Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. BÖLÜM: PUSULA

@syavus

 

On yedi yaşında ilk büyük planın kurdu. Herkesi yerine gönderdi ve planını defahatle gözden geçirdi. Bu yıl, Ptifordy’nin obaya dönüş yılı olacaktı. Hançer onunla uzun yıllar muhabbet etti. Onu, lanetli olmadığına ve iyi şeylerin onu da bulabileceğine nihayet inandırdı. Kendisini onardığı ve büyüttüğü gibi. Üç yıldır diken üstünde gibi yaşadı hayatını ama artık meyvesini alma zamanıydı. Yirmi yaşındaydı küçük Hançer. On yıldır obada ve son günlerde patlak verecek her şeyden habersiz bir şekilde plan yapıyordu.

 

 

Ona Hançer Hatun dediler. Asıl adı Yürek’ti. “Hançer” ismini babası vermişti. Ona bu bedbaht dünyanın tarihini tam göğsünden “hançerleyecek” olan bir han gibi görmüştü. Geleceğim demişti ona. Ama geçirdiği hiçbir zor ve kötü güne şahit olamadı. Küçük yaşına rağmen bu yolda yetişmiş , subaşılardan , komutan ve çaşıtlardan dersler almış, ilmi siyaseti en ince ayrıntısına kadar öğrenmiş kendini bu günlere getirmişti.

 

 

Yıllar babasının ölümünden sonra onu en dipten başlamaya mahkum bıraktı. Aldığı tüm dersleri gizliden yapmak ve gücünü hep bir adım gerisinden getirmek zorunda kalmıştı.Tüm bu süreç eğitimini bir nebze kolaylaştırmıştı. Ek olarak son birkaç aydır bey postuna oturması ile de yönetim adına tecrübesizliğinin önüne geçmişti

 

***

 

Bir kuş gökyüzünde keyifle kanat çırptı. Bir kaz sürüsü obanın avcıları tarafından zevkle okla yere düşürüldü. Sürüler sağım için arka tarafa ilerletilirken koyunların bazılarına binen küçük çocuklar şen şakrak kahkahalar savurdu. Genç kızlar, korkuyla dere kenarına çamaşır yıkamaya indi. Bir kervan daha yola koyuldu, bir çocuk daha ilk nefesini ağlayarak aldı. Yani hayat, kendini kahraman ilan etmeyen insanlarla da yaşanılıyordu. Ruh ve kararlar ancak, bireysel bir şekilde yaşanırdı.

 

 

Tüm bunlar olurken Oba yine de derin bir sessizliğe bürünmüştü. Buna şu birkaç seferdir başlarına gelen can sıkıcı hadiseler de dahildi. Herkes kendini darda gibi hissediyordu. Hiç de haksız değillerdi oysa. Çünkü, biri çıkıpta kendini kahraman ilan edeli birkaç yıl oluyordu. Hançer Giray, çadırın örtüsüne duygusuz ve boş bakışlarla bakıyordu. Başını postun tahta korkuluklarına yaslamış, öylece çadırı izliyordu. Uzun bacaklarını ileriye uzattı.

 

 

Elleri de iki yanına rastgele düşmüştü. Tıpkı bir ölü gibiydi. Ölü bile ona az gelirdi düşüncelere daldığı vakit. Çadır, zifiri bir sessizlikteydi karanlıktan ziyade. Dışarısı öyle değildi ve bu onu hiç etkilemiyordu. Hala sessiz ve hala boş duruyordu bir put gibi. Çadırın kapısından destur sesi yükselince Hançer bunun Timurtaş olduğunu anladı. Ellerini göğsünde kavuşturup ayaklarını düzeltti ama bakışı aynıydı. Ruhsuz.

 

 

Sonra çizme sesi içeriden yankılandı ve Timurtaş önünde kaygılı ve üstünden başından akan gerginlikle önünde sert bir selama durdu. Hançer, eliyle ona konuşmasını işaret etti. “Beyhatun’um! Size ahaliden acı bir tanrı selamı getirdim.” Hançer, istifini bozmadan sakince bakışlarını Timurtaş'a çevirdi. Askeri Timurtaş, son sözlerini söylerken kendisinin neler düşündüğünü anlamak istiyordu. Ona bakan genç adama eliyle devam etmesi için bir işaret verdi.

 

 

“Beyhatun’um, amacım sizi hesap ettiğiniz gelecek hususunda oyalamak değil. Son günlerde obaya sahipsiz oklar atılmış. Sürüler, birkaç tarla uzağa gidemez hale gelmiş. Alpler, hareketsiz olmaktan şikâyetçi. " derin nefes alan adam kaygılı ve çekimser bakışlarını yüzünde dolaştırdı. Bu ikilemi dikkat çekince mecburen devam etti. "Son olarak da, genç kızlar. Çamaşır yıkamaya çıkarken, zorluk gibi yani sıkıntıdan da fazla şeyler oldu birkaçına...” Hançer, çatılan kaşları ve ölüm fısıltısını andıran gözlerini Timurtaş’ın üstüne dikerken bir diğer taraftan da dişleriyle alt dudağınının içini yolmaya başladı. “Devam et, Timurtaş...” dedi kıyamet çığlığı gibi bir sesle.

 

 

Timurtaş, başını yere eğerken nasıl devam edeceğini bilmiyordu. Verilen emirle anlatmaya kaldığı yerden devam etti. “Genç kızlardan birkaçı obadan uzakta kalan su yollarında zora düşmüş... Girayhan askerleri tarafından basılmışlar... orada alplerimizden de kaybettiğimiz oldu. Vardığımda kimse yoktu. Bulduğumuz bedenlerin üstlerine senin için ölüm fermanı çıktığını ve öldürüleceğine dair bölük pörçük yazılar yazmışlar. Kanla...“ Hançer kılıcını çekip eline aldı. Timurtaş atıldı. “Hemen örtbas ettim. Aileleri yaylağa çıkarttım. Bu haber duyulursa halkın öfkesi, yoluna set olur. “

 

 

Hançer’in öfkesi sisli bir okyanusa benziyordu. Bir anda köpürürse birkaç saniye sonra anlaşılmazdı. Timurtaş sustu ve başını yere eğerek Beyhatun ‘unun önünden çekildi ve yanına adımladı. Sağ eli sağ dizinde, sol elinde de kılıcı hırsla sıkarak karşısına bakıyordu. Kimse aklında ne var ne hesaplıyor bilemezdi. Sürgün diyarı, onun kadim obası... acının ve dehşetin yuvası...

 

 

Genç adam, sessizliğindeki kini ve nefreti yudumluyordu. Beyhatun’unun en çok yalnız kaldığı anlar böyle anlardı işte. Timurtaş bunu bildiği için Hançer’i sessizliğinde de yalnız bırakmamaya çalışıyordu. Bunu kalbi de istiyordu, yıllar önce bir başkasına meyleden ama şimdi karşısındaki kıza meyleden kalbi. “Sen bunları düşünme. İntikam almadan rahat yüzü görmeyeceğime ant içerim! Sen sadece, bize dön.” Derin bir sessizlikle başları önlerine düştü. Orada tek nefes alan, kapının arkasındaki subaşıydı. İtaatkar ve sessiz.

 

 

Elbet, o da insanların içine mutlu ve geleceğe inançla bakmak isterdi ama bugünden sonra hayatında toyluğuna dair ne varsa hepsini yok etmişti. Kan ve ölümle yeni bir erginlik dönemi yazacaktı! Timurtaş gözlerinde yanan ateşi görünce cesarete kapıldı. "Balamiz Hanlığı için düşündüğün nedir? Ad vermesek dahi bütün bunlar onların başının altında çıkıyor. Biliyorsun.” Hançer bir tahta parçası kadar hareketsiz ve cansızdı. Başını aşağı yukarı salladı neden sonra hızla ayağa kalktı.

 

 

Geniş ve güçlü adımlarla kapıyı açıp çıktı. “Alpleri topla, atları çıkar, haydi !” dedi kapıda duran subaşına karşı en buyurgan ve sabırsız sesiyle. “Buyruk senindir Hançer Hatun!” dedi subaşı ve birkaç dakikanın içinde meydana doluşan nizami alplerin ayak sesleri işitildi. Hançer, deli rüzgarlar gibi otağıdan dışarı fırlarken baş alplerden biri atını hemen önüne çekerek yuları eline teslim etti.

 

 

Arkasını döndü. Timurtaş ile göz göze geldi. Sesi fısıldar gibi çıktı. “O ailelere intikamlarını alacağımı söyle. Kendilerini başıboş bilmesinler. Arkalarında ben varım.” Timurtaş inanamaz bir gözle ona baktı. Sesi heyecanla kaplanmıştı. “Ne yani, şimdi yıllar sonra yine mi meydanlara döneceksin?” Hançer, dudağında tembel bir gülümseme ile ona baktı. “Ben, hiç çekilmemiştim.” Timurtaş, elini göğsüne vururken ona gurur dolu bakışlarını attıktan sonra kolunu uzattı. Hançer, kalın kolunu koluyla kavrayıp tokalaşırken yıllardır beklediği fırsatın ayağına gelmesinden hoşnuttu.

 

 

Belkide artık kim olduğundan çok yapacaklarına odaklanması daha iyi olacaktı.

 

Sert ve hırslı bakışlarını meydana toplanan alplerinde gezdirdi. Hırs tüm vücudunu sarmıştı ve tek istediği artık savaştı. Kulağını tıkadığı her şey, yazdığı kitabındaki sözleri değiştirmesine neden olmuştu.

 

Artık, meydan vaktiydi.

 

 

Hançer için daha dün gibi acısı taze olan o gün... gözleri acıyla kapandı. Henüz bir devlet adamı olmasa da kiminle düşmanlık kuracağını pek ala biliyordu. Balamizler... onları buraya kim sokuyordu? Tabiki de amcası! Sırf onunla uğraşması için yeni müttefiklerinden destek almaktan çekinmemesi hayli cesaretliceydi. Aklında hala yıllar önce Ulu Bey’in söylediği savaş ile alakalı zaman ve yer merakı vardı. Ama artık bunu merak etmiyordu. Çünkü, bu bir savaş değildi. Bu artık bir var oluş sorunuydu.

 

 

Ortada bir adaletsizlik ve alçaklık vardı. Onu ilk defa bu kadar öfkeli gören askerler birer ikişer yutkunmuştu. Ondan öyle bir korkuyorlardı ki o istemezse kimse yemek yiyip uyuyamazdı. Zaafiyet göstermekten ölümüne korkarlardı. Sesindeki emir veren ton asla başarısızlık ve mandacılık kabul etmeyen bir komutanı andırıyordu.

 

 

Baştaki Kağan’ın yaptığı şey belliydi. Töreyi çiğniyordu ve hala da baştaydı. Bu bile Hançer ile aynı safta durmalarına yeterdi. Üstelik böyle bir hanedan üyesine mandacılığı kabul ettirmeye çalışmak eşittir başarısızlıktı. GİRAY HANLIĞI , üstlerindeki gökyüzünün gittiği yere kadar toprakların olduğu ulu devlet... şimdilerde eski şan ve şöhretini ayaklar altına almıştı.

 

 

Düşmanı oldukları devlet ile Kağan Giray, toprakları koruma anlaşması yapmıştı. Bu bir basiretsizlikti. Bu bir acziyetti. Baştakiler böylelikle sözde dış tehlikelere karşı onlar tarafından korunacaklarını ve barışı elde tuttuklarını ileri sürüyordu. Ama gerçekleri Hançer görüyordu.

 

 

Hançer haberi aldığı andan beri herkesten habersiz saraya sızma harekatı düzenliyordu. Ama lanet olsunki o sarayı nasıl korudularsa kendi adamları bile bugünkü yolu güçlükle bulmuştu. Saraya girme yasağı olan Hançer, tam yedi yıldır adeta bir suçlu ve hain gibi saraya sokulmuyordu o da meydana getirdiği yaptırımlar ve yer yer çıkardığı isyanlarla otoritesini gösteriyordu. Yedi yıl ve oba baskınından evvel...

 

 

O günden hala çıkamasa da çok iyi bir hesapçıydı. Sindirildiğini düşündürecek kadar uzun bir süre susmuştu. Yani en azından herkes öyle biliyordu.

 

 

Atının üstüne çıkıp meydanı taradı. Elini alplerin üzerinde gezdirerek bölümlere ayrılmalarını sağladı. Herkes akıp giden saniyelerle bir şeylerin farkına varıyordu. Bağlılık gösteren alpler, devleti karşılarına almıştı. Vur dediğini vurur, git dediği her yere gidebilirilerdi. Cesareti ve kendinden asla taviz vermeyen asil hareketleri onu herkesten ve her şeyden farklı kılıyordu.

 

Subaşına döndü. Hepsi onu ilk defa bu kadar atak ve seri görüyordu. “Alplerin sayısını azalt, ambar inşasına gidecekleri ayarla subaşı."

 

“Buyruk senindir , Hançer Hatun!” Subaşı, alpler ve beyler çok heyecanlıydı ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ama komutanları biliyordu. Kuralsızlık onların kaderiydi. Bir yasağı delecekti! Alenen bir başkaldırı ve isyandı bu. Gözle görünen yeni ve en büyük başkaldırı.

 

 

Bir oyun kuruyordu, bu sefer tek yönlü gibi görünse de kendi içinde çok karmaşık ve dikkat gerektiriciydi. İşin sonunda o korkulu gelecek vardı ve bu gelecek için var gücüyle çabalayacaktı. Çünkü o korkulacak ve korunması mutlak biriydi. En azından birilerini yeniden yaşatacaktı.

 

 

Bazı kahramanlar, ölmenin de bir görev olduğunu bilir ve buna göre yaşardı. Savaşta onun alacağı dört tane intikam vardı ve o görevini kısa süre erteleyecekti. O intikamını aldıktan sonra ölecekti.

 

İntikamının adı: Baba, oğullar ve kızdı.

 

Eğer, çıktığı bu yolda başarılı olursa, ölü bir hanedanı ayağa kaldıracaktı! Ona bu kalp ağrısını, yalnızlığı yaşatandan intikam alacaktı. Onlardan kendi babasının ölümünü engelleyemeyişi ve sevdiği o üç çocuğun ölümüne ferman çıkartmasının intikamını alacaktı! Kendisinden sonraki nesli ancak böyle ayakta tutabilirdi.

 

 

Hançer Hatun, son derece kararlı ve hazırdı . Börkünden zırhına ve kılıcının kabzasına kadar beyaz teninin tersine siyahlara bürünmüştü. Artık bu iş için her ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. Kadife gibi beyaz tenini saran siyah zırhın altında son derece vahşi bir kaplanı andırıyordu . Başını gökyüzüne doğru çevirerek havayı içine doldurdu . Özgürlük ve bağımsızlığını satan herkese tekrar kinlenmişti.

 

 

Zırhın sıkıştırdığı vücuduna inat yükselen göğsü, içindeki havayla bayram etti. Alp, kalkış borusunu öttürdü. O kalın ve yankılı ses kulağına geldikçe belli belirsiz bir tebessüm yayıldı dudaklarına ve gökten inen bir şahin gibi kavisli,keskin,can alıcı bakışlarını tekrar meydanda gezdirdi.


 

 

O gün bugündür, güzel bedeni sürekli darp izleri ve kılıç kesikleri görmüş, ela gözleri uykuya hasret kalmış, kadife elleri kan görmüştü fakat yinede yıkılmayıp ayakta kalarak devleti eline alacağı gün için gece yatmamış gündüz oturmamıştır.

 

 

Bu deli cevval Hatun, son derece güzel olması ile civar obaların , devletlerin , tüccarların, emirlerin dilinde bir masal gibi dolaşır dururdu. Hiçbirine verecek bir karşılığı yoktu. O, yol açtığı yıkımın farkındaydı. Ve yol açacaklarının da. Bir Hanlığı yıkacak olan o lanet gerçek olmuştu:

 

 

Giray Hanlığı, üç günün içinde hiçbir veliahtı kalmamış bir şekilde yeni bir güne uyanmıştı. Tüm küçük melik ve melikeler bir haftanın içinde öldürülmüştü. Biri vardı ki, ona kimse dokunamamıştı. O kişi, sürgünde olan Hançer Giray’dı. Genç ve tecrübesiz bir varisin yapması gereken tek bir şey kalıyordu:

 

Saçlarını açmak...

 

Eli, saçlarına usulca gitmişti. Titreyen parmaklarına emir veriyor ama o parmaklar söz dinlemez bir hale bürünüyordu. O artık bu hanlığın parlayan son güneşiydi. Bahtını da tahtını da usulca açtı. Gece siyahı uzun dalgalı saçları vardı lakin bunlara bakan ve sevdiğini söyleyen bir Berk olmadıktan sonra hiçbir anlamı yok gibiydi.Sanki Berk'i her gördüğünde saçları biraz daha uzar gibi gelirdi Hançer’e.

 

 

Eline aldığı makası acımadan vurdu tutamlarına, kısacık kalmıştı nihayetinde. Hiçbir gittiği yerde başını kapatmaz, her yere tüm varlığı ve özgüveni ile giderdi. Gözünün önünden geçip giden şu kısa ve acı kokan hayatı burnunun direğinden ciğerlerine koşarak indi. Meydana dolaşan halkın uğultuları kesik kesik kulağına ulaşıyordu. Onlar için diken üstünde denilebilirdi.

 

Kulaklarını bir kurt gibi hareket ettirerek bir şeyler sezinlemeye başladı, Hançer Hatun. Nasıl bir yetenekti ki karşısındaki ormanda gezinen çaşıtlarının yaydığı kokuya ve seslerine dek bilebiliyordu!

 

Basit birkaç duyumdan sonra rahatlamış ve mutlu olmuş gibi gözlerini kapattı ve pürüzsüz yüzüne kocaman bir huzur yerleşti .

 

Herkes onun bu gizemli halini seyre dalmıştı. Meydanda çıt çıkmıyor garip bir itaat halindeydiler.Şuanda onları neyin beklediğini bilmeden öylece gelecek buyruğa teslim olmuşlardı.

 

Gözlerinden okunan mis gibi huzur ile subaşına döndü. Gözleri sabahın ilk ışıkları ile sarhoş edici bir güzellikte ve masumlukta bakıyordu. Bu bakış subaşının tökezlemesine sebep oldu. Nasıl bu kadar güzel ve masum bir bakışa sahip olabilirdi? Sessizliği arttıkça herkesin de gerginliği hat safhaya çıkmıştı. Bir anda atının dizginlerini sertçe çekip atı şaha kaldırdı.

 

Adeta gökten inen bir kartal gibi asil, görkemli ve tehlikeliydi.

 

Hareketleri ve at kullanışı tamamen aykırı ve hırs doluydu. At kendi etrafında iki kere dönerek sabırsızlığını belli edercesine hareketlendi.

 

“Alpler, ilk olarak ambar inşasına bakılacak. Tegin’in uygun gördüğü tüm alpler orada çalışacak!”

 

Bakışları Timurtaş ‘a değdi ve ela gözleri ikaz edercesine kısıldı. Daha sonra atını dehleyerek ardında çağlayan bir dereyi andıran alpleri önderliğinde obadan son sürat ayrıldı. Timurtaş ise ardında kalan sessiz obaya şöyle bir göz gezdirdi. Meydana bıraktığı etkileri takdire şayandı.

 

Rüzgar, pürüzsüz yüzünü yalayarak saçlarını havalandırıyor , birazdan arşa uçacakmış gibi dört nala atını saraya sürüyordu. Pelerini at üzerinde geriye doğru uçuyordu. Bu haliyle fazlasıyla destansı bir kadın olarak görünüyordu.Timurtaş’a inanıyor ve ona obayı teslim ediyordu. Atabeyinden sonra obayı bir tek ona emanet edebilirdi.Obanın dış kapısından son sürat çıktı. Çatallı yolu hiç sarsılmadan geçtiler.

 

Tüm alpler obadan çıkmış uzunca bir kuyruk oluşturmuşlardı. Hepsi tek sıra halinde en önden giden Hançer Hatun’u takip ediyordu. Hançer, atını daha da şahlandırıp iştahladırarak hırslanmasını sağlıyordu, atta kendini bir yarışta zannedercesine daha çok koşuyordu. Büyük bir yol ayrımına kadar böyle koşmaya devam ettiler, Hançer ve Aktolga .

 

Saraya dönen yolun bakımlı ağaçları gözüne çarpınca sol elini yumruk yaparak ardındaki seli durdurdu. Alpler hızla durup ondan gelecek emre boyun eğdi. “Şimdi, saraya giderim. Sizlerde subaşı ile birlikte tam dediğim mevkiye ikinci ambarın temelini atacaksınız. Olur da bir aksilik çıkar görev tehlikeye düşer vur emri verilmiştir!”

 

“Buyruk senindir Hançer Hatun!”

 

Ormanlık alanın ortasında koca bir uğultu kulakları doldurmuştu. Dolu yüreklerin anlamlı, gür sedaları idi çıkan ses. Herkes diğer yol ayrımına gitmişken Hançer kuşağına sıkıştırdığı siyah maskeyi yüzüne gerdi. Sadece gözleri görünecek şekilde tüm yüzünü örttü. Bu işi yaparken biri tarafından izlendiği hissi pek bir ağır basmıştı. Başını çevirip arkasına bakınca oradan sadece bir kurdun geçtiğini gördü. Bu ona çok ters gelmişti. Bir kişi vardı ve nicedir kendisini izlediğini düşünüyordu. Can sıkıcı olsa da zararsız olduğunu anladığı günden beri bu durumla ilgilenmez oldu.

 

"Gerçek yüzünü bana gösterene kadar beni izlemeye devam et. Sana vereceğim bir açığı bekliyorsan ,ki ben açık vermem, bunu çok bekleyeceksin."

 

Hançer başını iki yana sallayarak önüne döndü ve eskisinden de hızlı ama nara atmadan saraya doğru atını sürmeye başladı. Hızla çıkan nefesine karışan at sesleri ile kulaklarını arkasına odakladı.

 

Gelenler vardı ve onlar bir değil tam üç kişiydi. Kılıcını havaya kaldırıp arkasını kollarken aralarındaki mesafeyi koruyor oluşları gizlenerek takip ettiklerini belli ediyordu. Hançer Aktolga’yı ustaca geri döndürdü ve şaha kaldırıp arka ayakları üzerinde ileriye yürüttü . Düşme tehlikesine rağmen yaptığı bu hareket ardındakileri bozguna uğratmıştı. Ardından gelen atlılar onun bu ani duruşu ile durakaldılar.

 

Hançer, rüzgardan savrulan saçlarını geriye doğru atarak atlılara baktı.

 

“Delirdin mi sen ! Sana kaç kez böyle at durduramazsın dedim?” En öne çıkan heybetiyle dağları kıskandıracak bir adam , hilal gibi uzattığı bıyıkları ve kara kıvrık kirpikli gözlerindeki öfkeyle ormanı inletiyordu. Kemikli ve sivri yapıya sahip yüz hatları epey öfkeli biri olduğunu ifade ediyordu.

 

“Belli ki biz ona hiçbir şey öğretemiyoruz, Aslantaş. Baksana yanına kimseyi almamış. O Kağan, seni öldürsün diye mi tüm bu çaban?” sinekli beyaz atını öne doğru çeken kadın çatık kalın kaşlarının ardından ona doğru geliyordu.

 

Bir Kuzeyli kadınıydı bu kadın. Atıyla cümle civarlara hükmeden bir tipi vardı. Yıkılmaz bir dağ ve vazgeçilmez bir komutan... Bir de yanlarında onlardan alakası olmayan cılız bir herif göze çarpıyordu. “Ben, yani Hançer gayet haklı. Doğru düşünmüş tek gitse daha iyi ayrıca tek olmak büyük bir manevra kabiliyeti demektir. Onun her şeye bir planı vardır , ona güvenin.” Herkes gözlerini bereltip konuşan adama bakarken Hançer gülümser bir ifade ile konuşan bu sıska, boynundan aşırdığı beyaz çantası olan adama bakıp teşekkür belirtti.

 

 

Adam çok zayıf ve sağlıksız görünüyordu. Onun veba taşıdığına yemin edebilirlerdi. Bakışlarını sık sık kaçırıyordu, onu tanımasalar daha önceden bir köle olduğunu düşünürlerdi. “Sen sus , Yiğitcan!” diye bağırdı , beyaz tenli kadın. “Gökçe Hatun doğru söylüyor Yiğitcan, sana konuş denilince konuş!” diye gürledi Aslantaş. Aşırı kalın, adamı tutsa nefessiz bırakacak gibi iri duran kollarını birbirine bağlarken sert ve merhametsiz suratını daha da gererek cevap beklemeye başladı. Hançer , başını iki yana sallayarak gözlerini kapadı. Bu üçlü yine formundaydı.

 

 

Aslantaş ile Gökçe kavgacı ve dediğim dedik iki baskın karakterdi. Biri Kuzeyli diğeri ise Yukarı Giray Hanlıydı. İki farklı insanı yine de bir çatı altından tutabildiğine çok seviniyordu. Onlara inat sinsice kıvrılan dudaklarındaki gülümseme ile Yiğitcan’a baktı. Bu ikisini asla yanına tercih etmezdi.

 

O halde her şeyin tam tersini yapmalıydı. “Haklısın, sizleri tehlikeye atamazdım. “ dedi . Ardından ela gözlerini kısarak sözüne açıklık getirdi. “Ayrıca orda bana yapılan muameleyi de kimsenin görmesini istemiyorum. Bir kan akacaksa da o benim kanım olmalı.”Aslantaş ve Gökçe kaşlarını çatarak atlarını onun yanına çektiler. “Ne demek bu ? Biz gelmeyecek miyiz şimdi!” diye gürledi Gökçe. Hançer Hatun daha fazla sakin kalamayarak bağırmaya başladı.

 

“Doğru duydun, gelmiyorsunuz!” dedi. Aslantaş daha da celallenip “Hayır efendim, geleceğiz. Seni onların arasında asla bırakmayız.”dedi bir adım daha ilerleyerek. Hançer haklı oluşunu bir kere daha kanıtlamıştı, gülerek atının dizginlerini sertçe çekti ve gözleri ile Yiğitcan’a gel işareti yaptı. Gökçe öfkeden deli olmuş bir vaziyette elini yüzüne götürdü. Aslantaş ise sinirden terliyordu.

 

“Ne demek bu?” diye araya girdi Aslantaş dişlerini sıkarak. “Olay şu, “ dedi gülüşü ile Yiğitcan’ın yanına gelmesini izleyerek . “Çıldırmışsın sen!” diye girdi araya Gökçe. Hançer konuşmak için sıra beklemeliydi anlaşılan. “Evet asıl olay da şu, “ derken Hançer, “İzin vermiyorum dedim sana !” diye bağırdı Aslantaş. Hemen ardından lafa Gökçe Hatun atladı. “Bırak Aslantaş, ne hali varsa görsün. Bakalım o cılız şifacı ile ne yapacak sarayda? Gidebilirsin.” Ters etki yapacağını uman Gökçe , hareketlenip gitmek üzere olan Hançer’i yolundan dönmemiş bir halde görünce hata yaptığını anladı.

 

“Senin aklına uyanda kabahat , bende sanıyorum durduracak bir şeyler dizecek!” diye bağırdı Aslantaş Gökçe ‘ye. “Çok biliyorsan sen atılsaydın, inadını bilmez gibi konuşma!” Hançer ikilinin kavgasını sahte bir hayretle izledi ardından zafer dolu bir gülümsemeyle saray yolunda at koşturdu.Süslü biçimlerde kesilen ağaçlar, rengarenk ekilmiş envai çeşit çiçek ve koca koca duvarlarla çevrilmiş saray girişi yolunda bir anda atından inip sarayın orman yoluna doğru girdi. Eğilerek adeta bir katil gibi surların en dibine kadar koştu.

 

Onun özgürlüğü yoksa kimsenin olamazdı.

 

Arkasındakini beklemeden koştu, nihayet vardığında derin bir nefes aldı ve surun üstüne tırmanmaya başladı. Yiğitcan ona ağzı açık bakarken Hançer’in onu neden yanında getirdiğini şimdi çok net anlamıştı.

 

O bunları asla yapamaz, diğerleri gözü karalık yapıp arkasından gidebilirdi.

 

Hançer, surun yarısına kadar geldikten sonra bir aralığa yerleştirilmiş üç adet taşı gördü. Onları alıp surun arkasına doğru fırlattı. Başını surun sıcak taşına yasladığında yanından akıp giden bir karaltı gördü. Siyah halata tutunup yukarıya doğru bir dakikada tırmandı. Surun gözetleme noktasında bir açık vardı. Askerler gizli gizli şarap almak için bu kör noktayı ayrı bir değerlendiriyordu.

 

Bundan kimsenin haberi yoktu. Kendisinden başka. Gözetlemenin ordan aşağıya samanlığa doğru indi. Halatı ordaki pencereden aşağıya doğru sarkıtıp kuvvetlice bağlarken buna bir daha ihtiyacı olacağını biliyordu. Yeni dinin tapınağının altı su gideri için boşluktu. Avucunun içi gibi bildiği sarayda emin ve sesiz adımlarla hedefine ilerledi.

 

İçerilere girdikçe yollardaki kan birikintileri geceleri rüyalarına giriyordu , sarayın vicdanı nasıl bu kadar rahattı? Ahali şimdiden bölük bölük olmuştu, kimi tarikatlara kimi ne olduğu belirsiz insanlarla anlaşarak dağa çıkmış yağmacılık ile birbirini eziyordu. Ve en kötüsü bunların hiçbiri sarayın kulaklarına çalınmıyordu.

 

Burada zevke, şatafata , eğlenceye ,içkiye, şerbete düşmüşlerdi.

 

İnsanlar, kızılcık şerbeti içmeden kan kusuyordu, bu insanlar buralarda nasıl rahat bir uyku çekiyordu?

 

Devlet yöneticileri rahatlık, eğlence ve oyunlar ile günlerini geçirirken , sınır boylarında nice obalar aileler konacak yer yiyecek ekmek bulamıyordu. Küçücük çocukların, kadın, kızların , beli bükülmüş yaşlıların çektiklerini bu saray hiç mi duymuyordu! Geçen gün kapısına gelen bir aile yüzüne tükürmekten beter sözler söylemişti.

 

Ailem ve daha niceleri Balamiz zulmünden bu diyarlara göçtü, sade kuru canımızla değil nice davar ve at sürüleri ile beraber. Ne bir han verirsiniz ne de konup aş pişirebileceğimiz bir yurt ihsan edersiniz. Bu mudur sizin beyliğiniz, sultanlığınız! Geçen gün başı boş Balamiz atlı süvarileri obaya daldı. Nice canlar , evlatlar yetti! Nerde sizin devletiniz!!!” Gördüğü şatafatlı mekanın aklına getirdiği tek şey bir oba beyinin söylediği bu sözler olmuştu.

 

Gönlündeki yanan ateşi harlayan bu saraya öfkeyle baktı,çatılan kavisli kaşları altında kararan gözlerini içerileri görmek ister gibi kıstı . O içerisinde daha nice dalaverelerin döndüğünü bir defa bulaşanın ölüsünün çıktığını bildiği saray elbet dize gelecekti. Ne çok istiyordu bunu.

 

Hesap vermez, asi , korkusuz ve ciddi adımlarla divanın toplandığı odaya doğru adımlıyordu. Sık sık ardına bakıyordu ama asıl tehlike kapı nöbetçileriydi. Onları da aşacaktı zira bu sarayı temelden sarsacak yegane kişi ve tek varis Hançer Giray’dı!

 

Kapı nöbetçileri, ellerindeki kağıtlardan avuçlarına bir şeyler döküyor ve ardından onu ağızlarına atıp birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Bu Hançer için paha biçilemez bir şeydi. Askerlerin bir sonraki ellerini ağızlarına götürme faslını sükunetle bekledi. Ve işte o an gelmişti.

 

İleriye bir yılan gibi atıldı ve iki nöbetçininde nefesi boyunlarından akan kanla kesilivermişti. Onları düşmeden yere yatırdı ve içeriye giden o koridoru dinledi. Evet kimse yoktu ve sessizdi. Eğilerek yine koridoru geçti. Sola döndüğünde gülümsemişti, artık hedefine bir adım kadar bir mesafe kalmıştı. Adımını atıp divan denilen kapıyı tüm gücüyle kırarcasına tekmeyle açtı. İçerideki şaşkınlık nidaları artarken o girdi içeriye:

 

Siyahlar içinde, tek görünen yeri gözleri olan ve bugün buraya bir ihtilal yapmak üzere gelen Hançer Giray! Çifte kılıçlarını hızla havaya kaldırdı. Birini önüne siper etti diğerini de onun çaprazında tutarak içerideki üstünlüğünü eline aldı.

 

Kağan Giray, kölesinin önüne serdiği küçük bez parçasını kaldırmasını izlerken küçümser bir tavırla kapıya baktı. “Yürek Giray , “ dedi sanki onu her gün anıyormuş gibi. “Girayoğuşları beyi. Safa getirdin(!)” Ela gözleri saf kin akıtan Sultan Giray, koca cüssesini yavaşça tahtından gevşetti. Yanındaki köleleri eliyle dışarıya kışkışladı.Hançer son derecede soğuk ve hafife alınmayacak kadar ağır bir sesle yüzündeki maskeyi asla kaldırmadan bağırmaya başladı.

 

“Ne kadara sattın devletinin ve milletinin istikbalini , Kağan Giray!” Ağzından lav fışkırıyordu. Kağan Giray, iğrenç bir şekilde gülmeye başlamıştı . Bu sarayda çok değişik içkiler dolaşıyordu , aksi halde böyle aptal oluşlarının başka bir açıklaması olamazdı.

 

 

Kağan Giray başını başka tarafa doğru çevirdi. “Benim kimseye vereceğim bir hesap yok, Küçük Şeytan!” Hançer ona tiksinir gibi yüzünü buruşturdu. “Sen zaten hesabını veremeyeceğin şeyleri yaparak şu anda en büyük hatayı yaptın, zavallı!” Ardından sesini yükseltti. “Kağan şahıs Giray, intikam istiyorum!” Gözlerinde çok net bir kinle kararlılık, patlamaya hazır bir volkan vardı. Kağan Giray , küçümsediği yeğeninin öfkeden değişen yüzüyle oturduğu yerde kaskatı kesildi. Öfkeden titreyen bir sesle boğazından konuşmaya başladı.

 

“Hadsiz, Yürek Giray! Burnunu hep seninle alakadar olmayan şeylere batırıp duruyorsun! İşte sen küçükkende böyleydin!” dedi. Hançer, tek görünen yeri olan gözlerini kısarak bir adım öne att. “Tehlikeli ve serttin! Tıpkı benim gibi. Ama tebrik etmeliyim ki sonunu beklediğimden de hızlı getirdin.” alaylı gülüşünü duydu. Hançer kaşlarını çatmış anlamayan bir ifadeyle ona baktı. “Ne demek istiyorsun sen?” Yaşlı Kağan, ona aldatıcı bir şekilde baktı.

 

“Sen, kim olduğunu sanıyorsun? Sen Kağan Börü Giray’ın kızı olduğunu mu sanıyorsun? Şu haline bak! Baban asla elinden kaptırdığı bir makam için saray basmaz! Asla yenildiği meydana geri gelmez! Sen, hiçbir zaman onun kızı olamadın. O, benden nefret etse de benim ona hazırladığım ölümü gördüğü halde töreyi çiğneyip beni öldürtmedi. ”

 

Sözleriyle Hançer’in beyni adeta uyuşuyordu. ”Sen, ilk defa benim elimden süt içtin. İlk defa benim verdiğim etten yemek yedin, babanın değil! Seni, bugün yaşatan benim, ondandır bana benzemen! Seni kendime benzeten de yine benim. Yanılıyor muyum?” Hançer elindeli kılıçları taşıyamaz hale gelmişti. İnkar ederek başını hırsla iki yana sallıyordu.

 

 

“Yalansa yalan de, Veliaht! Bana yalansa yalan de. Hadi, inkar et bana benzemediğini? Saçların benimlikerle aynı renk. Gözlerinin her bir rengi tamamen ben. Boyun, yürüyüşün aklın ve hırsın!.. sen, gerçekten kim olduğunu sanıyorsun ha? Sen, bugün kendinle savaştığını göremiyor musun?” Kağan Giray başını iki yana salladı. “Seni de o gün öldürmem gerekti.” Yaşlı yüzünde küçümser bir bakışla onu baştan ayağa süzdü. “Babanı öldürdüğüm o gün bana bilmeden yardım ettiğin o anda en başta senin nefesini kesmeliydim.” dedi hırsla. Hunharca bir zafer kahkahası patlatarak tahtın koltuk kısmına eliyle neşeli tıkırtılarla vurdu.

 

 

Hançer, delirmiş gibi bir hışımla çektiği kılıçlarını ileriye savurdu. Kağan Giray gevşek gevşek konuştuğu ağzını kapatmak zorunda kalmıştı. Çünkü kılıç şuan şah damarına çok yakındı. Etrafta yarı çıplak köleler dışında kimse yoktu. Hançer, öfkesiyle kendini kaybetmiş, beynini neredeyse hissetmiyordu.

 

Yaptığı hainlikleri biliyordu ama babasını, amcasının öldürdüğünden emin olmak istemiyordu. Daha doğrusu, babasının yerine geçenin bunu yaptığını bilse de hep bir inkarı vardı. Tüm nefret ve kimine rağmen hala bir umutla susmuştu.

 

 

Ela gözlerininden okunan acımasızlık şuanda bu sarayı kan gölüne çevirecek derecede yoğundu. “Bana bu kadarını yapmadığını söyle, Giray Bey!! Ruhunu şeytana satmadığını söyle!!!”

 

Kağan Giray zafer kazanmış bir eda ile buruşuk suratını kırıştırarak süslü yüzüklerin dolu olduğu parmaklarını şıklattı. “Sen de, Veliaht. Sen de o ruhunu tıpkı benim tahtım için yaptığım şekilde kara şeytana satacaksın. Kadınca...” Hançer kılıcıyla boynuna bir hamle edecekken tahtın ve duvarların arkasından çıkan yüzü gözü kapalı onlarca asker, Hançer’in etrafını sarmaya ve mızrak, kılıç ve daha bir sürü kesici aleti vücudunun en hayati noktalarına bastırmaya başladılar.

 

 

Köşeye sıkıştırılan bir kurdun öfkesi ile birer ikişer , askerlerle boğuşmaya başlayan Hançer, önüne gelen tüm askerler yere serilse de yine ayağa kalkıp etrafına etten duvar örüyordu. Kan akıtmadan yere sermesi bile bu saraya gösterdiği en büyük lütuftu. Kendi etrafında dönerken kılıç savuruyor ama hiçbiri durmuyordu. Ellerinde kırbaçlar onu bağlamak için can atıyordu. Kağan Giray, acımasız ve içkili bir sarhoş gibi hareket ediyordu. Sallana sallana yanı başına gelerek küçümseyici gözlerle ona meydan okudu.

 

Hançer ileriye atıldığı her adımda biraz daha kılıçların boynuna batmasını engelleyemedi. Kağan Giray elini havaya kaldırıp ona vuracakken kapı nöbetçisi içeriye dalarak nefes nefese af diledi.

 

Hançer daldığı öfke nöbetinden bir anda sıyrıldı çünkü bu askerin yüzünden okunanlar hiç hayra alamet şeylerin olduğunu söylemiyordu. Bu saray zaten iyi şeylere şahit olmuyordu ki!

 

Etrafını saran askerlerden son bir hamleyle uzaklaşmak istedi lakin çekilmediler. Hançer’in yüreğine düşen ateş, korkusunu ve endişesini arttırıyordu.

 

Geçen gün başı boş Balamiz atlı süvarileri obaya daldı. Nice canlar , evlatlar yetti! Nerde sizin devletiniz!!!”

 

Giray Han , eğlencesi bozulduğu için öfkelenmişti . “Ne var !” diye bağırdı askere. Asker göz ucuyla Hançer’e baktı ama onu daha çok bir haine benzetti zira yüzü kapalı birini tek bakışta asla çıkaramazdı. Çekingen ve korkmuş bir şekilde ağzından tek bir kelime dahi çıkaramıyordu . Hançer içini saran panik dalgası içinde konuştu.

 

“Konuş asker, ne oldu ne bu hal de çabuk.” Hançer ılımlı çıkmasını beklediği sesinin endişe ile yoğunlaşmasına engel olamadı . Asker şaşkınlıkla konuşana bakarken ne haddine diye düşünmeden edememişti. Kağan Giray’a döndü.

 

“Han’ım, bağışlayın efendim bölüyorum! Size bir haber getirdim. Bağışlayın, dostumuz Balamiz Hanlığ vaktinden evvel topraklarımıza girmiş...”Hançer’in kaşları duyduğu isim ile birlikte hızla çatılmıştı. Başını sola yatırdı,gözlerini kısarak askere baktı. Ne demek, vaktinden evvel? Ne demek girdi?

 

Asker başını güç bela havaya kaldırıp bir Hanlığı baştan ayağa değişime sürükleyen o malum sözleri söyledi. “Kağanım, Balamiz Hanlığı Doğu obalarına baskın vermiş. Maalesef henüz sağ kalan birine ulaşamadık.” Hançer başına şimşek düşmüş gibi ileriye atıldı. Başından da hızla kara maskeyi çıkardı.

 

“Ne demek, sağ yok?” Göz bebekleri olağanüstü bir şekilde büyümüş şokla askere bakıyordu. Etrafını saran askerler pis pis gülerek birbirlerine bakmaya başladılar. Onunla eğleniyorlardı. Onların bir anlık gafletlerinden yararlanan Hançer, etrafını saran askerleri çevik bir hareketle geçerek askerin yanına gitti.

 

“Ne zaman , ne zaman olmuş bu?” dedi elleri ile askerin yakasını tutup ileri geri sarsarken . Asker önce karşısındaki bu kadına baktı sonra da Kağan Giray’a. Ve o an anlamaması için aptal olması gerekti. Bu Girayoğuşları Beyi Hançer Giray’dı! O buradaydı ve gizlice girmişti. Asker her zaman yaşadığı korkunun katbe katını yaşıyordu. Dili lal olmuş gibi başını öne eğmiş tek kelime etmiyordu. “Konuş derim sana asker , dilini mi yuttun!”

 

Asker kekeleyerek konuşmaya çalıştı. “Sabah olduğuna dair gözcülerden haber var efendim.” Hançer askere kocaman bir tokat atıp onu yere serdi. Asker hızla ayağa kalkıp kendini toparladı. “Gözcüler, ne ederdi o sırada ! Cevap ver , o hatta on iki gözcü vardı!”

 

Geçen gün gelen beyin şikayeti üzerine oraya gözcü birlik temin etmişti. Asker kızaran yanağına ağrıyan çenesine rağmen hızla konuşmaya başladı. “Efendim o anda çoğu...” asker devamını getirince başına geleceklerden ötürü susmayı tercih etti.

 

Hançer bir aslanın acı kükreyişini anımsatacak derecede yaralı bir şekilde bağırmaya başladı. Elleri ile askeri yeniden tutup sarstı ve kapıya doğru itti onu.

 

Hançer burdan bilgi elde edemeyeceğini düşündükçe aklının kontrolünü kaybetti ve bugüne dek nadir görülen bir şekilde öfke krizi geçirmeye başladı. Hızlı adımlarla odada gidip gelmeye başladı.Gözleri beyninde kurduğu binbir ihtimalin etrafında dönerken aklına gelen şey yüzünden zorla da olsa durmak zorunda kaldı. Derin nefesler alırken kalbi çok zorlanıyordu. Gözlerini açıp kapatırken askerlerin birer ikişer silahlarıyla etrafını sardıklarını gördü.

 

 

Artık eskisinden daha acımasızdı bu gözler. Bunu anlasalar iyi olacaktı. Kağan Giray, acımasız ve vurdumduymaz bir şekilde gözlerinin içine baka baka tahta oturdu. İki parmağını havaya kaldırdı ve askerlere o komutu verdi. “Yakalayın.”

 

Ağzından gelen metalik tadı, tahtın önüne doğru tükürüp ağzını sildi. Ve artık ölümün hayat bulmuş halindeki gözleri usulca kurbanlarına doğru tırmandı. Kimsenin tahmin edemeyeceği bir hızda kılıçlarını kurbanlarına doğru yuvarlaklar çize çize savurdu. Öndekiler yıkılırken arkadakilere fırsat vermeden divan denen yerden çıktı. Geldiği tüm koridoru giderken az önceki cesetlerle bağlantı kurmuş olacakki yeni gelen nöbetçiler arkasından koşmaya başladı. Onlar da Hançer’in çifte kılıçlarından nasibini almıştı. Sarayın idare kısmından çıkarken arkasından onlarca asker koşuyordu. Kahretsin ki koridorlar çok dardı!

 

İkinci kata indiğinde onun gibi siyah giyinmiş birinin yan koridordan çıktığını gördü. Kılıcını boynuna doğru sallarken adam onun kılıcıyla kendi kılıcını havada çapraz karşıladı. Hançer gerisin geri kılıcını çekerken siyah giyinimli, ona doğru “Hemen gitmek istiyorsan oyalanma! Bu taraftan gel.” dedi. Hançer, neyle karşılaştığını ilk birkaç saniye anlamamıştı. Ama şuanda arkasında yüze yakın asker vardı ve geri dönüşünü kolaylaştıması gerekiyordu. Siyah giyinimli, ki artık onun bir erkek olduğunu anlamıştı, arkada kendisi olacak şekilde ilerlerken hızla bir duvarın gizli kapısından içeri aldı onu.

 

Adam, eline aldığı meşale ile yolu aydınlatırken, “Nereye?” diye sordu. Hançer de “Samanlık.” diye cevap verdi. Karanlıkla aydınlık arasında on dakika kadar yürüdüğünde Hançer, bu adamın kim olduğunu bilmese de ondan iyi bir his alıyordu. En azından buna değer diye düşündü.

 

 

Nihayet bir kapıya vardığında adam kapıyı açtı ve geri çekildi. Hançer gördüğüne inanamadı. Burası direkt sarayın dışıydı. Dönüp adama bakacak oldu ama meşaleyi söndüren adam birkaç adım geride duruyordu. Hançer ona, “Sana samanlık demiştim.” diye karşılık verdi. Bir yandan da dışarıya çıkmayı ihmal etmedi. Adam, karanlıkta kendisini farketmesini sağlayacak bir şekilde gülüverdi. “Önemli değil, bir dahakine kalsın o halat?” Hançer, adamın kendisini izlediğini anladığında her şey için çok geçti. Adam kapıyı kapatmış ve yok olmuştu.

 

 

Hançer, çalılıkların arasında Yiğitcan’ ı bulmak için yürürken onu attan indikleri yerde gördü. Ona yaklaştıkça, gözlerinde kendisine karşı bir hayranlık parıltısı görüyordu. Bunu umursamadı. Eline atının iplerini aldı. Üstüne bir akrobat gibi tek kolla çıktı. Ama atla beraber yol almadı. İpler elinde önüne dalgın dalgın bakıyordu. Yiğitcan, düşünceli duruşu karşısında kötü bir şeyler mi var diye düşünüp durdu. En sonunda dayanamadı. “Her şey yolunda mı Giray?” Dostları sinirlenmediği yahut başına bir bela açmadığı müddetçe ona hanedanın namıyla seslenirdi.

 

Hançer, atının kendi etrafında dönüşüyle arkaya dönüp geri önüne döndü. Yiğitcan omzuna astığı çantasını gergince tuttu. “Şimdi ne yapacaksın peki?” Hançer de ilk defa bu şekilde düşündü. Yaşananların hezimeti içindeyken bir an ne yapması gerektiğini düşünememişti. Basitçe omzunu indirip kaldırdı. “Yapılacak bir şey kaldı, tüm bu aptal düzene karşı.” Yiğitcan, nedir diye başını sallarken aslında onun ne yapmak istediğini az buçuk anlamıştı.

 

Hançer, derin bir nefes alıp verdi. Kirlenmeyenlerle eksik şeyler yaparak keşke demek ve yenilmektense, elindeki her şeyi kirletip başarılı olmak daha iyiydi. “Kurt olacağım.” dedi kendisine merakla bakan Yiğitcan’a.

 

 

Aktolga huzursuzca kıpırdandı. Eliyle yelesini okşadı, özür diler gibi dişlerini sıkarak. Yüz ifadesinin yumuşak duran hiçbir ayrıntısı yoktu artık. Hançer , biraz daha Aktolga’nın alnını yavaş ama hırsla okşadıktan sonra atlarının nal sesleriyle ormanı inleterek çıktılar. Gayrı intikam, gayrı kan vaktiydi !!

 

Onlar gök gürültüsü gibi giderken saraydan bir çift göz de peşlerindeydi ama vakti gelmeden kimse bunu bilmeyecekti...

 

Atlarıyla şimdiki duraklarına dolu dizgin at sürerken daha kuytulardan gitme kararı almışlardı. Her ne kadar bu mevsimler yağmacı mevsimi olsa da Hançer ile kolay kolay çatışmamışlardı. Kanat takan atlar ormanın en bilinmez yollarından geçtiler. Dere kenarlarından, gündüz gözüyle bile içine güneş sızmayan otluklardan geçtiler. Açık alandaki uzun bir bozkıra vurdular kendilerini. Yeteri kadar uzak olan bu yere varmaları yarım günü alabilirdi. Çığlıklar duymaya başladı.

 

Uğursuz kara çığlıklar, düzensiz bağrışmalarla devam edip artmaya başladı. Hançer başını çevirip etrafına bakınırken at sesleri duymaya başladı. Aktolga’yı tutup göğsünü gererken aklında bir tek Yiğitcan vardı.

 

 

Ona döndü, hayır o buna hazır değildi. Seslerin geldiği yöne çevirdi bakışlarını. Bunlar, Uğrulardı. Onlarla Yiğitcan başedemezdi. Ona döndü, bir yandan salık haldeki saçlarını topluyordu. “Ormana geri gir, sen onlarla baş edemezsin. Doğruca git ve düzensiz birliklere haber ulaştır. Koş derim, sakın bana itiraz etme! Zamanımız daralıyor.” Yiğitcan bembeyaz olmuş teniyle ormana doğru son sürat at koşturdu. Hançer çifte kılıcını çekip havaya kaldırdı, omuzlarına yerleştirip ileriye doğru baktı.

 

Bu Uğrular, bozkırın soyguncularıydı. Kahretsinki bugün canlarına susamışlardı. Hançer atın eğerine basıp ayağa kalktı. Gelenlerin meydana getirdiği kızıl toz bulutu kaç kişi olduklarını gizliyordu. Hançer göğsünü derin bir nefes çekerek şişirdi. Başını ağır ağır sallarken kılıçlarının her birini kendi etrafında çember çizecek şekilde sallıyordu. Atının üstünden inmeyecekti. Aktolga’nın eğerine sakladığı ipi alıp üstüne oturdu, önce kendi beline ardından da onun belinden geçirip kendini ona bağladı.

 

 

Tek bir sendeleyiş her şeyin sonu demekti. Kılıçlarıyla sıkı sıkıya tutunurken bir adet ok başının üstünden geçti, sonra ikinci ve üçüncü. Kalın çığlıklar, edepsiz bağırtılar, naralar beş metre uzağındaydı. Kaşlarını çatmış halde duran Hançer, “ Ya hep ya hiç!” diyerek Aktolga’yı şaha kaldırdı. Onun kişnemesi tüylerini ürpertirken ölümün yakınlığı ile keskin bir şekilde gülümsedi. Başını ve belini öne doğru eğip at üstünde dümdüz dururken Aktolga’yı dehledi. Deli dehşet koşan hayvan korku nedir bilmiyordu.

 

 

Üstünde eğilmiş bir halde olan Hançer ise iki yanında kılıcı yan durmuş bir şekilde doğruca birliğin içine daldı. İki yandan kesilen adamların böğürtüsü duyulurken Hançer için bunlar hiçbir şeydi. Belli bir mesafe ileri gittikten sonra Aktolga iki ayağı üstüne durup geri döndüğünde peşinden gelen iki adet atlıyı da çiftelerle yere sermişti.

 

 

Öne doğru dağılan gurup şimdi kendi çıkardıkları toz bulutunun kurbanı olmuşlardı. İşte Hançer buna ahmağa dalış derdi. Aktolga büyük bir cesaretle tekrardan tozun içine daldı. Hançer sol kılıcı ile bir kılıcı engellerken sağ tarafıyla birinin boğazını kesivermişti. Sol kılıcını kılıçtan kurtarıp havada iki kere çarpıştırdı. Gücünden ötürü olsa gerek afallayan Uğru, kocaman gözlerle karşısındaki kadına baktı. Son gördüğü yüz, onun olmuştu. Boğazına yediği kılıçla atından aşağıya tüm vücudu ile düşüverdi. Hançer o anda tozun yere indiğini gördü. Bir eliyle ağzını yarım kapatarak derin bir uluma bıraktı aralarına. Sesi gerçeği ile ayıramayan Uğru takımı ürken atların tepinmesini engellemeye çabalarken tam da istenileni yerine getirdi. Aralarına tam çemberin dışından yaklaştı.

 

 

Birini ensesinden tutup yere fırlattığı an, bir ok kulağının dibinden geçti. Başını karşıya çevirdiğinde yüzü kapalı birini gördü, bu o saraydaki adamdı.Hançer dönüp arkasına baktı, o atlı herifi nasıl farketmemişti! Önüne döndüğünde adamın şapkalı pelerini altındaki karanlıktan bıyıkaltı güldüğünü farketti.

 

 

Derken sağ tarafından gelen mızrağı son anda farkedip geriye doğru çekildi. Sol eliyle onu tutup engellerken sağ elinde kılıcını hiç zaman kaybetmeden adamın ellerine indirdi. Kahretsin sol kılıcı düşmüştü! Başını üstü başı kan olmuşken yine ona çevirdi ama bu sefer onu orada göremedi.

 

Toz bulutu artık neredeyse yok olmuştu ve adamlarda büyük bir çoğunluğu kaybetmişti. Hançer körük gibi nefesiyle atındaki ipi çözdü ve Aktolga’yı serbest bırakıp yere indi ama lanet olasıca şeytan, kılıcı yoktu. Gerisin geri çemberin dışına çekildi.

 

O adamı gördü. Son dişli ve lider olanlar ona kafa tutarken ne kadar da ustaydı! Elinde sadece yayı vardı. Üst üste attığı yumruklarla sersemlemiş birini kaldırıp ona doğru gelen adamın üstüne fırlattı. Diğeri tam sırtını hedef almıştı, Hançer panikle ileri atılıp bağırdı. Tabi ağzından yanlışlıkla çıkan o isim olmasaydı...

 

“Berk dikkat et arkanda!” Adam, hızla döndü ve arkasındaki adamın kılıç darbesini yayının tahta kısmıyla yumuşattı. Adamın karnına ve daha sonrasında başına attığı tekmeler işini bitirmişti. Diğer iki baygın adam sızlanarak ayağa kalktı. O adam, onlara dokunmadı. Diğer kalanları umursamadan doğruca atlarına binip gitmişlerdi. Hançer, bezmiş ve yorulmuş bir şekilde yerde kılıç ararken adama ısrarla bakmıyordu. Bu ikinci yardımıydı ona. Ve Hançer bu tür şeylere kanmazdı.

 

 

 

Eğer birisi karşısına çok sık çıkıyor yahut sadece onu alakadar eden şeylere müdahil oluyorsa onda bir zarar var demektir. Kimse kimseyi ayağında yatması için sallamazdı. Bir musibet bin nasihatten iyidir derlerdi ki Hançer de bunu vakti zatında pek âla görmüştü.

 

 

Kılıcını bulamayacağını anlayınca başını yerden kaldırdı, o anda kendisine uzaktan bakan o adamla karşı karşıya geldi. Az önce kendince devirdiği çam geldi aklına. Ona yıllar önce öldürülen, kuzeninin adıyla seslenmişti. Kahretsin bunu nasıl yapmıştı! Adam elindeki yayı yanına bırakırken elini beline attı. Pelerininin altından çıkardığı çifte kılıçlarla Hançer gergince kıpırdandı. Demek buraya kadardı ha?

 

 

Adam, kılıçlarına inceleyen bir bakış attı sonra sol elindeki kılıcı ona fırlattı. Hançer, elini havaya kaldırıp tuttuğu kılıca anlamsız bir şeymiş gibi baktı. “Ne için bu?” dedi mesafeli bir sesle. Adam kılıcını sallayıp havada döndürürken ileriye hafif eğilmiş ve kendi çemberinden yana doğru usulca adımlamaya başladı. Hançer ondaki kılıçla aynı kılıç olduğunu farkettiği kılıçtan ötürü denklik savaşlarına kaldığını anlamıştı.

 

 

“Canıma minnet!” dedi kılıcı sallarken. Adam ileriye doğru bir hamle yaptığında Hançer yana doğru giderek ondan kurtuldu. Sonra o kılıcını karnına doğru yatay bir eksende savurdu, adam geriye gitmekle kalmayıp bir de üstüne kılıca karşılık vermişti. Hançer elini havaya kaldırıp havadan aşağıya doğru savurdu bu seferde.

 

 

Her türlü karşılık alınca yakın dövüşe girmeye karar verdi. Yirmi yaşında bir kız olabilirdi ama o bir Melike’ydi, aynı zamanda da bir Beyhatun’du. Onun etrafında nice yamanlar vardı ki hepsiyle birer talimi vardı. Kılıcını yere sapladığında adamda yere sapladı. Paçalarını yukarıya çekerek meydana doğru adımladı. Adam ilk hamleyi yaptığında Hançer boynunu kır kapanından zorlukla kurtardı, başını geri çekince hızla düzelip soldan bir yumruk denedi. Peşi sıra attığı sağ yumruğu kırk alpe değerdi. Ama adam onu hep savuşturup engelledi.

 

Hançer için çareler tükenmezdi. Elini yumruk yapıp sallayan adam, Hançer’in geriye doğru gidişini fırsat bilik diğer eliyle belini tutarak onu kendine çekmişti. Hançer ona dokunan eli tutup bedenini arkaya doğru bir tur çevirerek bilekten kıvırmıştı. Adamın arkasına geçince o esnada paçasından çıkardığı bıçağı da boynuna bastırdı. Ve zafer onundu!

 

 

Adam nefes nefese kalmıştı. Ama güldüğünü anlayabiliyordu. Sanki bilerek susuyor gibi bir şeydi. Nefesiyle gülüyordu adeta! Ne kadar da öfkelendirici bir hareketti böyle! Sanki onun sesini merak ediyordu! Ormandan gelen at sesleri ile Yiğitcan’ın geldiğini anlaması kısa sürmüştü. Daha başını çevirip bakacaktı ki adam onu tutup yere sermişti. Elindeki bıçak şimdi adamın elindeydi. Şapkanın altındaki siyah bezle örtülmüş yüze bakınca Hançer’in tek bir pişmanlığı vardı o da bu adama güvenmekti!

 

 

Yiğitcan’ın adını haykıran sesiyle adam hareketlendi ve kendi kuşağına sıkıştırdığı bir şeyi alıp Hançer’in zırhının içine yerleştirdi. Olayları anlamaya çalışan Hançer, üzerinden kalkan adamdan sonra derhal ayağa kalktı ve göğsündeki şeyi avuçlayıp dışarıya çıkardı. Bu bir pusulaydı. İçinde de yazılar yazıyordu. Kağıdı açıp baktığında yazılan şeylerden ötürü donup kaldı. Güçlükle başını karşısına kaldırınca adamın bir ata atlayıp uzaklaştığını gördü. Yiğitcan yanında dağınık birliklerden birkaçıyla gelmişti ama Hançer bunu hiç umursayacak değildi. Kağıtta yazanlara dönüp bir daha baktı.

 

 

Doğu Obaları’nı basan kişi, General Grey’dir. Babanı öldüren sadece Kağan Giray değil. Babanı öldürmesine yardım edenler arasında Balamiz ve Bankiz Krallarıda var. Kuzeyliler bu kışı rahat geçirmek için büyük bir müttefik arayışı içinde. Savaş büyüyor, Ulu Bilge yalan söylemiyor. Önlemini al. Bir veba gibi her tarafın sarılıyor.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%