Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. BÖLÜM: YEMİN

@syavus

Kararmış ela gözleri Yiğitcan’a korkutucu bakışlarını atarken sakinleşmek için çabaladığını gösteren hareketler sergiliyordu. Bu özellik neredeyse birbirinin kopyası olan şimdilerin iki düşmanı amcası Kağan Giray ile Hançer Hatun’a verilen bir diğer özellikti. Neden en mert insan olan babasına benzememişti ki!

 

Gözleri kağıtta yazanların üstünde gezinirken kalbi ağzında atıyordu adeta. Bu nasıl bir bilgiydi böyle? Buna inanamıyordu. Yiğitcan ve alpler Hançer için endişelenirken o, kendi kendine ne kadar da ahmak olduğunu düşünüyordu.

 

Etrafını saran tehlikeleri görmez gibi saplantılı ve birazda bencilce önce kendi intikamı için uğraşıyordu, ah Tanrım! Kağan Giray doğru söylüyordu. O ne kadar da kendisine benzemişti böyle! Cesetlere bakarken kendi kendine fısıldadığının farkında değildi. Gözlerinde delilikler dönüyordu.

 

“Ben, artık Hançer değilim. Ben artık Yürek hiç değilim. Ben ona benzemiyorum. Ben, kim olduğumu biliyorum. Bu işi ben halledeceğim. Ben, herkesi koruyacağım.” Başını kaldırıp Yiğitcan’a baktı.

“Herkese haber ver Yiğitcan. Kurt Kağan geliyor diyesin!!”

 

Hançer Giray, bir Girayhan melikesiydi. Son varisti. Tek umut ve en büyük düşmandı. İmparatorluğun burdan sonrası ise tamamen bir uçurumdu.

Ülke ikiye ayrılmıştı. Kimsede varisin bu devleti kurtaracağına olan bir inanç emaresi yoktu. Çünkü onu küçük yaştayken ortadan kaldırmışlardı, adı duyulmasın istenmişti ve sonunda korkulan olmuştu.

Tarih kendini yazanı değil, kendisini yaratanı seçmişti. İyi ve kötünün savaşı fitillenmişti. Herkes elbet birgün olmaktan korktuğu kişiye dönüşürdü, reddetse de...

Ve o gün gelmişti. Hançer yeniden at üstündeydi ama bugün dört nala gidiyordu. Yıllardır tüm düşmanlarının acaba dediği ve nede olsa ona izin verilmez diye hep küçük gördüğü Hançer Giray, artık Kurt Kağan postuna oturacaktı!

 

Aktolga, bozkırın ortasında beyaz rengini gözlere soka soka koşuyordu. Bir şahin geleceğe bir çağrı bırakır gibi uçsuz bucaksız topraklarda haykırmıştı. Aktolga, üstündeki kadına olan güveni ile bir kişneme bıraktı. Kasları son derece parlak ve kuvvetliydi. Hayranlık verici bir asalet akıyordu ikisinin de üstünden.

Yiğitcan, getirdiği kuvvetle her noktada Hançer’i koruyacaktı. Gittiği yere tek başına gitmek isteyen Hançer onları ancak bu şekilde durdurabilmişti. Öfkelenmemek ve kafasında kurduğu planları düzene oturtmak için belli bir süreye ihtiyacı vardı çünkü Hançer bazı anlarda öfkesine asla hakim olamıyor, hata üstüne hata yapıyordu. Ondaki bu öfke küçük yaşlarından beri gümrah bir nehir gibiydi. Durdurak bilmeden ilerliyordu. Bu sebeple sakinleşmeye ihtiyacı vardı.

Ama bu seferki öfke krizi hepsinden farklı ve can yakıcıydı. Başı amansızca dönüyordu, elleri uyuşuyor, dili kuruyor, kalbi acıyordu. Ama en kötüsü de kimseyle konuşmak istemiyordu. Endişe damarı en hoyrat yerinden kabarmıştı. Ptifordy, ah Ptifordy! Neredeydi ve ne haldeydi?

 

İnkar ediyordu şu anda. Onu Hançer yetiştirmişti, onu kaybettiğini aklından bile geçirmiyordu. Böyle anlar onun yarasını başka birinin yokluğuyla dağlardı. Onu görmemişti. Gizli sevdasını görememişti. Biraz soluklanmak istiyordu. Ama ne zaman yalnız kalıp, onun gözlerini aklına getirerek mutlu olmayı dilese anında Berk etrafındaymışçasına bir enerji ile dolup taşıveriyordu.

En acısı da bir daha asla yaşamayacak biri için kalbinde sadakat taşımaktı. Kendine kızmak istedi. O, en güzel çağlarının yeri doldurulmaz insanıydı ama peki Sevdalısı olan Bey? Neden onun yanında ihanet ediyor gibi bir hisse kapılıyordu? Aktolga’yı az ilerideki çamurlu yoldan geçirip dağ eteklerinde bulunan Kurt Dede’nin mağarasına sürdü.

 

Aklına hemen alacağı intikamları getirdi. Yiğitler yiğidi can babası, emmileri babasının can dostları ve iki erkek kuzeni ile küçük kız kuzeni... Gözleri derince yaşlarla kapandı. Adeta gökyüzü kapanmış da yağmur yağacak gibi ortam değişmişti. Bu intikamı ve hırsı ancak böyle kampçılayabiliyor, bu kimsesizlik, çaresizlik ve yenilmişliği başka hiçbir şeyde hissetmiyordu... Sahi kaç yıl olmuştu onları görmeyeli? Kaç yıldır zaman geçiriyordu?

 

Sıkıntıyla kocaman bir nefes üfledi. O gün ona söylenen fal mıdır, gayp mıdır her neyse onda bambaşka bir ufuk açmıştı. Kimi kalbinden öldürecekti ki? Yoksa, o muydu kalbinde öldüreceği? Berk miydi? Ama o ölmüştü, kendisi yüzünden.

Sevgiyle insan ölür müydü? Hançer, gem vuramadığı sevgisi yüzünden devrettiği Veliahtlıkla onun canını almıştı. Hançer, ettiği hatanın farkına işte o yok olduğunda varmıştı. Sevdiklerine bir şey olmasına dayanamazdı. Kim dayanırdı ki? Peki babası... o yiğit, o heybetli komutan, asaletiyle arslanları kıskandıran adam... sarhoş ve aklı yerinde olmayan kardeşinin pusatında mı can vermişti sahiden? Hem de Hançer’in kendini bilmez başıbozukluğu yüzünden mi?

 

Kanı o sarhoşun gözlerinde parıldamış mıydı? Ölümü onu tatmin etmiş miydi? Eliyle şakaklarını ovdu. Nasıl olurdu? O öyle güçlü ve kudretliyken tüm savaşçıları ile neden orada ölmeye razı olmuştu? Kendine acımadığı belliydi ama ya Hançer? Ona hiç mi acımamıştı? Son birkaç dakikadır öğrendikleri ile ne yapacağını bilmiyordu. İntikam almak neden bitmek tükenmek nedir bilinmez bir nesneydi ki?

 

Bir kağanı öldürmek lanetlenmekti. Suçu ne olursa olsun ölümü sana bir lanet getirirdi. Hançer bunu göze alır mıydı? Canından çok sevdiği tek varlığı babası, iki oğul ve bir kız için lanet yemeye değer miydi? Cevabı elbette biliyordu.

Ela gözleri ölüm diye ışıldadı.

Bu yola da bunun için çıkıyordu! Ölüm kurtuluş olur muydu her zaman? “Adamına göre değişir. Bazıları için ölüm ödüldür. Ve onu ödül diye alanlarda da tek dirhem akıl yok!” Ölüm, düzeltir miydi her şeyi? Mesela bir küsü barıştırabilir miydi mezardaki ölü ? Yahut devletler arasında, hanedan içinde yaşayan ölüler? Öldürülecek olanlar?.. Ne kadar kurtuluş vadediyorlardı nesillerine? Çırpınmak, mücadele edip tükenmek bilmeyen ufuklara kanat çırpmak daha “Boş olan atımın yemi dahi olsa bu yolda harcamaktan vazgeçmem. Bu yol öyle gelişi güzel yapılmadı. Yapılamaz da! Bu yol , uğruna bedel ödeyenlere döşeli, ebediyen adı yaşayacaklara vergilidir.”

 

Şimdi tarifsiz bir intikamla dolmuştu. Bu yolun sonu, ne olurdu nasıl biterdi bilmiyordu. Yolunun yol olduğunu ama sonunun bir yok oluş olduğunu derinden hissediyordu. Gerdiği tüm yüz hatlarını usulca serbest bıraktı. Gülümsedi, bir ölüm esnasında kurtuluşa gülümser gibi. Yeni bir krizi engellemek için çırpınanlara has bir dinginlik. Kollarını iki yana açıp kalbine ve nefesine sinen o gözleri hatırına getirdi. Aktolga iyiden iyiye yavaşlamış, adımlıyordu.

 

Onu bir daha görmek için ne vermezdi? Postunu, alacağı intikamını, tahtını, bahtını... bir kez diye düşündü. “Babamı bir kez daha görseydim onu daha çok sevecektim. Yarım dahi olsa yüzündeki duyguları, ben ondaki beni gördüğüm için çok seviyordum.” İki yana açtığı ellerinden birine bir kelebek konuverdi usulca. İncecik bacakları avucuna dokunur dokunmaz titredi. Daha çok , daha çok ve daha çok. İzlemeye devam etti. Bir ümit.

 

Kelebek ölmüştü. Çatılan kaşları arasında öylece baktı ölü hayvana. Sanki onu havaya doğru bıraksa tekrar dirilip uçacak gibiydi. Nitekim öyle de yaptı. Bir cesaret ölü kelebeği havaya doğru kaldırdı ve bıraktı. Derken kanatları kıpırdadı. Antenleri oynadı, o zayıf ve nahif canlı, hızla taklalar attı. Süzülüp uçmaya özgürlük esintileri serpmeye başladı.

 

Bunu unutmak istedi, bu onur ve heves kırıcı şeyin olmamasını istedi. Yok saydı genç kız bunu. Atını şahlandırıp oradan hızla ayrılmaya çalıştı. Ne kadar gittiğini ve fikrini esir alan düşünceyi ne kadar düşünmediğini sorgulamadan dört nala koştu.

 

Çamurlaşmış yolda yavaş yavaş mağaraya yaklaştı. Aktolga’nın gergin kasları hırsla titredi, onu daha ileriye daha zorlu yerlere taşıyabilirdi. İnatla ileri geri gidip durdu Aktolga. Gemini sertçe çekince hırslı atı ancak durabilmişti. Aktolga’yı serbest bıraktı ve yayılmasına müsaade etti. Gözlerini üstünde hissedince de gülmeden edemedi. Bir yerde onu çok seven bir yerde ondan nefret edenler, ah buna sadece gülebilirdi.

 

Mağaradan içeriye girdi. Karanlık ve basık bir yapısı vardı, duvarın her iki tarafında da meşaleler vardı lakin yanmıyordu. Sanki ona yol vermemek, ona bu yolun karanlık olduğunu haykırıyordu. Buz gibi bir ortam ve derin bir uğultu ile ateşin çıtırtısı birlikte misafirini ebediyete çağırıyordu. Çırpınan yüreğini dinlemezden geldi. İlahi bir emir almış gibi usulca süzüldü içeriye. Sesindeki ve üstündeki siniri bir nebze atabilmişti.

 

Ellerini kılıcına atıp dimdik bir edayla “Destur var mıdır, Kurt Efendimiz?”diye sordu. Mağara ulu kişinin hazır etmeye çalıştığı şeyin telaşesini taşıyordu. Geleceğe ve onlara yol göstermesini umduğu kendi çapındaki son kozunu hallediyordu.

Kurt Ata, elindeki kurutulmuş şifalı otları kurt dişlerinin asılı olduğu mağara duvarına astı, gelen at sesleri ile buraya kimin geldiğini ve neden geldiğini bildiği aşikardı. Duvara elini yavaşça sürttü, sağa ve sola toz çeker gibi parmaklarını gezdirdi. Eline bulaşan tozu bir kutsalmış gibi havada tutup, ondan destur isteyen sesi, kendini postuna bırakarak kabul etti.

“Gelesin Kurt Kağan, destur senindir! “

Hançer Hatun şaşkınlıkla yere eğdiği başını kaldırıp içeriye çevirdi. Üstündekilere baktı ama kendinde bir Kurt Kağanlık alameti göremedi. Sefil biri gibiydi ama aynı zamanda değildi. İçeriye boynunu eğerek girdi. Saygıyla önünde eğildi daha sonra dikkatle Kurt Dede’nin karşısına oturdu.

 

Kurt Bey onu görünce istemsizce gözlerini kapattı. Yüzü ve saçları dehşet bir öfkenin ve kıyametin izlerini taşıyordu. O gözler boşuna kapanmamıştı. Engel olamayacaktı bazı şeylere. Ne yazık... Hançer, onun susuşunu ve tavrını çok çabuk söktü. “Geleceğimi nereden bildiniz Kurt Efendimiz?” Başını kaldırınca onun, sessizce başları üstündeki oyuktan içeriye süzülen ışığa baktığını gördü.

Kurt Ata, son derece sakin duruyordu ama Hançer ağzını açtığı her saniye yüzünde bir öfkenin gezindiğini görebiliyordu. O baktığı ışık huzmesinden gördüğü neydi? Gözlerini ondan çekip önünde yanan o ateşe baktı. Bunu yapmaya hazır mıydı? Bu güce erişince bürüneceği kişiden sapasağlam kurtulabilir miydi? Devletini uçurumdan kurtarabilir miydi?

 

Endişe zehirli bir sarmaşık gibi kalbine oradan da aklına dolaşıvermişti. Bedeni sinsi bir krize daha yer arıyordu. Tam da o anda, Kurt Ata yavaşça başını ondan tarafa doğru çevirdi. Ondaki öfkeli sessizliği görünce sakince gülümsedi. Göktanrı, birçok şeyi ilim ocaklarına serbest kılmıştı. Belkide o ocaklar, onun düzelmesini sağlayabilirdi.

 

Kurt Ata, bu gördüğü, gerekirse şeytanla dahi işbirliği yapacak kadar kararmış gözleri neden ilerisi için hem bir umut hem de bir felaket addediyordu? Tozlu elini havaya kaldırdı. En kısa zamanda onu ilim ocaklarına göndermeliydi, ruhu en yaman şifacılar tarafından arındırılmalıydı. “Sen benden bir şey gizlemek ne demek bilir misin?” dedi içerideki ortamda soğrulan tok bir sesle.

 

Hançer , pişmanlıkla başını yere eğdi. Bu görevi en başından kabul etmiş ama kimseye onay verdiğini söylememişti. Kurt Kağan demek, kendinden önceki tahtı devirmek için sana verilen bir zırhtı. Laneti savuran bir zırh. Eğer o zırhı çıktığı tek bir savaşta giymesin anında kör bir okla ölürdü hem de nereden geldiğini bilmediği. Körü körüne ölür giderdi. Savaşlardan önce yüzüne sürülen o kutlu tozu silerse nefesi kesilerek bir anda kendi kendisinin katili olurdu... Ve bu tozu ona bir tek Kurt Ata sürebilirdi.

 

Hançer bunun bilincindeydi hem de bir gün o savaş günü, kaftanı çıkararak kendi kendine bunu yapacağını bilecek kadar. Daha uysal durdu ve bu ondan asla beklenmeyecek bir hareketti. “Saklamak zorundaydım , Kurt Dede. Sanır mısın ben yanımdakine güvenirim? Hayır, kimseye hatta kendime bile güvenmiyorum. Bu görevi bir kez sadece bir kez içimden geçirdim .” başını öfke ve inatla Kurt Ata’ya çevirdi.

“Gayrı vakti geldi Ata, ben buraya Kurt Kağan olarak geldim!” dedi inançla. Kalbi deli güvercinler gibi takla atıyordu. Elleri hiç olmadığı kadar soğumuş, başını ağrıdan hissetmiyor gibiydi.

“Babamı, dostlarını, yarınımızı bu milletin babalarını öldürdü o pis adam! Ben ve tüm çocuklar bunu yaşayacak kadar ne yapmış olabiliriz? Bize bunu reva neden görüyorlar Kurt Ata?” Krizine engel olamıyordu şimdi. “Zalimleri ortadan kaldırmak neden hep bir kıyamete denk gelecek? Onlara vaktinde neden kimse karışmıyor? Neden ben onu durdurmak için üst düzey yetkilere sahip olmalıyım Kurt Ata! Ben buna gücü yetmeyecek kadar zayıf mıyım, bunca insan, zayıf mıyız? İçimizden namert insanlar çıkıyorken bizden neden birliği ve beraberliği anında sağlayan yiğit biri çıkmıyor?!”

Başı fıldır fıldır dönüyordu, ayakları birer buz çanağı gibiydi. İşaret parmakları sanki kesilmiş gibi hissiz ve boştu. Bu hengamede Kurt Ata, usulca elini uzatıp saçlarında gezdirdi. Başının ağrısında büyük bir azalma hissetti Hançer. Kalbinde ve çenesinde beliren titreme ve ağrı bir anda geçmiş gibiydi. Çenesini tutup havaya kaldırdı ve ela gözlerinin ta içine baktı Kurt Ata. Şimdi de içindeki sıkıntı buhar olmuş uçmuştu.

Okumaya çalıştığı şeylerin olduğunu anlayan Hançer’in eli kolu bağlıydı. Kendi kendini anlayamıyordu Hançer, bari biri anlasın da ona anlatsın diye susup cevap vermedi. Rahatlamayı iliklerine kadar hissetti. Kurt Ata, elini çenesinden, gözlerini gözlerinden yavaşça çekti , sanki her hareketinde bir şeyler vermek istiyor, ona da bildikleri geçsin, şifa bulsun istiyordu.

 

Elini masasının altına geçirip kaldırdı, ordan çobanların yanlarında taşıdıkları çanlardan birkaçını alıp belli bir ritimle çalmaya başladı. Odanın içini dolduran çan sesleri huzur ve gerginliği ruha geçirirken içerideki tütsü kokusu artık karnına ağrılar salıyor bu anı unutmasını imkansız hale getiriyordu. En sonunda mağaranın ağzından sesler duyulmaya başlandı.

Kurt Ata, kararmış elini havaya kaldırıp “Hazır ol, Kağan postu zordur.” dedi kısık bir edayla. Hançer hiçbir şey diyemedi. Tek odaklandığı şey şuan ne olacağıydı. Yavaş atılan onlarca adım sesi içeriye doluşuyordu. Kendini sesleri anlamaya verdi ama bu neden şuanda mümkün değildi? Başını kısa bir an yanına çevirince bir kurt ile göz göze gelmeyi hiç beklemiyordu.

Burda onlarca ‘Kurt’ vardı!! Kurt Ata’nın çana her vuruşunda kurtlar içeriye emir alır gibi biraz daha dolduruyor , sıcak nefeslerini Hançer’in boynuna,sırtına, kollarına üflüyorlardı. Bir canla hayat bulur gibi nefes aldı tam da o anda.

 

Ve o oldu... Bir ışık belirdi kalbinde. O ortamı terk eyledi sanki. Nihayet diye bağırmamak için dilini sıktı. Oradaydı. Vurgunu olduğu, aşkına delirdiği zümrüt yeşili gözleri olan o adam oradaydı! Yine o nehrin kenarında onu bekliyordu. Gözleri, tıpkı küçükken yakasına yapıştığı Berk'e benziyordu. Onun gibiydi ve daha da önemlisi, O gibiydi.

Heyecanla çırpınarak yanına doğru koştu. Kim olduğunun ve olacağının bir önemi artık yoktu. Koştu koştukça daha da yaklaştı ve o, varlığını fark ettiği an kendisine dönen koca bedene sımsıkı sarıldı. Kokusunu dahi alıyordu. O kalın kollar arasında sonsuza dek yaşamayı istedi. Burnunu kokusunda gezdirdi. Özlemle kollarını daha çok sardı. Gülümsedi. İçinde ne bir öfke ne bir intikam vardı artık.

Üstüne daha önce hiç giydiğini görmediği bir kaftan vardı. Açık mavi ile bezenmiş, kollarında koyu mavinin işlendiği, kuşağı ise simsiyah bir inci gibi ışıl ışıldı, burada gökyüzünün askeri olduğunu haykırıyor gibiydi.Usulca gözlerini yüzüne kaldırdı, bu sefer görmekti niyeti. O gözlerin ardında sakladığı sakalları, dudakları, burnu dahası onun olan tüm ayrıntıları görmek istiyordu çünkü amansız bir şekilde aşık olduğu adamı hiç görmemişti.

Ama o gözler hayal kırıklığıyla bakıyordu gözlerine. Ağlamak istedi o anda işte. Ne oluyordu? Gözler ona bakmaya devam ederken bir çığlık duydu. Tanımadığı bir kız çocuğu ve on beşlerinde bir erkek çocuğu adını haykırıyordu. Şaşkınlıkla kollarıyla sardığı adama dönüp baktı.

Kan gördü, ölüm gördü ve sessizlik gördü...

Ve her şey yok oldu.

Hançer’in tüyleri diken diken olmuştu ve dik tutamadığı başını daha önce hiç hissetmediği bir korkuyla, çekingenlikle yere eğdi. Ne görmüştü yüce tanrım az önce! Bu da ne demekti böyle? Kalbine bastırdığı elini güçlükle kaldırdı ve nefes almayı dilercesine yüzüne salladı.

Kurt Ata bilir miydi acaba, az önce ona ne olduğunu? Bunu yaşadığına göre bilirdi elbette. Gözleri medet istercesine Kurt Ata’ya döndü ama o, ona değil bir duvara bir de eline bakıyordu. Gelen kurtlarsa zaten ev sahibi gibiydi. Emin değil gibiydi Kurt Ata. Onun öfke krizi var diye bunu başaramayacağını düşünüyor olmalıydı, küçük yaşlarda aldığı darbeler yüzünden kırılgan olduğunu düşünüyor olmalıydı.

 

Kızmak istedi, bağırıp çağırmak ve bu işi en iyi onun yapacağını herkese göstermek istedi. Bir kurt ona sürtünerek karşısına geçti. O an bu hayvanları unuttuğunu fark etti. Kurtlar, Kurt Ata ile anlaşıyorlardı, bir kargaşanın olmayacağını düşünüyordu, bunun emniyeti içindeydi.

Neden sona başını kaldırdı. Kurtların içeriyi tıka basa doldurduğunu gördü. İşte kurtlar sofrası denilen şey buydu. O da bu krallığın Kağanı olmakla en büyük lokmayı almıştı, artık geri dönüş yoktu.

Ortada şamanların yaptığı ayinler gibi bir ortam olmuştu. Tütsünün ortaya yaydığı koku ve duman gibi korku ve gerginlikte ortama doluşuyordu. Burdaki her şey birazdan yaşanacak olayların gebeliğini taşıyordu. Dışarıdan gür bir sesle çıkan kuş şakımaları içeriye doldukça kurtlarda oluşan hırıltılar artıyordu. Her biri yeni doğmuş ayakları üstünde durabilecek yetkinliğe sahip bir taydan daha uzun ve besiliydi.

Bir kurt burnu ile tam boynuna dokunmuştu, adeta sıcak kan kokulu nefesi ruhuna işlesin ister gibi.Vücuduna giren ürpermeyle oturuşunu dikleştiren Hançer’den Kurt, bunu beklermiş gibi uzaklaştı. Dik durmasını istiyorlardı. Bu ortam şuanda asla normal bir insanın kaldırabileceği bir yer değildi.

Başka biri korkar ve burdan giderdi lakin o “Kurt Kağan” olmaya baş koymuştu ve bu gelişleriyse ona biat edişlerinin en büyük göstergesi olmuştu. Gelişini hissetmeleri ve bu kadar dibinde durmaları şaşılacak bir başka özellikleriydi.

Kurt Ata, lider kurdu eliyle okşamaya başladığı esnada , bakışlarını hepsinin üzerinde gezdirdi. Hançer dikleşen oturuşuyla dikleştirdiği başını diğer kurtların üzerinde gezdirdi. Tüm bu gizem çemberi içinde küçücük bir kurt yavrusu Hançer’in eteğine kurulup uyuklamaya başladı.Bu onların dilinde sana güvenir, her şeye açık olan gözümü senin yanında kaparım demek oluyordu. Hançer böylesi bir güvene kaşlarını çattı lakin içinde oluşan o gücünde farkındaydı. Eliyle yavru kurdun başını okşadı. O esnada Kurt Ata, yavaş yavaş konuşmaya başladı.

Bilineki , bu diyarlar ayakta kaldığı müddetçe

Han ömrü yettiği ve tahtını satmadığı müddetçe

Kurt töresini çiğnemeden şereflice yaşadığı müddetçe

Dünya ve eğlenceyi değil , cihanperver bir Han olduğu müddetçe

Döneklik etmeyip doğru bildiği yoldan gittiği müddetçe

Ne kanını ne canını ne de malını şeytana rehin vermediği müddetçe

Yağız yer delinmedik, gök kubbe çökmedikçe

Tüm bu sandıklarımız yerine getirilirse

Cümle Kurt hanedanlığının kağanı , yegane emirgânı

Kağan Hançer Giray Hatun olacaktır!

Uluyun kurtlarım, uluyun cihangirlerim!

Gayrı Kurt Kağan için sefer vaktidir!!

Uluyun ki desteğinizi gösterin!!

“Uuuuuuu, uuuuuuu ,uuuuu”

“Uuuuuuu,Uuuuuuu....”

“YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE !!!!”

“Uuuuuuu Uuuuuuu!!”

“YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE !!!!”

 

Kurt Ata, ayağa kalkarak askıda özenle asılmış geneline açık mavi işlenmiş kollarında koyu mavi tonlar ve kuşağı siyah, Kurt postuyla yapılmış bir kaftanla önüne geçmişti.

 

Hançer ağır adımlarla ayağa kalkıp arkasını döndü, kaftanı kollarından ağır ağır geçirdi, kalın ve tehlike geçirmeyen zırhı üzerine geçirdiği bu kaftan ona her gün amacını bir kez daha hatırlatacaktı. Masum olan tüm insanların intikamı!..

    ***

Artık bu yolun geri dönüşü yoktu. Kurt Ata kabzası gök mavisi renginde bir kılıcı ellerine tutuşturdu ve alnına büyük bir kan noktası bıraktı lakin, sağ elinde tuttuğu kara tozu sürüp sürmemek arasında kalmışa benziyordu. Aynı anda tüm kurtlar uluyarak yeni hanlarının kutlamasını yaptı biri hariç. Az önce kucağında uyuyan küçük Kurt ince sesiyle küçük perdeli sesini koca kurtların kalın sesleri arasında çıkarmaya çalışıyordu. Gururla kabaran göğsüne tütsü ve kan kokusunun doldurduğu bir nefes çekti.

 

Kurtlar ile yapılan ayinin ardından tüm kurtlar birer birer havaya kaldırdığı elinin altından geçerek biat verdi. Kurt Ata o kara tozu yüzüne sürmedi. Küçük Kurt için elini iyice aşağıya eğerek ayinini tamamlamasını sağladı. Ama Hançer’in aklı neden ona o tozu sürmediğinde takılı kalmıştı. Neyseki günü geldiğinde her şeyi öğrenecekti.

 

Kurt Ata, “ Kurt Kutu” nu Hançer Hatun’a vermişti. Artık tüm kurtları hükmüne geçirmişti. Bu açacağı savaşta onu hamlelerce ileriye taşımıştı. Onu yenilmezlerden biri yapacaktı. Namertliğe karşı yiğitliği güdecekti.

 

Boynuna astığı kolyesi ise Kut’unun simgesiydi. Bir kurt dişi içine oyulmuş “Kurt Kağanları İsim Zinciri “ vardı. Boynundaki kolyenin son halkasında onun adı vardı. Başlangıç için koca bir nefes aldı. Gururla kabaran kalbine bir müddet bu zevki yaşamasına izin verdi. Kalabalık içinden kararlı adımlar atarak kurtların önünden dışarıya çıktı. Onu takip eden kalabalık dışarıya çıktıklarında ormana doğru çekilerek genişlemişti.

 

Kurt Ata, elleri göğsünün üstünde kısık çekik gözlerini daha da kısarak dışarıya çıkmıştı. Hançer ona bakmayan gözlerinde bir şeyler sezdiğini anlayabiliyordu. Bu umurunda olmadı. Bazen, bazı zaferler sanılanın ve bilinenin aksine yöntemler gerektirirdi.

 

Elini çifte pusatlarına atarken gergin göğsü herkesi şaşırtacağı o günü soluksuz bekler gibi inip kalkıyordu. Sesinin en fırtınalı tonunu kullandı. “İlk hedefimiz, Kuzey devletleridir! Hedefimiz intikamın çok ötesindedir. Sizlerden tek bir isteğim vardır! O da, beni ve topladığım ordularımı denizde dahi yalnız bırakmamanızdır. Şimdi varın gidin ve bana yol açın! Beni, bu dünya üzerinde gelmiş geçmiş en kuvvetli komutan haline getirin!” şakaklarında atan nabız kendisine itimad etmeleri için büyük bir çaba sarfettiğini gösteriyordu.

 

Kurtlar avlarını görmüş gibi hızla ormanın içine dağılarak gözden kayboldu. Tecrübeli insan olduğu kadar tecrübeli olan kurtlar da çoktu. Artık doğada avlanmak yerine insanlığın en pis döneminde avlanacaklardı! Hançer nihayet yavaş adımlarla Aktolga’nın yanına gidip kendisini sakinleştirmek ve dinlendirmek adına başını yavaşça okşayarak dinlenmeye başladı. Aklından çıkmayan yitip giden çocukluğu ve zümrüt yeşili gözler ona şimdi daha bir şükran doluymuş gibi hissediyordu.

 

Onlar için savaşacaktı, savaşmaktan da hiç mi hiç korkmuyordu. Onlar için dökeceği her bir kanı hayal ettikçe gözlerinin içinde yanan intikam ateşi ve savaş tutkusu tüm benliğini ele geçirmişti.Birkaç dakikanın ardından kendini atın üstüne atarak , bozkıra geldiği gibi geri dönüyordu. Kurt Ata, arkasından kendi eşyalarını toplamaya koyuldu zira bu yolda onun yanında olması gerekiyordu. O da en kısa zamanda onun barındığı obasına at sürecekti. Hem de can dostuyla beraber güzel bir sürprizle.

 

Hançer’in gök mavisi kaftanı rüzgarla geriye doğru savruluyor bulutlar üstünde geçiyormuş gibi hissettiriyordu. İçine çok büyük bir gurur ve güçlülük hissi düşüyordu. Yanı başından çıkan hırıltılı seslerle bakışlarını etrafına çevirdi. Onları unutmuştu. Batmakta olan güneşin alaca kızıllığı altında siyah kurtlar vahşi bir hazine gibi parıldıyordu. Geçtiği tüm bozkırın istisnasız her kuytu tepesinde durmuş havaya doğru kaldırdığı başıyla birer uluma bırakan ve onu takip eden sadık yaverlerinin oluşu artık çok güvende hissettiyordu.

 

Gök kılıcını havaya kaldırıp ordularına yön veren bir komutan gibi ileriyi işaret etti ikindi rüzgarlarının savurduğu kaftanı içinde. O anda kurtlar, uluma sesleri ile farklı farklı yönlere dağılarak gözden kayboldu. Birer çil yavrusunu andıran bu hallerine sadece bakabilmişti Hançer. Bozkırı bir başıboşlar bir uğrular ve bir de kurtlar bilirdi.

 

Hançer Yiğitcan’ın çağırdığı ama geri de döndürmediği her yana saldığı alpler birer ikişer arkasına takılıyor, bozkırın içinden arkalarında birer kızıl duman bıraka bıraka bozkırın bittiği ve ormanın başladığı yere doğru dolu dizgin koşuyorlardı. Nihayet Yiğitcan ile karşılaşan Hançer’in gönlü ferahlamış yoluna daha sakin kafayla devam etmişti.

 

Ormana daldıklarında bozkırdan daha hızlı geçilmişti buralardan. Hançer, artık iyice belirginleşen akşam karanlığında durmaksızın atını sürmeye devam etti. Kendi beylik sınırları içindeydi ve kimse ile çatışmak zorunda kalmayacaktı.

 

Gökte beliren Ay Ata, yollarını birer fener gibi aydınlatıyordu.Obaya tam dönecekken karşı yoldan gelen kalabalık askerleri görünce içinde bir şeylerin yuvarlandığını nefes borusunu tıkadığını hissetti. Bir ümidi Ptifordy’nin gelişiydi.

 

Yoksa, yoksa onu azletmeye mi gelmişlerdi? Buna kimsenin gücü yetmezdi! O, Hançer Hatun’du! Az önceki ayin onu biraz hassaslaştırsa da gardını ondan başka kimse bu kadar sağlam koruyamazdı. Ağaçların dallarını yere eğdiği bir yere atıyla gizlendi. Eli hançeri ve kılıcı arasında gidip geliyordu. Kurtlar nefesleri nefeslerine kadar yakınına sokulmuştu.

 

Yaklaşan yirmi kişilik asker bölüğünü çatık kaşları altında izlemeye, anlamaya çalıştı. Hepsi saklanmak için giydikleri kıyafetleriyle at üstünde duruyordu. En önde yüzünü yere eğmiş heybetli, dağ gibi kara zırh kuşanan bir komutan seçmişti. O da bir çalıyı üstüne bağlamıştı.

 

Komutanın beyninde anımsattığı kişiler birer birer aklını kuşatırken komutan başını yerden kaldırdı ve börkünün gizlediği yüzünü açığa çıkardı. Sabah güneşi yaşlı ama dinç duran bu adamın yüzünü aydınlatırken Hançer Hatun gördüğü kişi için çocuklar gibi sevinmişti. Bu sevinci çabuk söndürdü ve eski ciddiyetini yine takındı.

 

Aktolga’yı gururla saklandığı yerden çıkarıp şaha kaldırdı. Atı alev ateş parıldıyor adeta mangayı heybetiyle ürkütüyordu. Aktolga’nın çıkardığı kişnemeler ormanı inletiyor, ulu bir Hakanı taşımanın gururunu yansıtıyordu.

 

En önde gelen Atabeyi Alemdar Bey, heyecan ve özlemle atını hızlandırıp yanına yetişti. Yaşlı gözleri ilk defa bu kadar mutlu olmuşa benziyordu. Ne çok yol gitmişti. Bu küçük kız onu ne demeye bir çöl kraliçesine elçi olarak yolladı ve o mektupta ne vardı işte bunu hiç bilmiyordu.

 

Tek bildiği şey şuan bu ela gözlerdeki derin saygı ve sevgiydi. Bakışları gök mavisi kaftanı, kılıcı ve nişanındaydı. Büyük bir gurur ve özlemle atını şahlandırdı. Bakışları onunla iftihar ettiğini söylüyordu. Bu görevi kabul edeceğini adı gibi biliyordu Atabey Alemdar.

 

Atı Olgün, Aktolga’yı görünce daha bir coşmuştu. Atabey Alemdar elini kaldırıp sol göğsüne yumruk yaparak vurdu ve selam verdi, ardından tüm askerler aynı anda tok bir ses ile göğüslerine vurdu. Hepsinin yüzü güneş yanığıydı ama değmişti. Atabeyi Alemdar beğeni dolu gözlerle onu süzüyordu. Yakıştı demek az kalırdı. “Beyhatunum, Hakanlığın kutlu ola!” Sonra kendi kıyafetlerini gösterip kaftanını işaret etti.

 

“Gökyüzünü üzerine serpmiş gibisin Hançer Giray?” Hançer , bir kenarı kıvrılan dudağı ile uzaklara bakarak güldü, başını başka yöne çevirdi ama tekrar onlara doğru döndü, hepsine teker teker bakarak kısa süre özlem giderdi. Sonra hepsini kucaklayan bir sesle “Beyim, hoşgeldiniz!” dedi.

 

Alemdar Bey, atını Hançer’in yanına sürmeye başladı.Hançer ise sık sık ardına dönüp bakıyor , en önemsediği görevi başarıyla tamamlayan bu yiğitleri gülen güzel gözleri ile izliyordu. Bakışlarında takdir vardı, gurur vardı. Ve askerleri bunu fazlasıyla hissediyordu. Alemdar Bey onu böyle kutlu bir vazifeye talip olmasından dolayı takdir ediyordu. Kurt Kağanlık ancak onun yapacağı bir işti.

 

“Sonunda kabul ettiniz Hanım. Gök Tanrı kutunu mübarek eylesin. Çok bekledik bu günleri. Hanedanlığın artık size karşı daha dikkatli olması gerek. “ Hançer güler yüzle başını aşağı yukarı salladı. “Daha değil”, dedi “Çok dikkat etmeleri gerek.”. Ne kadar da olsa bu bir iç savaşın başlangıcıydı. İçi hala buruktu. Bu post içinde olmayı istemezdi ama babasının ölümünden sorumlu olan amcası ve sapkın devletler her şeyiyle Hançer’e bunu dayatmıştı.

 

Aklına yine gelen o kan kokulu haber ile morali biraz çökmüştü. Her şeyin bedelini teker teker ödetecekti onlara. İçinde daha fazla tutamadı. “Balamizler Doğu Obaları’nı tarumar etmiş Atabeyim! İntikam vakti geldi gayrı burdan dönmeyeceğim! Devletlerini başlarına yıkacağım! Kendi iktidarımı dikecek ve dünyaya yeni bir nizam getireceğim.”

 

Atabeyi duydukları karşısında öfkelenmeden edemedi. Ama bunu bekliyordu. Onların elbet birgün başlarına musallat olacağını biliyordu. Kendisi de oranın ahvalini bilir ve son derece önemserdi. Ama bundan haberi olmamıştı. Son derece kararlı bir sesle ona katıldı. Koca cüssesi bir demir dağı gibi dikleşmişti Olgün’ün üstünde.

 

“Dönmeyeceğiz, yıkacağız elbet! Sana yaptıkları elbet bir gün dereyi aşacak, bizde o an gelince bentleri yıkan sel gibi surlardan içeriye gireceğiz.” Ses tonunda yatıştırıcı ama bariz bir öfke vardı. Karşısındaki Beyhatun ise ondan daha öfkeli ve acımasız görünüyordu. Ve öfkesi her kelimede katmerleniyordu.

 

“Kağan Giray, buna göz yummuş. “ dedi Hançer eliyle yüzünü avuçlayarak. Son zamanlarda içine attığı nice şeyleri korkmadan dile getirmenin buruk mutluluğunu taşısa da bu duyguyu göz ardı etti. Alemdar Bey anlamazca baktı ama daha sonra büyük şoka uğramıştı, gözlerini şaşkınlıkla açıp saray yoluna doğru döndü. Ona söylemiş miydi? Hançer’e babasını öldürdüğünü söylemiş miydi? Kahretsin! Atabey Alemdar bunu ondan sakladığını düşünüyordu oysaki!

 

“Bu, bu kadarını yapamaz dedim kendimce! Seni küçükken duydum ama inanamadım! ”dedi Hançer, elleri yumruk olup havalanırken başını iki yana salladı. “Babam ve can yoldaşlarının canına kastetmesini gururuma yediremedim! Çünkü onları ciğeri beş para etmeyen birinin öldürmesi çok ağır bir şey! Anlıyor musun Atabey’im! Bizi kırıp yok eden öz amcammış! Beni bir çocuk gibi her şeyden ve herkesten ayırdılar, kalbimi söküp yerine bir hançer bıraktılar!”

 

Atabeyi esefle yüzünü yere eğdi. Alpler, dehşet geçirmiş gibi gözleri kızarmış Hançer'e bakıyordu. O anda işte içini dehşet bir utanç kapladı. “Ne yapacaksın Hançer Hatun?” Atabey’i onu körüklemek istercesine çakmak çakmak baktı gözlerine. Bu anı yok etmeliydi.

 

Ve Hançer bir cani gibi gözlerini ormanlık alana dikti. “İntikam yavaş ve soğuk yenen bir yemektir, Atabeyim. Bunu onlardan yavaş yavaş alacağım. Evvela en güvendikleri adamları birer tavşan gibi inlerinde avlayacağım. Daha sonra da kalelerinden çıkıp savunmasız birer ceylana döndereceğim onları. Bizden aldığı her bir can için onları ve topraklarını yok edeceğim, yakarak...”

 

Keskin bir zafer ışıltısıyla gülümsedi. “O halde inandığımız yolda ilerleyelim.” Atabeyi'nin sıyrıldığı konuyu kafasında uzatmaksızın başıyla sözlerine mekanik bir baş işaretiyle onay verip atını obanın yoluna doğru çevirdi.

 

Askerlerine şahlanma emri veren Alemdar Bey, Hançer ile obaya dört nala at sürdü. Kırk kişiye yaklaşan ardındaki askerler birer ordu gibi hissettiriyordu kalbine. Onu geçer gibi olan Atabey, onu önden gitmesi için eliyle öncelik verdi. Hançer ona bir baş selamı vererek atını en önde rüzgar gibi sürdü, askerler ile atabeyi ise onu takip ediyordu.

 

Bir kimsesiz gibi girdiği bu obadan şimdi bir Kurt Kağan olarak giriyordu. Obaya giden son orman yolunu hep beraber hızla geçmeye başladılar. Yol boyunca askerler Hançer kadar öfkeli bir şekilde yol aldılar. Bakışlarında intikamın yoğun tonu vardı. Lakin gönüllerinde sevgililerinin, aşkın, ana baba hasretinin, kardeş özlemenin en temizi yer kaplıyordu.

 

Hançer geçtiği yollarda anlık burnuna karmaşık kokuların dolması ile etrafına baktı. Etrafına bakınca yine onu takip edeni farketti. Bu sefer dış görünümünü seçebilmişti, neden bunca aydır onu bir gölge gibi takip eden o kişi bugün kendini gösteriyordu ki? Umutlansın diye mi? Belki de sevdiği adam onu izliyordu. O halde başarıyordu, aşık olduğu o adam olduğu ihtimali bile feci bir kalp ağrısıydı.

 

Henüz obaya geçmeden çalan kösler adeta onun ve tabi Atabeyinin geldiğini tüm dünyaya duyurmaya yeminliymiş gibi vuruluyordu.

Mavi kaftanı, kılıcı ve has kuvvetleri ile oba kapısından içeri geçerken, obanın ortasına şanlı bir zaferle dönen milletine cihan kapılarını açan bir komutana dönüşmüştü.

 

Halk giydiği kaftandan ve sultanlık nişanını kuşandığı için meydanı alkış, tezahürat, kopuzlar ve koçaklamalarla doldurmuştu. Tüm bunları hafif güler bir yüzle başını aşağıya eğerek kabul ediyor, halkın ilgisine ilgiyle karşılık veriyordu. Meydan ahalisi otağısının önüne doluşmuş adını haykırıyordu.

 

“Varolasın Hançer Hatun!”

 

“Çok yaşa hanlar hanı!”

 

“Savaş vaktidir!

 

“Savaş vaktidir!”

 

Halkı artık savaş istiyordu. Ganimet ile yeni yurtlar sahibi olmak istiyordu. Onlara bunu verecekti. Aktolga’nın üstünde mavi kaftanı ile hanı olduğu her şey için derin bir nefes verip elini uzayıp giden haykırışları durdurmak için kaldırdı.

 

Sesler bıçak gibi kesildi. Etrafta tek bir ses bile duyulmuyor , sessizlik içinde sadece atının nefesleri meydanda yankılanıyordu.

“Ben,Kağan Börü Giray kızı Kağan Hançer Giray! Beni yıllar evvel tahtımdan küçük bir çocuk iken türlü oyunlar ile men ettiklerinde bir umut benden tecrübeli olan emmizademizin Kağanlık makamını doldurabileceğini düşünmüştüm. Ne yazık ki yanlış düşünmüşüz ! Bizim Han, diye tahta oturan emmimiz halkı fakirliğe terk edip zevke eğlenceye düşmüştür!”

 

Ahaliden büyük bir ayıplama yuhlama yükselmişti, öfkeleri her çıkan sözle daha da artıyordu. “Kahrolsun eğlence peşinde koşan Kağana!”

“Bize kan kusturanlara mezar yüzü gösterme Hanım!” Hançer ahalinin gözlerinin içine ta derinlerine bakıyordu. Halk ona itimad ediyor en nihayetinde yaptığı tüm icraatlara şahit oluyorlardı. Yaşı artık bir kadın olma yaşındaydı. yirmi yaş... çok büyümüştü artık. “Ey halkım! Deyin bana duymak isterim hepinizden bunu! Benim Kağan olmamı istiyor musunuz?”

“Yaşa Kağan Hançer Giray!”

“Varol Hanım!

"HAN ol, tahtı al , savaş yollarını aç bize Kağan Giray!

Hançer hepsine başıyla selam verdi. Cevapları netti. Üç bin kişilik Girayoğuşları Beyliği yeni Hanını tahtta görmek istiyordu. Yavaş yavaş bunu yapacaktı. İntikam alacaktı.Gök kılıcını çekti,ışıldayan demirini havaya kaldırıp meydanı ateşledi.

“Gayrı pusatım kınından çıkmıştır! Bu yolda benim yanımda duracak herkesi ordumun saflarında görmek istiyorum. Vakit intikam vaktidir, İntikam!”

Halk, genci yaşlısı alpi sivili kınlarındaki kılıçlarını çıkarmış gökyüzüne kaldırmıştı. Hep bir ağızdan Balamiz sınırlarına ulaşacak kadar yüksek bir sesle aynı kelimeyi söyledi.

“İntikam!”

“İntikam!”

“İntikam!”

Hançer Hatun, kılıcını kınına koyup yanı başında herkes gibi intikam naraları atan birliği ve Atabeyine baktı. Alemdar Bey, gözlerinde intikamın ve gururun yansıdığı harelerini emek verip yetiştirdiği Han evladı Kurt Kağan olan Hançer’e dikmiş , onunla iftihar ediyordu. Başıyla minik bir selam verip Aktolga’dan inip geniş adımlarla otağına girdi.

Kapısını içeriden kilitledikten sonra kapının yanı başında babasına ait olan , zırh ve kılıca gözünden gelen minik yaşlarla yavaş yavaş okşamaya başladı. Küçük bir çocuk gibi sessizce ağladı, çenesi titreye titreye ama susarak.Akan yaşları silmekten bıkmıştı, akıp yere düşmelerine izin verdi.

“Yüce Kağan'ım, gözünüz... arkada kalmasın. Ben kızın, tek varlığın, Hançer Giray. Tek varisin ama bu devletin ebedi hükümdarı! “

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%