihaber olduğunu ifade ediyordu. Hızla kendini toparladı ve yanıtladı "Angela."

"Öyle görünüyor" acımaya karışan bir hayranlıkla bakıyordu.

"Biraz tuzsuz" yeni bir ısırık almadan önce sordu "bu nedir?"

"Ekmek" sanki çok olağan bir şeyden bahsediyormuş gibi gözlerini açmıştı.

"Senin adın ne?"

"Nicholas."

"Aziz Nicholas gibi mi?" Kucağına düşen bir parçayı alıp ağzına attı.

"Deli olabilirsin" dedi gülümseyerek "ama dinsiz değilsin."

"Deli değilim" diye yanıtladı net bir sesle ve birşeyler öğrenebilmek ümidiyle aklına gelen yalanları art arda sıralamaya başladı. "Ben sadece hatırlamıyorum. Başıma vurduklarını hatırlıyorum ve sanırım bayıldım" giysilerini işaret etti "uyandığımda üzerimde bunlar vardı."

"Başına kim vurdu?"

"Bilmiyorum, Nicholas. İnan hatırlamakta zorluk çekiyorum. Hangi yılda olduğumuzu bile hatırlamıyorum" elini başına götürüp gözlerini kapattı ve merakla bir gözünü araladı "Hangi yıldayız?"

"6960"

"6960" diye yineledi şaşkınlıkla ve sindirmeye çalışarak birkaç kez daha sürdürdü "6960..."

"İyi misin" tedirginlikle elini karşısındaki kızın omzuna uzatmıştı. Aynı anda bir çift korkuyla bakan göz kendine dönünce elini hızla geri çekti. "Sana nerede saldırdıklarını hatırlıyor musun?"

"Hayır" diye yanıtladı sert bir sesle. Zamanda yolculuk fikrini iyiden iyiye sindirmeye çalıyor sabahtan beri gördüklerine başka da bir açıklama bulamıyordu. Gözlerini korkuyla

Nicholas'a çevirdi "İstanbul, İstanbul nerede?"

"İstanbul" diye yineledi bozuk aksanıyla "O da ne?"

"4000 yıl" dedi sessizce "unutmana şaşmamalı" ve gözlerini merakla Nicholas'ın giysilerine çevirdi. "Neden bu kadar eski giyiniyorsun?"

"Eski mi" alayla gülümsedi "Bunu daha yeni aldım" düşünceli bir halde karşısındaki kızın giysilerine döndü "Aslında bu kumaşlar daha kaliteli görünüyor. Eğer bu kumaşların nerede üretildiğini bulabilirsek" gülümsedi ve odadan çıkmadan önce ekledi "Sana giyecek başka bir şey getireceğim."

Melek bir kez daha yalnız kalınca telaşla pencereye koşmuş ve izlemeye başlamıştı. "Gelecekte insanlar böyle mi giyiniyor yani? Uçan araba da yoktu?"

Nicholas birkaç dakika içinde annesinin elbiselerinden biriyle geri dönmüştü ki annesi seslendi.

"Nicholas" dedi yaşlı kadın odaya ilerlerken "Agathangelos kapıda! Seninle görüşmek istiyor."

"Birazdan dönerim" elbiseyi kıza uzatırken ve kapıdan çıktı.

*

Kısa süre sonra Agathangelos gitmiş ve evi yaşlı kadınla Nicholas'ın konuşmaları kaplamıştı. Melek bir kez daha merakla kapıya yaklaştı ve sessizce kulağını kapıya dayandı.

"Ne istiyormuş" diye sordu yaşlı kadın.

"Kumaşların bir an evvel gitmesi gerekiyormuş."

"İyi ya götürsün öyle ise."

"Helena her an doğurabilir diye gitmeye çekiniyor."

"Ah Helena" dedi yaşlı kadın iç çekerek "zavallı kız. Umarım Tanrı bu bebeğini de almaz."

"Umarım. Agathangelos onun yerine Terkos'a gidip kumaşları teslim edersem bana biraz para verebileceğini söylüyor."

"Terkos" diye söylendi Melek hatırlamaya çalışarak ve dinlemeye devam etti.

"Ne kadar verecekmiş?"

"Ne önemi var ki? Ahırdaki bir inek ve iki tavuktan başka bir şeyimiz yok. Agathangelos'un horozu olmasa onlar da işimize yaramayacak. Ne kadar olursa olsun o paraya ihtiyacımız var anne."

"Oraya nasıl gideceksin? Atını veriyor değil mi?"

"Evet" başını yan yatırdı"Atlar bizim ahıra sığmaz. O yüzden sabaha karşı isteyeceğim." gülümsedi "Yalnızca iki gün sonra geri dönerim anne" ve eşyalarını toplamaya başlamadan önce ekledi "Bu arada Angela'ya senin elbiselerinden birini verdim."

Bu esnada Melek yavaşça kapıyı açmış ve başını dışarı uzatarak gözlerini yaşlı kadına çevirmişti. "Teşekkür ederim" dedi gülümseyerek.

"En azından daha eski bir şey verebilirdin?"

"Zaten hepsi öyle" omuzlarını kısarak odadan çıktı "bu arada o deli değil."

"Saçmalama Nicholas! Kendini dövüyordu."

"Deli değil anne" Melek'e dönüp gülümsedi "bir daha olmayacak değil mi?"

"Hayır"

Nicholas bir kez daha annesine döndü "yola erken çıkacağım. Ben gelene dek Angela'yı sakın bir yere gönderme. Geldiğimde halledeceğim."

"Onu yarın getirmemi söylediler."

"Geldiğimde halledeceğim anne hem çoktan unuttuklarına eminim." Yaşlı kadın kısa bir tereddütün ardından onaylamış ve Nicholas bir kez daha söze girmişti. "Yola erken çıkacağım" dedi annesine sarılırken ve odaya girmeden önce Melek'e döndü "iyi geceler."

Yaşlı kadın bir an kararsızla Melek'e dönmüş hemen ardından oğlunun peşinden odaya girmişti. Odadan çıktığında gözlerindeki kaygının yerini bir acıma almıştı.

Işıklar kapanmış yer yatakları yapılmıştı. Melek gözlerini hemen yanında yatan kadına çevirdi. Sırtı dönük yatıyor ancak öyle gürültülü horluyordu ki uyumak imkânsızdı. Gözlerini tavana çevirdi ve yaşadıklarını düşünmeye başladı.

Nasıl olmuştu da buraya gelmiş kendini burada bulmuş hatırlamıyordu. Yavaşça üzerindeki örtüyü kaldırdı ve ayağa kalktı. Uyuyan kadını son bir kez kontrol edip odadan çıktı.

Salonda en ufak bir ışık yoktu. Dahası horlama sesleri buraya da geliyordu. Duvara sırtını dayayıp çömeldi ve başını iki elinin arasına alıp oturdu. Duyduklarını ve gördüklerini düşünmeye başlamıştı ki aklına bir kelime düştü, Terkos. Bu kelime bir yerlerden tanıdık geliyor nitekim hatırlayamıyor, hatırlayacak oluyor horlama sesleri buna izin vermiyordu.

"Terkos" diye söylendi kendi kendine ve birkaç kez tekrar etti. En nihayetinde gözleri karanlıkta muzafferce parlamış ve aynı anda zihninde bir çok şey açığa kavuşmuştu. "Arnavutköy" yavaşça ekledi "Bu gelecek değil geçmiş" gözlerini kapattı "bizans takvimi kullanıyorlar. 6960 yani" parmaklarını öne uzatmış ve saymaya başlamıştı. Dakikalar sonra korkuya karışan bir şaşkınlıkla gözlerini açtı "1451 ya da 1452. Hayır, hayır, hayır! Tarihin yanlış tarafındayım."

 

*

 

Bizans takvimi 6960= Hristiyanlar yaratılışı 5509 yıl öncesine yerleştirerek kendi takvimlerini oluşturdu. Örneğin 5509+1451=6960

 

Loading...
0%