@suu_bay
|
Melek, bir an evvel şehri terk etmesi gerektiğini şayet burada kalırsa kesinlikle öleceğini düşünerek Nicholas'ın odasına döndü. Kısa süre sonra duvardan aldığı destekle dış kapıyı bulmuş ve kendini sokağa atmıştı. Gecenin korkutucu sessizliğine kulak kesilerek komşu evlerin ahırlarını dinlemeye başladı. Duyduğu kişneme sesi ile kalbi heyecanla atmaya başlamıştı. Çevreyi kontrol edip bir kez daha sokağın ıssızlığı ile karşılaştığı vakit kapıyı açmaya çalışmış ancak başarılı olamamıştı. Umutsuzlukla gözlerini yere indirdi ve bir çare düşünmeye koyuldu. Derken yanı başından geçen küçük bir karaltı ile gözleri korkuyla büyümüş ve korkuyla geri sıçramıştı. Nitekim bunun bir kedi olduğunu anlar anlamaz rahatlamış ve dikkatini az evvel kedinin çıktığı yere çevirmişti. Bu çürümeye başlayan yarısı kırılmış bir tahtaydı. Yere oturdu ve tahta parçalarını elinden geldiğince koparmaya başladı. Uzun bir süre sonra kendine yeterince yer açmış ancak parmakları çizik içinde kalmıştı. Kafasını içeri sokup sürünmeye başlamıştı. Kısa süre sonra vücudunun büyük bir kısmı içeri girmiş ve dizginleri bağlanmış iki at ile karşılaşmıştı. Amacına ulaşmanın verdiği mutlulukla gülümsedi ve sürünmek için bir kez daha hamle etti. Nitekim kalçasına batan küçük bir tahta parçası ilerlemesine engel oluyor işini zorlaştırıyordu. Aynı anda yalanmaya başlayan atın dişleri öyle yakındı ki korkuyla gözlerini açmış ve kalçasını dürten tahtalara aldırmadan kendini içeri atmıştı. Bir eli acıyan kalçasında ses çıkarmamaya dikkat ederek ayağa kalktı. Gözlerinin karanlığa alışması için beklemeye başladı. Gözleri karanlığa alıştığı vakit arabaya yaklaştı. Bir ayağını dingile atmış ve kendini tek hamlede yukarı çekip atmıştı. Hemen ardından birkaç top kumaşın altına saklanıp beklemeye başladı. * Ay yerini güneşe bırakmaya niyetlendiği sıralarda Agathangelos'un ayak sesleri duyulmuş hemen ardından Nicholas açılan kapıdan içeri girmişti. Nicholas ve Agathangelos bir yandan son kontrolleri yapıyor diğer yandan kendilerince bir şeyler konuşuyorlardı. Agathangelos arabanın kenarına geçti ve kolunun arasına sıkıştırdığı eski bir çarşafı açmaya başladı. "Uzun yol" diye açıkladı, çarşafın bir ucunu Nicholas'a uzatırken. "Bu işi dün gece yapmak gerekmez miydi?" "Öyle" alışmışlığın verdiği bir hızla kumaşı kenar dingillere bağlamaya başladı "ama evde yeterince büyük bir kumaş yoktu. Bu yırtık çarşaf parçasını vermeye de anca ikna oldu. En kaliteli kumaşları alta sakladım ama üsttekiler de fena değildir" işini bitirdi ve hâlâ ilk düğümü atmaya çalışan Nicholas'a alayla bakarak eve yürürken ekledi "Pekâlâ sana yiyecek bir şeyler getireceğim." "Aslında..." reddetmenin ahmaklık olacağını düşünerek sesini kesmiş ve son düğümü atacağı kumaş parçasına uzanmıştı. Dikkatini toprak rengi bir kumaş topunun üzerinde ince bir saç tutatımı dikkatini çekti. Merakla birkaç topu kaldırmış ve aynı anda Melek başını uzatmıştı. Bu esnada Agathangelos'un ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. "Gir içeri" dedi Nicholas panikle kızın kafasını geri itip üzerini bir kez daha kumaş topları ile doldururken. "Sanırım" telaşla düğüm atmaya çalışırken "düğüm atmayı öğrenmem gerekiyor" kendine uzatılan yiyecekleri alırken sahte bir gülüşle ekledi "bir ara bana öğretmelisin." * Nicholas dakikalardır atların dizginleri ellerinde gözleri yollarda aklı ise kumaşların altındaki kızda ilerliyordu. Nitekim sokakta beliren insanlar yüzünden konuşamıyordu. En nihayetinde atın dizginlerini orman yoluna çevirirken sordu. "Orada ne işin var?" "Terkos'a gitmek istiyorum." "Terkos'a mı" bir an şaşkınlıkla arkasına bakmıştı. "Neden" yanıt alamamış ve yılgınlıkla gözlerini devirip atı durdurmuştu. Derin bir nefes alıp aşağıya atladı ve kumaşların üzerindeki çarşafın düğümünü söktü. "Orada" dedi birkaç top kumaşı yerinden ederken "boğulacağın aklına gelmedi mi? Önümüzde neredeyse bir günlük yol var" orman yoluna kısa bir bakış attı "Bu şartlar altında kesinlikle bir gün" ve inmesi için elini uzattı. Melek, Nicholas'ın da yardımıyla arabanın önüne geçmişti. Artık çok daha rahat nefes alıyor nitekim maruz kalacağı soruları da tahmin ediyordu. "Hatırlamaya başladım" dedi ilk aklına gelen yalan buydu "ben Terkos'ta yaşıyordum." "Öyle mi?" inanmaz bir bakış attı "peki ne oldu?" "Evim köprünün yakınlarında" dedi ve daha inandırıcı olmaya çalışarak ekledi "annem beni gördüğünde çok kızacak." "Biliyor musun Angela hiç güven vermiyorsun" alayla gülümseyip atları durdurdu "konuşana kadar gitmiyoruz." "Pekâlâ ben 2023 yılından geliyorum yani 1444 ya da 45 olması gerekiyor. Otobüs diye bir şey var ve sanırım buraya onunla geldim. Otobüsler bir ulaşım aracı ve at arabalarından çok daha hızlı onunla Terkos'a ortalama iki saatte, otomobil ile bir saatte ve" başını gökyüzüne çevirdi "uçak ile birkaç dakikada gidebilirsin. Evim gerçekten Terkos'ta ama bu Terkos'ta değil." "Pekâlâ söylemek istemiyorsan söylemek zorunda değilsin" başını yola çevirdi ve atları hareket etmelerini emretmeden önce bıkkınlıkla ekledi "deli deli konuşma yeter." * Akşam vakti hava inceden soğumaya başlamış Terkos uzaklardan belirir olmuştu. Nicholas pelerini sırtına geçirmeye niyet etmiş ancak bundan caymıştı. Onun kim olduğunu nereden geldiğini merak etmekle birlikte birazcık çekiniyor ancak belli etmek istemiyordu. Göz göze gelmekten kaçınarak pelerinini önemsiz bir kumaş gibi elinde kırıştırıp Melek'in kucağına attı. Melek ise doğruları söylemenin verdiği rahatlıkla pelerini sırtına geçirmiş ve üşümek Nicholas'ı sinirlendirmişti. Dakikalar sonra yola pür dikkat diktiği gözlerini çevirip heybesini işaret etti "Acıktığında" dedi çenesi seğiriyordu "orada yiyecek bir şeyler var." Melek, sanki bu cümlenin söylenmesini bekliyormuş gibi hızlı bir hamle ile atılıp büyük bir ümitle heybenin ağzını açmıştı. Ne var ki ekmek ve birkaç patatesten başka birşey yoktu. Gün boyu birşey yemediklerini düşünerek ekmeğin daha doyurucu olduğuna kanaat getirmişti. Ekmeğin yarısını Nicholas'a uzattıktan sonra heybeyi yerine bıraktı ve küçük ısırıklarla yemeye başladı. "Teşekkür ederim" dedi Nicholas'a dönerek ve çaresiz bir ses tonuyla sordu "Hiç tuz kullanmaz mısınız?" "Constantinople'de tuzu kim kaybetti?"alayla gözlerini devirmiş aynı anda aklına düşen bir fikirle düşünmeye başlamıştı. Bunu ikinci kez soruyordu. Tuz kullanılan bir yerden belki de gerçekten gelecekten geliyor olmalıydı. Hayır, dedi başını sallayarak ve alayla gülümseyerek yoluna devam etti. * Günışıkları yaprakların arasından atılan birer ok gibi toprağa inmeye başlamıştı ki Nicholas'ın sesi duyuldu. "İşte Terkos" dedi Nicholas Melek'in yüzündeki pelerini açıp onu güneşe teslim ederken. "Terkos" diye yineledi uykunun getirdiği vahametle. Henüz gözünü açamamıştı ki gözünün önünde sallanan bir bıçakla göz göze gelmiş ve korku içinde uyanmıştı. "Nereden geliyorsun nereye gidiyorsun bilmiyorum" dedi Nicholas "ama bir kadınsın ve tek başınasın" ve bıçağı uzatırken tarif etmeye başladı "dümdüz aşağıya ilerle bugün pazar meydanı var. Ormandan çıktığını görmesinler." "Teşekkür ederim" bıçağı alıp aşağıya atlamıştı ki son kez Nicholas'a döndü "Başkasının arabasında bir kızı taşıdığın için başın belaya girmesin diye mi yoksa başım belaya girmesin diye mi yardım ediyorsun bilmiyorum ama sana bir iyilik yapmak istiyorum" gülümsedi "uzaklara taşın." * Ormandan çıkıp pazara inmiş ve doğruca kendi evine yol almıştı. Nitekim hiçbir şey olması gereken yerde değildi. Birçok sokağın yerinde boş araziler, su kuyuları, evler caddelerin olması gereken yerlerde evler ve küçük tarlalar vardı. Ailesine asla kavuşamayacağını düşünerek sessizce yürüyordu. Saklanmak isteyerek kendini pazarın kalabalığından dışarı attı ve sakin bir sokağa girip düşünmeye başladı. Kendi zamanına dair hatırladığı son şey otobüse bindiğiydi. Nicholas aynı otobüste oldukları halde hiçbir şey hatırlamıyordu şayet yalnızca o hatırlıyorsa bunun bir nedeni olmalıydı. "Sıradan bir tarihe gelmedim" diye söylendi kendi kendine "Fethi bile engelleyebilirim" ve sinsice gülümsedi "ama ben Fatih'in fedaisiyim." Derken dikkatini açık bir bahçe kapısı çekti ve yaklaşmaya başladı. Yıkanıp bahçede kurumaya bırakılmış giysiler yüzünü gülümsetmişti. İçeriyi daha çok görebilmek için kapıyı yavaşça itip başını uzattı. Tahtalardan yapılma bir evdi. Üstelik büyük de bir bahçesi vardı. Sahiplerinin buralarda bir yerlerde olduğunu düşünerek gözlerini hemen giysilerin üzerinde gezdirmeye başladı. Uygun gördüğü birkaç parça erkek giysisini çekip almıştı ki aynı anda gözleri korkuyla açıldı. Bahçenin diğer tarafından büyük bir köpek gözlerini dikmiş onu izliyordu. Parmakları panikle giysileri kenetlemeye gözleri büyümeye başlamıştı ki köpek koşmaya başladı. Neyse ki boynundaki zincir daha ileri gitmesine müsaade etmemişti. Derin bir nefes aldı ve gözlerini bahçeye bakan balkon ve pencerelere çevirdi. Kimsenin görmemesini dileyerek giyinmeye başladı. Üzerinden çıkardığı elbiseyi yırtıp saçlarını toplamış ve başına sararak sahte bir sarık görünümü vermeyi başarmıştı. Artık genç bir Osmanlı erkeği gibi görünüyordu. Gözlerini büyük bir keşif yapmaya hazırlanır gibi sokaklara çevirdi "Acaba Adrinople kaç gün sürer?" * Hatırladığı güzergâhları gözden geçirip kendine bir yol tutturmuş ilerliyordu. Karnı acıktığında çaktırmadan bir tarlaya dalıyor ve birkaç meyve koparıp karnını doyuruyor gece olunca bir köşeye sinip uyuyordu. Ertesi gün aç bir karınla uyanmış ve ilerlemeye devam etmeye çalışıyordu. Çöp kenarına atılan çürümüş yiyecekler dikkatini çekmiş ve kısa bir kararsızlığın ardından adımlarını o yöne çevirmişti. İşe yarar birşeyler bulmak ümidiyle eğilip araştırmaya başladı nitekim yalnızca birkaç dal maydanoz ve yarısı yenmiş bir meyve vardı. Biraz dinlenmek için olduğu yere oturup maydanozları kemirmeye başlamıştı ki önüne atılan bir bozuklukla şaşkınlığa uğradı. Parayı atanı görmek maksadıyla başını çevirmiş ancak yüzünü görememişti. Gülümseyerek yerdeki parayı aldı ve elmasını yerken incelemeye başladı. Bir kıyafet balosundan çıkmış gibi olduğunu düşünüp gülümseyerek yürüyordu. Derken birbiri ardı koşan çocuklar dikkatini çekmiş ve izlemeye başlamıştı. Çocuklar, sokağın köşesindeki macuncunun etrafını sarmış sıralarını bekliyorlardı. İçlerinden biri hedefine ulaşıp macununu yiyerek geri dönüyordu ki adımlarını çocuğa yöneltti. "Merhaba" utangaç çocuk yanıt olarak yalnızca gülümsedi "Ben herhalde kayıp oldum. Yardım eder misin?" Küçük çocuğun onaylayan baş işaretiyle sürdürdü "Burası neresi?" "Adrinople." "Adrinople" diye yineledi memnun bir gülümsemeyle ve ekledi "Buralarda kalem kağıt bulabileceğim bir yer var mı? Hame" diye düzeltti. Küçük çocuk bir kez daha onayla başını sallamış ve kendini takip etmesini söyleyerek ilerlemeye başlamıştı. Köşeyi dönüp birkaç dükkan ilerlemiş ve parmağı ile bir hattat dükkanını işaret ettikten sonra koşarak arkadaşlarının yanına döndü. Melek kendine sorguyla bakan hattatı görmezden gelerek gözlerini elindeki paraya çevirmişti. Ne kadara denk düştüğünü bilmemekle birlikte en azından bir kalem ve kağıda yeteceğini düşlüyordu. Çekingen bir adımla içeri girdi ve gözlerini hattata çevirdi. "Bir kağıd lazım" dedi parayı tezgaha bırakırken "ve bir hame". Hattat tezgahta duran paraya şöyle bir bakmış ve işine dönmüştü." O para için" dedi hattat kısa bir süre arar vererek. Yırtılmış bir kağıt çıkarıp tezgaha koydu ve bitmek üzere olan mürekkebi işaret etti "sadece bu ikisi". Gözleri mutlulukla parlayarak kendine uzatılan kağıt ile mürekkebi alarak dükkandan çıktı. Boş bulduğu bir köşeye geçip bir kaç satır yazdıktan sonra bir süre kurumasını bekledi. Kuruyan kağıdı sarığının altına saklayıp yeniden uzun bir yürüyüşe çıktı. Yorgunluktan ayaklarına kara sular inmişti. Bitkin bir halde ilerliyor ancak saraya girmenin bir yolunu bulamıyordu. Bir adım atacak takati kalmadığını hissederek dizlerinin üzerine çöktü ve dinlenmek maksadıyla gözlerini kapadı. Omzuna dokunan bir el ile irkilerek gözlerini açmış ve kendine dikkatle bakan bir erkekle göz göze gelmişti. Ardında atlı birkaç erkek daha vardı. "İyi misin?" diye sordu at üzerindeki lerden biri. Melek, Nicholas'ın yardım severliğini hatırlamış ancak tereddütte kalarak susmuştu. "Neden burada uyuyorsun?" köprünün diğer tarafına kısa bir bakış atıp yeniden karşısındaki yerde oturan oğlana döndü "Kalk hadi burada uyuyamazsın." "Neden?" "Burası Sultan'ın sarayının önü" diye açıkladı sert bir sesle. "Hayır burası köprünün diğer tarafı saray diğer tarafta." "Kaldırın ayağı" diye emretti. Oğlan, yerden kaldırılırken memnuniyetle izlemişti. Tam atını sürmeye hazırlanıyordu ki oğlanın sesine döndü. "Sultan'ı görmek istiyorum" diye seslendi saraya başka türlü girebileceğini düşünmüyordu "Bir suç işledim" gözlerini kocaman açtı "Büyük bir suç!" At üzerindeki adam bunun bir yalan olduğunu hissetmekle birlikte içine bir kurt da düşmüştü. Ayağına gelen bir suçluyu dahası itiraf eden bir suçluyu geri göndermek bulunduğu konumu tehlikeye atardı. Başını yavaşça oğlana çevirdi. * "Zağnos" dedi genç sultan alayla odada yürürken "Seni kandırdı ha?" "Haklısınız ama öyle deyince şüphe ettim." "Yeter" elini havaya kaldırarak kendine mahcubiyetle bakan genç adama şefkatle baktı "Şüphe iyidir Zağnos ama doğru zamanda doğru yerde." yaklaştı ve uyaran bir tavırla gülümsedi "Zağnos, en çok sana güvenirim. Unutma vakit yakın" tekrar şakacı bir tavra bürünerek tahtına ilerlemeye başladı "Meselenin aslı nedir?" "Müneccim olduğunu söyledi..." "Öyle ise hepsini getir saraya" alayla gülerek yerine oturmuştu ki bir kez daha Zağnos'un sesi duyuldu. "Başını ortaya koydu." "Kendi isteğiyle" emin olmak isteyerek işaret parmağını havaya kaldırmış ve Zağnos'un onaylayan baş işaretiyle karşılaşmıştı "Gelsin." *
*15. Yy'da konstantiniyye'de tuz bulmak bir lüks olarak sayılıyordu. *Hame / Kalem
|
0% |