Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. BÖLÜM: KAN VE ÇİÇEKLER

@syavus

 

 

 

 

DOĞU OBALARI BASKINI

 

 

Aşk, bir insanı ne kadar değiştirir? Bunu bana sorarsanız eğer size bir şekilde bunu anlatmak istiyorum.

 

Ben, Ptifordy.

 

Irkımızı bilmiyorum. Sadece ne iş yaptığımızı biliyorum. Babam ve ben, azılı birer cellat olarak her yerde anılıyorduk. Beş yaşımdayken ilk cinayetimi işlemişim öyle diyorlar. Babam haliyle bununla ilgilenirken annem bir gün yatağında ölü bulunmuş. Annemi hatırlamıyorum. Ben zaten onu sevmiyorum.

 

Babamı ise konuşurken hiç görmedim. Öldürüyordu, öldürüyordum. Hayatımız sadece can almaktan ibaretti. Bizim kabilesinden kovulmuş bir gurup Viking olduğumuzu düşünüyordum. Bunun hakkında pek detaylı bir araştırma yapmıştım. Ama insanların, yaşayan bir canlının bir daha yaşama, nefes alma hakkını elinden alırken bunların ne önemi kalıyordu ki? O gün kim olduğumla alakalı tüm düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Neden öldürmekten zevk alıyordum ki?

 

Ben Ptifordy. Sadece. Ha, bir de Hançer Giray’ın dostu, kötü olduğunu düşündüğüm tek dostu...

 

Son cinayetimizden sonra Babam ve ben Hançer Giray’a karşı olan utanma duygumuzu bastıramayıp onu ve obasını rezilliğimize boğmadan peşimizdekilerden kaçarak bu topraklara sığındık. Ona bunu az çok anlattım. Oba beyi bizi kabul ettiğinde mevsim yazdı. Onun beyliğine ise birkaç yıl vardı. Ama o, çok küçük yaşından itibaren pek ciddi bir zekaya ve idare zekasına sahipti.

 

Ne yapacağımı ise onun durgunluğu sonucu öğrendim. O, kadınlara çok dikkat ediyordu. Onun bir annesi yoktu benim gibiydi aynı. Acıdım o anda ona, onu seven ve destekleyen tüm insanlar gibi. Ben de kadınlarla beraber çalışmaya başladım. Keskin gözlerini üstümde hissediyordum.

 

Birgün, gecenin bir yarısı obadan kaçtı. İşte o anda içimden bir ses onu korumam gerektiğini fısıldamıştı. Koşarak sanki onu öldürecekmişim gibi itinayla onu takip ettim. Biriyle beraberdi. Bunun ne demek olduğunu biliyordum. Kudretli Beyhatun adayımız gönlünü bir sevdaya kaptırmıştı. İşte o günden sonra sırf onu takip etmek için her işte çalışmaya ve öldürmemeye karar verdim. Hayvan otlatır, yemek yapar ama konuşmayarak şüphe çekmedim.

 

Çünkü bir cellat asla konuşmamalıydı. Yüzünden seçtiğim üzüntü, dikkat, kimsesizlik, acı, kin ve masumiyet baskın günü dehşet bir öfkeye ve intikama dönüşmüştü. Ve o gün Hançer Giray bir Kağan olamazsa ondan kışkırtıcı bir cellat olabileceği gerçeğiyle yüz yüze geldim. Ve işte o an, benden daha üstün biriyle aynı ortamda kalamayacağımı anladığım gündü. Çok değil, o aldığı yaradan sonra gözlerini gözyaşıyla açtıktan bir hafta sonra ona gideceğimi söyledim.

 

Onun gibi zeki birini yalanıma inandırmak ne kadar zor olsa da bunu başarınca içimi hiçbir zaman yoklamayan bir vicdan azabı rüzgarıyla sarsıldım. Ve arkamı döndüm en muhtaç hissettiğim anda.

 

Çok gezdim, başta babamla sonra tek başıma. Babam nerde ne yapıyor biliyordum ama sonra yerinde değişim yapmıştı. Ne yaptığını asla anlamıyordum. Hançer bana bir pusula göndermişti. Herkese bir planı olduğunu göstersede o kervanını yolda düzmüştü. Gidiyordum, Doğu Obaları’na.

 

Yine varlığım bir avuç kalabalıktan ibaretti. Yine insanlar bana bir değişik bakıyordu. Dolaştım, avare avare benimle alakası olmayan bu toprak parçasında.

 

Bir gün, ansızın onu gördüm, elindeki okuyla ilgilenir gibi dururken bana bakışını gördüm. O anda canını aldığım tüm kurbanlarım birbir gözümün önüne geldi. Ben bir insan avcısıyken avlanmıştım. Ben kalbimi baştan ayağa karanlık bir adama kaptırmıştım.

 

En günahkar benken o benimle beraber içimde yaşattığım tüm canları tekte öldürdü. Targu, benim ve vicdanımın katili oldu. Ben, Targu'yla öldüm ...

 

Onunla var olmak ve sonsuza dek onu yanımda hissetmek istiyordum. Cesetlerim bile onundu, kalbim onun oldu. Derin bir pişmanlık duydum o gün her şeyden. Şamana gidip her şeyi anlattığımda Göktanrı’nın bağışlayıcılığı karşısında af dilememi istedi. Gece gündüz kalbimde onun aşkıyla bağışlanma diledim. Ve affolundum, bunuysa onun tüm yüzüne yayılan ilk gülüşünden anladım. İlk iş gidip Targu ile konuşmak oldu.

 

 

İri ellerini daha öncesinde kanla kaplanan ellerime aldım. Ve beni daha önce hiç tanımadığım benle karşılaştırdı. Onunla atların üstünde yarıştım, derede kapıştım, dertlerini aldım, sırlarını sakladım, onunla uyudum, onunla evlendim. Ve Hançer benimle o kadar ilgilense de ona hiçbir zaman hiçbir şey anlatmadım. Çünkü, onu değişmediğimle alakalı bir yalana inandıramazdım. Beni, iyi bilen tek kişiyi kötülüğümle cezalandıramazdım.

 

Hayatımı onunla öyle bir yaşadım ki bir gece ansızın gelen düşman bile beni üzemezdi. Akşam karanlığı çökmüş uyumaya geçtiğimde çadırımızın dışında bir fısıltı , yani adımı, duydum. Dışarı çıkıp etrafa bakındığımda onu göremedim. Döndüğümde onu içeride buldum.

 

Bakışları saf bir hüzünle kaplıydı. Ya da bana aşık olduğu için onun hep üzüldüğünü düşünmek gibi bir aptallık yapıyordum. Bana sıkıca sarıldı, bir çiçek verdi ellerime. Eskisinden daha merhametli ve daha aydınlık bakan o gözlerine bir kez daha aşık olmuştum işte. O, dönüp giderken arkasından bir masumiyet yolladım. Nöbeti vardı ki gidiyordu. Tüm gece elimde o çiçekle uyudum.

 

 

Gece, çocuk ve genç kızların çığlıkları ile uyandım, hemen sağıma soluma bakınıp silahlarımı kuşandım. Targu, meydana yakın bir çadırda kalıyordu nöbet için. Doğruca meydana koştum. Girişten yükselen alevlerle tüm güzel anılarımızın bir bir yok olduğuna şahit oldum. Simsiyah giyinmiş onlarca asker, dışarıya kaçışan nice insanı öldürüp yok ediyordu. Atlarının üstünden ölüm dağıtırken bir zamanlar benimde böyle biri olduğum aklıma geldi.

 

 

Hızla ilerledim, sahipsiz kaçan bir ata eyersiz oturdum. Ben onlardan kat be kat daha güçlüydüm. Onları onlardan bile iyi yenerken, birer birer Doğu Obaları’nın düştüğüne şahit oluyordum. Karnımdan, kolumdan ve kaşımdan yara almıştım. Hayır bunlar beni yıldıramazdı! Esirler oluyordu, esirler bağırıyor ve ağlıyordu. Hayır, hayır, hayır! Başımın yanından geçen okla atın üstünden düşmüştüm. Kül ve toza bulanıp kapkara olmuştum. Ayağa kalktığımda bir tekme ile başım yere tekrar düştü.

 

 

O an beynim yere düşmüş gibiydi. Kafamı kaldırdığımda bir cani komutanın bana kılıç çektiğini gördüm. O kılıç boynuma inecekken bir askerin aceleci sesi ile durdu. “General Grey! Efendim, esirler dışında yaşayan kimse kalmadı. İstediğiniz gibi bozkırın kuyumcularının tüm demirlerine el koyduk.” Burnumdan ve ağzımdan gelen kanı tükürüp kanlı gözlerimi General Grey’e çevirdim. Tiksinç gözleri yüzümde oyalandı.

 

 

“Sen bizi kimsesiz zannettin ama senin de ölümün yakındır!” General Grey, acınası bir bakış attığında, “Kim beni öldürecek? Ben Tanrı’yım! Ben, ölümsüzüm!” diye hakırdı kollarını açarak. O anda cellatlara yakışan bir kahkaha attım. Tüm inleyerek nefesini kaybedenlere intikam yemini olarak daha içten güldüm.

 

Gecenin en karanlığından gelirdi aydınlık. “Sen, aptal bir ölümlüsün! Tanrı, senin canını alırken gökyüzünde keyif çatacağım!” Son söylediğim sözlerimin ardından kafamda bir şimşek çaktı ancak. Sonrasını asla hatırlamıyordum.

 

 

 

 

 

 

BALAMİZ DEVLETİ

 

 

Vakit ,günlerden zafer sarhoşluğuydu. Balamiz toprakları canlarına kıydıkları iki bin kişi için kutlama yapıyordu. Bugün onların en mutlu günüydü. Bugün günlerden kan kokusuydu. Zaferdi, zaferlerin başlangıcıydı.

 

 

Onlar, sonradan gelip yerleştikleri bu topraklarda kıra kıra, zulmede zulmede kovmadığı aile, boy ve aşiret bırakmamış en nihayetinde de bu çevrede bir tek onlar ve bazı yerleşik devlet dışında otorite sahibi bırakmayan bir kan imparatorluğuydu. Askerler aç bir çakal gibi sağı solu yağmalamış, yok etmiş şimdi de onlarca esire işkence ediyordu. Bağırarak ağlayan kadınlardan bazıları ona dokunan askerleri tekmelerken, esir edilen genç adamlar ise birazdan öleceğini bilse de kafa tutmaya, onları boyunduruk altına alan askerler ile itişip kakışmaktan geri durmuyorlardı.

 

Biri vardı.

 

O genç adamın gözünde tüm vahşet anları bir şerit gibi geçiyordu. Nereden nereye gelindiğini derince sorguluyordu. Hayatında bu kadar küçük düşürüldükleri bir an hatırlamıyordu. Kin dolu gözlerini askerlere dikmişti. Onlar bir olup insanlığa huzur ve mutluluk getireceğine birer alçak olup büyük küçük demeden kan akıtıyordu!

 

 

Şarap içtikleri bardaklar tanıdığı onlarca güzel insanın kafa taslarından yapılmıştı. Kiminin elinde bir zamanlar genç kızların geleceğine umut olan yüzük ve oyalı mendiller vardı. Şimdi birer çöp parçası haline gelmiş, onlarla ağız ve el siliyorlardı.

 

Mendiller, Türkler için bir gelenek haline gelse de buna özenen başka milletler de yok değildi. Ayrılığın evrensel bir değer olduğu gerçeği böylesi güzel uygulamaları pek bir kıymetli kılıyordu. Biri vardı ki o mendile yüzyılın buluşu gibi bakıyordu. Bunu sevgilisine en kısa zamanda söyleyecekti. Hem de ona kendisi bir mendil vererek bunu yapacaktı.

 

 

Tam bu esnada art arda yumruklar ve tekmeler yedi. Kan gelip ağzına tükürünce yeniden doğruldu. Bu şu birkaç gündür yediği kaçıncı pusuydu! Genç adamın aldığı darbelerden dönen başı sonunda gökyüzüne döndü.

 

Kadın ve kızların bağırmalarına dayanamıyordu artık. Gözlerini kapattı. Kapatsa da hep aynı şey aklını yokluyordu. O anlar, o kara askerlerin kılıçlarını savuruşunu, bebeklerin çığlıklarının havada asılı kalışını... Elinden hiçbir şey gelmiyordu. Azılı savaşçıların ellerinde gezdirdikleri ve ucuzluğundan dolayı kahkahalarla dalga geçtikleri ziynetler, kıt kanaat geçinen o insanların alın teriydi. Dostlarıyla sırt sırta verip aldıkları eşyalardı onlar ...

 

 

 

Acımamışlardı. Tüm bunlar kiminin öldürüldükten sonra elleri, kolları, başları kesilerek alınmış bakır, gümüş ve karışık altın eşyalardı. Sürülerine, teçhizatlarına kattıkları kılıçlar, süngüler, hançerler, çakılar o insanların güvenlik güçleriydi. Hiçbiri işe yaramamıştı. Hepsi birer birer kalplerini delmişti. Ölmüşlerdi. Ölmeyen savaşçıları da esir etmişlerdi. Çünkü güçlü bir devlet yapılanmaları yoktu. Onların yıllardır süregelen konargöçer kültürleri nihayet sonlarını getirmişti.

 

 

 

Tehlikeye her an açık olmaları, bir yurt sahibi olmayışları, sonu gelmeyen post kavgaları ve birlik olamamaları ile ölüm, hepsinin en büyük sonu olmuştu. Genç adam öfkeyle soludu. Kılıcını çekip oba beyliğinden de öte olmak, bir il olmak varken o ve daha niceleri tehlikelere açık, savunma gücü olmadan yaşayıp gitmişti.

 

Bir aptal gibi.

 

En acısı da zaten atalarının böylesine bir tehlike varlığı hususunda vurdumduymaz olması, onları tam olarak eğitmemesiydi. Genç bir kez daha baktı o gökyüzüne.

 

Bugün günlerden son akşam yemeğiydi.

 

Bugün günlerden taht ihtirasıydı.

 

Son geceydi.

 

Genç adam gözlerini sıkı sıkı yumdu. Bir kadın sesi geldi. Kulaklarının ve kalbinin işlemediğini hissetti işte o anda. Son bir haykırış ve o boğazdan ses yerine kanın boğduğu bir feryat...

 

Sevgilisi...

 

Her şeye rağmen direnmiş ve bir namussuza, her şeyiyle kendini savunmuş asil bir kadın olduğunu kanıtlamıştı. Genç adamdan bir hıçkırık koptu ve gülümsedi. Dudakları ağlamak ve onun kurtuluşunun karşısında gülümsemek istiyordu. Hıçkırmaktan kendini alamadı uzun bir süre. Kuvvetli bir haykırış bıraktı gökyüzüne.

 

Bir koku duydu.

 

Masalar döşenmiş, yemekler pişirilmiş en güzel içkiler masaya dizilmişti. Genç kızların hizmet ettiği tek kelime ile muhteşem görünen bir sofra kurulmuştu. Prens George, endamlı yürüyüşleri ile hayranlık uyandıracak derecede güzel kızlara kendini ispatlamak için esirlere bağırıyordu. Onun zalimliği bir başka anlamda da kudreti herkese kendini hayran bırakan cinstendi .Dalgalı bakışları bir ok olup kalpleri deliyordu. Prens George bunun da gayet farkındaydı. Dudağında emin ve tehlikeli bir gülüş vardı.

 

 

Esir gençlere doğru baktı. Hepsinin yüzünde aşağılayıcı bir gülüş vardı. George’u takmayan bir halleri vardı. Ciddiydiler ama çok da vurdum duymaz. George’un gözleri hepsinin üstünde usul usul gezindi. Tehlikeli bir şekilde avlarını süzüyor gibiydi. Biriyle göz göze kaldı derken. O hal ve tavırlar bir tek onda yoktu. O genç, büyük bir özgüven ve acımasızlıkla gözlerine bakıyordu. Gülmüyor daha çok kanlanmış gözleriyle kendisini süzüyordu.

 

George onun bu cesaretine anlam veremedi. O tarihin gördüğü en acımasız prens olabilirdi. Ondan korkması en azından diğerleri gibi olmasını isterdi. Ona doğru kibirle baktı. Gücünden korumasını istiyordu. Kendini her şeyden üstün gören bakışlarına maruz kalan genç bunu asla kale almadı. Bu da onun gururunu ezmişti.

 

George öfkeyle o gence doğru yaklaştı. “Sen!” dedi karnına bir tekme atarken. “Son gördüğün yüz benim yüzüm olacak! Duydun mu! Bu cesaretinizin, kılıcımın ucunda hiçbir anlamı olmayacak!” Esir gençlere döndü, sesinin gürlüğünden herkes dönüp ona bakıyordu artık. Güzel, artık kendini daha iyi hissediyordu. Omuzları dimdikti artık. Ellerini iki yana açtı.

 

 

“O ümit bağladığınız aptal Kağan, artık tek bir amaç için o tahtta oturacak! Kuklam olmak için.” Gençler ufak bir kahkaha attı onun bu kasılmalarına. George, elini yanındaki masaya sertçe vurup geriye döndü. Bu lanet olasıcaların sinmesi gerekiyordu! Yanındaki celladına döndü. Buz gibi bir gülüşle “Bunların hepsini öldürüp o kadının çadırına gönderin. O vakit benimle oyun olmayacağının farkına varır!”

 

 

Gençler birer Kurt gibi hırıltılar çıkarırken, George babasının onun bu otoriter hareketlerine karşı attığı rahatsız bakışlardan habersizdi. Genç adam, George’u duymuyordu. Kokunun geldiği yere doğru döndü. Sevgilisinin zarif bedeninden süzülen kanlar arasında bir çiçek vardı. Baskından önce eline verdiği o çiçeği şu ana kadar tuttuğunu ancak fark etti.

 

 

Vefası karşısında dili tutulmuştu. Onu çok sevdiğini şimdi daha iyi biliyordu. Kalbi ona olan özlemle yandı. Boğazında kaldı o koku. Ulaşmak istiyordu bir an önce. Genç adam gözünden yaşların düşmesine engel olamadı. George bunu görünce gür bir kahkaha atıverdi.

 

Genç yine onu umursamadı, kendisine doğru gelen cellada karşı hiçbir hamlede bulunmadı. Dostlarına dahi bakmıyordu. Arkadaşları ona adıyla sesleniyor, onu daldığı bu andan kurtarmak ve kılıç darbesinden uzaklaşmasını söylüyordu ama onun gözü kan ve çiçekteydi.

 

O güzel bedenin son izlerinde.

 

“Targu!”

 

“Dön ne olur!”

 

“Targu, bırakma kendini!”

 

Genç, dizleri üstünde kanlara ve çiçeğe doğru yaklaştı. Cellat ona bir tekme savursa da gencin, kadının cesetine doğru gitmesine karışamadı. Genç adam arkadan bağlanan ellerine rağmen uzandı, o tertemiz alnından bir buse kopardı.

 

Son isteğiydi.

 

Gözü o çiçeğe doğru döndü. Onu da kokladı...

 

Kan kokuyordu o çiçek...

 

Bir kılıç sesi yankılandı derin sessizlikte ve bir de ağır bir cismin yere düşüşü. Genç adam, tam da sevgilisinin yüzüne doğru , önüne düştü. Artık yan yanaydılar, yüz yüzeydiler. Acı yoktu, dert yoktu. Dudaklarında çok hoş bir gülüş ve huzur. Sanki kalbi delinen ve yere düşen o değil gibi.

 

Bu sondu.

 

Bu sarayın üstüne çöken deli lanetin, kadere yön verişiydi.Bu adaletsiz dünyanın son olmayan kıyımıydı.George’un gözlerinde mükemmel bir tatmin duygusu vardı.

 

“Targu!”

 

“Targu!” Cellat geri çekildi. Derin nefesler alan ve elleri titreyen cellat bir noktaya bakıyordu. O noktaysa Ptifordy’nin gözleriydi. Cellat titremeleri arttıkça elindeki kılıcı düşüreceğini düşünerek hızla ortamı terk etti. Başını dakikalar sonra ilk kez babasına çeviren George zaferle gülümsedi. “O sarhoş deli, aklını biraz kullanıp yeğenini tahttan uzak tutsa iyi olur sevgili babacığım. Aksi halde ordularım üzerinde yaşayacakları bir ülke bırakmayacak! Ha bu arada, sence de bugün pek bir güzel değil mi? “

 

 

Kral Freud, karşısında duran haritaya öfke dolu gözlerle bakıyordu ve onu duymuyor gibi davranıyordu. Herkes kimin ne olarak doğduğunu ve ne edeceğini adı gibi biliyorken buna engel olmak bazen imkansızdı işte tarihte burdan itibaren yazılmaya başlanmıştı. Giray Hanlığı Doğu’nun şuanlık en güçlü devleti olarak duruyordu ama bunu değiştirmek ellerindeydi. Manda altına alınmış bir devleti parçalamak kadar kolay ne vardı ki?

 

 

Hele başta böylesine aptal bir müttefik Han ve onu öldürmeye yeminli bir de yeğeni varken bu bildiğin ekmeğine yağ sürmek demekti. Daha fazla durmayacaklardı. Durmaları aptallık olurdu. Kuzeyliler aç bir çakal misali devletin nabzını yokluyorken ve bir yandan da kölelikten deniz efendiliğine çıkmış güçlü bir kadının denizleri bir bir eline aldığı haberi geliyorken onların şu anda durmaları çok büyük aptallık olurdu.

 

 

Tek yapmaları gereken nasılki yıllar önce Kağan Börü Giray’ı öldürüp tahta karındaşını geçirerek bu devleti birer maymuna çevirmişlerse şimdi de bu coğrafyanın tek hakimi olarak kalacak ve hanedanlıklarını ilelebet payidar kılacaklardı. Hesap yapanlar, hesapkârlar...

 

 

Baba oğul, ayrı dünyalarda ayrı zamanlara hükmediyorlardı. Onları ayıran da ölüm kalım çizgisiydi. Bu esnada kızlar yemekleri özenle yerleştirip salına salına köşeye çekildiler. Hepsinin bakışları George’un üzerindeydi. Kırıtık hareketleri ile ilgi çekmeye çabalıyorlardı. Tüm cesetler dışarıya çıkarıldı.

 

Kanlar hiç akmamış gibi oluverdi. George, asil bir Prens olarak masanın en başına geçti. Sevgili babası ise ondan çok evvel masadaydı. Sadece az önce George ondan farklı bir açıda duruyor, birbirlerinin yüz açılarını farketmiyorlardı. Ve şuanda yüz yüzeydiler.

 

Prens, kendisinden beklenenin de üzerinde bir kibarlıkla, tatlı ve hoş bir reveransla babasına bir kadeh şarap uzattı. Yüzündeki çizgilerin anlattığı şey, ah bu kızların kalbini fena halde yakıyordu.

 

 

Babası, hareketi karşısında duralamışsa da onun bu tatlı hallerini itiraf etmeliydi ki çok seviyordu. İstemsiz bir gülüşle şarabı elinden aldı. “Sence bu seferin en büyük ganimeti ne olacak sevgili kralım?” George imalı imalı sırıtışıyla duymak istediği şeyi belli ediyordu. Bugün ayrı bir kasılması bundandı.

 

Kral Frued, imalı bir göz kırpmayla bardağını işaret edip şaraptan bir yudum aldı. Şimdi tüm vücudu gevşemiş gibiydi. George, gözüne eskisinden de tatlı geliyordu. “ Bu savaşın en büyük çıkarı senin evlat. Hoş kıskanmıyor değilim ama bu seferlik bende idare edebilirim.” Prens George, keyifli bir kahkaha patlattı. Eliyle bardağını işaret etti. Kendisi de içti. Tek dikişte bitirmesini kimse garipsemedi. Hizmetçiler hızla bardağını doldurdu, kızlar bu sefer hızlı bitirmeyip yavaş yavaş içişine üzülmüştü.

 

“O Kadın, bize baş kaldırmak neymiş öğrenecek. “ dedi, içindeki hissi bastırmaya yönelik. Babası da onu bu hususta onaylamakta gecikmemişti. Lakin o anda Kral Freud aklına bir şey gelmiş gibi parmaklarını şıklattı. “Geçen gün giden yarma birliklerinin söylediğine göre o bölgeye yaptığı yardımlar fazlasıyla hacimliymiş. Cidden o bölgeye elli adet gözcü mü göndermiş? Kendisi bu kadar korunmasızken hem de tanrım! O kadar harcanan paraları boşa gitmiş oldu. “

 

 

Kahkaha atan Kral Freud, adeta yerinde ayarlanmış bir şekilde bunu başarıyordu. Durduğunda dikkatle George’a baktı. O da gülüyordu ve ciddiydi hem de asla ondan beklenmeyecek şekilde. Daldığının farkına varan George, az sonra aklına gelen şeyler yüzünden olsa gerek canı sıkılmış gibi yüzünü buruşturdu. Yani daha alışıldık şekilde davranmaya çabaladı.

 

 

“On iki tanesi açık açık devriye atıyor otuz iki tanesiyse kıyafet değiştirip gizlenerek obaları kolaçan ediyordu. Geri kalanlar da tanrım sağ kurtulmuş. Bu kadın beni bitiriyor. Her yerde adamı var inanılır gibi değil!” Kral Freud küçümser bir bakış attı haritaya. Buna takılmadığı çok belliydi. “Sonuç her daim tatmin edicidir.” George onaylayan bir mırıltı çıkararak şarabından yudumladı. “Tanrım bu kadının inadı ve aptallığı beni öldürecek.” Sesi yine ondan beklenildiği gibi yumuşaktı. Kızlar derin bir nefes verse de bunu George’dan başka kimse farketmemişti.

 

Kral Freud, hızla George’a baktı. “Seni kimse öldüremez, sen benim oğlumsun. Kurduğu her şeyi başına yıkarız.” Prens George, ukala bir gülüşle ardına yaslandı. Şuan tamamen şımarık bir Prens gibi duruyordu. “Artık özgür değiller kralım, hatta bir devlet bile değiller. Tek ihtiyacımız içeriyi biraz daha karıştırmak . O kadını da tez elden yok etmek.” dedi adeta şakıyarak. Kral Freud, ona gülümseyen bir ifadeyle konuşmamayı tercih ederek ayağa kalktı ve pencerenin önüne dikildi. Kızların gözlerini gördüğü an onları basit bir el işaretiyle odadan çıkartmıştı.

 

Oğlu George, şikayetçi bir şekilde konuşsa da aldırmadı. Altında Balamiz toprakları uzanıp giderken aklı Giray Hanlığı ganimetlerindeydi. Bunu o bile değiştiremezdi. Herkes kendi hesabını güder mantığıyla, sinsi ve şımarık bir gülüşle George ayağa kalktı. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Salına salına tahta doğru ilerledi ve son defa duvarda asılı olan o haritaya baktı. Aklındaki planlara bir adım daha yaklaşmıştı Prens George. Şuan ilk adımını atacaktı. Ve artık tüm yollar birbirinden ayrılacaktı.

 

Usulca elini belinde gezdirdi. Belindeki hançerini çıkarıp yavaş adımlarla babası Kral Freud’a yaklaştı. Kral Freud, gelecek yıla yapılması planlanan saray baskının hesaplarını bulduğu her fırsatta gözden geçiriyordu. Yine o kendini kaptırdığı anlardan birindeydi. Kral Freud, arkasına dönmeden eliyle ona şarabını işaret etti. Bu kadarını hissetmişti elbette. Pencereden yayılan ışıklar yaşlı suratını aydınlatıyorken aklında hala bir sürü plan vardı. Bir sürü ihtimal.

 

İkiside keyifle gülümsemeye başlamıştı. “Son defa ülkemin topraklarına bak yaşlı domuz!” İşaret ettiği bardağı alıp yanına daha da sokuldu. Kral Frued bardağı almak için döneceği esnada George sinsi bir çakal gibi sırıttı ve bir anda şarap bardağını yere atarak hançeri boynuna sapladı. Kral Freud’un nefes almak ve acısını dindirmek için yaptığı tüm çırpınışları Prens George, keyifli bir kahkaha patlatarak izlemeye başladı. Eli boynunda son nefeslerini veren Kral Freud, büyük bir hayal kırıklığı ile oğlu George’a bakıyordu.

 

Küçük oğlan çocukları gibi şen şakraktı. Sanki az önce babasını öldürmemiş gibi bir hali vardı.Hanedanlığın eğlencelerde söylediği bir şarkıyı tahta doğru giderken mırıldanmaya başladı.

 

Yürü koca kral!

 

Sen arkadan vurursun.

 

Düşmanlarını ürkütürsün.

 

Başımıza gelen en güzel şeysin!

 

“Demek ki neymiş sevgili babacığım?”

 

Kral Freud, morarmış bir şekilde son anlarını yaşıyordu, yardım diler gibi oynattığı ağzından tek bir cümle çıkabilmişti .

 

Lanet olsun sana George!”

 

George, tahta zıplarcasına oturdu ve babasının son nefesinde ona “ Bu savaşın en çıkarlı insanı benim .” Kral Freud, kendi oğlunun boynuna hançer saplaması sonucunda savaşın başladığı ilk gün ölmüştü. Kral Freud, yıllardır hissettiği ama bir türlü ihtimal vermediği şeyin başına gelmesiyle öldü.

 

Oğlu tarafından adice, boğazına hançer saplanarak ölmüştü.

 

Babasının yerde hareketsiz şekilde yatışını sessizce izledi. İçindeki başaramama korkusu artık yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Kanının süzülerek yeri boyamasını bu sefer nefesini tutarak izledi. Sonra da boğulurcasına kuvvetli bir nefes aldı. Onun leşi derhal burdan gitmeliydi.

 

Derhal! Tahtın yanında bulunan zili sallayarak içeriye kendi askerlerinden olan Floyd ve Eric’i çağırttı. Kapı askerleri derhal gidip onları ordugahtan alıp içeriye geçirdi. Askerleri soluk soluğa George’a bakarken bir ona bir yere bakarak olayı anlamlandırmaya çabalıyordu.

 

George az öncesine nazaran daha sakin ve kuvvetli durarak babasının ölüsünü işaret etti. “Bu yaşlı domuzu alın ve Giray Melikesi Hançer Hatun tarafından bir suikastle ormanda öldürdüğünü ve benim de onun yerine bir kral olarak geçtiğimin haberini yayın.” Bu kendi sarayında da böyle bilinmek zorundaydı. Herkes bilmekten başka da bir şey yapamazdı. Korkardı zira. Eric ve Floyd, tamam anlamında başlarını salladılar.

 

İkisi de bir sanat eserini inceler gibi inceliyordu Kral Freud’un cesedini. George , onlara bir şeyler söylemek zorunda ve hatta bunu yaparsa daha iyi hissedecekmiş gibi düşünerek , “Floyd, papazı çağır ve krallığımı kutsasın. Kızlara söyleyin ve beni eğlendirmek için hazırlıklara başlasınlar.” emrini verdi. Floyd ve Eric sinsi bir sırıtışla ceseti yüklenip tüm sakinlikleri ile çıktılar.

 

 

Bu cesedi orduya göstermekten asla çekinmeyeceklerdi zira Kral Freud asla ordusuna maddi ve manevi desteği bol veren biri değildi. Cimri Kral olarak da bilinirdi. Bu ordunun bayramı değilse neydi? George orduyu da ardına almıştı. Sırtı pekti an itibariyle. Ceset çıkınca içeriye bir kadın girdi. Ellilerinde beli bükülmüş, eski giyinimli biriydi. Yerleri alelacele sildi. Başını kaldıran kadın, George’un gözlerine bakınca garip bir şekilde gülümsemişti.

 

George’un artan refleksleri bundan rahatsız olmuş bir şekilde gerilivermişti. “Ne bakıyorsun aptal kadın! Gözlerini derhal üstümden çek!” Kadın bu öfkeli çıkışının ardından başını aşağıya eğdi ama çıkmadı. “Size bir bilgi vermek istiyorum haşmetli Kralım!” George artık almış olduğu vasıfla kabarırken ona konuşması için bir işaret verdi.

 

“Haşmetli kralımız! Sizin de bildiğiniz gibi tahta kan dökerek oturan Krallar için göz ayini yapılır. Ben de bir büyücü olduğum için, ömrünüzün uzun ve bereketli olması için göz yağı çıkaracağım. Buna müsaadeniz varsa hemen yapayım ki bizi o kadının zülmünden ebediyen kurtaracak gücü tez vakitten elinize almış olasınız.”

 

George bunun ne demek olduğunu biliyordu. Keyifle yerine kuruldu ve büyücü kadını yanına gelmesi için serbest kıldı. Büyücü kadın elini havada bir daire şeklinde çevirdi ve elini o dairenin içine geçirip çıkardı. George ise yanı başında duran şarabı büyük bir açlıkla içerek tahtta oturmanın zevkini çıkardı.

 

 

Kadın elini gözüne uzattı ve parmak uçlarıyla birer ikişer üçer damla derken bir avuç göz yağı elde etti. George görüşü bulunsa da bunu umursamadı. Derken kadın işini bitirip usul usul geriye çekildi, açtı kapıyı ve çıktı. George, bir süre bulanık gördü lakin sonra tekrar eski net görüşünü kazandı. Gurur dolu bir kahkaha attı boş odaya.

 

Güç hırsı ve taht ihtirası onu babasını öldürecek kadar ileriye götürmüştü. En sonunda tüm çevresine kendi elleriyle koca bir cehennem hazırlamıştı. Herkesten tek tek intikam alacak ve yerini kanla sağlamlaştıracaktı. Yapacakları daha bununla sınırlı değildi. En nihai hedefi Girayoğuşları topraklarına hakim olmaktı. Bunu yaparken de hiç adil yöntemlere başvurmayacaktı . Sürekli yaptığı hesaplarını bir kez daha göz gezdirdi.

 

Gün akşam karanlığında zifire dönmüştü ve Prens George artık krallığını resmen ilan etmişti. Kutsal kılıç önünde krallık yemini etti ve dokuz köle kadın satın alarak tüm gecesini kutlama ile geçirdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%