@syavus
|
Zaman, kalbi cennet kılan bir unsurdur. Atmasını, umudunu milyonlarca kez yinelemesini ister. Sonunda kalp, ödülü nedir bilmese de atar çünkü kalp, atışlarıyla güzelleşir çünkü kalp, onu cennet kılan zamanın tenini okşayan dokunuşlarına vurgundur. Cennet insanın içine ekilen bir bahçe gibidir. Bahçe, sakinliği ve sükuneti öğütler. Ve insan bir gününü yaşarken tüm bunlar içinde doğan güneşle filizlenir. İnsan, içinde kapısı aralanan cennet bahçesinden her daim umudu emer. Doyamaz ama hep devam eder taki o kapı kapanana kadar... Zaman usulca duraksar, kalpten uzaklaşır ve kalpteki kapı aralanmaz hale gelir. Kapı, tutkulu ruhun yüzüne tok bir sesle kapanır. İnsanın hırçınlığı da hırsı da tenini yakan bir hisle cennet kapısına abanır. Ve insan, o sınavdan daha ilk anda kalır. Kalp, vurgun olduğu Zaman, onu okşamadan çalışabilemez çünkü zaman, kalp için candan cana sihir gibi... Ve tutkulu ruh, sınavı kaybeder Zaman'ına olan nankörlüğünden ötürü...
Sabah tüm saray tek sıra halinde dizilmiş, gelen misafirleri ağırlamak için hazır konumda dikiliyordu. O dönemin ihtişamlı saray arabalarında art arda dizilmiş ihtişamlı krallar ve veliahtları sarayın avlusunu doldurmuştu. İlk önce Balamiz Hanlığı Kralı, Kral Freud ve oğlu Prens George içeriye girdi. Onlardan sezinlenen bu gergin ve sinsi hava, şu ana kadar alışık oldukları oyun ve entrikaların yanında onlarınkinin adına ne denmesi gerektiğini bilemez duruma getirmişti. Öylesine tekinsiz ve ürpertici... Baba ve oğlu birbini öldürmek ister gibi sinsi ve dik adımlarla içeriye girerken bir diğer soyluya döndüler. Bankiz Kralı, Kral Petro ve biricik prensesi Loura girdi. Loura, bakışları ile ben bir veliahtım derken önden giden Veliaht George’a yanakları kızararak bakmıştı. Babası ise tam tersi, ne kızına ne de önde gidenlere karşı bir sempati besleyebiliyordu.
Onlar henüz içeriye girmişti ki, kuzey topraklarının sınır devletlerinden olan Yakut Hanlığı'nın Kralı, Kral Yakut Virart ve oğlu Yakut Berk saray bahçesinden içeriye girdi. Hepsi bu sevgi dolu baba oğula bakarken esas mutluluk ve gururu onlarda tatmışlardı. Katıksız ve karşılıksız bir sevgi... Vakit öğleye doğru geldiğinde bir anda iki Kral aynı anda içeriye girdiler.
Saray eşrafı bunu beklemediği için bir tık gerilmişti. Kağan Börü Giray onlara saygı ve hizmette kusur bulunulmaması konusunda sert davranmıştı. Atından inen ilki kişi, Kuzey Hanlığı’nın oy birliğiyle seçtiği hem Kral hem de veliaht olan henüz on yedi yaşındaki Kuzey Ragnar’dı. Genç yaşına rağmen erken olgunlaşmış yüz hatları ile nefes kesici bir yakışıklılığa sahipti. Uzun boyu ve kendinden emin efendi yürüyüşü buranın kendi sarayı olduğunu hissettirmişti adeta ev sahiplerine.
Saray onun bu ihtişamlı girişini ve tek kişilik asaletini hayranlıkla izlemeden edememişti. Yaşı oldukça gençti. Tam yüz yıl sonra tahta çıkan ilk genç Kral'dı. Ve son olarak da tüm bu krallıkların pek bir uzağında kalan, bir Çöl Krallığı gelmişti saraya. Pek ağır yürüyen bu ikili en garip karşılananlar olmuştu. Kadırga Hanlığı Kralı Şah Ahuramazda ve talihsiz kızı Şah Begüm büyük bir dikkat ve yavaşlıkla içeriye girmişlerdi. Kral, bir elini havaya kaldırıp kızının elini avuçlarının içine almış, ona yolu tanıta tanıta aheste aheste ilerliyordu.
Şah Begüm, beyaz düşmüş gözleriyle ileriye bakarken bir anda yüzü değişti. Nefesi dengesizleşince dudaklarını araladı tam o anda attığı adım tökezleyince Kral Ahuramazda homurtulu bir panikle iki kolunu da tutup yere doğru bükülen bedenine dayanak oldu.
Kuzey Ragnar, duyduğu gürültüden ötürü kaşlarını çatarak arkasını dönünce orda bulunan herkes gibi oluşan gariplikleri ve eksiklikleri farkedivemişti. Şah Begüm, babasına tutunurken sanki karşısını görebilirmiş gibi ihtiyatla ileriye bakıyordu. Kuzey Ragnar kafa karışıklığını çatılan kaşları altına saklayarak önüne döndü ve garip bir hisle ona gösterilen salona giriş yaptı. Herkes bu garip Kral ve kızını değişik duygularla saray odasına uğurlarken, o kızın eksikliğine rağmen neden burda olduğunu sorgulamaya başlamışlardı. Kuzey Ragnar ve Şah Ahuramazda ile kızını da karşılayan Ergün Hatun büyük bir kibirle hepsini Kağan Börü Giray’ın taht odasına almıştı. Tüm bu olan biteni balkondan izleyen Hançer, burnundan derin ve sık nefesler alıp veriyordu. Prens George, Prenses Loura, Genç Kral Kuzey Ragnar, Yakut Berk ve Şah Begüm onda derin bir boşluk yaratmıştı. İçindeki o gürültü öyle baskındı ki eli yeni bilenmiş kılıcındaydı. Her an birinin üstüne atlayacakmış gibi görünüyordu. Burda oluşuna, burda beklemek zorunda olmasına ve burda oluşuna sebep olan herkesten nefret ediyordu! Onların karşısına çıkmak istese de bunun sonunda üzülecek olduğunu pek ala biliyordu. Çünkü hepsi ama hepsi iyi yahut kötü bir şekilde babalarının veliahtıydı! Tüm gün tüm gece ve geceler bunu düşünüyordu. Ve şu sıralarda aklını meşgul eden bir diğer şeyse Berk ile arasında patlak veren tartışmaydı. O andan sonrasını şöyle tarif edebiliriz.
Sabah olduğunda hala odasındaydı üstelik üzerini giyememişti. Arkasına yaslanıp derin nefesler alıyordu. Üşüyordu, tiriyordu, hırslanıyordu, üzülüyordu. Bunun sebebiyse dün akşam Berk ile arasında geçen konuşmaydı. Berk, öyle bir bakmıştı ki gözlerine, Hançer yaptığı hatanın da ancak farkına yatağında varmıştı. Sanırım, yıllardır içinde susturamadığı o kötü ses artık onun için de konuşması gerektiğini söylemişti ve Hançer de bunu yapmıştı. Bir kötünün sözüyle bir masumu öldürmüş gibi hissediyordu kendini.
Yatağında defalarca döndükten sonra içindeki mücadele hırsı ve azmiyle ayağa kalkmış, bugün giymesi elzem olan kıyafetini yatağa bırakmış, ama sonra nedendir bilinmez ona içli içli ve kaygılı bakmaya başlayıvermişti. Şimdi o ses, öyle kuvvetli ve tutarlı sorular soruyordu ki, Hançer o an yere diz üstü yıkılıp kulaklarını tıkamak zorunda kalmıştı. Acaba, yeteri kadar iyi olmadığım için mi beni babama layık bir velihat görmediler? Neden ben değil de Berk veliaht olarak benden bir adım önde yürüyor?! İçimdeki bu ses neden aramıza giren bu yarışta onun haklı olduğunu ve kazanmayı hakettiğini söylüyor! Hayır, ben haklıyım ben bunca şeyden sonra bunu hakeden tarafım! Ben, Veliaht olmalıyım! Hançer, babasının kızı Veliaht olmalı! Seçtiği elbise, zümrüt yeşili bir veliaht nişanıydı. Bu renk, ancak bu tür törenlerde kurulun evvelden uygun gördüğü yahut açık ara önde olan rakibe giydirilirdi. Elbette son karar Kağan’ın olduğu için belki de en güçlü rakip onu boşuna da giymiş olabilirdi. İşte Hançer, herkese babasının kızından başkasını sevmeyeceğini göstermek için bunu bugün giyecekti. Hızla giyinip sabahın ilk ışıklarıyla Berk’in odasına dalıp masasına ilerleyince onu giyinirken gördü.
Ona geceden sonra söyelemek istediği her şey kursağına takılı kaldı. İyi niyeti, kalbi ve duyguları bir çuvala sığıp dereye düştü. Ona kendini göstermeden, aynı sessizlikle tüm duygularını yok sayarak odadan çıkmıştı.Berk’i, zümrüt yeşili bir kurt postu giyerken görmüştü. Bu demek oluyordu ki, Ergün Hatun’un konuşmaları pek bir doğruydu.
Berk, kurulun gözdesi ve kendisinin de en büyük rakibi oluvermişti. Erkekler bu tür postları diğer adaydan daha üstün olduğunu tüm hanedana ilan ederdi. Oysa, onlar arasında ne zaman bir yarış başlamıştı da Berk bir post giymişti? Hiç mi, tüm zorluklarını ve yıkımlarına şahit olduğu Hançer’i düşünmemişti?!
Olanlara hala kendini alıştıramamıştı Hançer. Bu yaptıkları tamamen hataydı! Kendisine yapılan bir zulümdü. O, bu dünyada en sevdiği insan olan Berk ile yarışacak mıydı? Ama... Şimdi, Berk’i veliaht seçerlerse, ona ne kalırdı? Veliaht naipliği mi?! Aklı karışmış, üstündeki kaftana bakıyordu. İğrenerek üzerindeki zümrüt yeşili kaftan ve üzerine işlenen altın sarısı dantel çiçek işlemeli elbiseye bakarken bir veliaht naibi olacağını hiç düşünmedi. Çünkü, babasını ne kadar severse sevsin günün sonunda onu terkettiğini öğrenen kalbi aynı çukura bir daha düşmeyecekti. Bugün veliaht o olacaktı! Babasının çocuğu o olmasına rağmen Berk’ten rakip olarak hazırlanması istenmişti. O, en sevdiği insandı ve arkasından veliaht olacağını düşünecek kadar onu vurabilmişti. Hançer, kaşlarını daha çok çatarken Ergün Hatun’u Berk’i almak için yukarı çıkarken gördü. Kaşları bir kılıç gibi kavislenen Hançer, ellerini bel oyuğuna yerleştirip arkasında bağladı. Onu alıp saray odasına götürecek kimsesinin olmayışınıysa bir kenara attı. Oyunun elebaşına, yıkılacağı bir gün bahşedecekti. Ayaklarını iki yana açıp, çatık kaşları ile ona soğuk soğuk gülümseyen Ergün Hatun’a bakıyordu. Evvelden samimi zannettiği bu bakışlar artık onun için hiçbir şeydi. En sevdiği insanın annesi de onun için yoktu artık. Ergün Hatun merdiveni nihayet bitirince kıvrak bir şekilde karşısına doğru adımladı. Hançer ona karşılık, birkaç adım atıp karşısına geçti. Birbirlerine karşı öyle korkutucu bakıyorlardı ki ikisi adeta birer kurt olup birbirine saldırmak ister gibiydi. Hançer, onu gözleriyle yerken birkaç adımda onu geçti ve merdivenlerden aşağı bir kral gibi indi. "Seni, bir başına aşağıya inerken görmek çok güzel yavrum. Fazla ayak altında dolaşma çünkü bugün, büyükler kendi aralarında senin kaderini çizecek." Ergün Hatun, ondaki bu dik başlılığı ve cesareti her daim öfkeyle karşılamıştı. Henüz on yaşında bir kızdı ona göre Hançer Giray. Ama bilmediği bir şey vardı ki o görünenin de ötesindeydi. Göremediği bir gelecek ona bela olacaktı. Hançer, içindeki yıkımı kimseye hissettirmeden kendinden eminliğini sarsmadan aşağıya indi. Ergün Hatun, derin nefes aldı ardından tüm öfkesini sineye çekip biricik evladını almak için odaya girdi. Hançer, o gittikten sonra merdivenleri daha yavaş daha korkakça indi. Pek bir zaman harcadı merdivenlerde. Nihayet, ikinci kattaki taht odasına doğru adımladı. Kapı muhafızları onu görünce kılıçlarını çekip göğüslerine bastırarak selam durdular. O an Hançer’in aklında bir ışık yandı. Buradaki herkes, onun veliaht olacağını düşünüyor olmalıydı.
Sabahki Ergün Hatun olayından sonra aslında herkesin ikiyüzlü bir yalancı olduğuna hükmetmesi hiçte zor olmamıştı. Öyle yahut böyle herkes onun yerini tanımalıydı! Gözü kararırken kimseyi görmemeye başladı. O halde, babasına da burda olduğunu kanıtlamalıydı. Yanındaki muhafaza döndü. “Adımı bağır! Herkes bugün benim adımı duysun.”
Ergün Hatun, Berk’in zümrüt yeşili kaftanlarla görünce bayılacak kadar sevinmişti. Onun elini büyük bir gururla tutup sıktıktan sonra, Berk önde kendisi arkada aşağıya indiler. İşte tam o esnada, duyduğu isimle gökyüzünün yarılıp başına düştüğünü zannetti. “Yeni Veliaht adayımız Hançer Giray!” kapının büyük bir gürültüyle açılması ile herkes kapıya doğru döndü. O an, tüm krallar ve veliahtlar kapının eşiğinden geçen elleri arkasında bağlı, başı dimdik, koyu yeşiller içindeki uzunca boylu veliahta bakınca gözlerinin kamaştığını hissetmişti.Ve Hançer, bir yıldız gibi parlayarak akılları başlardan aldı.
Beline asılı kılıcı ve önünde usta işçilerin elinden çıkmış orta boy hançeri adeta ondan bir parçaymış gibi duruyordu. Kağan Börü Giray, gözlerine ulaşmayan lakin nefeslerinden anlaşılacak kadar hem gururlanmış hem de şaşırmıştı. Gözleriyle kızını takip ederken karşısında ona kafa tutan karısını görmüştü. Ona olan bitmek bilmeyen sevdası kalbinde oynaşırken kızını içindeki yangından uzak tutmak için duruşunu düzeltti. Ama yine de her halükarda gördüğü Hatun’unun, ona verdiği en değerli şeydi: Kızı.
Hançer Giray, büyük bir özgüven ve asaletle babasının karşısına geçti. Elini yumruk yaparak sol göğsünün üstüne vurdu. Başını hafifçe aşağı eğip yeniden kaldırdı. Babası, onu gözlerindeki gururli ve ciddiyetle karşılarken yanını işaret etti. Çünkü Börü Giray, bu yaptığıyla kızını ölçmüş oluyordu. Zira, en kuvvetli rakip aklını en iyi kullanan olmuştur. Hançer içine dolan umut ve gururla veliaht için ayrılan o tahta doğru adımladı.
Tahtın önüne gelince yüzünü konuklara doğru döndü. Kaftanını arkaya doğru savurdu ve yerine oturdu. Herkes, dikkatle ona bakıyordu. Ve en güçlü veliaht adayı hepsinin huzurundaydı. Kimse başka birini beklemiyordu. Oysa Hançer için her şey yeni başlıyordu. Saygı dolu sessizlik içinde Hançer, çenesini hafif kaldırarak veliahtlara hitaben konuştu. “Hepiniz, düzenlediğimiz törenimize hoşgeldiniz! Ben, başveliaht Kağan Börü Giray’ın kızı, Hançer Giray! ” Krallar ve veliahtları birer birer başlarını sallarken Kağan Börü başını Hançer’e doğru çevirmemek için zor duruyordu. Onunla ne kadar gurur duyduğunu nasıl anlatmalıydı? Ama her şeyden önce ona anlatması gereken bir şey vardı. Ve zaman daralıyordu. Kağan Börü Giray başını kızına tam çevirmişti ki kapı vurulunca Berk Giray’ın kızarmış bir yüzle onlara doğru geldiğini gördüler.
Elbette arkasında Atabeyi ile. Hançer, bocalasa da geri durmadı ve devam etti sakinliğe. Ne bekliyordu ki? Bu karşılaşma elbet olacaktı ve olması da pek bir mühim olmuştu. İçine oturan bu kasvet bir kalksın gerisini hallederdi. Onlar da birer konuk gibi geniş masanın kolon tarafına yerleşince Hançer, Berk’in ona dargın bakan gözlerini gördü. Gözlerinin yeşilinde bir yıkılmışlık vardı. Hançer, bundan hoşlanmasada şuanda bununla ilgilenmeyecekti.
Kağan Börü Giray, içeriye girenleri görünce öfkeden patlamamak için zor durdu. Ergün Hatun’a onun buraya gelmemesini söylememiş miydi? Bu nasıl bir gafletti! O, veliaht adayı değildi! Üstelik Berk’in Atabeyi olan bu sinsi adamla görmesi gereken pek büyük bir hesap vardı. Kağan Börü Giray elini yumruk yapıp sıkarken Hançer, her şeyden habersiz önüne döndüğünde ona en yakın kişiyle göz göze geldi. Bu esnada Balamiz Hanlığı Kralı Kral Freud Kağan Börü Giray ile sahte bir samimiyetle konuşmaya başlamıştı. Hançer, kulağı konuşulanlarda olsa da gördüğünün göz olduğundan emin değildi. Onlar, Kadırga Hanlığı Kralı ve kızıydı. Ama bu kızda bir şeyler vardı. Bir gözü bir seferinde duyduğu acımasız korsanlar gibi beyaz bir bezle kapalıyken diğeri beyaz ve mavi arasında bir renkteydi. Hançer, o gözünün gördüğünü ona hafiften gülümsemesiyle anlamıştı aslında. Ve bir diğer anladığıysa diğerinin ondan daha kötü olduğuydu. Hançer ona asalet dolu bir baş selamı verince bu hareketini görmediğiniyse yüreğinde duyduğu üzüntüyle anlamış oldu. Başını garip olduğu için ondan çevirirken diğer tarafında onun tam karşısında oturan ve pek bir aykırı davranışları olduğunu sezdiği Kuzey Ragnar’la anlık göz göze geldi ama bu pek bir kısa sürdü. Çünkü Ragnar’ın gözleri pek bir farklı olan Şah Begüm’ün gözlerine ve yüzüne bakıyordu. Başını ondan ve onun soğukluğundan çekince gözleri biriyle karşı karşıya geldi. Fazlasıyla kinci, fazlasıyla öfkeli ve alaycı o gözler Prens George’tan başkası değildi. Hançer ona aynı bakışlarla karşılık verirken yaşıt olduklarını gördü. Yoksa da bir yaş diye düşündü. Babasının gür sesini duymasıyla o şeytansı duruş ve bakışlara sahip kindar çocuktan gözlerini çevirdi. Çünkü ayaküstü konuşmalar bitmişti. “Hepiniz, Topraklarıma ve düzenlediğimiz törenimize hoşgeldiniz! Umarım bugün burdan tüm veliahtlar büyük bir bağla ayrılır.” Kuzey Ragnar’ın gözü o an, Hançer’in üzerine kilitlendi. Ukala ve soğuk bir gülüş tek taraflı, yanağından yukarıya süzüldü. Hançer, onun gibi bir karşılık verirken en çok o kraldan hoşlanmadığını düşündü. Hafife alınmak bu hayattaki en nefret ettiği şeydi. Derken Kuzey Ragnar, babasına doğru döndü. Onda hiç acıma görmüyordu. Usulca ayağa kalktığında, Hançer için bazı şeyler baştan ayağa değişkenlik göstermişti. Gür ve benzersiz bir nezaketle Kağan Börü Giray’la konuştu. “Ben, karşımda gerçek bir veliaht görürsem bugün buraya hoşgelmiş olurum Kağan Giray. “ herkes ufak bir uğultuyla neler olduğunu anlamaya çalışırken Kağan Giray öfkesini sineye çekmekte güçlük çekmişti. Ama Kuzey Ragnar’ın susmaya niyeti yoktu. “Yoksa, hala iki kişinin arasında mısınız? Bunu seçerken niçin bu kadar zorlanıyorsunuz, anlamadım doğrusunu konuşmak gerekirse. Yoksa size düşman olan kardeşinizin oğlunu veliaht olarak seçmek mi sizi korkutuyor? ” Kağan Giray için hayatının en büyük sınavı işte az önce başlamıştı. Hançer, en zayıf noktasından tutulmuştu. Babasının hala bir şeyler söylememiş olması, yenilir yutulur şey değildi. Börü Giray, Ragnar’a başıyla bir işaret yaptı ve onun gibi o da ayağa kalktı. Sesi nazik çıkmakta pek bir zorlanıyordu. “Doğru, iki kişi arasında seçim yaparken zorlanıyorum ama her kral için çocuğu onun önceliği olur öyle değil mi? Ayrıca veliaht seçiminde en doğru kararı vereceğimi söylemeliyim. ”
Hançer duyduğu bu sözle beraber ayağa kalktı. Mutlu ve gururluydu ama Ragnar yüzünden kendine olan güveni pek bir hırpalanmıştı. Kastettikleri ikinci kişi olan Berk ile göz göze gelince hızla bakışlarını çevirdi. Bir ikilik patlak vermişti, kahretsin! Babasını kurtarmak zorunda hissediyordu.
“ Asıl veliaht, birazdan yapılacak seçimle belirlenecek ve benim yanımda en doğru kişi oturacak. “ Ragnar, sinsi bir baş işaretiyle Kağan’a karşı selam verip yerine otururken tüm krallar ortada bir karmaşa olduğunu gördüğü ve onları bunun hakkında aydınlattığı için Ragnar’a minnettarca baktılar. Hançer, babasından önce yerine oturunca içeriye masayı donatmak için görevlendirilen aşçılar girdi.
Hançer başını o kadınlara değil Berk’e doğru çevirdiğinde ondaki hayal kırıklığını eliyle tutup burnuyla koklayabilirdi adeta. Başını ondan çevirirken ona hala gülümseyerek bakan Şah kızına döndü. Aslında başı bir ona bir de Ragnar’a dönüp bunu yapıyor da diyebiliriz. Ve daha çok Ragnar’a bunu yaptığını anlamış bulunuyordu. Kulakları kızarır gibi oldu. Dağılan dikkatinden sonra Prens George’a doğru döndü. Ondaki bu şeytani kahkaha içindeki onuruna ve gururuna dokunmuştu. Onu şuanda pataklatabilir ve onu bu masadan atabilirdi. Önüne konan etle beraber dikkati yeniden dağıldı. Etine uzanacakken Ragnar’dan bir öksürük sesi duyuldu. Hançer ona dönüp bakarken çoğu kişinin yemeye başladığını gördü ama o, Ragnar’ın gülüşü ve alaylı göz süzüşlerini görmek dahi istemiyordu. Ragnar, ona dudaklarını oynatarak sesizce “Mahvolacaksın.” dedi ve yemeğine devam etti ama Hançer bunun altından kalkmasını pek ala bilirdi. O da dudaklarını oynatarak, "Sen önüne bak, seni mahvedecek şey tam karşında." kaşları ile Şah Begüm’ü gösterdi. Ragnar, gözlerini hızla Şah Begüm’e çevirdi. Ona bakışları asla kendisine olan bakışları gibi değildi ve Ragnar’ın ademelmasının hareketlenmesini gördüğünde gururla önüne döndü. Bu onu afallatmak ve çenesini kapalı tutmasını sağlamak için sağlam bir kozdu. Ragnar, Begüm’e bakarken onun bulutları andıran gözlerinde yansımasını gördü. Elindeki çatal hafif bir şekilde masaya düşerken Şah Begüm ona dönüp, kızaran yanakları ile kaçamak bir gülüş bahşetmişti. Ve Ragnar, yutkunmak nedir bilemeyecek hale gelmişti.
Hançer, Berk’e dönüp baktığında onun bir ezilmiş gibi en arkalarda önüne konan yemeklerle nasıl oyalandığına şahit oldu. Oysa o, Hançer ağzına yemek koymadan yemek yemeyen, uyumadan önce onu kontrol eden, ayak ucuna oturup ona gün boyunca destanlar anlatan tek kişiydi. Ağladığı zaman, başını omzuna koyup saçlarını okşayandı. Börk takmasına karışmayan laf etmeyen tek kişiydi. İçten içe saçlarını seven ama sırf onu öfkelendirmek için sızlanan tek kişiydi. Anılar, gözünün önünden bir ok misali geçerken tükrüğünü yutamaz hale gelmişti.
Ne hissediyordu Berk? En değer verdipi kişinin onu ezmeye çakıltığını mı? Beslediği karganın gözünü oyduğunu mu? En ufak şeyde onu silen biri olduğunu mu? Saçlarını gece gizlice izlediği kızın onu saçlarıyla boğduğunu falan mı? Elleri titrerken onun hala yemek yemediğini gördü. Çünkü kendisi yemek yememişti!
Hızla ayağa kalktı. Tüm gözler ona dönünce bir açıklama yaptı. “Ben, burda babam Kağan Börü Giray’ın bir evladı olmaktan ziyade bir veliaht naibi olarak bulunuyorum. Burda babamın yanında bulunmam gerekiyordu lakin sadece bir evlat olduğum için. Başka anlamlar çıkarmayın. Şimdi, burdan çekilip bunu benden çok hakeden kuzenime vermem gerektiğini, burada onun oturup, bakışlarınıza onun karşılık vermesi gerektiğine hükmediyorum.” Herkes şaşkınlık içinde ona bakarken Hançer kalktı ve masanın arkasında bir yerde oturan Berk’in yanına geldi. Dudaklarını kemirirken nasıl konuşma yapacağını şuanda asla bilmiyordu. O, yemek yedikleri masayı görmüyordu bile. Onu böyle bir şekilde lanse edişini yıllar geçse de asla unutamayacaktı. O, değer verdiği bir insandı. Ona bunu yapamazdı. Hançer, onu harcayamayacak kadar çok seviyordu. Ama o bunu bilmese de olurdu. Zira her yanlış, yapılması bırakıldığı müddetçe affedilmeye layıktır.
Berk elindeki tabağı yerine koyarken şaşkındı. Çünkü, ondan böyle bir şeyi asla ummuyordu. “ Yürek? Sen ne yapıyorsun?” diye sordu. Hançer, bakışlarını ondan kaçırken bir cevap olmasada içindeki huzursuzluğu dindirecek bir soru sordu. “Beni hala seviyor musun, beni affedebilir misin?” Berk afallayarak yüzüne baktı ama Hançer ciddiydi. “Yani şimdi değil. Daha sonra demek istedim.” Berk, sustu. Gözlerine bakarken az önceki gibi kırgın değildi. Aksine minnettardı. Başını aşağı yukarı sallarken Hançer önünden çekildi. Berk, elini havaya kaldırıp börk takmadığı için etrafa salınan saçlarından bir tutamını alıp omzunun gerisine bıraktı. Bu ikisi arasında bir yemin gibiydi adeta, sessiz ve sonsuza dek süreninden... Berk, ona bakarken bir yandan da yürüyordu. Masaya doğru yaklaşınca önüne döndü. Hançer onun kalktığı sandalyeye kendisi oturdu. Berk’in Atabeyi ona kızgın bir şekilde baksada yanında bir an bile durmayıp doğruca Berk’in yanına gitmişti. Şimdi masa yeni misafiri ile ilgileniyordu. Kağan Börü Giray öldürücü gözlerle Berk ile Hançer’e bakarken her şeyin bir düş olmasını diledi. Onun veliahtı böylesi bir ahmaklığı yapmış olamazdı! Derken Ragnar’ın sesini duydu. “O halde, asıl veliaht sizsiniz?” dedi Berk’e gözlerini dikerek. Berk, pek bir çekindiği ve saygı duyduğu amcasına baktı. Onun sert ve ifadesiz yüzünün onay anlamında bir işaret vermeyişi ile suskunluk dibe vurdu. Ama hir ses masanın en sonundan yankılandı. "Evet!" Hançer, babasının gözlerinin içine bakıp söylediğini bu seferde Ragnar’a doğru dönüp söyledi. “Evet!”
Kağan Börü Giray, iki eli de yumruk olmuş bir şekilde masada otururken Berk, “Ben, Veliaht Berk Giray!” diyerek salona adını duyurdu. Ve herkes kendi kaderini, kendi yazmış oldu. Hançer başını yere eğerken kalbini sıkan o duygudan ötürü gözlerini sıkıca kapattı. İçine neden kötü şeyler doğuyordu ki? Neden babasının gözlerine baktığı her an, sanki onu öldürüyormuşçasına acı çekiyordu. İçinden defalarca şu sözleri tekrar etti. “O, Berk! Kendine gel! Sen ona kıyamazsın. O senden daha büyük ve senden daha yetenekli!” Gözlerini bir müddet sonra açtığında ona bakan George ile karşı karşıya geldi. Tüm hırsı ve öfkesi artık onun üzerine evrilmişti. Kimse, Kağan’ın tek kelime etmediği bir veliaht seçme töreninden sonra bu meseleyi irdelememişti zira hepsi yüzlerinde bir gülümsemeyle yemeklerine dönmüş bir müddet sonra da bitirildiğinde belli politik konular hakkında konuşmaya başlamışlardı. Atabey Gürkan Bey, veliahtlar için bir bahçe turu düzenlendiğini belirtip hepsini dışarıya buyur etti. Hançer Giray en önden hırçın adımlarla giderken tüm veliahtlar, birer birer dışarıya çıktı. Şah Begüm, Yakut Berk’in elini nezaket ama memnuniyetsizlikle tutarken başıyla etrafı izlemeye çabalar gibi duruyordu. Görmeyen gözler, neyi görmeyi beklerdi ki? George, elleri özel dikilmiş beyaz ve altın işlemeli üniforması içinde kimseyi takmadan etrafta dolaşıyordu.
Yüzünü buruşturarak her çiçeği alıyor sonra onları parçalayıp yere atıyordu. Hançer, babasının dikkat edilmesini istediği çiçek bahçesine gelindiğinde onu ordan uzak durması için uyardı. “Oraya girmemen gerek. Orası bir Kağan malıdır, Prens George! “ George iddialı bakışlarını Hançer’e çevirince birkaç adımda yanına geldi. Berk Giray, onları dikkatle izlerken George’tan hiç hazzetmediğinin farkına varmıştı. Hançer, sakin kalmaya daha fazla kendini zorlamadı. “Sen ne bakıyorsun öyle dik dik? “ George onun bu diklenişi karşısında kahkaha attı. “Senin gibi bir hilekarı daha ne diye idam etmezler? Şimdide kendini affettirmek için mi bu çiçek bahçesine koruyorsun?” Hançer ellerini sıkarken onun sözleriyle adeta köpürüyordu. Dişlerini sıktı. “Haddini bil, Prens! Benimle doğru konuş!” George, onun bu sınırı kolay aşılabilinen öfkesini kullanmak için derhal çiçek bahçesine koştu.
Ayağıyla oraları tekmelerken Hançer Giray ise bir panter gibi atılıp onu belinden yakaladığı gibi yana savurdu. Yere düşen George öfkeyle ayağa kalkıp kılıcını çekti. Hançer, etrafa dağılan çiçeklere öfkeyle bakarken kendisi de kılıcını çekti. George üzerine doğru koşarken o da hiç durmadı, ilk hamleyle birlikte burun buruna geldiler.
Çok tehlikeli birkaç dakikanın ardından aynı anda geri çekildiler. İkisi de hırsla solurken Hançer pis bir gülüşle bir kez daha kılıcını sallayıp ona yaklaştı. Birkaç saniye elindeki kılıcı eğilir gibi olunca George zafer dolu bir gülüşle gözlerine baktı. O esnada Hançer de ona aynı gülümseme ile karşılık verdi ve kılıcını havaya doğru ittirip sürtünen kılıcını kurtararak geriye çekildi. Tam o anda da ayağına bir tekme savurdu... George acıyla inlerken bu sefer Hançer saldırdı. George güçlükle kılıcını kaldırırken onu elinden kaydırınca kılıcını düşürdü. Hançer bunu fırsat bilirken kendi kılıcını hızla yere atıp üstüne çıktı. Ellerini birbirine geçirip tek yumruk haline getirdi ve George’un yüzüne art arda dört adet yumruk attı. Yumruk atarken öfkeyle bağırıyordu. “Orası, benim için özel bir yerdi! Orası babamın hatıralarıydı! Oraya dokunmayacaktın!” tüm hırsını alırcasına vururken ellerini çözdü ve ona sağlı sollu yumruklar savurmaya başladı.
Berk, öfke ve gurur içinde gidio gelirken ona yaklaşamadığını farketti. Zira kolundan tutan Atabeyi Gürkan Bey onu yanında tutuyordu. Adeta bir güreş izler gibi bakıyordu meydana. Hançer, karnına birkaç yumruk yese de George’tan vazgeçmiyordu. Onu öldürmek istiyordu! Bir anda eli ayağına gitti ve ordan çıkardığı hançerini hızla havaya kaldırdı. Tam o esnada, beline saran kuvvetli bir kol onu yukarı çekti. Hançer, George’un üstüne gitmek için aşağıya doğru kuvvet uygularken kulağına değen ses ve karnını dolduran kollarla olduğu yerde kalakaldı. “Sakin ol, Arslan Veliaht. Öfkene hayran kalsam da şuan bunu bitirmen gerek!” Bu Kuzey Ragnar’dı! Hançer, başını arkasına doğru çevirirken onun gözleriyle karşı karşıya geldi. Ordaki uyarı ve tehditi görse de asıl sorun babasının ona bakıyor oluşuydu. Hem bahçeye hem de George’a olan bakışı hiç tekin değildi."Sana takılmak hoşuma gidiyor ama unutma Hançer, bu yaptığın bir aptallıktı. Veliahtlığı asla ama asla vermemen gerekiyordu. Hadi git, ve herkesten özür dile." Hançer Ragnar’ın kollarından kurtuldu ve yere indi. Hançer bir rüyadan uyanır gibi George’a baktığında onun burnu ve ağzının kanlar içinde kaldığını ve yer yer yüzünde çamurların olduğunu gördü. Ama bahçe... orası haraptı.
Burnundan solur hale gelmişti yeniden. Tüm bedeni alev alev yanıyordu. Ragnar, ona gözleriyle emirler veriyordu. Ve dediğini yaptı. Babasına döndü. “Ona, bizim için elzem olan şeylere zarar vermesinin bedelini ödettim Kağan Börü Giray. Bizim için kıymetli olan...” Kağan Börü Giray elini ileriye uzattı ama o el, George tarafından tutulunca Hançer arkasına dahi bakmadan saraya doğru adımladı. Yaptığının farkında ama yapamadıklarından dertliydi! George ayağa kalkıp babasının yanına gidince olan biteni şaşkınlıkla özleyen diğer veliahtlar da kendi babalarının yanına gitti. Ama Şah Begüm, bir an hareket edemeyince Kuzey Ragnar, çekingence onun yanına geldi. Elini ileriye uzattığında, “Bana tutunun Şah Begüm. Sizi babanıza götüreceğim.” dedi tok sesiyle. Aralarında hayli mesafe olan babasını görebilir gibi Şah Begüm o tarafa baktı. Dudaklarında acılı bir gülüş belirirken Ragnar’a doğru döndü. Onun her saniyesini izleyen Ragnar yutkunurken, bir anda sesini merak etti. Şah Begüm, tek gözüyle ona baktı. Oysa yüzü kadar mükemmel bir şey yoktu, neden diğer gözünü kapatıyordu ki? Ragnar, ona yaklaşan pamuk bedene bakarken duyduğu sesle tutunduğu kınını bıraktı. “Siz, beni bir özgürlüğe kavuşturduğunuzu mu sanıyorsunuz?"
Ragnar, kaşlarını çatıp yere sertçe bakarken, çene kemikleri geriliyordu. O an, öne doğru uzanan pamuk elle çatılan kaşları dalgalandı. "Lütfen, benden gözlerinizi kaçırmayın. Bari siz..." Ragnar, başını kaldırıp gözlerine tüm cesaretiyle baktı ama neden bu kadar korkak davranıyordu? Anlam veremedi kendine. Ama o ses, bir kez daha ve bir kez daha kulakları olduğunu ona hatırlattı. "Bari siz, beni bir sonsuzluğa mahkum etmeyin.” Ragnar’ın kalbi garip bir şekilde sızlarken bu genç kıza karşı içten içe değişmeye başladığını hissetti. Kaşları çatılıp endişeyle dalgalanınca itinayla gözlerine bakarak konuştu. “Özgürlük yok mudur, mahkum kılınan sonsuzlukta?” diye sordu. Şah Begüm, başını iki yana salladı. O anda ikisinin de elleri havada ama bir türlü birbirine dokunamıyordu. Tatlı bir gülüşle ona baktı Şah Begüm. “Bilmem? Ben, özgürlük değil aydınlık istiyorum şimdilik. Sizden bunun bilincinde olmanızı isterim.” derken Ragnar’ın uzattığı eline elini bıraktı. Ragnar, hızla elini tutup avcunda sararken heyecanla soludu. Elleri bir pamuktu, bir güneşti, bir nehirdi. Adeta elinden akmayı ve ısıtmayı bekliyor gibiydi!
Ragnar, onun ellerine nazaran kendi elinin o anda ne kadar sert ve kaba olduğunu düşündü. Ve Şah Begüm kısa ve tatlı çenesiyle ona bir gülüş bahşetti. "Bu güne dek, eline dokunduğum en sıcak insansınız. Oysa ben, elimin sıcak olduğunu düşünürdüm." Ragnar, aklından geçenlerin tam tersini duymanın şaşkınlığı ve mutluluğu ile elini daha çok kavrayıp ona doğru bir adım daha attı. Farketmediği defalarca adımdan sadece bir tane daha. “Aydınlığı bulduğunuzda, özgür olacağınıza inanıyor musunuz?” diye sordu onun sıcak ellerinde akıp giden parmaklarının tadını çıkarırken. Ragnar, cevap beklerken kendini hiç bu kadar farklı hissetmemişti. Zamana hükmetmesi gerektiğini ve şu anda burada sadece o ve kendisi olması gerektiğini düşünüyordu. Şah Begüm, elini sıcak avucunda hareket ettirdi. “ Benim, ya aydınlık dediğim yol asıl tutsaklığım olacak ya da bana özgürlüğü vaadedecek. Bu tamamen yoluma bağlı. Sizce, “ elini sıcak avucunda istemsizce hareket ettirdi. Ve Ragnar sancıyan kalbiyle bunu bilinçsiz bir şekilde yapmasını diledi. “şuanda elimi tutan eliniz, beni özgür mü kılıyor yoksa aydınlığa mı kavuşturuyor?” Ragnar, bir denizin ortasında tek mürettebatlı bir kadırgada olduğunu düşündü. Sallanıyor, korkuyor ve müdahale edemiyordu. Uyanır gibi silkindi ve “Bilmiyorum.” dedi. Şah Begüm’ün bulutlu gözleri kısılıp yüzü düşerken elini bir anda geri çekti. Ragnar elini ileriye daha çok uzatıp elini tutmaya çalışırken, “Sizi kıracak bir şey mi dedim yoksa?” dedi. Şah Begüm, ona alınmış bir şekilde baktı. Pamuk rengi teni pembeleşmişti. “Size, tek bir şey açıklayacağım Kral Hazretleri. Tutsaklık, bazen bir kurdeleyle bazen bir çiçekle bazen bir elle bazense gözle olur. Siz beni özgürlüğe değil aydınlığa giden yolda yürütmelisiniz. Oysa siz yine özgür ben yine tutsağım. Görmeyen gözlerimin tutsağı, elimi tutan sizin tutsağınız, yürümeye zorlandığım yolun tutsağı, hapsedildiğim sarayım tutsağı...” sözlerini anında kesince Ragnar onun son sözüyle kendisine yaşattığı tatlı hissin kesildiğini hissetmesi bir olmuştu. Şah Begüm, dudağını gergince ısırırken önünü göremeden adım atmaya çalıştı ama eteğine basıp da sendeleyince Ragnar onun bir kolunu tutup diğer koluyla belini sararken içinde bir gemi kazanı kaynıyor gibi hissediyordu. Az önceki sözlerin derinliğine kendini kaptırırken son söylediği saray tutsaklığı, işte bu söz, asla beklediği bir durum değildi.
Herkes George ile öyle alakadardı ki onları gören ve dinleyen kimse yoktu. Ragnar, ilk defa böyle bir şeyler hissediyorken yardım etmek istediği kişinin böylesine uzak bir coğrafyayla oluşunun yüzüne bir tokat gibi çarpması ile afalladı. Yüzünü Begüm’ün yüzüne doğru yaklaştırdı. “Bana her şeyi anlatabilirsin. Seni o cehennemden kurtarabilirm. “ Şah Begüm ona inançla baktı. “Benim için bir özgürlük planı kurma. Sen sadece benim için aydınlık hayalleri kur. Kalbinin inancı bana ulaşsın. “ Ragnar, yüzüne yakından bakarken göğsü hızla inip kalkıyordu. "Peki ya geç kalırsam?" dedi korku dolu gözlerle onu görmediğini bildiği gözlerine bakarken. Şah Begüm alnını onun çenesine yaslarken çektiği tüm acıları birer ağırlık torbası gibi aralarına koydu. Ragnar, saçlarından yayılan kokuyla gözlerini kapattı ve bir anda onunla aynı rüyanın içine dalmış gibi bir hisle dolup taştı. Şah Begüm, boynuna çarpan sesiyle son defa dudaklarını araladı. "Bugüne kadar kaldın zaten. Büyük Kıyım'dan önce gel. Gel olur mu?"
*** Hançer saraya deli dolu bir öfkeyle girerken nefesleri kor gibi akıyordu içine. Odasına doğru çıkarken Ergün Hatun’un ona attığı sinsi ve oyunbaz bakışlara delirmiş bir öfkeyle karşılık verdi ve yumruk yaptığı eliyle koridor boyunca tüm değerli eşyaları yere devirdi. Dinmeyen öfkesini kendisine çevirirken doğruca odasına girdi. Üstündeki kaftanı yırtarcasına attı. Kendine normal kıyafetler seçtikten sonra avucuna sakladığı çiçeği usulca açtı. Onun kokusunu içine çekti sonra giydiği elbiseleriyle kendini yatağa attı.
Sessizce ama ençok da yaptığı hata yüzünden çıldırmış gibi ağlıyordu. Ne babasıyla ne de bir başkasıyla ile konuşmak istiyordu. Başını yastığa koyduğunda hıncından yüzüne vurmaya başladı. Sessizce ve öfkeli. Vakit, yavaş yavaş akmaya başladı. Gece devrilecekti ama o hala ağlıyordu. Gözleri daha fazla dayanamamış gibi usulca kapandı. Son kez kendine ağladığını hatırlatarak kısa ve korkunç bir uykuya daldı.
*** İki atlı, birbirine dayana dayana, alınlarından akan terlerle çöl gibi kurak dudaklarla ha gayret diye diye nihayet bir nehre yaklaştılar. Hançer Giray gelen atlılara ciddiyetle bakarken bir anda onların yüzüstü suya düştüklerini gördü. Kılıcını kınıyla beraber çıkarıp hançerini ağzına alarak doğruca suya daldı. Su, öylesine karanlık ve ürperticiydi ki bir an yüzmeyi bırakıp iki tarafına bakındı. Burda ne adamlar vardı ne de canlı. İlerlemekten vazgeçip doğruca suyun üstüne doğru yüzmeye başladı. Ama suyun üstünde gördüğü aydınlığa asla yaklaşamadı. Yüzdükçe yüzüyor, hatta delicesine su altında nefes bile alıyordu ama yok, yinede suyun sonuna gelemiyordu. Hançer nefes almasına rağmen garip bir şekilde nefessizlik çekiyor, çırpınıyordu. Panikleyerek aşağıya baktığında adamların orada olduğunu gördü. Bir onlara bir de kurtuluşuna baktı. İçinde kabaran öfkeye yenik düştü ve adamlara doğru yüzmeye başladı. Üstündekiler, delik deşik olurken adamların akıntı yüzünden savrulmaları işini daha da zora sokuyordu. Ama bir sorun vardı. O adamlar, onlar... Babası ve amcasıydı! Hançer, ürkekleşerek can hıraş kulaç atmaya başladı. Babası bir ölü gibi sürüklenirken amcası Hançer Giray ile aynı olan gözlerindeki tehlikeli zafer parıltısı ile ondan uzağa doğru, korkusuzca ilerliyordu. O ilerledikçe babası yüzü gözü kanayarak nereden belirdiğini bilmediği taşlara çarpıyordu. Ve amcası gözlerinin içine bakarak bunu defalarca yapıyordu. Hançer içinde kabaran öfkeyle hançerini eline aldı ve kalbi nefessizlikle çarpa çarpa doğruca amcasına doğru ilerledi.
İçinden KATİL sesleri yükselip de kulağını sağır ederken Hançer bir nefeslik kadar kısa bir sürede amcasına ulaşmıştı. İki aynı karakter ve hırsa sahip insan bir araya gelirken babası karanlık, dibi görünmeyen suya doğru batmaya başladı. Hançer, “Hayır!” diye bağırırken boğazına dolanan kırbaçla elindeki hançeri de babası gibi dibe doğru düşmeye başladı ve o hançer babasının tam göğsüne saplandı. Asla nefes alamayan Hançer, çırpınıyor çırpındıkça da kendisini babasının yanına atmak için hareket ettiriyordu. Tüm gücüyle boğazına dolanan kırbacı parmaklarıyla aralamaya çabalarken kulağına değen sesle bir anda amcası da babası da yok oldu. Hançeri elinde bir kılıç, bir taşın üstünde oturmuş bekliyordu. Üstü başı kuru ve saçları açıktı. Hançer dehşetle doğrulurken Ulu Bilge’nin önünde durduğunu gördü. Onun şeytani gözlerini kısarak kendisine doğru gelmesi ile birkaç adım geri gitmeye başladı. Hançer dik durmaya çabalayarak, “Yaklaşma! Canını almak istemiyorum!” diye bağırdığında adam durmak yerine hızla üstüne koşup onu suda boğmaya başladı. Kılıcını sağlam tutamayıp yere düşürdüğünde de kılıcın Berk’in boynunu kestiğini görerek dehşet içinde çığlık atmaya başladı. Boğuluyordu. Ve gözleri karardığı anda da Hançer gökyüzündeki parıltılar eşliğinde babasının yanında olduğunu farketti.
Babası buradaydı, canlı kanlı ve en önemlisi her zamanki gibi korkusuz. Hançer ona bakarken göğsü hızla inip kalkıyordu. Mahcup bir şekilde başını yere eğince , babasının parmaklarını çenesinde hissetmesiyle başını kaldırdı. Babası uzandı, yanağına, tam da gamze çukuruna sıcacık bir öpücük bıraktı. Hançer, zonklayan boğazından içeri kaçan sesini normal çıkması için yükseltti.
“Bana kızgın değil misin baba?” Kağan Börü Giray başını hayır anlamında iki yana salladı. Hançer şaşırdı. “Peki ama neden? Seni, kararsızlık çeken basiretsiz biri gibi gösterdim. Emirlerine uyamadım, bir prensi dövdüm. Seni herkesin ortasında terkettim. Baba, beni veliaht seçmediğin için sana öfkelendim. Sen bana gerçekten kızmadın mı?” Kağan Börü Giray, yüzünde büyük adamlara has sabırlı bir gülüşle kızına doğru uzandı ve diğer yanağını da öptü.
Sıcak öpücüğü ile beraber Hançer'de rahatladı. Geri çekilince de muzip bir şekilde kendisine şaşkınca bakan kızıyla konuştu. “Ne diyebilirim ki? Senin adını ben koydum, huyunu da adın biçti.” Hançer büyük bir umutla babasına yaklaştı. Babası her zamanki tahtında oturuyordu.Kısa bir an sahi olsa ona sarılmayı istedi ama cesaret edemedi. “Yani veliahtlığından çekildiğim için hiç mi kızmadın?” Babası başını iki yana salladı. “Tabikide Hayır! Orada kendini öyle bir yere çıkardın ki Hançer... Sen cümle insanları ardına toplayacak kadar kudretli biri olduğunu gösterdin. Ben, sadece geleceğin için endişeliyim kızım. Senin gibi birini aralarında nasıl harcayacaklarını bildiğim için onlara kızdım. Sen o gün bana, bir şeyleri geç de olsa görmemi sağladın. Ama şimdş gidiyorum, annenin yanına. Sana iyi bakamadığımı söyleyip ondan azar işitmek istiyorum Hançer. ” Hançer mutluluk ve karmaşa içinde kalırken babasının ellerini tuttu.
“Baba! Ben de geleyim baba! Annemi bir kez dahi olsa görmek istiyorum! Bana nasıl biri olduğunu anlat, bilmek istiyorum.” Kağan Giray o an ilk defa Hançer için gözyaşı döktü. Elleriyle yanaklarını tuttu. Bu neden gerçek gibi hissettiriyordu? Hançer babasının alnına kondurduğu sıcacık ve üzgün öpücükle ağlamaya başladı. Bu da mı gerçek değildi?
İki dik başlı yıkılmaz karaktere sahip Baba kız, uzunca bir süre ağladılar. Kağan Giray'ın ağladığı nadir olsa da oluyordu. O da insandı. Hançer ellerini tutup babasının göz yaşlarını silecekken babası bir anda ayağa kalktı. Tüm sıcaklığı ve baba merhameti yok oldu.
Eski duygusuz adama dönüşürken zaman yokmuş gibi bağırıyordu. “Uyan Hançer! Uyan! “ Hançer, elini kılıcına atarken neler olduğunu anlamaya çabalıyordu. Hiçbir şey göremedikçe babası aksi gibi bağırıp duruyordu. “Kalk uyan Hançer! Daldığın bataklıktan çık!” Hançer kılıcını öfkeyle yere attı. İlk defa babasına öfkeyle bağırdı. “Hayır! Sana ilk defa dokunabilmişken seni ilk defa doya doya kalbime sokmuşken uzağa gidemem. Sensiz gerçek dünyadan bıktım ben baba! Hadi geri gel, sana sarılmak istiyorum. Yürek olmak istiyorum... “ Kağan Giray onun daha önce hiç duymadığı bir öfkeyle haykırdı. “Veliahtım olarak sana gerçek dünyaya dönmeni emrediyorum!”
*** Kapısı dehşetli bir gürültüyle açılınca gün yeni yeni aydınlığa kavuşmuştu. Saçı başı dağılmış bir şekilde yatağından kalktı Hançer. Tüm bedeni terden sırılsıklamdı. Boğazı yanıyor, kalbi bir elin içinde sıkılıyor gibi kıvranıp acı çekiyordu. Hançer kapısına bakınca ilk defa böyle birini görüyordu burada.
Alemdar Bey, koca çelikten yapılma gibi duran cüssesiyle hızla Hançer’in yanına geldi ve onu kaldırıp kucağına aldı. “Neler oluyor?” Hançer, ne olduğunu anlamadan cüsseli savaşçının dedikleriyle şoka uğradı. “Zamanımız yok. Amcan, Kılıç Giray, acımasız bir karar verdi ama bu yoldan sonra geride kalacak olan son melikeyi yani seni korumak için canımı bile veririm. Seni ona ve şeytan ittifakına asla yem etmeyeceğim. Şu saatten sonra onu ancak kendi kanı temizler.” Yüzünü güçlü eliyle tutup kendisine çevirince Hançer korkmuş bir şekilde hareketsiz iri gözlerine baktı.
Savaşçı onun şokta olduğunu ve zeki olduğunu biliyordu. “ Bak küçük Melike, benimle güvendesin. Şimdi gideceğiz. Obada dahi olsak, olacak olanların intikamını elbet alacağız. Orda sana kimse ilişemez. Kurucu liderler obaya geliyor. Oraya cümle cihanın ordusunu yığsalar kimse seni bizim elimizden alamaz.Hadi, kılıcını kuşan ve benimle birlikle yola koyul. Korkma, çünkü bir Giray asla korkmaz.” Hançer bir bebek gibi ağlamak istiyordu. Az önce babasının sevgisi ve yakınlığı nerde şimdiki bu yaşadığı kargaşa neredeydi! Ama savaşçının dediği çok doğruydu ve bu Hançer’i kendine getirmişti. Amcası... Bir yılana derisini soydurup o deriyi ona parayla sattıracak kadar gözü dönmüş bir ağabey asisiydi. Babasının tahtını bir an bile olsun gözü götürmezdi. Babası ona haddini bildirmek için bir savaş açmış olmalıydı. Bu yüzden de onu obaya gönderiyor olabilirdi.
Gözlerine delicesine ve sertçe bakan bu adama güvenmesi gerektiğini söyleyen içgüdülerine kulak verdi. Başını aşağı yukarı sallarken tüm hevesinin ve güzel duyguların kursağına dolandığını hissediyordu. Yere inince az ötesindeki sandıktan kılıcını alırken gözü börküne çarptı. Kaşlarını yeniden çattı. Kılıcını kınına takarken bu orta yaşlı savaşçıya döndü.
“Peki ne oluyor? Kılıç Giray ne yaptı da ben gitmek zorundayım? Berk Giray’a ne olacak? Bu saray, babam nerde?!” kılıcını çoktan takmış adamın karşısında durarak ona dikleniyordu. Alemdar Bey, başını kapısından dışarıya çevirip tekrar önüne döndü. Pek bir acelesi vardı. Gür ve kararlı sesi, üzüntüden bir parça taşıyarak Hançer’in sonsuza dek kalbini kırdı. “Baban... artık yok.”
|
0% |