Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Prolog

@suveyda_rey

Not: Haftada bir yeni bölüm gelecek.

Dünyama, zihnimin kuytu köşelerine hoş geldiniz


*******


Bir insan kaç kere ölürdü?


Bir insan kaç cana mahal olurdu?


Bir ağrım vardı. Öldüm sandım ama nefesim ağrılara can oluyordu. Karanlığı atamadım üstümden. Kabuslarımın oyuncağı olmuş karanlık kollarını bana dolamıştı sanki.


Göğsümde sıkışıklığın daralması, kalbimde ne olduğunu anlamamanın vermiş olduğu korku vardı.


Neredeydim ben?


Hareket etmeye zorladığım vücudum, kırılmış kemiklerimin acısını her bir yerimde hissetmeme sebep oldu. Acıyla inlediğim de bulunduğum karanlıkta sesim yankılanmıştı.


Öyle bir sızı vardı ki üzerimde betonlar altında ezilmiş de kurtarılmayı bekliyordum sanki.


"Yardım edin!"


Boğuk sesim, vücudumdaki sayısız acıyla birleştiğinde boğuk ve anlaşılmaz çıkıyordu. Gözlerim bulunduğu konumun getirisine biraz daha alıştığında ay ışığının zorlukla aydınlattığı yeri görebilmek için doğrulmam gerekiyordu.


Derin nefes aldığım gibi üzerimde bulunan son gücümle vücudumu yana çevirdim. Acı iliklerimi kemircesine derinden geliyordu. İsyan edercesine zonklayan kemiklerimin ağrısıyla hızlı nefesler alıp verirken yorgun hıçkırıklarım birbiririne destek oluyordu.


"Hadi," diye fısıldadım hıçkırıklarımın arasında. "Kalk ayağa! Kurtar buradan kendini."


Altımda kalan kolumu asla haraket ettiremiyordum. Parmaklarımı bile oynatmaya çalıştığım an katlanılmaz bir acı vuruyordu.


Diğer elimi hemen yüzümün yanındaki soğuk betona dayadım. Gözlerimi kapatıp kendimi sıkmadan hemen önce önümdeki elime baka kaldım.


Toprak kokusuna karışmış metalik koku burnumu sızlatmıştı. Korkunun içimi yarıp kalbimi hızlandırması her şeye körükle gidiyordu. Zorlukla eğdiğim başımla diğer elime bakmaya çalıştım.


Kanın koyu rengi bir eldiven gibi parmaklarımı sarmıştı adeta.


Üstüm, toprak ve kanın lekelerinden nasibini almıştı. Kafam o kadar bulanıktı ki, düşündükçe büyük bir boşlukta sallanıyordum. Neler oldu, neden bu haldeydim, hatırlamıyordum.


Ellerim kana bulanmıştı.


Kanlı ellerimden gözlerimi zorlukla ayırıp kendimi kaldırmaya zorladım. Boğuk inlemelerim, acımın göstergesi gibiydi. Bulunduğum oda, kulübe artık her nereyse buz gibiydi.


Tek kolumdan destek alarak dogrulttuğum vücudumu ayağa kaldırdığım gibi, midem bulandı. Birinin çekiçle vuruyormuşcasına zonklayan başım dengemin bozulmasına sebep oldu. Hiçbir şey görmememin etkisiyle bir şeylere takılıp geriye doğru yalpaladım.


Tutunma çabası, ani hareketlerim canımı yaktığı gibi acıyla bağırdım da çoktan yere düşmüştüm. Fakat betona değil, ne olduğunu bilmediğim bir şeyin üzerine düşmüştüm.


Odadaki karanlığın beni boğmak istercesine üzerime sarıldığını hissettiğim de çıldırmak üzereydim. Bilinmezin içinde çırpınmaya çalışmak, acı içinde delirmek sinirden ağlamam sebep oluyordu.


Üzerine düştüğüm şeyi sinirle acımın elverdiği kadar itekleyerek doğrulmaya çalıştığım an bana doğru parlayan bir şey görür gibi oldum.


Tüm vücudum bunu beklermiş gibi duraksadığında az önceki gördüğüm şeyi daha iyi görebilmem için gözlerimdeki yaşları silmem gerekti. Ay ışığının vurmasıyla gördüğüm gözler kanımın çekilmesine sebep oldu.


Üzerine düştüğüm şey insan bedeniydi.


Doğrusu; büyüyen gözbebekleri, elimin üzerinde durduğu için atmayan kalbinden anladığım kadarıyla insan cesediydi.


Titreyen kanlı elimle ağzımı kapatırken sildiğim göz yaşların yerine yenilerini bırakmıştı. Çığlığımı gecenin koynuna sığınmış kötülüğü çağırmaması için elimle kapattım.


Zorlanarak geri çekildim cesedin üzerinden. Taş kesilmişti ceset. Öleli ne kadar olduğunu tahmin edebilecek bir kafada asla değildim. Cılız ve ağlak bir iniltiyle geriye doğru süründüm.


Yanımda bir cesetle uyanmıştım.


Elim ve üstüm kanın içine bulanmışcasına kırmızıydı.


Vücudumda en az 3 kırık olması, sert bir boğuşma ya da kavga yaşadığımı gösteriyordu.


Yerde boylu boyunca yatan kalıplı adamı ben mi öldürdüm?


Buradan çıkmam lazımdı, birilerinden yardım istemem lazımdı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Kalbimin atışı kulaklarının uğultusuna sebep oluyordu.


Kendi içimde tekrar ettiğim cümleler ayağa kalkmama asla yardımcı olamıyordu.


Lakin zorladım. Tüm uzuvlarım acıyla sızlarken dişlerimi sıktım ve kendimi ayağa kaldırdım. Buradan kurtulmak zorundaydım. Belki de birileri beni buraya kapatmıştı?


Evet, kesinlikle.


İşimin gereği, zihnimin içinde kendi bulunduğum durumun her türlüsünü kurmuştum bile. Soğuk kanlılığımı hayatım boyunca ilk defa yitirmek üzereydim.


Aylar önce Ankara'da yakaladığım o seri katille karşılaştığımda bile bu kadar bocalamamış korkmamıştım.


Belki de korkumun sebebi zihnimin bir köşesinde bana sırıtarcasına bakan boşluktu. O boşluğu dolduramamak elimi kolumu bağlıyordu sanki.


Sağ ayağımdaki sızı, her bastığımda omuriliğime kadar ağrı saplanmasına sebep oluyordu. Senssiz iniltilerim arasında bulunduğuk barakanın duvarlarında sağlam elini gezdirdim.


Yerinden çıkmış olduğunu düşündüğüm kolumu vücuduma yapıştırmış ve sallanmaması için çok çabalamıştım. "Kimse var mı?" Diye seslendim çok fazla yüksek olmayan bir sesle.


En sonunda karanlık duvarda bulduğum kapı kolunu çekiştirip ittirdim fakat açılmadı. Kendi vücudumu vurmak gibi bir gaflete düştüğümde ise büyük bir acıyla bağırmış, sızıların arasında boğulurcasına eğilmiştim.


Kapıyı açmak, bu halimle imkansızdı.


Bakışlarım kulübede dolandı ve karanlığı yararak içeriye sızan ay ışığının patlattığı küçük pencereyi gördü.


Cesedin dibinde yattığı duvardı.


Topallayarak oraya doğru adım attığımda yapmam gereken şeyleri kafamda tarttım. Buradan kurtulmazsam sonum yerdeki adam gibi olabilirdi.


Tabi o adamı ben öldürmediysem.


Kafasımı iki yana sallayarak bu düşünceyi atmak istedim. Pencere yüksek değildi, yalnız pencereye tırmanmak için cesedi çekmek zorundaydım. Ya da...


Cesedin pantolon parçasının üzerinden bileğini kavradığımda vücudumdaki kemiklerimin isyanı acıma karışmıştı.


Adamı geriye çekmeye çalıştım fakat milim kıpırdatamadım. Vücudum böyle yara ve kırık içindeyken, kendimden kilolu bir adamı taşımam imkânsızdı.


Aklımda kalan tek seçenek sinsi bir tilki gibi kafasının içinde gezinirken çaresizlik beni tekrar ağlamıştı.


"Özür dilerim," diye fısıldadım adamın üzerine basmak için ilerlerken. Kulübe bomboştu, kullanabileceğim, üzerine çıkabileceğim hiçbir şey yoktu.


Pencere açıktı ve biraz dişimi sıkarsam eğer o pencereden geçebilirdim.


"Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim," diye ağlamaklı kısık sesimle fısıldadığımda adamın karnına basmıştım.


Sanki canı yanacakmış gibi tüm ağırlığımı vermek istemeyerek kendimi yukarı ittirip pencereyi tuttum.


Tek kolumu pencereden dışarıya çıkartarak destek aldım ve ayaklarımı ise kulübenin duvarına dayadım. Çatlak ayağım beni çıldırmak istercesine bir şiddetle sızladığında çığlık atmamak için sesli şekilde ağlamaya başladım.


Derin nefes aldım, dişlerimi gelecek olan acıya dayanmak istercesine sıktım ve ayaklarımdan aldığım büyük bir destek ile pencereden dışarıya ittirdim kendimi.


Yan şekilde, çıkık kolumun üzerine düşmem artık son raddeydi. Acı boğazıma tırmanmış, çığlığım ise gecenin içindeki sessizliği parçalamıştı.


Hıçkırıklarım kaburgandaki acıyı çoğaltıyor, nefes almamı zorlaştırıyordu. İnce vücudumu cenin pozisyonuna getirerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım.


Acı bir ölüm gibi sarılmış vücudumu talan etmişti. Sesimin ormanda yankılandığının farkındaydım. Kalkıp kaçmam lazımdı. Beni bu kulübeye kim kilitlediyse birazdan gelmesi kaçınılmaz bir sondu.


Ellerim toprağı delercesine sahiplendi, aldığım destekle ve küçük çığlıklarım arasında zorlukla ayaklandım. Kolum ve kaburgamdaki acı öyle bir raddedeydi ki bayılmamak için büyük çaba sarf ediyordum.


Ormanda ne tarafa gitmem gerektiğini asla bilmiyordum ama o kulübeden çıkmış olmak bile şu an yeterliydi. Acımı ne kadar daha göz ardı edebilirdim hiçbir fikrim yoktu. Yine de her şeye rağmen adımlarımı hızlandırıp dişlerimi biraz daha acıya katlanarak sıktım.


Vücudumda ağrımayan tek bir yerim yoktu adeta. Her yanım sızlıyor, her yanım acıyla zonkluyordu. Hâlâ nasıl ayakta duruyordum, bilmiyorum.


Korkutuculuğu sırtına kuşanmış ormanın derinlikleri, beni yutacabilecek gibi arsız ve bucaksızdı. Keskin bıçak gibi bileyip kuşandığı tüm ağaç dalları, yaralarıma yenilerini ekliyordu.


Göğsümde içime batar gibi acı varken bir de deliksiz yürüdüğüm için neredeyse boğulacaktım. Fakat yürümek değil koşmak zorundaydım aslında. Neredeydim, bilmiyorum ve buradan kurtulmak zorundaydım.


Onu kim öldürmüştü?


Ellerim neden kanlıydı?


Neden perişan haldeydim?


Kafamda çoktan bir senaryo kurulmuştu, doğru olmadığına inanmam benim şu an tutunabileceğim tek daldı. Her gün yüzyüze baktığım biriydi. Her gün karşılaşıp kısa sohbetler ettiğim biriydi.


Ben öldürmüş olamam !


Sanki aksini iddia edercesine, nereden çıktığını bile bilmediğim görüntüler kafamın içine şimşekler çakarcasına düşüyordu. Bir boğuşmanın içinde acıyla kıvrılıyordum. Karşımda gözlerimin içine bakıyor üzerime gelip duruyordu.


Daha da hızlı yürümeye çalıştım. Oynatamadığım kolum, üzerine çok basamadığım ayağım ve muhtemelen kırık olan kaburgam, bırak koşmayı yürümeme bile engel olmak istiyordu.


Ormandan çıkmak zorundaydım.


"VERA!"


Karanlığın içinde saklanan Baykuşların bile korkup kaçtığı o ses anında tökezlememe sebep oldu. Bana sesleniyordu.


Sesin geldiğini düşündüğüm yöne döndüğümde ormanın bir parçası olan boşluğa baktım. Geriye doğru adım attım ister istemez. Sesin tanıdıklığı beni bir nebze bile olsa rahatlatmadı.


Ormanda olduğumu nereden biliyordu?


Beni mi arıyordu yoksa beni oraya kitleyen miydi?


Sarsak adımlarla geriye doğru ilerleyip tekrar önüme döndüm. Duramazdım. Bu bilinmezin içinde neye sebep olacağını bile bilmediğim hiçbir şey için duramazdım.


Bu ormandan çıkıp bizimkileri aramam lazımdı, beni almaları lazımdı. Ne kadardır baygındım, ondan öncesinde neler oldu bilmiyorum fakat aradaki süre onların telaşlanması için yeterliydi.


"Vera!"


Aynı ses daha yakından ve daha gür gelmişti. Bana yaklaşmıştı. O sırada hışırtılar duydum. Acıma yoğunlaştığım için yanlış duyduğumu düşündüğüm için duraksadım. Delinmiş gibi ağrıyan başım yüzünden gelen seslere zorlukla odaklandım.


Ormanda birileri vardı. Birşeyler konuşuluyor, direktifler veriliyordu. Sanki arama yapıyorlardı. Sesin geldiği yönü bulmakta zorlanıyordum. Kendi çevremde topallayarak döndüm fakat ne tarafa gitmem gerektiğine emin olamadım.


Umut içimde silik bir ışık gibi yanarken, derin ve zor bir nefes aldım. Belki de beni arıyorlardı? Bağırsam beni duyarlardı. Yürümeye artık halim kalmamıştı. Gücümün son kırıntıları titrek bir nefes alarak bağırmak için kullanacağım sırada olan oldu.


Büyük kemikli bir el nefes alıp bağıracakken ağzımın üstüne kapandı. Elin sahibinin geniş kolları vücudumu kolayca kendine yapıştırıp geriye sürükledi. Olduğum yerde çıldırmışçasına tepindim fakat bu sadece benim canımı yaktı.


"Sessiz ol!" Kulağımın dibindeki sıcak nefes boynumu ürpertirken ses, az önce adımla seslenen kişiye aitti.


Aylar önce yine böyle karanlık bir orman yolunda karşılaşmıştık. Kollarını bana yardım etmek için uzatmış beni zor bir durumdan kurtarmıştı. Hemde birkaç kere.


Fakat tam şu an bir elinde gümüş renginde, ayın parlak ışığında güneş gibi parlayan silahı tutarken bir eliyle ağzımı kapatıp beni bir ağacın arkasında saklaması, daha önce uzatılmış tüm yardım ellerini bertaraf ediyordu.


Sırtını yasladığı ağaçtan eğilip başka bir tarafa baktı. Az önce birilerini arayan grup olmalıydı. Kafasını geri çekip karnıma sarılı elini sıkıştırdı ve beni tamamen kalıplı vücuduna yapıştırdı. Tanıdık koku daha önce birkaç kere beni rahat uykulara daldırırken şu an ki yaşadığım kâbusta hiç yardımcı olmuyordu.


"Sesini sakın çıkarma," derken sesi içinde boğulduğum durumdan daha korkutucu geliyordu. Karnıma sarılı duran elindeki silahı vücuduma değiyordu. "Yoksa olacaklardan bahsetmek istemiyorum."


Sesindeki ima ve kesinlik olabilecek her senaryoyu gözümde canlandırmama yetiyordu. Ona ayak uydurdum ve sustum. Arkamızda dolanan birkaç kişiden oluşan insan grubun elinde bir silah olduğunu düşünmüyordum fakat kollarını bana sarmış ve tüm ağırlığımı üzerine alarak bana rahatlama sağlayan adamın elindeki silah hepsinin ölümüne sebep olabilirdi.


Kulübede ki adam gibi.


"Aferin," dedi giden insanlara bakmak için eğildiği yerden kafasını çekerken. Sonra rahatlayarak alnını başımın yanına yasladı. Koklarcasına nefes çekti ve doğrulup bana baktı. Hızlı nefeslerim avucunun içine hapsoluyordu. Yavaşça elini dudaklarımdan çektiğinde ona dönmemek için kendimi zor tuttum.


"Şimdi eve gitme vakti Orman gülü."


***

Nasıldı?


Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın arkadaşlar :) yeni bölümde görüşmek üzere.


Loading...
0%