

Bir çadır bezi üç ağacın etrafına sarılarak kabataslak bir tuvalet inşa edilmişti. Melek aynı anda hem rahatlama hemde utanca karışan bir rahatsızlık hissediyordu. Artık sadece Fatih değil herkes içeride ne yaptığını biliyordu.
Melek, aceleyle giysisini düzeltip etrafını saran bezin ucunu yavaşça çekti ve görüşünün el verdiğince etrafa göz attı. Birkaç asker ateş başında yiyecekleri pişirmeye başlarken kimileri ise çadır kurmaya devam ediyor herkes kendi halinde bir uğraş ile meşgul oluyordu. Utançla bezin arasından çıkıp olabildiğince hızlı adımlarla çadıra dönmüş nitekim çadıra adım atar atmaz utancı katlanarak artmıştı. Gözlerini yavaşça sultanın olduğu tarafa çevirdi lakin Sultan çoktan kendi meselelerine düşmüş masanın başına geçip bir plan çizmeye başlamıştı. Melek, sultanın daha mühim meselelerle uğraşa düştüğünü düşünerek rahata erdi ve daha az dikkat çekeceği bir köşeye geçti. Kısa bir süre sonra çadırın kapısı aralanmış ve Radu'nun sureti belirmişti.
Radu, merakına mani olamayarak gözlerini ilgi ile Melek'e çeviriyordu ki sultanın bir neden arayan bakışlarıyla karşılaştı.
"Sultanım" kendini toparlamaya çalışarak omuzlarını dik bir konuma getirdi. Hemen ardından sırtı Melek'e gözleri yere çevrili vaziyette sürdürdü "yemek servisi edilecek. Münasip midir?"
Sultan masanın üzerinde duran kağıda bir harita çizmeye devam ederken onayla başını sallamış ve gitmesini işaret etmiş hemen ardından gözlerini dâhi çevirmeye gerek duymayarak konuşmuştu.
"Yüzünü kapat."
Melek bir an anlam veremediyse de sultanın kendine dönen bakışları ile yatağın üzerindeki ince örtüyü yakaladı. Örtüyü kendine çekmeye çalışıyor ancak hâlâ üzerinde oturduğundan olsa gerek başaramıyor, sultanın kaşları ve dudakları her geçen an daha büyük bir alayla kıvrılıyordu. Derken çadırın kapısı aralanmaya başlamış ve Melek telaşla yastığı yüzüne kapatmıştı.
Melek, ayak seslerini dinliyor, yastığı yüzünden çekeceği vakti hesaplamaya çalışıyordu. Içeri giren bir yel ile çadırın kapısının açıldığını anlayarak yastığı yavaşça yüzünden çekiyordu ki aynı anda sultanın sesi duyuldu.
"Kafanı yastığın içine soksaydın" alayla gülümsüyor ve kağıdın bir kısmını gizlemek isteyerek üzerini karalıyordu.
Melek sultanın gözünde bir maskaraya döndüğünü düşünerek hicapla gözlerini kaçırmıştı ki gözü yiyeceklere takıldı. Burnuna gelen kokular zaten acıkmış olan karnını yoldan çıkararak isyana teşvik ediyordu.
Yeterince karalayıp yazanların görünmezliğine kanaat ettiği vakit kalemi bir köşeye bırakıp oturduğu yerden destek alarak ayağa kalktı. Sofraya ilerlerken yiyeceklere gelişi güzel bir bakış atıp rahat edeceğini düşündüğü bir yere oturdu.
"Gel Melek Hatun karnımızı doyuralım."
Melek, çekingen bir tavırla sofrada yerini almış sultanın yemeğe başlamasını bekliyor, gözleri tabaklarda geziyordu.
"Başla sen" dedi sultan kenarda duran su matarasına uzanırken.
Melek bir an bu davranışın uygunluğunu sorgulamış ancak cesaret bulamayarak beklemeye devam ediyordu ki sultanın onay veren başı ile eli kaşığa uzandı. Ağzına attığı ilk yudumla damağı bir lezzet şöleni yaşamaya başlamış ve haremdeki yemeklerden bin kat daha güzel olduğunu fark etmişti. Üstelik bu sefer sofrasıydı. Kaşığını bir kez daha doldurup ağzına attı aynı anda gözleri sultanın dikkatli bakışları ile çakışmış ve gözleri endişe ile büyümeye nefesi hızlanmaya başlamıştı.
"Çeşnibaşı mı oldum ben?" Gözlerini sultanın hâlâ tertemiz olan kaşığına çevirdi.
"Çeşnibaşı" diye yineledi anlamazlıktan gelerek "pusulamı kendi ellerimle mi kıracağım? Hem eğer zehirli olsa yıldızların seni korumasız bırakmaz öyle değil mi?"
Melek, hissettiği korkuyu zapt etmeye çalışarak derin bir nefes almış biraz da olsa rahata ermişti. Ne var ki sultan hala bir yudum yemiyor sadece onu izliyordu. Melek'in kalbi korkuya karışan bir heyecanla atmaya başlamış öyle ki sultanın zihninden geçenleri anlamıştı. Sultan, sadakatini test ediyor ve zehirlenip zehirlenmediğini anlamaya çalışıyordu. Derken sultanın bir kaşı değerlendiren bir tavırla havaya kalkmış zira Melek'in zihninden geçenleri anlamıştı. Neredeyse ikna olmuş bir bakış ile alayla gülümsedi ve yemeğe başladı.
Artık yemek neredeyse sona ermiş yedikleri lokmalar yavaşlamaya başlamıştı. Melek, gözlerini sultana çevirip uygun bir an olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.
"Diyeceğin bir şey mi var" dedi sultan sofrada gezinen gözlerini çevirerek.
"Var" saygıya karışan bir korkuyla bakıyordu. Zira sultan yalnızca sofraya bakarken bile etrafında olup bitenleri görüyor yahut hissediyordu. "Su gerekecek ve" aynı anda sultanın aldırmayan bakışları dikkatini çekmişti. "Söyle diyorsunuz söyleyince inanmıyorsunuz" ve çaresizlikle perdelenen bir öfke ile bakarak sofradan geri çekildi. "Pekâlâ" derin bir nefes almış ve sultanın bakışları ciddiyete bürünmüştü. "Biliyor olabilirsiniz ancak güneş doğmadan çimenler ıslak olur. Temiz bir bezle damlaları toplayabilir ve bezi temiz bir kaba sıkıp su elde edebiliriz ya da güneş almayan derin kaya yarıkları olur" kontrol etmek isteyerek gözlerini sultana çevirdi ve bakışlarındaki ilgiyi görerek işaret parmağı ile toprakı oymaya başladı "o yarıkların içinde de su bulabiliriz. Ayrıca..."
"Bunları nereden biliyorsun?"
"Ben" ne diyeceğini bulduramayarak gözlerini olduğu toprağa çevirdi.
Bir kamp günüydü. Melek artık büyüdüğünü kanıtlamak isteyerek babasına hamak kurması için yardım ediyordu. Babası hamağı bağlamaya Melek ise birbirine doladığı kolları ile ağabeyini izlemeye başlamıştı. Cihan, küçük elleri ile toprağı kazıyor ve annesine dönüp soruyordu.
"Daha ne kadar kazacağız?"
"Biraz daha" Melek'e dönmüş ve hamak ile işinin bittiğine kanaat ederek seslenmişti "Buraya gel Melek!"
Melek gözlerinde beliren bir ilgi parıltısı ile annesine dönmüş ve adımlarını o yöne çevirmişti.
"Ne yapıyorsunuz" anlam veremeyerek yanlarına çömeldi ve gözlerini dikkatle toprağa çevirdi.
"Su bulacağız" diye yanıtladı Cihan heyecanla ve annesine baktı "yeterince kazarsak su çıkacakmış."
"Su mu."
"Su" diye onayladı annesi ve çamura bulanmış işaret parmağını havaya kaldırdı "ancak yakınlarda deniz ya da nehir gibi bir şey varsa."
"O halde gidip denizden alalım. Bu çok" çekinerek toprağa baktı "pis."
"Evet bu çok akıllıca" dedi annesi gülümseyerek "tabi üç gün boyunca iki kilometre yolu su dolu şişelerle yürümek istiyorsan" ve toprağı işaret etti "kazmaya başla."
Melek elini toprağa atmış aynı anda Cihan'ın elini attığı toprakta yürüyen bir solucanı görüp iğrenerek geri çekilmişti.
"Korkak" dedi Cihan gülerek ve kazmaya devam etti.
"Sensin korkak" dedi öfkeyle bir avuç toprağı alıp başka bir yere atmaya başlarken. Kısa süre sonra su kendini göstermeye başlamış ve annesinin mutlu sesi duyulmuştu.
"İşte su" kızına gülümsedi "doğada bu şekilde hayatta kalacaksın" ve aynı ses yankılandı tekrar ve tekrar. Hayatta kalacaksın, hayatta kalacaksın...
"Söylesene" dedi Mehmed'in sesi "nereden öğrendin?"
"Annemden."
"O şimdi nerede?"
"Bilmiyorum" dedi hüzünlü bir sesle ve gözlerini sultana çevirdi. Aynı anda çadırın dışından ayak sesleri duyulmuş ve çok geçmeden Radu selam vererek içeri girmişti.
"Sultanım bir mektup var" endişeyle ekledi "saraydan."
"Saraydan mı?" korku ile kalakalmış ancak hızla kendini toplayıp mektubu kapmıştı. Yokluğunda bir saldırı yahut ihanete uğramış olabileceğini düşünüyor evlatlarının vaziyetini merak ediyordu. Kağıdın sarılı olduğu ipi çekip aldı ve okumaya başladı. Okuduğu her satır yüzüne bir hüzün katıyor öyle ki Radu'yu da Melek'i de endişeye katıyordu. Radu bir ipucu alabileceğini düşünerek gözlerini Melek'e çevirmiş Melek ise ne diyeceğini bulduramayarak bakışlarını kaçırmış ve neredeyse duyulmaz bir sesle sormuştu.
"Sultanım, hayır mıdır şer mi?"
"Şer" diye yanıtladı. Gözleri hâlâ satırlarda geziyor ve emin olmak isteyerek tekrar ve tekrar okuyordu. "Mehmed" bu Mara annenin yazısıydı. "Yola çıktığın gece Fatma Hatun sarayın kapısında göründü. Ziyarete geldiğini düşündüm lakin mesele başkaymış. Paşa elzem bir hastalığa yakalanmış, söylediğine göre Fatma Hatun pek çok kez ısrar etmiş kendisine iyi bir doktor gönderelim diye. Lakin ikna edememiş ve kendi başına acısını dindirmek için didinmiş durmuş. İlk vakitler Fatma Hatun'un yaptığı ilaçlar faide gösterir görünmüş. Zira dediğine göre paşanın boğazından lokmalar tek tek geçmeye başladıysa da Fatma Hatun'un yüreğine oturan gam kalkmaz olmuş. Paşa konuşmuyor, eskisi gibi dirayetli görünmüyormuş.
En iyi dostlarımız bizi ilk terk ediyor. Rabbim paşanın taksiratini af eylesin.
Yüreğinde yanan pişmanlığın acısını hissediyorum. Lakin vakit acıdan güç alma vaktidir. Al intikamını. Sana hainlik edenlerin canı sadakat gösterenlere, Eflak'ın fethi Paşa'nın ruhuna adansın." Hüzünle gözlerini kağıttan çekip büyük bir dikkatle katlamaya başladı ancak son cümle zihninde yankılanmaya devam ediyordu. Ağır adımlarla yatağına yaklaştı ve oturdu. Kısa bir sessizliğin ardından kendine meraklı gözlerle bakan Radu ve Melek'e gelişi güzel bir bakış atmış ve dile getirmişti. "Zağanos Paşa hakka yürümüş."
Melek, ne diyeceğini bulduramıyor bir söz etmek için ağzını açıyor lakin başaramıyordu. Öyle ki hüzün, özlem ve ümitsizlik ruhunu bir sarmaşık gibi sarmaya başlamış her biri diğerini boğmak ister gibi artıyor bir diğerini ezip geçiyordu. Olduğu yerde boy veren bir ağaç gibi dikiliyor kımıldamıyor, kımıldayamıyordu. Radu ise neredeyse hüzne karışan bir bakışla olduğu yerde dikiliyor ve duyduklarının gerçekliğini anlamaya çalışıyordu. Paşa ile hiçbir vakit iyi anlaşmamış lakin dirayetine hayran olmuştu. Şimdi ise paşanın ani ölümü ile ecelin insan gözetmeksizin var olan yakınlığını bir kez daha hissetti ve güçlükle verdiği selamının ardından kendini dışarı attı.
Sultan yeterince dirayetli olduğunu kanıtlamak için hüzünle dişlerini birbirine bastırarak göz yaşlarını engelliyor ve yaradanın kararı karşısında dayanmaya çalışıyordu. Her toprağı fethetmiş lakin her kardeş dediğini kaybetmişti.
Saatler ilerlemiş uyku vakti gelmiş çadırın dışındaki askerlerin sesleri azalmaya başlamıştı. Sultan yatağında uzanıyor ve alışmış bir hareketle göğsünün üzerinde yatan kılıcının kabzasını tutuyor düşüncelerinden sıyrılmaya çalışıyordu.
Melek ise kapalı gözlerinin ardından düşler kuruyor ve üzülmeye hakkı olmadığını düşünüyor duygularına hakim olmaya çabalıyordu. Zira o zaten bu vakte ait değildi. Burada olmasının ise mutlak bir nedeni olduğunu hissediyordu. Hızla oturduğu yerde doğrulup gözlerini açmış ve aynı anda sultanın bakışlarına denk düşmüştü. Sultanın bakışları sorgu ile bakıyor kılıcı tutan eli bir hareket bekliyordu.
Melek sultanı görmezden gelerek bakışlarını masaya çevirip yürümeye başlamıştı. Masaya kısa bir göz gezdirip bulduğu bir kağıt parçasını önüne çekti ve yazmaya başladı. Yazdığı her harfle başı kağıda daha da yaklaşıyor yazılar neredeyse görünmez oluyordu. Sultan bir havadis olduğunu düşünerek şüpheyle ayağa kalkıp masaya yaklaşmıştı ki Melek bir esaretten kurtulmuş gibi kalemi fırlatarak kelimeleri açığa çıkardı.
"Gözleri göğe çevrili bedenler, birbiri ardına dizilmişler. Her biri uzanacak bir yardım eli bekler. Yardım hiç gelmez onlara lakin ödetilecek bedel." Sultan okuduklarını bir anlam vermeye bir bilmeceyi çözmeye çalışıyordu.
Mehmed, asker sayısı ve sahip oldukları teçhizat sayısını düşünerek Mahmud paşaya araştırma yapmasını emretmiş nihayetinde civarın en iyi kadırgacısı ile anlaşmıştı.
Su üzerinde geçen uzun bir yolculuğun ardından atların nalları bir kez daha karaya basıyordu. Askerler ne yöne gideceklerine dair bir talimat bekliyor ve sultanlarını takip ediyordu ki kısa süre sonra her birinin gözleri şaşkınlıkla açıldı. Şaşkınlık kısa süre içinde yerini dehşete karışan bir acımaya bırakmış ve karşılarındaki düşmanın en ufak bir vicdana sahip olmadığına emin olmuşlardı.
Önce Mehmed hemen ardından Mahmud Paşa ve Radu beraberindeki birkaç askerle atlarından inmiş ve bir ceset tarlasını andıran bedenlerin arasında yürümeye başlamıştı. Birçoğunun başı geri düşmüş ve gözleri göğe çevrilmişti.
"Gözleri göğe çevrili bedenler" diye söylendi Mehmed neredeyse fısıldayarak ve güçlükle gözlerini metrelerce süren ölülerden çekip hâlâ atın üzerinde olan müneccime çevirmişti ki Mahmud Paşanın sesi duyuldu.
"Bu bir vahşet" ve sert bakışlarını bir yanıt arayarak Radu'ya çevirdi.
Radu utançla gözlerini kaçırmış aynı anda artık nefes almayan bedenlere denk düşmüştü. Kadın, erkek, yaşlı, genç ve çocuk... Suçlu, suçsuz, günahkar ya da bihaber burada yaşayan herkes aynı acıyı tatmıştı. Derken dikkatini cesetlerin arasında yürüyen sultan çekti.
Sultan bakışlarını kuşkuyla bir noktaya dikmiş kararla o yöne ilerliyor, adımları her an hızlanıyordu. Çok geçmeden adımları durmuş ve bakışları büyük bir hüzne bulanmıştı. Öyle ki peşi sıra gelen Mahmud paşa, Radu ve askerlerin hiçbiri ilgisini çekmiyor bakışları kurumaya yüz tutmuş akan damlalarında geziyordu.
Vlad ve Mehmed çitlerin ardından atları izliyordu. Vlad hayranlıkla atlara bakıyor özgürlüklerini kıskanıyor öyle ki birinin üzerine binip gittiğini hayal ediyordu. Derken hayali hayal olmaktan çıkıp yaşamaya başlamış ellerinden kayıp gideceğini düşündüğü çitleri bir atın eğerini tutar gibi sıkmıştı. Hissettiği acı ile hızla elini çekip gözlerini çitin kestiği eline çevirmiş aynı anda Mehmed'in sesi duyulmuştu.
"Bu bir işaret.
"Ne işareti?"
Mehmed gülümseyerek elini çitin üzerine yerleştirip bastırdı ve acıya elinden geldiğince katlanarak sürükledi. Hemen ardından kanayan eliyle Vlad'ın elini yakaladı ve açıkladı.
"Kanın kanım, kanım kanın. Artık gerçek bir kardeşiz."
Vlad, kararsızlıkla gözlerini Mehmed'in eline çevirdi hemen ardından silik bir tebessümle Mehmed'in elini kavradı.
"Kardeşiz."
"Hamza Bey." Mahmud paşa sultanın görmek istemediği bir gerçeği dile getirmiş ve bunun bir hayal olmadığını ortaya koymuştu. Mehmed, sakin kalmaya çalışarak derin bir nefes aldı ve yoğun kan kokusunun midesinde yarattığı bulantıyla Hamza Bey'in naaşını işaret etti.
"Aşağı indirin onu, sonrada diğerlerini."
Gün geceye dönüyor, ordu ölülerden oluşan bir dağı andıran bedenleri ardında bırakmış ilerlemeyi sürdürüyordu. Sultan gece vakti yola devam edemeyeceklerini düşünerek çevreye bakıyor ve uygun bir yer araştırıyordu. Lakin ağaçların azaldığı bir nokta bulamıyordu. Derken Mahmud Paşa atını yaklaştırdı.
"Targovişte'ye varmak üzereyiz sultanım."
Sultan onaylayan bir baş işaretinin ardından atını sürmeye devam etmiş kısa süre sonra ise atını durdurmuştu.
"Mahmud Paşa."
"Buyurun sultanım."
"Ağaçlar bizi görünmez kılar lakin tek görünmez olan biz olmayacağız."
"Bende dakikalardır aynısını düşünürüm sultanım. Ağaçlar işimizi zora koyacak gibi görünür."
"Çerileri uygun gördüğün yerlere konuşlandır. Savunmasız kalmayalım."
Karanlık çökmüş, ay bir lamba gibi karargahı aydınlatmaya başlamıştı. Radu çadırında oturuyor ve kapalı gözlerinin ardında dua ediyordu. Kısa süre sonra duası sona ermiş ve gelen giden birinin olup olmadığını kontrol etmek için çadırın kapısına dönmüştü. Hâlâ emniyette olduğuna kanaat getirip hızla alnına dokunduğu elini göğsünün ortasına indirdi ve aynı hızla iki omzuna dokundurdu. Hemen ardından nöbet değişimi için dışarı çıkmış ve askerlerin arasında yürümeye başlamıştı.
Askerlerin yorgunluğu gözlerinden okunuyor kimi nöbet değişimi için esneyerek yanından geçip gidiyordu. Herşeyin olağan olduğunu düşünerek gözlerini kamp alanında gezdirip uygun bulduğu bir noktada beklemeye başlamıştı. Sıkıntıyla gökyüzüne çevirdiği gözleri parlak bir yıldıza takılı kalmış ardından sultanın çadırına dönmüştü ki kalbinin sıkıştığını hissederek gözlerini ormana çevirdi. Aynı anda dikkatini ağaçların arasındaki iki küçük kırmızı ışık çekti. İki ışık yavaşça birbirlerine yaklaşıyor ve daha büyük bir ışık yaratıyor hemen ardından bir kez daha ayrılıyor ve farklı yönlere ışık saçıyordu. Gözleri meraka karışan bir ilgiyle ışıklara bakıyor ve anımsıyordu.
Radu'nun altıncı yaş günüydü. Eflak sarayında güzel bir eğlence düzenlenmiş en yakın dostlar davet edilmişti. Zira artık Radu da tıpkı Vlad ve Mircea gibi gerçek bir prens eğitimi alacaktı. Eğlence neredeyse sona ermiş lakin üç kardeş de kendilerine göster sahte kibarlıklardan sıkıldığından izin isteyerek salonu terk etmişti.
"Bahçeye çıkalım" diye haykırdı Radu "ayı izlemek istiyorum. Aynı anda Vlad'ın gözleri parlamaya başlamış ve onay bekleyerek ağabeyine dönmüştü. Mircea kısa bir an itiraz etse de en nihayetinde Radu'nun ısrarları tahammül edilmez boyutlara ulaşmış ve istemeyerek de olsa duvardan aldığı bir meşale ile bahçeye ilerlemeye başlamıştı. Bahçe kapısı görünür olduğu vakit Mircea gözlerini yavaş bir hareketle nöbetçilere çevirip kapıyı açmalarını işaret etti. Kapı açılmış duvarların çevrelediği bahçede yürümeye başlamışlardı.
"Büyüdün" dedi Vlad gözlerini Radu'ya çevirerek "artık ata binip bizimle at yarışı yapabilirsin" saklamaya çalıştığı bir tebessümle ekledi "ve yenilginin tadına bakabilirsin."
"Yenilmeyeceğim."
"Evet" diye onayladı Mircea ve uyaran bir bakışla Vlad'a döndü "henüz ata binemez."
"Binerim."
"Diğer eğitimlerini tamamladıktan sonra" konuyu değişmek isteyerek adımlarını büyük ağaca çevirdi "bu ağacın kaç yaşında olduğunu biliyor musun?"
"Hayır."
"Uzun zamandır olmalı" diye araya girdi Vlad. "Radu doğmadan önce de buradaydı."
"Ve ben doğmadan önce de" diye onayladı Mircea, ağacın altına otururken. Vlad gözlerini ilgiyle ağaca çevirip Mircea'nın yanına otururken Mircea'nın düşünceli bakışları Radu'ya kayıp diğer yanına oturmasını işaret etti. "Bu ağaç biziz."
"Biz mi" diye sordu Vlad anlamaz bir bakışla.
"Evet." Onayla Vlad'a bakmış ve gözlerini Radu'ya çevirmişti. "Bu ağaç kurucumuz I. Basarab'ı dallar çocukları ve torunlarını ifade ediyor" gözlerini ağaca çevirip gülümsedi "bu ağaç hep sağlam kalmalı."
Vlad, saygıyla Radu ise anlam veremeyerek Mircea'ya bakıyor ve içinde bulunduğu durumdan sıyrılmak isteyerek hâlâ Mircea'nın elindeki meşaleyi işaret ediyordu.
"Bana ver."
"Hayır kendini yakarsın."
"Yakmam" meşaleye uzanmış aynı anda Mircea ayağa kalkıp meşaleyi Radu'nun ulaşamayacağı kadar yukarı kaldırmıştı. Tam bu esnada Vlad yerde bulduğu bir dalı meşaleye dokundurarak ucunda küçük bir kıvılcım oluşturdu. Aynı anda Radu'nun gözleri umutla Vlad'ın elindeki dala kaydı.
"Al" dedi Vlad dalı kardeşine uzatırken ve Mircea'ya döndü "sadece küçük bir dal Mir." Vlad'ın gözleri iki ateşin arasında parıldıyor adeta insan suretine bürünmüş genç bir ejderhayı anımsatıyordu. Bu üç kardeşin son kez bir araya gelişiydi.
Radu çevresine kısa bir bakış attı. Askerlerin dikkatini çekmediğine emin olur olmaz adımlarını ışıklara çevirmiş ve ağaçların arasında kaybolmuştu.
Vlad, kalabalık bir asker grubunun arasında kendine bakıyor ve gülümsüyordu. Ondan beklenildiği gibi değil Vlad gibi gülümsüyordu, güven veren koruyan bir ağabey gibi. Radu şaşkınlıkla Vlad'a bakıyordu ki kendini onun kolları arasında bulmuş ve karşı koyamayarak kollarını sıkıca sarmış ancak kendini hızla toparlamıştı.
"Gitmelisin" dedi kendini kurtarırken "her yerde seni arıyor."
"Artık aramasına gerek yok" artık ondan beklenildiği gibi nefretle gülümsüyordu.
"Aklını mı kaçırdın?"
"Hayır kardeşim. Yapmam gerekeni yapıyorum."
"Aptallık ediyorsun" aynı anda askerlerin bazıları homurdanmış hatta birkaçı öfkeyle Radu'ya yürümeye başlamıştı ki Vlad'ın kendilerine dönen bakışı ile durdular. "Aptallık ediyorsun" diye yineledi Radu. "Henüz çok erken."
"Ne?"
"Tahta çıkalı daha birkaç sene oldu. Osmanlı ise neredeyse iki yüzyıldır var. Onlarla aranı iyi tutmalı, vergiyi düşürmelerini sağlamalı ve orduyu büyütüp yeterli güce sahip olduğunda bir ittifak oluşturup saldırmalıydın. Eflak gücünü bir günde kaybetmedi, bir günde de geri kazanmayacak."
"Değiştiğini düşünmüştüm. Müslüman bile olduğunu söylüyorlardı."
"Eflak için."
Aldığı cevapla Vlad'ın gözleri takdirle parlamış ve bir an kardeşinin haklılığını düşünmüştü. Haklıydı lakin artık çok geçti zira Mehmed'i kendini tanır gibi tanıyordu. O da tıpkı kendi gibi pes etmez geri adım atmazdı. Gözlerini kamp alanına çevirip derin bir nefes aldı ve iki güçlü adamın değil sıradan iki çiftçinin oğlu olarak doğduklarını hayal etti. Tarlalarını birlikte kazıyor, birlikte ekiyor ve gün sonunda aynı sofraya oturup huzurla yemek yiyorlardı. "Bir çiftçi olmak" alayla gülümsemiş ve ileri bir adım atmıştı ki Radu'nun sesiyle durdu.
"Dikkatli ol. Geldiğine haberi olabilir. Biri var gelecekten haber ediyor. Kahin gibi bir şey."
"Kim?"
"Biri" diye yineledi ve kimliğini saklamak isteyerek gözlerini yere çevirdi. Vlad'ın bakışları rahatsızlıkla sorguya bürünmüştü. Düşünceli bir şekilde başını sallarken artık kaybedecek bir şeyin olmadığına emindi. "Bekle" dedi Radu ve gözlerini güçlükle ağabeyine çevirdi "onu öldürme." Vlad, sağlam bir neden arayarak gözlerini kardeşinin üzerinde gezdirmeye başlamıştı. Öyle ki Radu daha fazla dayanamadı. "Kötü biri değil. O kahin, iyi biri."
Vlad anlık bir öfkeyle kaşlarını çatmış hemen ardından bakışlarında merhamet uyanmıştı. Kardeşi hâlâ gerçek bir eflaklıydı lakin yumuşak kalbi yanlış kişilere merhamet ediyordu. Askerlerine dönüp başıyla kamp alanını işaret ettikten sonra kılıcını kuvvetle sıkarak koşmaya başladı.
Eflak askerleri nefrete karışan bir şekle Osmanlı askerlerine koşuyor, Osmanlı askerleri şaşkınlığa karışan bir telaşla kılıçlarını çekiyor ve haykırıyor, Radu olan biteni dehşetle izliyordu.
Kamp bir anda savaş alanına dönmüş atılan birkaç ok sultanın çadırını koruyan askerleri bulmuştu. Vlad etrafında olup bitenlere bir an bakmıyor önüne gelen yahut kendine saldıran herkese kılıcını saplayarak ilerliyordu. Bu esnada Mehmed duyduğu bağırış sesleriyle kılıcını kınından çıkarıp bir kalkan gibi havaya kaldırmış, Melek ise korku dolu bakışlarını kendisine çevirmişti.
"Sakin ol" dedi Mehmed gözlerini kapıdan çevirmeden ve ileri bir adım attı. Aynı anda çadırın kapısı hızla açılmış ve Mehmed öfke dolu bakışlarla kılıcını savurmaya başlamıştı.
İki kılıç birbirine vuruyor diğerini alt etmeye çalışıyor lakin başarılı olamıyordu. Zira ikiside sıradaki hamlenin ne olduğunu bakışlarından yahut el, ayak hareketlerinden anlıyor ve ona göre karşılık veriyordu.
"Kardeşim" dedi Vlad küçümseyerek ve çapraz aldığı kılıcın ardından Mehmed'in tahammülsüz bakışlarını görmezden gelerek çadıra gelişi güzel bir bakış attı. Gözleri yalnızca bir an Melek'in üzerinde durmuş ve anlamıştı. Sıradan bir kadın seferde bulunmazdı.
Vlad'ın dudakları alayla kıvrılmış ve Mehmed'in kaşları şüpheyle kıvrılmıştı ki Vlad sıkıca tuttuğu kılıcını büyük bir kuvvetle itmiş ve Mehmed'in birkaç adım gerilemesine neden olmuştu. Hemen ardından kılıcını bir kez daha savurmak için havaya kaldırmış aynı anda Radu'nun haykırışı duyulmuştu.
"Vlad yapma!" Radu, kararlılıkla kavradığı kılıcı ile sultanın çadırına koşuyor ve artık onun gözünde bir hain olacağını düşünüyordu ki Vlad'ın kılıcı Melek'in boğazında bir kesik açtı.
Melek hissettiği karşı konulmaz acıya son verme isteğiyle ellerini boğazına götürüyor lakin akan kanın sıcaklığı ile panik edip derin nefesler almaya başlıyor ve daha fazla kan kaybediyordu.
Mehmed, endişe ile gözlerini Melek'e hemen ardından nefretle Vlad'a çevirmişti. Kılıcını bir kez daha havaya kaldırmış aynı anda kapısı bir kez daha açılmıştı.
Radu, ani bir hamleyle kılıcını ağabeyinin sırtına geçirmiş ve diğer eliyle boğazını yakalayıp olabildiğince kendine yaklaştırdıktan sonra diğerlerinin duyamayacağı bir sesle söylemişti.
"Eflak için."
Melek, artık dirayetini kaybedip yere yığılırken, her an her dakika daha da güçsüzleştiğini hissediyor sesler yankılara karışıyor, görüntüler bulanıyordu. Bayılmadan önce zihnine kazınan son görüntü sultanın kendine dönen gözleri ve Radu'nun kahverengi ayakkabılarıydı. Hissettiği acının gerçekliğiyle irkilmiş ve bir adım gerileyerek gözlerini hızla kırpmaya başlamıştı ki kahverengi kapaklı bir kitap dikkatini çekti. Nerede olduğunu anlamak isteyerek korkuyla etrafına baktı, etrafı kitaplarla çevriliydi. Hâlâ hayatta olmanın verdiği rahatlık gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı.
"Ayakta mı uyudum?" Yaşadıklarının gerçekliğini kontrol etmek isteyerek elini boğazına götürdü. Yara izi oradaydı. Her şey gerçekti. Panikle kendini kapıdan dışarı attı ve bir engele çarparak durdu. Daha önce görmediği iyi giyimli bir erkek dikkatle kendisine bakıyordu.
*Maskara- Eğlendirici, soytarı, rezil.
*Zağanos Paşa hakkında net bilgiler oldukça az olup hayatının son dönemine dair bazı bilgiler şu şekilde; 1467-1469 Trabzon'da sancak beyliği yaptığı ya da 1462 yılında Balıkesir'de vefat ettiği kabul edilir. Bunun dışında yaşı da bir merak konusudur. Öldüğünde kırklı yaşlarda ya da daha genç olabilir.
*3. Vlad, kendi ifadesine göre 23.884 Türk ve Bulgar'ı öldürüp 20.000 Osmanlı Türk ve Bulgar Savaş esirini ise kazığa geçirdi.
*Ortodokslarda istavroz çıkarma ve anlamı şu şekildedir; Önce alına ardından iki göğsün ortasına ve önce sol ardından sağ omza dokunulur. Alından göğsüse doğru hareket etmek Mesih'in enkarnasyonunu ve cennetten inişini hatırlatır. Soldan sağa hareket etmek, lanetten bereket tarafına veya Hades'ten Cennete hareket etmeyi sembolize eder.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.87k Okunma |
752 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |