@syavus
|
1. BÖLÜM
“Sen hiç akıllanmayacak mısın Yürek?” Berk’in sorusuna Yürek yine gülerek cevap verdi. Arkalarında atları, önlerinde çağlayan dere ve sarayda delirmiş gibi onları arayan bir Kağan varken Berk daha ne desindi? Annesi eğer Hançer’in peşinden ayrılma demeseydi koşa koşa saraya giderdi.
Kağan Börü Giray’ın öfkesini asla ama asla üstüne çekmek istemiyordu. Eline aldığı bir taşı daha yontarak şekillendirdi. Böyle böyle giderek ustalaşmak ve ustalık eserini oluşturmak istiyordu. Bir yandan da öfkesini ve endişesini azaltıyordu. Ayaklarının altından akıp giden su, Yürek’in içini gıdıklıyor gibiydi. Hali hazırda ağırbaşlı bir kız olsa da her iyi anlaşan (!) iki kuzen gibi o da Berk’in yanında hem daha çok gülüyor hem daha çok ağlıyordu. Şimdi sürekli kahkaha atan bu kız, umarım o suya düşmezdi. Berk, işine bu sebepten konsantre olamıyordu.
Ona sataşmaktan başka bir şey de yapamıyordu haliyle. Yürek, ona döndü. Dişlerinden birkaçı eksilmişti. Ama yenileri çıkıyordu. Kafasında börkü hiç beceremediği bir şekilde yamuk duruyordu. Soğuktan hafif çatlayan yanakları ile her ne kadar serin havada ve suda üşümüşe benzesede bugün saraydan kaçtıkları için ayrı bir mutluydu. Ne demişlerdi? Atın ölümü arpadan olsun.
Berk’in hoşuna giden saçları vardı. Berk, bunu ona birazdan olduğu gibi hep söylerdi. Yürek, elindeki çalı çırpıyı büküp büküp suya atarken birkaçını da Berk’in saçlarına atıyordu. Berk, öfkeyle saçlarını karıştırdı. “Tıpkı o saçların gibi beni gıcık edecek bir şeyler muhakkak buluyorsun ama sen de!” Yürek ona aldırmadan başka otlarla oynamaya başladı. Berk saçını nihayet düzenlemişti ki huzursuzca boynunu çıtlattı. Nedense çok büyük bir gerginlik ense köküne baskı yapıyordu.
Elindeki taşı beğenmeyerek dereye attı. Yürek’e baktı epey umursamazdı. Beklediği etkiyi görememişti. Sesini yükseltti. “Çok memnunsun değil mi Yürek? Sen eğlen ben azar işiteyim? Bıktım, bıktım senin bu saçmalıklarından! Şu halimize bak, ardımızda koca bir saray bizi arıyor ama biz ne yapıyoruz tabiki koca bir hiç! Saraydan kaçmak ve kaçarken de beni çağırmak da ne demek?!” Yürek, kaşlarını büyük bir özgüvenle havaya kaldırıp gözlerini dans ettirerek Berk’e çevirdi.
Berk o an, sadece yutkunmuştu. Yürek eksik de olsa güzel dişleriyle ona gülümsedi , gönlünü almak için ona doğru yaklaşıp ellerini beline doladı. Haliyle daha fazla dayanamayan börkü de arkaya düştü. Yürek, neşeyle konuşuyordu. “Tüm gün o sarayda özgür kanını hapsediyorsun. Kaçsak, seninle uzaklara doğru fena mı Berk? Saray bana göre değil, ordan nefret ediyorum. Ama bak, şuanda özgürüm! Çok mutluyum çok! İyi ki yanımdasın Berk! Sen olmasan ben yalnız kalırdım.” Berk, okşanan gururu ile göğsünü kabartarak Yürek’e sarıldı.
“Ama böyle başına buyruk davranmaya devam edersen çok yalnız kalırsın. Davranışların çok sivri. Senin yerinde kız kardeşim Ilduz olsaydı annem onun canına kara büyü okurdu! Sen sen ol, lütfen kendini tehlikeye atma.” Berk, eğilip onu dinleyip dinlemediğini kontrol etmek istedi ama bunun bir hayal kırıklığı olduğunu çarçabuk anlamıştı.
Yürek, az önce güzel olduğunu düşünüp de atmadığı birkaç taşı eline almış inceliyordu. Kocaman olmuş gözleri, onun yaptığı işlemelerde gezerken heyecanla onun ne diyeceğini merak eder hale gelmişti. “Yine beceremedin değil mi? Ustalık taşını yapamadın, yine dereye attın. Gördüm!” Berk, kızgınca yüzünü Yürek’e eğdi. O esnada da Yürek taşları yere bıraktı. Ona kırışan burnu ve kısılan bakışlarıyla bakıyordu.
Berk bir boğa gibi soluk alıp veriyordu. Kırgın ve öfkeli bir sesle bağırdı. “Sen hiç güzel söz nedir bilmez misin? Tabikide yapıyorum ama mükemmel olmasını istediğim için o kötüleri atıyorum. Ayrıca, ustalık taşları hemen öyle birden ortaya çıkmaz.” Yürek hiç oralı olmadı. Omuzlarını indirip kaldırdı. Başını tekrar göğsüne koyarken ve esnerken yine inatçı ve yine bilgiçti. “Sen şuna beceremiyorum demiyorsun da hala ustalık peşindeyim diyorsun. Olsun, sen beceriksiz olsanda ben seni seviyorum. Atabeyin bizi bulursa onun dikkatini bunlarla dağıt tamam mı? Ayrıca, seni annenden daha çok seviyor galiba.”
Berk, kızsa mı sevinse mi bilemedi. Doğruydu, Atabeyi Gürkan Bey ona çok değer veriyordu ve bu durum onu öyle çok onore ediyordu ki onun için babası değil Atabeyi önce gelir gibiydi. Ama şuanda ona kızdığını tahmin edebiliyordu zira saraydan üstelik ders esnasında kaçmış olmasının nasıl bir izahı vardı inanın o da hiç bilmiyordu. Hepsi Yürek şeytanının suçuydu! Kanına öyle hızlı giriyordu ki, kendisini saatlerce onun uygulamak istediği fikir ve kaçış planlarına karşı hayır demeye hazırlasada günün sonunda ona bir gel işareti yapmasıyla tüm çabası yok oluyordu.
Onun dağılan saçları ağzına girmeye başlayınca dağılan aklını toparlamaya çalıştı. “ Olur, söylerim. Bir de havada taklalar atayım ha, ne dersin!? Hem, sen nasıl kız çocuğusun böyle? Saçların hep dağınık. Toplamaz mısın sen bunları? Şu haline bak, soylu biri gibi değil de obanın kimsesiz çocukları gibi dolaşıyorsun ortada. ” eliyle ağzına giren saçları çekip, kimini de tıksırırken göğsüne yaslanan başın kalkmasıyla rahatlamıştı bir nebze. Ensesine çöken kasvetse dehşet bir şekilde ağırlaşmıştı.
Yüzü hep kaşınırdı o böyle yanaşınca. İki küçük çocukken de böyle olmuştu bu. O günler de nefret etmişti kaşınmaktan ama koklamak yahut dokunmak öyle değildi. Yüzünü kaşırken Yürek’e döndü. Dönerken de elleri yüzünde kalakaldı. Yürek’in gözleri ıslanmıştı hatta ağlıyordu.
Sessiz ve keskin gözyaşları yüzüne düşerken Berk, ellerini uzatıp ellerini tutarken Yürek kendini hiç sakınmadan ve saklamadan ağlamaya başladı. Berk’in kalbi öyle bir yandı ki kendine çok kötü sözler sıraladı. Dudağını kanatırcasına sıkarken çocuksu kalbi bu yanlıştan ve hatadan nasıl sıyrılacağını kestiremiyordu. Yürek, bir elini yumruk yapıp ağlarken sessizliği yok oluyordu. Ağlama sesini duymaya başladığı anda Berk, artık tehlikenin yaklaştığını görmüştü.
Yürek, elleriyle yüzünü kapatırken Berk, usul usul ona yaklaştı. Mahcup ve afallamış bir şekilde konuştu. “ Hey, sakin ol. Özür dilerim Yürek. Ben... ben ciddi değilim bunu biliyorsun değil mi? Yürek...” Çaprazına gelince onu kucağına çekti. Yürek, kalbini kıran Berk’e daha çok sokuldu. Yürek, demirgözlüydü yani kolay kolay ağlamazdı. O, bugüne dek insanların ağladığını görmediği tek kişiydi. Babası bile annesi ölünce ağlamış ve tüm halk onu ağlarken görmüştü ama Yürek, o gün bebek olmasına rağmen ağlamamıştı.
O gün başlamıştı aslında ona olan bu fanatizm. İlgiyi üzerine aldığı kadar ona olan nefreti de üstüne çekmişti. Ağlaması bir türlü dinmiyordu. O esnada göz yaşlarına sözleri de katılıyordu. Başını hafifçe kaldırıp Berk’e çevirdi. Yutkunuyor, ağlıyor konuşuyordu. Berk ise kalbi milyarlarca parçaya bölüne bölüne onu dinliyordu, ömrü boyunca bir daha onu ağlatmayacağına yemin ederken.
“Benim bir annem yok ki? Annem olsaydı kardeşin Uldız’ınki gibi düzenli olurdu benim de saçlarım. Bir annem olsaydı saçlarımı tarar ve bana börkü nasıl takarım öğretirdi. Ama yok. Bir annem yok. Ama bir annem olsaydı beni daha çok severdin değil mi Berk? Çünkü o zaman saçlarım düzgün olurdu ve sana sarılırken benden tiksinmezdin. O zaman biz birbirimizden hiç ayrılmaz hep sarılırdık. Bana o zaman herkes Uldız’a baktıkları gibi mutlu mutlu bakardı. Ağlamaklı bakmazlardı. Berk, annesiz çocuklar sevilmez mi? Ama benim annemden daha güçlü bildiğim babam var. O yetmez mi bana? Hayır... yetmez... Berk! Ben annemi istiyorum.”
Berk, kursağındaki hıçkırmayı zorlukla bastırıp Yürek’i göğsüne bastırdı. Artık saçlarını sırf itişme olsun diye diline dolamayacaktı. Onunla olan hiçbir şeyi dalga konusu yapmayacaktı. Başını onun başı üstüne koyarken, bir yandan kendi gözyaşlarını durdurmaya çabalıyordu. Yürek’in ağlaması bir tufan gibi arttıkça artıyordu. Ve, Berk’in korktuğu başına gelmişti.
“Kızımı bir daha böyle ağlatırsan Genç adam, onun yanında mutlu olduğu tek kişi demem canını yakarım beni anladın mı?” Berk duyduğu güçlü, asil ve görkemli sesle sarıldığı Yürek ile beraber hızla ayağa kalktı. Onları bulmuşlardı. Kendisinin amcası, Yürek’in babası Kağan Börü Giray’dı gelen. Üstünde deri sert zırhı, dehşet parıltılı kılıçları, örgülü gür siyah saçları ile korkusuz bir savaşçıydı adeta.
Berk, Yürek’in kendisine hala sarılıyor olmasıyla içinde büyüyen panik ve utancı asla bastıramıyordu. Amcasının keskin çekik gözlerinin içine bakacak gücü asla kendinde görmüyordu. Amcası onlara doğru sert adımlarla geldi. Berk Yürek’ten ayrılmaya çalışırken bunda her başarısız oluşunda delicesine kızarıyordu.
Kağan Börü tam yanlarına geldi. Yürek’in kollarını Berk’ten çekti. Berk, fırsattan istifade hızla geri çekildi. Ama Yürek, suçluluktan uzak bir şekilde başını soluna eğmiş yere bakıyordu. Yürek, ağlarken başını kaldırdı ve babasına baktı. O anda, sanki hiç ağlamamış gibi susması Berk’i çok şaşırttı. Kağan, “Hançer...” derken Yürek, başını havaya kaldırdı. Eksik dişleri ile peltekçe konuşarak, “Ağladım.” dedi sanki babasına hiçbir konuda yalan söylememek istercesine. Kağan, onun sözleri ile onu omuzlarından tutup yere diz çöktü. Yürek, ellerini önünde birleştirirken sessizce yere bakıyordu. Börü Giray ellerini tuttu. Göz göze geldiler.
Yürek hala yaş olan gözleri ile babasına baktı. Kağan Börü Giray, kızının gözlerindeki ifadeyle üzülmüştü. Başını böyle eğmesi onun annesizliği ile alakalı konuşulması dayanamadığı tek şeydi. Adeta iki suçlu gibi baba kız bir süre susup öylece kalakaldılar. Nihayet bu sessizliği Kağan Börü gücenmişse de öfkesini katıştırdığı sesiyle böldü.
“Sana kaç defa dedim, Hançer? Annen, dere kenarına gelirdi ama bana söylerdi. Böyle kaçmazdı. Başına buyruk davranmazdı. Ben her şeyinden haberdar olurdum. O, kuralları çiğnemez uzak dur denilenden uzak dururdu. O, yap denilen şeyi yapardı. Sen benim kurallarımı çiğneyerek annene benzediğini mi düşünüyorsun? Bak, seni düzeltemem evlat. Tanrı sana bir huy vermiş ama ne olursun asla ama asla içindeki kötülüğü susturabileceğin gerçeğini unutma. Çünkü bu yaptığın bir kötülük. Şimdi, bana kaçmayacağını söyle...”
Yürek, dudaklarını ısırırken zor duyulan bir sesle konuştu. “Merak etme baba kaçmayacağım. Belki bilmek istersin, senin gibi gizli gizli uzak köşelerde ağlamıyorum artık. Annemle alakalı sözler söylendiğinde onu hem çok özlüyorum hem de çok kötü hissediyorum. Ama sana sarılırsam onu daha az özlüyorum baba... “ Kağan Börü Giray, Yürek’e bakarken sert mizacını bir an olsun düşürmüyordu ta ki o sözlere kadar. Yürek, babasının ellerinin arasındayken bir anda , “Baba?” dedi.
Kağan Giray başını salladı. Yürek de başını önce Berk’ten yana çevirip ona baktı. İçinden geçen ve gözlerine ulaşan o keskin parıltı görünür hale geldi. Atlarının yanında . Ona gözlerini kırparken babasına döndü. İçindeki güç ve cesaret geri gelmişti. Babasına döndü. Küçük kalbi delicesine atıyordu. Dudaklarını yaladı ve bir nefeste konuştu.
“Sana sarılabilir miyim?” Kağan Börü Giray hayatında bundan daha ağır bir şey bilmiyordu. Bu istek kadar güzel ama bu istek kadar zor ne vardı şu hayatta? Bir Kağan kızı, üstelik annesiz bir Kağan kızı demek öyle korkutucu ve vicdan kaldırmaz bir şeydi ki Börü Giray yanan boğazında kılıçlar varmış gibi hırıltılar çıkardı. Sarılırsa, karısını daha çok hatırlamaz mıydı? Şimdi böylesine yakıcı bir özlemle kavrulmak en son istediği şeydi. Gözlerini ilk defa kaçıran Kağan Börü Giray, kızının ellerinden ellerini çekti.
Yürek, Berk’e babasına sarılabildiğini onun annesi varsa kendisinin de babasının olduğunu üstelik ona sarılabildiğini göstermek isterken yıkılmayı da göze alabildiği kadarını almıştı. Çünkü o sarayda çocuklar, anne babaları onlara cesaret ve güç aşıladıktan sonrasına karışmazdı. Adeta birer savaşçı sahibi gibi dik ve otoriter davranırlardı. Buna sarılma da dahildi, ölüme gitmek, ölümden dönmek gibi olaylar yaşanmadığı müddetçe hiçkimse hiçkimseye sarılmazdı.
Yürek babasının yanında olduğu her an annesini daha çok tanıyor ve daha az özlüyordu. Bunu istemesini çok normal görüyordu. Üstelik saray sınırları dışında olmaları saray kurallarını çiğneyebildikleri anlamına da geliyordu. Babasının kokusunda cesareti ve korkusuzluğu tadıyordu. Annesinin de kendisi gibi bu iki kişilik ailenin bir parçası olduğunu hayal dünyasında tamamlayabiliyordu. Ayrılık yok oluyor bir oluyorlar gibiydi.
Ama babası ona sarılmayı ve ona yakın durmayı reddettiğinde tıpkı şu anda olduğu gibi gözleri doluyordu. Saray dışında ve içinde ona tek sarılan kişi Berk oluyordu. Kağan Giray’ın elleri kızının ellerini bırakmışken sarılma namına hiçbir şey olmamıştı. Çünkü hızla ayağa kalkmış doğruca atına ve ormana doğru gizlenmiş lakin kimsenin farketmediği askerlerine doğru gitmişti. Atını büyük bir ustalıkla dehleyip derhal burdan uzaklaşmıştı. O an, Yürek yani babasının ona verdiği isimle hitap edilirse Hançer, ellerini iki yanında birer yumruk yaparak başını önüne eğdi. Bu da bir sevginin savaşıydı ve baba kız bunu kaybetmiş bulunmaktaydı.
Yürek, başını havaya kaldırdığında ellerini nereye koyacağını bilmediği için hiç bilmediği bir şekilde saçlarını düzeltmeye çalıştı. Kalbini öyle derinden öyle onulmaz bir şekilde kırmıştı ki babası, şuandan sonra ölü annesini getirse kendini affettiremezdi.
Hançer için bu beklenti duygusunun üstü çizilmiş bulunmaktaydı. Yürek Giray! Birinin asla ama asla seni sevmesini yahut sana umut ettirmesine müsaade etme. Berk onlara hiçbir şey demeden giden Kağan’ın ardından bakarken tedirgin bir şekilde Yürek’in yanına geldi.
Ona ne diyeceğini bilmiyordu. Hem korkmuş hem de utanmıştı onun yerine. Ellerini havaya kaldırsa da hiçbir şey yapamadan geri indirdi. ‘Hepsi benim suçum! Hepsi!’ diyerek içinden geçiriyordu.
Yürek, dereye doğru bakarken bir anda az ötedeki çizmelerine doğru ilerledi. Berk de onun gibi yaptı. İkili çizmesini birbirine bakmadan, sessizce giydikten sonra orta boy atlarına binip uzaklaştılar. Yolun büyük çoğunluğu Hançer’in kaskatı kesilmiş ifadesiz suratıyla geçmişti.
Dimdikti Hançer, söz konusu duyguları olunca kılıçla keserdi tüm hislerini ve bağlılıklarını. Hırslı, öfkeli ve geri dönülmesi mümkün olmayan bir dağ gibiydi. Sarp ve karmaşık. İşte Berk, onu böyle tanımlayabilirdi. Saray yoluna girdiklerinde bir atın gelip yanlarında aynı hızda koşmasıyla başlarını ona çevirdiler.
Bu Berk’in Atabeyi Gürkan Bey’di. Sivri ve delici bakışları karşısında hatalarını anlayan çocuklar susup saraya doğru atlarını sürdüler. Aslına bakarsan yanlarına Kağan Börü Giray’ın geldiğini söyleseler kimse onlara kızmazdı ama işte iş işten geçmişti. Gürkan Bey, büyük bir dikkatle Berk’in at kullanışını izliyordu. Gözünü ondan almazken Yürek bunu farketmişti. Burnundan soluyarak yüzünü kasmaya devam etti. Berk atını her dönemeçte ustalıkla çevirirken yahut sivri dikenli otların üstünden ve altından geçerken hızlı kullandığı elini ve çevik bedenini gurur ve hayranlıkla süzen Atabeyi’nin ona pek bir ümit bağladığı gözüne çarpıyordu. Hem nasıl çarpmayacaktı ki?
Berk, ağabeyinden bile daha yetenekli ve zekiydi. O tahtın net varisi olarak görünüyordu. O, tüm sarayın ilgi odağıydı. Nesillerinin devamı ve savaşçı ruhlarının doyumu için paha biçilmez bir veliahttı. Tabi, herkese kafa karışıklığı yaşatan Hançer’den sonra.
Son dönemeci harika bir şekilde dönen Berk için Gürkan Bey övgülü sözler yağdırırken Yürek ayağı kayan atıyla beraber az daha ötedeki kayalıklara doğru yuvarlanıyordu. Korkuyla açılan gözlerini atından ve sivri kayalıklardan çekerken dolu dolu bir nefes çekti içine, sonra usulca başını kaldırıp karşısına baktı.
Atlılar ondan uzaklaşmıştı. Berk, bir an bile arkasına bakmadan dolu dizgin Atabeyi ile at sürüyordu. İçinden onun için konuşan kötü sesi susturdu Hançer. Herkese karşı konuşabilen o sesi Berk’e asla konuşturmazdı. Başını hızla önüne çevirdi. Kaşlarını çatarken kafasındaki eğri büğrü duran börkü sivri taşlara doğru fırlattı. Börk, o taşlar arasında yok olup gitti. Başını kaldırdığında atlıların artık çok ilerde olduğunu gördü. Henüz yeni yeni hızını arttırmayı öğrenen Yürek, beyaz atını dehledi. Babası onun adını Aktolga koymuştu. Beyazlığı ve asilliği göz kamaştırıcıydı. Gözlerinin etrafı siyahtı adeta sürmelenmiş gibi ince uzun ve güzeldi. Hançer atını çok ama çok seviyordu. Onu okşadıktan sonra daha sert dehledi.
Aktolga, adeta bunu bekler gibi dört nala koşmaya başladı. Eyerin üstünde her ne kadar sarsılsada umrunda olmamıştı bacak ağrıları. Onun Ata binmesini istemezlerdi, etin taze derlerdi sürekli. Etin taze demek, dayanıksız ve kırılgansın demekti. Oysa Yürek hiç kırılgan değildi. Dinçti, kuvvetli hissediyordu kendini.
İçinde kendini kanıtlamaya dair bir ateş vardı. Atını daha çok dehlerken onlara yetişemeyeceğini farketmişti. Kalbi öyle sert bir şekilde çarpmıştı ki, bugün ona yapacağı sürprize lanet ederek onlarla olma fikrini kafasından yok etti.Dudaklarını sertçe sıkarken atını tam tersine doğru çevirdi.
Hırsla iplerini şaklattı. Aktolga ile doğruca görünen tepelerin ardını aşmıştı. At sürerken kendini hem özgür hem de öfkeli hissediyordu. Kime gideceğini ise çok iyi biliyordu. Kollarını açtığı özgürlük içine geçerken aklı yine onlara takılıyordu. Sanki gözünü bir açtı bir daha kapatmaya kalmadan yok olup gitmişlerdi.
Sanki Berk az önce , yanında ağlarken ona sarılmamış ve onun için bir şeyler yapmamış , ona hiç değer vermemiş gibi aniden şahsına verilen Atabeyi ile dolu dizgin gitmişti. Nefret tohumları birer ikişer yeşerivermişti tekrardan. O terk edenden de terk etmekten de nefret ederdi. Özellikle de değer verip verdiği değeri ezip geçenlerden...
O duygularını değil aklını kullanmalıydı. Her yalnız insan gibi... Atının dizginlerini daha sert kavradı, şeytani bir pırıltı belirdi dudaklarında. Özgürlük kanatlarıydı! Onu kimse elinden alamazdı! Kollarını açmak yeterli değildi. Atında bir denge bulup yavaşça ayaklarını eyere koyarak ayağa kalktı. Şimdi o uzun boyuyla atın üstünde çok yükseğe ulaşmıştı. Bu kalbine dolan hava ile kendisini coşkulara bırakması için çok yeterli bir mesafeydi. Eğleniyordu, sarkan sarmaşıkları çıkardığı küçük hançeri ile kahkaha atarak kesiyor, bunu zevkle yapıyordu. O önüne çıkanın altından yahut etrafından dolanmazdı.
Nihayet tüm yolları at üstünde düşmeden geçirmiş o Ulu Bey’in yanına varabilmişti. Atın üstünden atlayıp yere sapasağlam basıp durdu. Gözleri etrafı hayranlıkla izlerken bir ses duydu. “Ben, dere kenarındayım Yürek.” Duyduğu ses kadar farklı bir ses duymamıştı. Yürek, bir emir almış gibi hızla dere kenarına doğru adımladı. Onu görecek olmak ve ondan ulu sözler işitecek olmak harika ötesi bir durumdu.
Usulca oraya yaklaştı. Ulu bilge tam da tahmin ettiği gibi suyun üstündeki bir taşa oturmuş kendini evrenle bütünlüyordu. Başını iki tarafta gezdirdi. Gerçekten de saraydan çok uzaktaydı. Burası etraftan dumanlar ve su taneciklerinin yükseldiği bir kuşun kahkaha atar gibi tüyler ürpertici şakımasıyla inliyordu. Hemen elini kalbine götürdü. Bugün korku yoktu. Bugün kendini ispat etmek vardı.
Onu rahatsız etmeden az ötesinde durdu genç Yürek. Bilge usluca durduğunu anladığı vakit usulca gülümsedi. O mükemmel bir adamdı, her şeyi, geçmiş ve geleceği bilir ve insanları asla yanıltmazdı. Bunun verdiği o tatminkarlıkla Yürek’te usulca gülümsedi. Ulu Bey, elini gel şeklinde hareket ettirdi. Başta bunu anlamasa da genç kız dediğini yaptı ve suya batan ayaklarını umursamadan yanına doğru yol aldı. Korkusu artık yok olmaya başladı.
Yavaşça, ayakları suya değe değe derinlere doğru yürüdü. Yanına geldi, ayağı takılıp öne doğru sendeledi. Haliyle üstü de dağılma tehlikesi geçirmişti. Kulağına dokunan ve önüne sarkan bir tutam ipeksi saçı umursayamayacak kadar kendini kaptırmıştı doğanın dengesine.
Oysa, saçlar tüm hanedanın kırmızı çizgisiydi, özellikle bu ailede doğan kız çocukları için bu, bir şeref meselesi haline getirilmişti. Töre ifadesi olmamasına karşın söylenenler odur ki doğan kızlar, asla saçlarını ulu meydanda hür bırakamaz. Bunun sebebi ise Kağan olamayan kızların saçlarını erkekler gibi hür bırakamayacağıydı, taht ancak saltanat usulü değişime uğrayabilirdi ki kız çocukları her ne kadar yiğit birer savaşçı olarak yetişse de soy, tükenme tehlikesi geçirmeden hiçbir kız başa geçemezdi. Olaki böylesi bir felaket başa gelir, hanedan bir adet kıza kalır, işte o zaman o kızın başını kapatması ona yasak kılınır. Çünkü devletin ikbal ve ışığı Kağan, hiçbir bez ve çaput parçasıyla ört bas edilemez.
O an için, Yürek’in tek düşündüğü bu adamın vereceği öğütler ve anlatacağı mucizevi hikayelerdi. Saçının ve soyunun tükenme endişesinin canı cehennemeydi ki o zaten başta kaçarak tüm bu aptal töre dışı davranışları reddetmişti.
Ayrıca, bu hanedanda amcası ve onun iki oğlu, bir kızı ve kendisi hala hayattaydı. O iki erkek çocuğu ve amcası hayattayken soyları hakkında bir endişesi yoktu. Ulu Bilgin, titrek ve kırış parmağını suya dokundurdu, o su daireler çizerek Yürek’in etrafını sardı. Genç kız buna büyülenmiş gibi bakarak kendi etrafında döndü. Bu öylesine farklı ve cezbediciydi ki her zaman sırf bu büyüyü görmek için saraydan kaçabilirdi. Zira Ulu Bilge, suya bile hükmedebiliyordu. Yürek, saygıyla önünde eğilince o bir parça saçı da önüne düşmüştü. Ulu Bey, usulca açtığı gözleriyle Yürek’i izledi, uzandı ve o kaçak saçı usulca tutup çekti. Saç kafa derisini kanatarak kopunca Yürek, feryat etmemek için direnmişti. Etmezdi de. Ona, kimle olursan ol gücünü göstermekten geri durma denildi. İçinde kabaran kini susturmaya çabaladı.
Dudaklarını dişleriyle ezerken bunu ona neden yaptığını sormamak için deli gibi bir mücadele veriyordu ama ona bu mücadeleyi kazandıracak şey, kısa süreliğine itaat etmesiydi. Daha doğrusu ediyormuş gibi davranıp doğru anı kollamasıydı. Yürek, sivri bir dudakla gülümsedi. Bu bir meydan okuma gülüşüydü, yalanın sıcak döşeğiydi. Ulu Bey bunu hissetmiş gibi gülümseyerek gözlerini açtı ve Yürek’in saçını kopardığı deriye baktı. Deri hafifçe kanamış ve kızarmıştı ve Yürek tek bir şey bile dememişti. Bu Ulunun hoşuna gitmişti.
Yürek’i suya oturması için yere çekti. Ona hala inanan genç kız dediğini yaptı ve suyun soğuğuna aldırmadan kendini her hücresine kadar soğuk suyun etkisine bıraktı. Gözlerini yavaşça kapattı tıpkı Ulu Bey gibi. Kapayınca suyun içinde döndüğünü hissetti. Suyun her zerresi ona mükemmel bir sır veriyordu.
Fısıltılar epey güçlüydü. Ona bir şeyler diyorlardı. Tam anlamıyordu. Kaşları çatılıp küçük bir konsantrasyon kaybı yaşayınca, Ulu bey tam da o anda taşın üstünde ayağa kalktı. Hançer’e baktı. Su tanecikleri onun etrafında olsada kırgın ve korkak davranıyordu. Ulu Bilgin bundan hoşnut olmamıştı. Ellerini havaya kaldırdı ve o tılsımlı sözleri söylemeye başladı. Su etraflarında bir girdap gibi dönerken Yürek yaşadığı kafa karışıklığından ve itaat etme zorunluluğundan ötürü gözlerini açmıyordu. O an, duyduğu gür ve boğuk ses eskisinden daha çok sorgulamasına sebep oldu.
“Sana bir sır söyleyeceğim Yürek Giray! Bu öyle bir sır ki her daim kafan karışacak ve Göktanrı’nın insanlara vermemekle ne kadar iyi ettiğini anlayacağın o ilahi kanunu iliklerine kadar hissedeceksin...” Yürek gözlerini açmadan hızlıca onay verdi. O her şeye vardı. Bu yolda olmak ona tarifi imkansız bir zaferdi. Her şeye ve herkese karşı, özellikle de saraya karşı! Ses etmedi, kendini o boşluğa bıraktı. Ulu bilge açtığı kollarını boşluğa doğru bir cisim alır da ona sarılır gibi dolamıştı.
“Seni bir hezimet bekliyor Yürek Giray!” Söyledikleri ile Yürek hızla gözlerini açtı ve o su dansı durdu. “Ne demek bu Ulu Bey?” sorusu korkudan öteydi. Bir Giray asla korkmazdı. Onlar gerekirse ölüme bile kafa tutardı. Hiddetti bu sesteki tek şey. Katıksız öfke. “Seni çok büyük bir savaş bekliyor. Tüm cihan sana düşman olacak ve tek kalacaksın.” Sudan doğruldu genç kız. Bu bahsettiği sarayda başına gelen olaylar silsilesi miydi yoksa daha fazlası mıydı?
Yoksa o savaş mı kötü sonla bitecekti? Ulunun sözlerini dinlemeye devam etti. “O öyle bir savaş olacak ki tam üç cehpesi olacak. Bunların ilki, sınırlarınızın olduğu bölgeden gelecek. İkincisi ise kuzeyden gelecek.” Ulu bey susunca Yürek ağzından çıkmak için çırpınan kusma hissini ancak bastırabilmişti.
Üç demişti değil mi bu ulu? Peki neden üçüncüyü söylememişti? Bir adım attı, ulunun gözleri huzursuzca kısılmış ve kapalıydı. Bu üçüncü ne olacaktı? “Bana üçüncü cephenin ne olduğunu niçin söylemiyorsun? “ Ulu Bey sakince göğsüne hava aldı. “Sana bunu söylemek diğerlerini söylemekten daha zor. Korkuyorum.”
“Neden, kaybedeceğim bir meydan savaşından sen korkuyorsun?” “Çünkü ...” Ulu Bey susunca Yürek kılıcını çekmemek için Göktanrı’dan sabır dileniyordu. Ve o anda Ulu Bey öyle bir söz söylemişti ki Yürek, ömrü hayatında bu kadar büyük bir savaşla karşılaşmayacağını çocuk aklıyla reddetmiş, kendini atına oradan da saraya atıvermişti. Ulu Bilge, ona şöyle söylemişti “Sen sevdiğini öldürecek kadar yoldan çıkmış bir ruhsun. Sen, sevginin cephesinde yenilecek ve olmayacak bir günah işleyerek kocaman bir aşkı katledeceksin. Katil belliyken ölecek kişiyi bekleme sakın. O her daim seni zaten izliyor olacak. Ve şanslıysan katlettiğin o masum seni bir gün affedecek.”
Tam bu esnada kaşlarını çattı. Suçlarcasına bağırdı. “ Öleceksin! Çıktığın o yolda öleceksin, arkanı kolla. Gücü eline al ama sakın şeytanla iş birliği yapma. Senin gibi bir gelecek ancak bu kadar parlak ve karanlık olurdu . Nihayet duydun, geleceği bilmek korkulu, şüpheli ve huzursuz yaşamak demektir. Sen buna hazır mısın? İnsanlardan gizlenen bu bilinmeyeni bilme kanunu şimdi anladın mı?”
Yürek Giray, atını ağzından köpükler saçıla saçıla saraya doğru sürüyordu. Giderken gizlensede gelirken buna gerek duymayacaktı. Kale muhafızları, ele avuca sığmayan küçük Melike’yi görünce nihayet döndüğünü gözleriyle gördükleri için sevinçle kale kapısını sonuna kadar açtılar.
Yürek, hızla içeriye girdi ve atını koşup gelen seyise verdi. Atın üstünden duvardan atlar gibi yere atladı. Hızla odasına gitmek için içeriye girdi. Dur bir dakika, odasında önce Berk’e gitmek hiç de fena olmazdı. Ona bunu söylemeli miydi? Hayır! Kırgınlığın canı cehennemeydi. O Berk’e kıyamazdı. O kim ve ne olursa olsun Hançer’in tek sırdaşıydı. Kalbi korkuyla kasılsada kimseye bir şey diyemezdi ondan başka. Ondan başka içeriye giren diğer askerler de etrafa dağılıyor adeta rahatlamış gibi bir yerlere haber ulaştırıyordu. Sarayın harem kapısına doğru koşarken, “Hançer Giray!” diye adının yankılanması üzerine durdu.
Ona haremdeki herkes Hançer diye seslenirdi, Hançer ona babasının verdiği has isimdi. Diğer adı ve kimsenin kullanmadığı adıda Yürek’ti. Yürek, annesinin ona verdiği isimdi. Annesi yoksa, bu isim de yoktu. Babası, buna böyle hükmetmişti. Arkasını döndü ve ona doğru gelen Kılıç Giray hatunu Ergün Hatun’u gördü. Gözlerinde bariz bir kızgınlık vardı. Hançer, ona değer vermezdi ama saygıda kusur etmeyecekti bugün, bugünlük... Elini yumruk yaparak göğsüne vurdu. Ergün Hatun, her daim giydiği deri zırhlı savaşçı kıyafetleri ile amcası Giray’ın asla haketmediği değerli bir hazine gibi meydanda salınıyordu.
“Sen, beni öldürmek mi istiyorsun?! Berk helak oldu seni bulamayınca, ya biz ne olduk?! Bu kadarı fazla anlıyor musun?” Ergün Hatun uzaktan o gür sesiyle bağıra bağıra gelirken Hançer’i kolundan tuttuğu gibi kendi kucağına çekip sıkıca sarıldı. Hançer kendisine sarılmasından ötürü çok şaşırsa da bu kısa süreli şüphesini hemen sonlandırdı. Hançer’i bir müddet sonra bırakıp geri çekildi. “Hadi içeri geç, Berk Giray endişeden delirmek üzere.” Hançer, Ergün Hatun‘a başıyla kısmen mesafeli bir teşekkür ettikten sonra haremin koridorlarında hızla ilerledi. Ergün Hatun, doğrulurken yanına gelen hizmetlilerinden biri öne çıktı.
“Bazen ona gerçekten değer verdiğinizi düşünüyorum. Kağan kızı olmasaydı, normal bir veliahtın kızı olsaydı yine ona böyle mi davranırdınız?” Ergün Hatun, Hançer’in gittiği yöne doğru bakıp gülerek konuşan kadına döndü. “Ben, her zaman ne demişimdir?” Kadın gülümsedi. “Siz, yedek at olmadan asla yola çıkmazsınız efendim.” Ergün Hatun başını aşağı yukarı sallayıp ellerini kılıcının üstünde birleştirdi. Bakışları katı ve kuralcıydı. “O en olmadık yerde benim geleceğim için kuvvetli bir at olacak. Büyütmekte bir zarar görmüyorum. Hem, yarın Veliaht töreni var. Börü Giray, tahta tam on beş senedir hakim. Gidişi yakın. Bu yarın kendisinden sonra gelecek olan kişiyi belirlemesi ile resmiyete kavuşacak. Bu tören ne demek biliyor musun? Onun artık ömrünün herhangi bir anında tahttan gidebilirliğini demek. Üstelik, bize de bir veliaht bırakarak.”
Koridorda yürümeye başladılar. Hizmetli kadın, başını aynıyla eğip ona yetişti. “Peki Ulu Tayeçemiz, Veliaht olarak sizce kimi tayin edecek?” sinsice sırıttı. “Sizin için biri var öyle değil mi?” Ergün Hatun güldü. “Üç seçeneği var ve ikisi de benim kollarımın altında.” Hizmetlinin kanı yüzünden çekildi. Korkuyla fısıldadı. “Peki ya kocanız olursa?” Ergün Hatun, öfkeyle durup dirseklerini büküp ellerini balkondan aşağıya sallandırdı. “Tanrım! Bunun olmaması için savaşacağız gerekirse. O çok hırslı. Tahta çıkması daha yıllar alır. Börü Giray tahttan ömrü el verdiği kadar kalırsa tahta çok yaşlı olarak oturmuş olur. Bu da benim ve çocuklarımın işine gelmez. O yüzden Börü bunu çoktan hesaplamıştır diye umud ediyorum.” Hizmetli, hafif güldü. “Efendim, peki ya büyük oğlunuz veliaht seçilirse? Berk Giray ne olacak?” Ergün Hatun yürümeye devam etti. “Büyük oğlumun sessiz ve mülayim oluşunu aklına bağlamayı düşünüyorum. Onun gibi vicdan ve merhamet sahibi biri Giray tahtında tutunamaz. Daha sonra Berk’in kan dökmesini istemiyorum. İşi en başından halledeceğim. “ En arkalardan bir hizmetçi utana sıkıla konuştu. “Ulu Tayeçe! Efendim, hep veliahtın burdan çıkışını konuşuyoruz. Efendim peki ya veliaht Hançer Giray olursa? “ Ergün Hatun’un nefesi boğazında takılı kaldı. Küçük öksürüklerle kendini toparladı. Bunu düşünmeyi dahi istemesede işte insanların aklına geliyordu. Gayet buz gibi bir sesle cevap verdi. “Onu, büyük oğlumla nişanlayacağım. Böylelikle tahttan uzak durmuş olur.” “Ama Efendim, siz büyük oğlunuzun tahta çıkmasını istemiyorsunuz. Hanedanın en büyük ve yetenekli kızını onunla evlendirirseniz onu destekleyecek olan kesimin baskısı ve Kağan Börü Giray’ın dikkatinden, dahi emrinden kaçamazsınız.” Ergün Hatun boynundan soğuk terler akarak aka taht odasına gelmişti.
Şimdi, burdan sonrası için şansa ihtiyacı vardı. Hizmetlisine döndü. “ Gerekirse, onu ortadan kaldırırım ama asla Berk ile beraber olmasına izin vermem. Onun gibi bir şeytanı tahta asla muhatap kılmam.” dedi kindar bir edayla. Burun delikleri bir büyüyüp bir küçülüyordu.
Diliyle dudaklarını yaladı, gözlerini açıp kapattı. Derin bir nefes aldı ve adeta telaşı sönmüş gibi gülümseyen bir ifadeyle içeriye girdi. Kağan Börü Giray’ın tahtında oturmuş düşünceli bir şekilde yere baktığını gördü.
“Müjdeler olsun Ulu Kağan’ımız!” Kağan Börü Giray, yüzü rahatlayan bir ifadeyle aydınlanırken Ergün Hatun’u konuşması için bekledi. “ Biricik kızınız, Veliahtınız Hançer Giray saraya girdi. Onu, hareme yolladım. Endişe etmeyin artık.” Kağan Börü Giray, usulca nefesini bıraktı. Gözlerinin herkesten gizlediği korku duygusunu yok etti. Ergün Hatun, önünde selam verirken ikisinin de aklından aynı şey geçiyordu. Veliaht Töreni. Üçüncü kata vardığında kapıyı çalmadan, divanda oturmuş dirsekleri dizlerine dayalı elleri başında duran Berk’in yanına doğru yaklaştı. Berk, destursuz girene olan öfkesiyle başını kaldırınca onu gördü. Telaşla ayağa kalktı ve kendisine doğru gelen Hançer’i ondan hızlı davranarak kollarıyla sardı.
Berk henüz atamadığı pişmanlık duygusuyla onu sararken Hançer duygusuz bir şekilde öylece duruyordu. Berk, bir süre sonra geri çekildi. Elleri arasına aldığı yüzünün kızarıklarla dolu olduğunu gördü. Atının üstünde bu soğukta hızlı gitmiş olduğunu anladı. Kendinde büyük bir suçluluk duygusu kabarıyordu. Berk, bir müddet sonra geri çekildi. Hançer ise adeta bundan memnun olmuş gibi ondan uzağa çekildi ve pencere kenarındaki divana oturdu. Berk, eliyle alnını ovdu, sesine dikkat edip konuştu. “Sen, bizden habersiz ne edersin Yürek! Ya başına bir şey gelse? Biz ne yaparız o zaman!” Hançer, hanedan içinde ona sadece Yürek diyen tek kişiye, Berk Giray’a baktı. Başını camdan dışarı çevirip ona arkasını döndü. Berk, “Neden, arkamızdan gelmeyip yolun yarısında bizi bıraktın? Yürek, bana cevap ver. Lütfen. Saray ve özellikle de baban öyle çok öfkelenip korktu ki bir an bizi asacaklar zannettim. Bunu bize yapmaya hakkın yok hala anlamadın mı? Sen teksin, senin bir eşin yok senin bir kardeşin yok anla şunu! Sen yok olursan baban ne yapacak ha? “ diye hayıflandı.
Bir müddet sustu, sonra göz göze geldiler. Berk ona başını anlat anlamında salladı. Hançer’de bunu doğru anlayıp bıçak gibi keskin ağzını açtı. “ Gittim, çünkü benim de bilmem gereken şeyler vardı. Mesela geleceğim gibi!” Başını pencereden çevirip kendisine kocaman olmuş gözlerle bakan Berk’e döndü. “Sen...” diyecekken Hançer sözünü kesip devam etti. “Evet, fal bakmaya gittim. Hem de bu yaşımda! Siz öyle mutlu ve benden uzaktaydınız ki seni oraya getirme sebebimi daha söyleyemeden bana arkanı döndün. Sonra ben, Kara Orman’a girdim. Yedi Tepe’yi aştıktan sonra Ulu Bey’in inine yaklaştım. Derede dinlendiğini gördüğüm sırada, beni yanına çağırdı. Ona eğilip selam verdiğimde bir tutam saçım öne düştü. “ Berk, gözleri kızarmış bir şekilde Hançer’e baktı. Elini ileri attı ve saçlarını çarçabuk kavrayıverdi. Başının sol tarafından koparılan kalın saç tutamının yerinde kan ve kızarık bir deri vardı. “Lanet olsun, lanet olsun! Yürek, canın acıdı mı?” öfke ve endişe içinde fısıldadı. Hançer ona minik bir tebessüm verdi ama bu tebessüm dondurucu bir gülüştü. “Sustum ses etmedim. Acımı kalbime bastım. Beni yanındaki bir taşa çekip oturttu. Oturup gözlerimi kapadım. Sular etrafımda döndü! Bunu bana her seferinde yapar ama bu diğerlerinden çok farklı oldu.” Berk’in gözleri saçlarındayken onun zevk aldığı şeyleri hiç mi hiç umursamıyordu. Ama kafasındaki bir yer gürüldedi. “Bu sefer derken? Sen daha öncede mi gittin!” Hançer saçlarını ondan kurtarıp başını pencereye çevirdi. Umursamaz ve aşılmaz bir duvar haline gelmişti adeta. “Kısa bir süre sonra her şey durdu ve bana korkulu gözlerle bakmaya başladı. “Berk için bu dikkat çekici ve tehlikeli bir durumdu. “Sonra, peki sonra ne oldu?” Hançer başını havaya kaldırıp derin bir nefes aldı. “Bana, beni kötü bir savaşın beklediğini söyledi. Yalnız kalacakmışım. Herkes bana düşmanken sadece ben kalacakmışım. Günah işleyerek katil olacakmışım...” Berk, Hançer’in söylediklerinden sonra ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu. Ağzı bir açılıp bir kapanıyordu. Sorduğu soruya cevap vermek üzereyken kapı hışımla açıldı.
Ergün Hatun, daha önce asla böyle dağılmış ve çaresiz görünmemişti. Başta Hançer olmak üzere Berk de buna bir hayli şaşırmıştı. Berk, az önce anlatılanlardan ötürü Hançer’i tutup beline yaslayarak arkasına aldı. Onu, annesinden bile korumak istiyordu.
Ergün Hatun, hayır Hançer’e değil Berk’e doğru geliyordu. Berk annesine ne oldu demek istese de onun konuşmasını bekledi. Bu Berk’in gözünden kaçmamıştı çünkü annesi her ne duyduysa hem gururlu hem de tetik üstündeydi. Hançer, arkada kalmayı kendine yediremeyip bir adım öne attı. Ergün Hatun onu görünce durup gülümsedi, o an Hançer pek bir tedirgin oldu. Bir şeyler olacağa benziyordu. Ergün Hatun onları daha fazla merakta bırakmayarak konuştu. “Sizlere bir haberim var. Yarın tüm Krallıkların veliahtları taht şehrimize gelerek düzenleyeceğimiz Veliaht Töreni için bizlere eşlik edecek. Bu törende Kağan Börü Giray’ın kendisinden sonra seçeceği veliahtı kararlaştırılacak. Hem, geleceğin Kral adayları ile beraber olacak hem de kendinizi şuandan ispatlamaya başlayacaksınız.”
Hançer, çatılan kaşları ile bir adım daha atıp Ergün Hatun’un tam karşısına dikildi. “Babamın bir veliahtı var. O da benim. Bir tören düzenlenmesine ne gerek var?” Sözlerini söylerken ne Berk ne de onun ağabeyi umurundaydı. “Bir veliaht varsa o da benim.” Sözlerinin ardından Ergün Hatun kısılan gözlerini ona çevirdi. Berk ikisi arasındaki gerilimi anlasa da susup önlenmesi gerekenlere odaklanmayı uygun buldu. Annesi, “Bir veliaht erkeklerden seçilir. Sen bir erkek değilsin Hançer Giray. Sen, bir kızsın. “ dedi yapay bir endişeyle. Hançer onun gibi gözlerini kısarak onu alaya aldı. “Ben de size veliaht olmam için erkek olmam gerekmediğini söylemek istiyorum. Taht babamdan sonra benim. Yoksa siz buna itiraz mı ediyorsunuz?” belli başlı harfler düşük dişlerinden dolayı peltekçe çıksa da Ergün Hatun onun sesini bir yılan ıslığı gibi duyuyordu.
Şakasına kaşlarını çattı. “Ben etmiyorum tabiki, ama senden büyük oba beyleri, Ulular vardı. Onlar seni uygun görüyor mu o kadarını bilemem. En nihayetinde benim kocam ve iki oğlum senden bir adım önde geliyor. “ Hançer, boğazını zorlayan bir şekilde konuştu. “Kocanız başa geçemez. Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Babam onu asla veliaht seçmez. Üstelik kızı varken senin çocuklarına laf düşmez. “ Berk kaşlarını çatıp ona döndü. ” Hançer!” dedi Hançer’i şaşırtan bir ses tonuyla. Ona ilk defa Hançer diyordu çünkü. “Sen, beni hiç düşünmüyor musun? Yoksa senin gözünde bir taht sahibi olamaz mıyım? Bir veliaht olarak başa geçemez miyim?” Hançer, bir Ergün Hatun’un pis sırıtışına bir de Berk’in alınmış gözlerine baktı. Dudağını içeriden ısırırken ne diyeceğini kararlaştırmak istedi. Ve az sonra onları şoke eden o sözü dile getirip odadan çıkıp gitmişti. “ Annene ve babana benzediğin her an, sen benim için bir köpek bile olamazsın. Burda bir veliaht varsa, o da benim. Arkamda annem olmasa da!” Berk hayal kırıklığı ve gücenmişikle orda kalakaldı. Boğazına tırmanan üzücü ve boğucu his yüzünden başını öne eğdi. Kalbi hiç olmadığı kadar sıkışmıştı. Nerde hata yapmıştı?
|
0% |