

Melek dehşete düşerek hızla ayağa kalktı. Öyle ki bu esnada eteğinin ucuna basıp dengesini yitirip güçlükle dolaba tutunarak ayakta kalabilmiş ve gözleri şaşkınlıkla dolapta gezinmeye başlamıştı. Aynalı dolap kapağı yerini örgü desenli ahşap bir kapağa bırakmıştı. Derken bir el kolunu sıkıca kavramış ve panikle o yöne dönmüştü.
"İyi misin" dedi Hatice Hanım ve gözlerini endişe ile kızının üzerinde gezdirmeye başladı. İyi olduğuna emin olduktan sonra hesap soran bir sesle sürdürdü. "Kahvaltı hazır edilecek denilince kaç uyu tabi. Yakalanacağım diye kendini sakatlayacaksın!" Öfkeli bir bakış atıp kapıya ilerlerken ekledi "Bari çayı demle ağabeyinle baban artık uyanır."
Melek, hâlâ üzerinden atamadığı şaşkınlıkla olduğu yerde dikiliyor tüm yaşananların bir rüya olup olmadığını algılamaya çalışıyordu.
"Hayır" inkâr edercesine başını iki yana sallarken gözleri odadaki eşyalara takıldı. Çalışma masası ve sandalyesi gitmiş yerine minderler gelmiş bir kapının hemen yanında üzerine yorganlar serili bir sandık belirmişti. Gördüklerine bit anlam veremeyerek kendini dışarı atmıştı ki gözleri şaşkınlıkla büyüdü. İçi oyularak raf süsü verilen duvarlar çini vazolara ev sahipliği yapıyordu. "Anne" diye seslendi titreyen bir sesle. Yanıt arayarak gözlerini merdivene çevirmiş nitekim bir yanıt bulamamıştı. Derken sahte bir kuş sesiyle irkilerek arkasını döndü. Saat sabah olduğunu haber ediyor ancak bunu Osmanlı sayıları ile yapıyordu. Gözleri büyük bir korkuyla açılmış öyle ki Cihan'ın uyandığını dâhi fark etmemişti.
"Günaydın hemşire."
"Hemşire" diye yineledi gözlerini kahverengi bir şalvar üzerine açık renk bir gömlek giyen Cihan'a çevirirken. Korkuyla kendi giysilerine dönmüş ve annesininkilere benzer giysilerle karşılaşmıştı. Çaresizliğe karışan bir korkuyla gözleri büyümüş ve emin olmak isteyerek gözlerini etrafta gezdirmeye başlamıştı ki dikkatini Cihan'ın aralık bıraktığı kapının ardında kendini gösteren bir nesne çekti. Anlam veremeyerek adımlarını o yöne çevirmiş ve yavaşça kapıyı iterek odaya girmişti.
"Bu" dedi tedirgin bir sesle ve kanıtlama ihtiyacı hissediyor gibi işaret parmağını doğrultarak ekledi "bir bilgisayar." Gördüğünün gerçekliğine emin olma isteğiyle parmaklarını bilgisayarın üzerinde gezdirmeye ve çok geçmeden bakışlarını kararlılıkla kapının dışına çevirip zihninde haykıran sorulara bir yanıt bulmak isteyerek merdivenleri ilerlemeye başlamıştı. Korkuluklara tutunuyor kendine yabancı ve bir o kadar da tanıdık gelen merdivenleri iniyordu ki annesinin sesine döndü.
"Melek" diye seslendi annesi elindeki tepsi ile mutfaktan çıkarken ve mutfak kapısını işaret etti "çayı al da gel."
Annesinin gittiği yöne kısa bir bakış atıp adımlarını mutfağa çevirmişti. Kahverengi mutfak dolapları her ne kadar eski dursa da modern bir hava da yansıtıyor, boyutu eskisinden daha küçük duran buzdolabının yanında ahşap bir kiler dolabı yer alıyordu. Ocağın üzerinde duran kırmızı çaydanlıkları alarak mutfaktan çıktı ve aynı anda merdivenlerden inen babası ile denkleşti. Babası yüzünde tatlı bir tebessümle kızına önderlik ederek odaya girmiş ve tüm aile yemek masasının etrafını sardığı vakit çatallar oynamaya başlamıştı.
"Cihan" dedi Mustafa Bey masanın üzerinde duran gazeteyi okurken ve oğlunun bakışlarının kendine döndüğünü fark eder etmez ilgili bir sesle sürdürdü "ne ettin bir iş bulabildin mi?"
"Çok şükür" çay bardağını masaya bırakırken. "Geçen hafta aşağı mahalleye taşınan Rumları hatırlarsınız, bir boyacı arıyorlardı." Mustafa Bey ikna olmuş bir tavırla başını sallamış ve yemeye başlamıştı ki Hatice Hanım sevimli bir ses tonu takınarak araya girdi.
"Melahat Hatun muhabbet etmeye çağırdı. Müsaaden olursa yarın Melek ile gidelim hem o da gezinsin biraz."
Mustafa Bey onayla gözlerini kapamış ve Hatice Hatun'un suretini bir gülümseme kaplamıştı. Melek ise konuşulanları büyük bir dikkatle dinliyor ancak gerek duymadıkça araya girmiyor ve anlamaya çalışıyordu. Bakışlarını ağabeyinin üzerinde gezdirirken çayını yudumluyordu ki izlendiğini hissederek bakışlarını çevirmiş aynı anda babasının bakışlarıyla karşılaşmıştı.
"Melek" dedi babası sevecen bir tavırla gülümserken "ne diye öyle sessiz durursun? Bir derdin mi var?"
"Hayır" telaşla Cihan'ı taklit ederek ekledi "çok şükür."
"Pekâlâ. Sana bir güzel bir haberim var. Gelirken icazetnameni getireceğim."
"İcazet" diye yineliyordu ki annesi araya girmiş ve sözünü kesmişti.
"Sen daha iyisini bilirsin lakin bu idadi işi oldu olası içime sinmez. Bir sultan, hatunlar okusun der bir diğeri okumasın. İptidai bile bitirmek senelerini aldı yavrucağın. Bu vakitten sonrası" uyaran bir tavırla kaşlarını havaya kaldırdı "kızımıza daha makbule geçecek bir uğraş bulunmalıdır."
"İptidai" diye yineledi Melek kendisinin bile güçlükle duyduğu bir sesle ve emin olmak isteyerek sordu. "Sadece iptidaiyi mi bitirdim" gözlerini açarak ekledi "bu yaşta?"
Hatice Hanım, yadırgayan bakışlarla kızına dönmüş hemen ardından bakışlarını eşine çevirmişti.
"Görürsün kendi bile inanamaz. Vakit kaybıdır bu iş."
"Atam" diye araya girdi Cihan "bağışla lakin kendin muallimlik edersin diye mahalleliye kulak asmadın ancak bilirsin vakit yakındır."
Babası tüm olan bitenleri izliyor, dinliyor ve bir sonuca varmaya çalışıyordu. Hayal kırıklığı ile gözlerini kızına çevirdi ve masayı terk etmeden önce merhametle söyledi.
"Validen haklı, şayet istikbalde vasin müsaade ederse mektep işini sürdürürsün."
Melek bir yanıt arayarak annesine dönüyordu ki annesi görmezden gelerek eşini yolcu etmek üzere ayaklanmıştı. Yaşadıklarına bir yanıt yahut ipucu bulmak isteyen ilgili bakışlarını ağabeyine çevirdi. Aynı anda ağabeyi babasının masaya bıraktığı gazeteyi yakalamış ve okumaya başlamıştı.
"Cihan" dedi Melek'in güçsüz bir sesle ve başka birinin olmadığına emin olduktan sonra sürdürdü "biraz konuşalım." Cihan sorguyla bakan gözlerini kardeşine çevirirken gazeteyi yerine bırakıp dinlemeye başlamıştı. "Sorum anlamsız gelebilir ama Fatih'i hatırlıyorum musun?" Kendine çatılan kaşları umursamadan başını masanın üzerinden uzatarak açıkladı. "Fatih Sultan Mehmet!"
"Tabi ki" anlam veremeyerek sırtını sandalyesine dayamış kardeşinin merakla büyüyen gözlerine bakıyordu. "Onu unutmak mümkün müdür?"
"Anlatır mısın" ağabeyinin yargılayan bakışlarına daha fazla dayanamayarak sert bir sesle ekledi. "Unuttum. Beynim çok küçük hatırlayamıyorum. Hatırlat bana."
"Artık kabul ediyorsun ha hemşirem" alayla gülmüş ancak kardeşinin öfkeli bakışları şaka vakti olmadığını haykırarak onu konuşmaya teşvik ediyordu. "Pekâlâ" dedi büyük bir ciddiyete bürünerek sürdürdü. "Devletimizin yedinci padişahı ve..."
"İlerle biraz."
"Daha yirmi birinde Konstantiniyye..."
"Geç oraları" elini havada salladı ve işaret parmağını dikkatle kaldırarak sürdürdü. "Şehzadeler sancağa gitti ve Nikolas, hayır hayır Bellini. Adını hatırlamıyorum ama soyadı Bellini olan biri Fatih'in resmini çizdi."
"Venedikli."
"Evet" dedi zaferle gülerek "sonra ne oldu?"
"İyi misin sen?"
"İyiyim! Harikayım! Hayatımda hiç bu kadar iyi olmadım" gözlerini sabırsızlıkla açıp yineledi. "Sonra ne oldu?"
"Resmi çizildi. Ardından Fatih sefere çıktı ve hastalandı ama sanırım Fatma Hatun bir çare bulmuş."
"Nasıl?"
"Nereden bileyim? Galiba o da aynı hastalığı geçirmiş" yüzünü buruşturarak sürdürdü "tıp ile ilgilenmeye başladığını okumuştum. Fatih, iyileştikten birkaç ay sonra yeniden sefere çıkmış. Venedik, Floransa her neyse üç yıl içinde Roma'nın tamamını ele geçirmeyi başarmış."
"Roma bizim mi?"
"Bizim olacak" öfkeyle yumruklarını sıkarken derin bir nefes aldı. "Sultan Macit geri alacaktır."
"Macit mi? Bekle tahta kim çıktı, Fatih'ten sonra."
"Fatih Sultan Mehmet" dedi ağır ağır ve kardeşine değerlendiren bir bakış atarken kollarını güvenle birbirine doladı. Hemen ardından gözlerini çaydanlığa çevirip işaret etti. Melek sabırsız bakışlarla ağabeyine bakıyordu. Nitekim Cihan'ın sessizliğiyle teslimiyete sürüklenerek ağabeyinin önündeki boş bardağı aldı. Doldurduğu bardağı yeniden ağabeyinin önüne bırakmış bu esnada Cihan memnun bir sırıtışla sürdürmüştü.
"Fatih babasının yolundan gitti ve tahtı küçük şehzadeye bıraktı" omuzlarını kısarak sürdürdü "şehzade Bayezid'e pek güvenmediğine dair rivayetler var ama bence saçmalık."
"Cem" gözleri endişe ile büyürken telaşla ilk yakaladığı sandalyeyi çekerek oturdu. Gözlerini bilgiye aç bir çocuk gibi ağabeyine çevirerek devam etmesini işaret ediyordu.
"Fatih öldüğünde tahtta sultan Cem vardı. Ondan sonra da oğlu sultan Oğuz Han" masada duran gazeteyi alıp ayağa kalkarken yargı dolu bir bakış attı. "Bir de mektebe giderdin."
"Bekle."
"Ne var" bıkkınlıkla gözlerini devirdi "unuttuğun başka bir sultan mı var?"
"Hayır" endişesini belli etmek istemeyerek başını iki yana sallarken "senin unuttuğun biri var mı?"
"Hayır" diye yanıtladı anlamaz bir bakışla. "Her neyse ben odamda matbuat okuyacağım" ve uyaran bir bakışla ekledi "sessiz ol."
Melek, hissettiği kaygıyla sandalyesine dayanmış ve tereddütlü bakışlarını masanın üzerinde gezdirmeye başlamıştı ki Hatice Hanım hızlı adımlarla odaya girdi.
"Cihan nerede?"
"Matbuat okuyacakmış."
"İyi" dedi yerine oturup çatalını peynire batırmadan önce derin bir nefes aldı ve hayıflanarak sürdürdü. "Pek mutsuz bu günlerde. Çıkmaz ki gönlüne göre bir iş. Bir gün orada bir gün burada."
"Aradığını bulacaktır."
"Muhakkak bulur. Tuttuğunu koparır benin aslanım" telkin olmuş bir tavırla çay bardağına uzanıp yemeği sürdürdü.
Melek ise uyum sağlamaya çalışarak ağzına birkaç lokma daha atmış ancak kısa süre sonra çatalını bırakmış ve annesinin yönlendirmesiyle boşalan tabakları üst üste istiflemeye başlamıştı. Masa toparlanıp bulaşıklar yıkandığı vakit yalnız kalma isteğiyle merdivenlere yönelmişti. Güçsüz ve yavaş adımlarla odasına çekilerek minderden bozma bir sandalyeye oturdu ve başını ellerinin arasına alarak nerede hata yaptığını düşünmeye başladı. Odasında geziniyor ve hayatına dair ipuçları arıyordu. Kısa süre sonra dikiş nakış, ebru malzemeleri bulmuş nitekim yeterli bulmamıştı. Nerede bir hata yaptığını düşünüyor ve aramayı sürdürüyordu ki yorganların arasına sıkışmış bir kâğıt dikkatini çekti. Yorganları kaldırdığı vakit sarı sayfalı bir gazete kendini göstermişti. Gazeteyi dikkatle alıp yatağına sermiş ve gözleri büyük harflerle yazan kelimelere çevrilmişti.
"Havadis-i hakikat" gazetenin adının bu olduğuna kanaat ederek okumayı sürdürdü. "Devlet-i Al-i Osman'ın elli yedinci padişahı, Sultan Macid'in ilk saltanat günü devletimize hayır getire!" gözlerini alt satıra çevirdi. "Padişahım çok yaşa, Yarabbi benim vaktimden alıp seni yaşata!" Sayfayı çevirmiş ve gördüğü ilk başlığı okumaya başlamıştı. "Devlet-i Al-i Osman'ın elli yedinci padişahı, Sultan Macid'in Fermanı şudur ki Hatun kişiler; Zevc eylemeye yahut zevcine vasisinin onayı olmadan karar veremez. Kendilerine ait bir telefon hattına yahut vasıta ehliyetine sahip olamaz. Müslüman hatunlar halk içinde baş örtüsü yahut kalpağı olmadan bulunamaz. Vasileri izin vermedikçe iptidai yahut idadiye gidemez. İdadilerden mezun olan hatunlar, hatunlara özel iptidailerde muallime olabilecekken daha başarılı olanlar darülacezelerde hatun tabibi olabilecektir. Bununla birlikte bundan böyle kazançlarının yalnızca yarısı vasilerine teslim edilip kalan yarısı bizzat kendilerine verilecektir. İzdivaç etmek için hatunların 16, erkeklerin 18 yaşını bitirmiş olmaları gerekir. Bundan böyle tüm davalarda kadın ve erkek şahitliği birbirine denktir." Gözlerini gazeteden çekip kaçma isteğiyle kapıya dönmüştü ki aklına düşen bir fikirle ayaklanarak kendini Cihan'ın odasına attı. Öyle ki kapıyı çalma zahmetine bile girmemiş bu durum Cihan'ı hayli öfkelendirmişti.
"Ne yapıyorsun sen hemşire! Kapıya vursana..."
"Bilgisayar lazım" dedi duygusuz bir sesle ve açma tuşuna bastı.
"O da ne?" Melek başıyla bilgisayarı işaret etmiş aynı anda yüzünde küçümseyen bir ifadeyle düzeltmişti "Sehba-i kaşif."
"Ne?"
"Onun adı, sehba-i kaşif. Her neyse, kusura kalma hemşire lakin müsaade etmedim" parmağını kapatma tuşuna uzatmıştı ki Melek ağabeyinin bileğini yakaladı.
"Eğer o tuşa basarsan Cihan" gözlerini dikkatle dikerek ekledi "parmağını kırarım."
Cihan kısa bir an kardeşine bakmış hemen ardından bu kadar mühim olan hadise hakkında bir fikir edinmek için ekrana dönmüştü. "Fatih Sultan Mehmet" diye okudu ve anlam veremeyerek kardeşine döndü. Nitekim Melek onu dinlemiyor sadece ekranda gördüklerini okuyordu.
"İkinci Mehmed yahut bilinen namıyla Fatih Sultan Mehmed, 30 Mart 1432 yılında doğmuş ve Ocak 1484'te hakka yürümüştür. Sadece üç yıl mı" diye söylendi şaşkınlıkla ve okumayı sürdürdü. En nihayetinde saltanatın Sultan Cem'e geçtiği yazıyorsa da net bir bilgi göremiyordu ki dikkatini bir başlık çekti ve okumaya başladı. "Rivayetler Fatih'in bir nedenden ötürü büyük oğluna hiçbir vakit tam anlamıyla güvenemediği ve her daim gözetim altında tuttuğu küçük şehzadenin eğitimi ile ise bizzat ilgilendiği yönündedir. Bununla birlikte saray içinde yahut dışında fikir danıştığı bir hatundan bahsedilse de bir kanıt bulunmadığından mütevellit bunun tamamıyla bir söylenti olduğu kabul edilir. Fatih, roma fethinin hemen ardından babası 2. Murad gibi tüm itirazlara rağmen tahtı küçük şehzadeye emanet etmiş nitekim şehzadenin yeteneklerini tam manasıyla görmek nasip olmadan hakka yürümüştür. Fatih'in ölümü ile bir başka rivayete göre ise sultanın son sözlerinin şu şekilde olduğu söylenir; Hain değildi, doğru söylüyordu. Lakin bahsi geçen kişinin kimliği belirsiz olduğundan mütevellit bu hadise de bir rivayet olarak kabul görmektedir." İnkar ederek başını iki yana salladı "rivayet değil."
"Neden söz ediyorsun?" Melek ağabeyini duymazdan gelerek bilgisayarda yeni bir sayfa açarken sürdürdü. "Bunu kullanmayı da nereden öğrendin" ve gözlerini yeniden ekrana çevirerek okudu "Mustafa Kemal Atatürk. O da kim?" Aynı anda Melek'in bakışları büyük bir önemle kendine çevrilmişti.
"Hatırlamıyor musun?"
"Kimi?"
"Atatürk'ü" diye yineledi ve emin olmak isteyerek sürdürdü "Kemal Paşa, Gazi, Başöğretmen. Bunlardan herhangi birini hatırlıyor musun?"
"Onlar da kim? Bu kadar çok erkek ismini nereden biliyorsun" düşünceli bir ifadeye bürünüyordu ki gözleri merdivenlerden çıkan annesine denkleşti "Anne Mustafa diye birini tanıyor musun?"
"Ben ne bileyim oğlum" emin olamayarak sordu "Melahat teyzenin kocası değil midir o?"
"Değil!" diye araya girdi Melek "Mustafa Kemal Atatürk, ilk cumhurbaşkanı."
"Ne başkanı."
"Cumhurbaşkanı" diye yanıtladı Cihan'ı "ülkeyi kurdu."
"Osmangazi o dediğin."
"Değil! Mustafa..."
"Virane misin sen? Mustafa diye padişah yok!"
"O bir padişah değil. Zaten padişah saltanatına da karşı." Aynı anda annesinin zihninde bir ışık yanmış dakikalardır anlam veremediği tartışmaya bir son vermeyi isteyerek oğluna dönmüştü.
"Mustafa isyanını mı der yoksa?" Ürkek bakışlarını kaçırırken umursamaz bir el işaretiyle kızına döndü "uğraşmayın böyle lüzumsuz işlerle."
"Mustafa isyanı" diye yineledi Cihan'a düşünceli bir bakış atarak ve daha fazlasını öğrenme isteğiyle annesinin peşine takıldı. "Düzmece Mustafa, yani kanuni var" düşünceli bir sesle sürdürdü "sultan Süleyman var ama nasıl? Bayezid yoksa, Yavuz yok, Yavuz yoksa Kanuni de yok ve o da yoksa Mustafa" aynı anda yaşadığı bir farkındalıkla gözleri yaşlanmaya başlamış ve sesi susmuştu. Ayakları merdivenlere sabitlenmiş kalbi bir maratondaymış gibi koşmaya başlamıştı.
"Birer çay dök de içelim" dedi Hatice Hanım, oturma odasına ilerlerken ve gözlerini hâlâ merdivenlerde dikilen kızına çevirdi. Melek neredeyse ruhsuz bir halde gözlerini kendine çevirirken yineledi. "Birer çay getir nakş eylerken içelim."
Melek kararsızlıkla annesine dönmüş nitekim bir çare bulduramayarak adımlarını mutfağa çevirmişti. Mekanik bir hareketle doldurduğu bardakları yerleştirdiği tepsiyi alıp odaya girdi.
"Anne" dedi donuk bir sesle ve bardağı uzatırken düzeltti "validem, Mustafa isyanı da nedir?"
Hatice hanım bardağa beğenmez bir bakış atıp eline almış ve isteksiz bir tavırla anlatmaya başlamıştı.
"Vaktiyle gençten bir delikanlı kendi gibi isyankar gençleri toplayıp sultan Tahir'e isyan açmış. Osmanlının kutsal kanı değil devleti biz ahali yönetecekmişiz. Şaşılacak şey! Velhasıl kelam şükürler olsun ki halk müsaama etmemiş" içeceğinden bir yudum alıp sürdürdü "Kızlar bile artık idadiye gider oldu. Boş iş lakin Sultan Macit babasının aksine pek meraklı böyle işlere. Her neyse halifenin dediğini sorgu etmek iyi değil vardır bir bildiği."
Melek, ruhunun her an daha büyük bir karanlığa büründüğünü hissederek içeceğini sehpaya bırakıp gözlerini halıdaki desenlere çevirdi. Aralıklı işlenmiş spiraller bir rüzgar gülünü andırıyor ve zihnini geçmişe sürüklüyordu.
Henüz okula başlayacak yaşa gelmediğinden okuyamıyor babasının okuduğu masallarla yetiniyordu. Yemek sona erdiği vakit annesi ortalığı toparlamaya başlamış babası ise soluğu Cihan ve Melek'in odasında almıştı. Mustafa bey eline aldığı bir masal kitabını bir süre karıştırırken sayfalara değerlendirici bir bakış atıp kendine merakla bakan çocuklara dönerek gülümsedi.
"Daha güzel bir masal biliyorum" kitabın kapağını kapatıp komodinin üzerine bıraktı ve sırtını duvara dayayarak oturdu. "Bir varmış bir yokmuş. Küçük bir erkek çocuğu varmış. Sarı saçları masmavi gözleri varmış. O, küçük kız kardeşi ve anneleri yaşar giderlermiş.""
Babaları yok mu?" diye sordu Cihan.
"Yok" ve Melek araya girdi.
"Nerede?"
"Ölmüş" diye yanıtladı. "Çok çalışkanmış."
"Adı ne?"
"Mustafa" diye açıkladı Melek'e hemen ardından Cihan'ın sesine döndü.
"Sen misin bu?"
"Mavi mi oğlum benim gözüm" gözlerini kocaman açıp gülerek işaret ettikten sonra sürdürdü "asker olmaya karar vermiş..."
"Olabilmiş mi?"
"Sus da anlatsın" diye bağırdı Cihan ve merakla babasına döndü. Aynı anda babasının ayıplayan bakışları ile karşılaşmıştı. Mustafa bey anlık bir kararla elindeki kitabın kapağını kapatarak oğluna döndü.
"Kardeşine bağırma Cihan siz küçük hanım" işaret parmağını kızına doğrultarak ekledi "sabırlı olun" ve aynı ses yankılandı. Sabırlı olun.
Aynı anda annesinin sesi yankılanmış ve bakışları ona çevrilmişti.
"Ağabeyine de çay götür. O da içsin."
"Tamam götürürüm."
"Üşenme de götür, içsin." Melek derin bir nefes alıp odadan çıkarken ekledi "yanına atıştırmalık da koy."
Melek kendine söylenileni yaparak hazırladıklarını tepsiye yerleştirmiş gözleri çayın üzerinde oluşan köpüklere çevrilmiş aynı anda zihninde başka bir anı canlanmıştı.
Pencere önünde oturmuş bir şeyler karalıyor, kahvesini yudumluyordu. Duyduğu ayak sesleri ile başını yavaşça çevirdi.
"Selam" dedi Cihan gülümseyerek ve yatağa otururken ekledi "Bana neden kahve yapmadın?"
"Sadece bir bardak için vardı ve" gülümsedi "sen daha çok çay insanısın."
"Sadece bitki çayı."
"Her neyse" kalemi bıraktı ve kahvesinden bir yudum alıp kupayı uzattı. Cihan, gülümseyerek kupaya uzanmış ve bir dikişte büyük bir yudum alıp geri vermişti. "Bir haber var mı?"
"Hayır. Senden bir haber var mı?"
"Arayacaklarmış."
"Ne yani" gülümsedi "artık ressamlara da mı böyle diyorlar. En azından daha sanatsal bir şekilde def etselerdi."
"Haklısın" derin bir nefes alıp kupayı eline aldı "başvurmadığım yer kalmadı. Artık sanata değer veren yok" kahveden bir yudum alıp kardeşine uzattı "Belki de vazgeçmeliyim. Böyle giderse beş parasız kalacağım."
"Bence"
"Sakın" acıyla gülümseyerek durmasını işaret ederek elini uzattı "teselli istemiyorum. Çünkü artık anlıyorum."
Yüzünde beliren bir gülümsemeyle kendine gelmiş ve tepsiyi alarak ağabeyinin odasına ilerlemeye başlamıştı. Cihan'ın takdir eden bakışları eşliğinde tepsiyi bilgisayar masasına bırakıp gözlerini özlemle ağabeyine çevirdi. Artık hiçbir şeyin aynı olmadığını düşünerek bakışlarını çekerken odasına çekilmiş ve kendini yatağa bırakmıştı. Senelerce sarayda pek çok kurallar içerisinde yaşamış lakin hiç önem vermemişti. Şimdi ise o yıllarda pek doğal görünenler büyük bir mahkumiyet hissi veriyor, kendini büyük bir çıkmazda görüyordu. Bir kaçış arayarak gözlerini kapadı ve hayıflanarak söylendi.
"Geçmişe gittim ve devleti yıkıp geldim."
*
*Hemşire - kız kardeş.
*İptidai - İlkokul
*İdadi - Lise
*İcazetname - Diploma, sertifika.
*Muallim, muallime- Öğretmen
*Vasi - Engelli veya on sekiz yaş altında kimsesiz olanların haklarını savunmak için mahkemenin tayin ettiği kişidir. Osmanlı döneminde kadınların bekarlık döneminde bu kişiler genellikle baba, ağabey, amca gibi kan bağı olan erkek bireyler evlendiklerinde ise eşleri olmaktaydı.
*Matbuat- basılı yayın (gazete,dergi.)
*Devlet kuralları oluşturulurken Osmanlı devletinde kullanılan şeriat sistemi ile yönetilen bazı ülkelerin yanında Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarından ilham alındı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.87k Okunma |
752 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |