Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. BÖLÜM: BUHRAN

@syavus

BİRKAÇ YIL ÖNCE

Genç Giray kalabalıktan uzaklaşmak için odasından kaçmıştı. Ona ne oba ne de post iyi geliyordu. Kalbine öyle bir acı saplanmıştı ki, hiçbir şey, kimse derman olamıyordu. Uzaklaşmak için çıktığı orman keşfinde saatler sonra yorularak bir dere kenarına yaklaştı.

En çok da yorulduğu anlar onu hırpalıyordu. Eskinin anıları dolarken genzinde bir yanma hissetti. Berk ile de böyle otururdu. Annesinin gözetimine özen gösterilen bir evlat olmasına rağmen Hançer ona baksa, gülümsese ve 'Kaçalım!' dese hemen peşinden gelirdi. Gözlerine derin derin bakardı, eliyle uzun saçlarını karıştırır laf eder ama sonra ona sarılıp onu mutlu etmeyi başarırdı.

Acıyla iç çekti, şimdi onunla kaçan, onunla gülen ve ağlayan yoktu. Yalnızdı, çok yalnızdı. Ne dindirirdi ki yalnızlığı? Bir dostluk, bir düşmanlık? Kutlu olan ne vardı iyi gelecek de Hançer bundan uzaktı? İntikam vardı, pek kuvvetli bir duygu olarak ve bir de hasret vardı. Onca şeyden bu ikisi mi vardı sadece? İnanılacak gibi değildi. Bilmediği hangi duygular kuvvetli dermandı ah ettiği yarasına?

 

"Ceylan avına çıkarken dişi kaplan avlayacak olduğumu bilmiyordum. Bu talihli avcıya ne vaadediyorsun?"

Hançer, duyduğu yabancı sesle irkildi. Suya doğru uzattığı ayaklarını kendine çekip derhal doğruldu ve kılıcına davrandı. Yüzü siyah bir peçe ile örtülü bu adam görünen tek detayı olan zümrüt yeşili gözleriyle kendisine bakıyordu. "Adın nedir, cismin nedir bre adam!" diye öfkeyle bağırdı. Haydut mudur Uğru mudur anlamamıştı. Şuanda başına bir iş gelse kime ne açıklayabilirdi, heleki Atabeyine?

 

Adam, gözünün önüne soktuğu okla yayı daha sonra hançer ve kılıcını bulundukları yerden çok uzağa doğru fırlattı. Kısa bir an durdu ve zararsız olduğunu hareketsizce belirtti. "Kim olduğunu derhal de!" Adam, ellerini iki yanına bıraktı. Konuşmaya başlayınca Hançer sesindeki kalınlığı ve karanlığı hissetti. "Bu gafil, seni görene kadar talihsiz bir avcı ve yalancıydı." dedi itimat veren bir teslimiyetle.

Hançer toy bedeninden beklenmeyen sertlikte hareketlenip ona doğru yaklaştı. Onun içinde yatan kinden ve öfkeden habersiz adam, genç kızın parlak kavisli kılıcını boynuna doğru bastırmasıyla şaşkınlığını gizleyemedi. Hançer, kilitlenen çenesi ve körük gibi dalgalanan göğsü dikkat çekerken, keskince sordu.

"Şimdi karşına geçtiğimde kimsin?" Adamın gözleri hayali bir şekilde onun alev almış gözlerine teslim olurcasına diz çöktü ve Hançer’in kalbine bir tanıdıklığın bir benzetmenin ağırlığı yığıldı. Berk... ona alındığında gözleri bu şekilde ela gözleri önünde diz çökerdi.

Adam, "Şimdi senin insafına kalmış basit ama zavallı bir avdan farkım yok." diyerek gözleriyle boynuna dayanan kılıca baktı. Hançer, adamın gözlerine bakarken içindeki bir yerin dolmaya başlamasıyla duralarken dudakları kendisinden bağımsız bir soruyla aralandı.

"Peki o av, şimdi dürüst olacak mı?"

"Her saniyesinde tüm yalanları için üşenmeden cehennneme girecek kadar dürüst olacak."

"O halde, soruyorum. Bırakırsam gidecek misin yoksa avcının elinde mi kalacaksın?" Adam, zümrüt yeşili gözleri ışıldayarak Hançer’in iki dudağına doğru baktı. "Ne emredersen o olacak. Oldurduğun her şeyin mesulü olacaksın."

Hançer, yarasına uzatılan bir em gibi tutundu o adama. O gün, sonraki gün ve onlardan da sonraki günlerde Yürek Giray, güldüğünde kızdığında üzüldüğünde sadece gözlerini gördüğü, hayatın her anını onun yanında karanlık peçesi altındaki yüzüne olan merakını doldurmaya başladığı adamla geçirdi.

Sadece merak mı eder insan? Bir başkasında dolduramaz mı eksik yanlarını? Bir başkasında dinlenemez, hasretini dindiremez mi? Başka bir kalpte sevda büyümez mi? Büyüyen sadece sevda değil, ruhda olursa adına ne denirdi? Kalple ruhun, dinlenmek kendini gerçekleştirmek istediği başka ruh ve kalpler olamaz mıydı?

Adam, bir savaşçıydı. Paralı bir asker gibi, düzenli bir şekilde gider işlerini halleder sonra da başbaşa verip huzur bulmak için dere kenarına, Berk ile her zaman oturduğu yere buluşmaya gelirlerdi.

Ve yıllar geçerken içinde büyüttüğü bu sevdanın en çetrefilli haliyle karşılaştı. Adamın gidişleri uzun hasretleri doğuruyordu. Adam onu sardı, bıraktı, unuttu, hatırladı, yoruldu ve onu yıllarca yalnızlık ateşiyle yaktı. Ama her hayati dönemde tekrar döndü. Canını kurtardı, hasretini kapadı ve sonra arkasını dönüp gitti. Tüm dönüşünde ayrı bir sevdi ve sardı genç kızı ama artık sevmek yaşamak için yetmiyordu yarının hayatında.

Oysa herkes öldürür sevdiğini. O da tutunduğu o daldan düşerek sertçe yaralandı. Bitirmeye çabaladı bu duyguyu. Ama kim bilebilirdi ki bitmesi gereken şey henüz hiç başlamamıştı.

 

***

“Gerçek bir Kağan ümitsizliği yok eden tek kişidir. Kimse onu göremez ama o herkesi görür ve gözetler. Çelik gibi bir iradesi vardır. Ne yaptığını kimse bilmez, attığı adımları bir gölge, bir cani misali sessiz ve kusursuz atar. Sanki ardında bir açık kollayanı varmışçasına kendini işine adar. Ölümü öldürüp rüzgarlar gibi meydanda esen Ölüm Meleğidir Hatun Kağan!”

Şaman, şifa çadırında Hançer’e yönetme ve Kağanlık usullerini anlatıyordu. Alışmasını istiyordu onun bu dünyaya, öğrensin istiyordu yapacağı her şeyi. Kısa süre sonra taht eline geçince kaybedecek zamanı olmayacaktı. Yaşamanın bile zaman kaybı olduğunu anlayacaktı ama Tanrı o anlara düşürmesindi baştakini.

Nitekim Hançer Giray tam da o halde gibiydi ve şaman her şeyin farkındaydı. Elindeki zamanın kıymetini hatırlatırcasına, zihni açılsın diye sürekli dersler veriyordu ona. Önündeki deriden kafasını kaldırdı Şaman.

Hançer düşünceli bir şekilde ayaklarına bakıyordu. Daha çok plan yaptığını görüyordu. Şaman üzülmüştü onun bu haline . Sanki burda değildi. Ama pek de öfkeli ve acımasız görünüyordu. “Hançer Hatun, neden bu kadar düşüncelisin?” Hançer, Şamanın sorusuna yanıt vermek istemiyordu. Soru muydu bu? Hasret çektiği kimse yanında yoktu, daha ne olsundu!

Doğu Obaları Baskını"nın üzerinden tam bir hafta geçmişti. Kargaşa vardı insanlar arasından. Düzen bozulmuş, devlet çatırdamaya başlamıştı. Başkent yokluğu çekerken bulunabilecek en doğru yerlere doğru akınlar yapılıyordu.

Birçok hane daha kurulu düzeni olan ve sınırdan uzak yerlere göç ediyordu. Girayhan bir bataklığa dönüşmüş gidiyordu. Kağan Giray henüz ne yapacağı belli değilken bile çok tehlikeliydi. Sarayı bastığı gibi tekrar bir baskın yapsa ve onun işini bitirse ah ne güzel olurdu ama, her gecenin bir sabahı olduğu gibi her amanın da arkasında bir sebep yatardı.

Eğer, onu hiçbir siyasi gücü olmadan öldürürse başa geçemeden topraklar beyliklere bölünecek ve iktidar kavramı, Kağan kavramı yerel boy beylerinin eline geçerek geçersiz sayılacaktı. Ve o boy beyleri Kağan ne kadar kötü olursa olsun onu öldürdüğü için ölüm cezasına çarptırılırdı.

Güç devşirmesi gerekiyordu ama başında hiçbir oba büyüğü yoktu. Tek başınaydı, bir sefere çıksa geride kocaman bir oba kalacaktı. Onların da Doğu Obaları ile aynı kaderi yaşamaması için el mecbur bekleyecekti. Bekleyecekti çünkü şu saatten sonra hiçbir şey eskisi olmayacaktı, belkide duramaya bile zamanı olmayacaktı... Belki Göktanrı ile ters bile düşebilirdi ama yapacak hiçbir şeyi yoktu. Aklında alması gereken dört intikam, yetişmesi gereken bir savaş vardı.

Bu ikisi aklına her gelişinde öfkeden tırnak uçlarına kadar titriyordu. Onlara öyle bir ölüm hazırlıyordu ki hepsinin sonu bambaşka bir tarihe sayfa açacaktı. Hazırlıyordu hazır etmesine ama kafasındaki planları kendine bile itiraf edemiyordu.

Güç devşirmesi gerekiyordu. Asker gerekti, asker için silah ve yemek. Gelecek kopkoyu bir umman misali korkutucu ve bilinmezlikle doluydu kısacası. Yemeklerden kesilmiş, uyku uyumaz olmuştu. Hep tetik üstünde hep diken üstündeydi. Üzerine yüklenen vazifeler , obaların idaresi, tahtın geleceği , devletin ikbali, intikam hırsı derken fazlasıyla yorulmuştu.

 

Fiilen yapacaklarının bir zamanı bir yeri vardı ama akıl bu durur mu ? Kaç savaşa giriyor, kaç hesap yapıyor, kaç defa ölüyor kaç defa diriliyor, kaç plan yapıyor kaç plan bozuyor artık sayamıyordu. İçinde amansız bir kapana kısılmışlık hissediyordu ama bir o kadar da özgürleşmiş hissediyordu. Artık gece gündüz demeden plan yapıyor kendini yeni bir devrin başlayacağı o güne hazırlıyordu. Gözleri şamana tırmanınca, ela gözleri yorgunlukla titredi. Şamanın merhamet teli o anda kopmuş susmanın en güzel şey olduğunu düşünmüştü.

 

İçinden onunla dertleşmek geçse de bu düşüncenin hemen önüne geçti. Hayali bir red verdi bu kararına. Güvenemezdi, sadece Atabeyi ve Ulular vardı, bir tek onlarla konuşmalıydı. Gerisi esir olur, can korkusu duyar konuşurdu. Gözlerini Şamandan vicdan sızısıyla ayırıp yavaş yavaş yanan tütsüye çevirdi. Bez çadırın her noktasına yayılan bu koku ve duman huzmesi ona ayrılığı, acıyı, özlemi ve en önemlisi de aşkı hatırlattı.

Ben ilk yalnızlığımda vurulmadım, annem ölünce değil, babam öldürülünce değil, Uldız ve ağabeyi öldürülünce değil ben senin gidişinle vuruldum. Şimdi içim bin parça, senin yerini doldurmak için ne çok şey yaptım bilir misin? Onun hasretini bile senin adını anarak ağlayarak çekiyorum. Bana sen ne yaptın da gittin Berk? Hep mantıklı olan sendin, neden Veliaht tahtını sana bıraktığımda bunun yanlış olduğunu yüzüme vurmadın?! Hatamı telafi edemeden sen beni, hasretinle vurdun.

Dik durmalıydı, tek yolu buydu. O, bir devletin tek varisi tek umudu bir imparatorluğun kurtarıcısıydı. Düşüncelerle yorgunlaşan elalarını yavaşça kapattı. “ Her ok mutlaka varacağı menzile düşer. Yayını akıl ile çek, menzil hep aynıdır. ” İntikam alınacağı gün için , öfkesi denizin en merhametsiz anını bekleyecekti. İlk kanı kendi kılıcıyla akıtacaktı. En büyük savaşını cihanla verecekti. Şuanda durması gerekti zira Yağmur Ata dönmesi gereken günde dönmemiş, Atabeyini güvenliğini sağlaması için yanına yollamıştı. Doğu Obaları hakkında son malumatı ve Ptifordy’nin hayatı hakkında haber almaları gerekti. Hançer, tüm kalbiyle onun yaşadığına inanıyordu eğer ölseydi kalbi bunu hissederdi ama bir de bu haberi Yağmur Ata'dan alması gerekti.

 

Yine tek kalmıştı. Tüy gibi hafif lakin pahada ağır kokuyu içine çekti. Tütsü ona tekrar kalbini ve kalbindeki adamı hatırlattı. Sadece gözlerini gördüğü o adamı. Berk gibi olan o adamı. Kulağına dolan kopuzun acı titreyişleriyle kalbinde hissettiği kan çadıra döküldü. Hasret çökmüştü meydana , ayrılık düşmüştü nasibine. Önce Berk’ten ayrılmış sonra da O’ndan. Berk geri gelemezdi ama ya O? En çok O’na kızgındı. Ne adı vardı ne de ondan bir iz bir haber ...

En çokta çocuk olamamanın, yarım kalmışlığın ağırlığı düşmüştü köz gibi yüreğine.” Berk!” diye ağlamamak için dudaklarını birbirine bastırdı. Bir anda büyümek ama geriye dönememek... Sessizlik yorgun bir at gibi sarp yokuşlardan çıkmaya başlamıştı, gönüllerde burukluk öyle ağırlaşmış, daralmış, taşmıştı. Hançer bu kasvetli çadırda daha fazla durmamak için kendini otağıdan dışarı attı.

Dışarıdaki serin havayı ciğerlerine doldurdu. Saçları geriye doğru savruldu, elbisesi göğüs ve göbeğine sarılıverdi. Yüzündeki ayva tüyleri meltemin hüzünlü okşayışıyla hareketlenmişti. Ela gözleri sıkıntıyla buğulanmıştı. Kendini tazelemek istiyordu bu kadar daralmanın başka anlamı olamazdı. Her ne kadar “O” olmasa da bir şekilde bunu başaracaktı.

 

Gözleri az ileride tahta kılıçları ve onlara hibe edilen koyunla oynayan küçük balalara ilişti . Özlemi katmerlenmişti. Kıskanmıştı onları , ama bu engel değildi mutlu olmasına. Bakışlarında hızlı bir düzelme oldu. Merdivenleri hevesle üçer üçer indi. Otağıdan çıkıp oyun oynamaya giden balalardan farkı yoktu artık.

 

Onu gören birkaç alp ise şaşkınca arkasından bakıyordu. Sessizce yaklaştı onlara doğru, balalar onun geldiğini fark etmemişti. Dalmış oyunlarına kapılmışlardı. Hevesle gülümsedi, evvela bir köşede gizlenip onları izledi . İçlerinden boyca biraz uzunu eline kılıcını almış komutanlık yapıyordu. Küçük ince sesini kalınlaştırmaya çalışıyordu.

“Alplerim, biz bu yola ne için çıktık?” Küçük çocuklar aynı anda tiz sesleri ile “İntikam için!” diye bağırdılar. Hançer’in yüzünde gurur dolu bir bakış vardı. “Önderimiz kim?”

“Kurt Kağan Hançer Giray!” Tek nefes bağırıyorlardı bir ordu gibi. İçlerinden zayıf soluk tenli bir kız çocuğu koyunun sırtına binmiş, kılıcını havaya kaldırarak naralar atıyordu. Sıkı tutunmazsa az daha düşecekti. “Cihanı, Girayoğuşları için yurt kılacağım! Ben Kağan Börü kızı Hançer Hatun’um, beni kimse yenemez!!” çocuklar hep birlikte intikam naraları atmaya başlamıştı.

Bu ruh çoluk çocuk herkese işlemiş gibiydi. Heves ve gururla saklandığı yerden çıktı. Hançer hızla bağıran kızın yanına gidip onu boynuna kaldırıp oturttu. “Daha yüksek sesle bağır, seni bu dünyada ne durdurabilir bağır! Sesin her daim gür çıksın kurt balası, bağır!!” Küçük kız şok ve heyecanla daha çok bağırmaya başladı. “Ben Kağan Börü kızı Sultan Hançer Girayım!!” Hançer o güne kadar atmadığı en büyük kahkahasını atmıştı. İçi coşkun akan nehirler gibiydi, her şeyin seyri değişmişti bir anda.

Ruhu kanatlanmış mutluluğa uçuyordu. Kendini daha güçlü daha kuvvetli hissediyordu. En büyük hayali gerçek oluyordu işte. Küçük bir çocuk olup oynayacaktı. Hançer kendi etrafında dönerek çocuklarla şen kahkahalar atıyordu. Duruşu, bakışları ve kuvvetiyle bir dağdan farksızdı lakin çocukların gözünde.

O gün Hançer Hatun herkesin gözünde biraz daha büyümüş, biraz daha saygı duyulası bir Kağan haline gelmişti. O bir Beyhatun olmanın, Kurt Kağan olmanın dışında çok iyi ve masum bir çocuktu. Ahali yavaş yavaş etraflarını sarıyordu. Çocuklar gür seslerle bağırıyor , Hançer’in yüreği tüy gibi hafifliyordu. Öfkesinden zerre eser kalmamıştı. Ahalide onlarla gülüşmeye başlamıştı. Bu, onların da sırtına binen yüklere bir nebze hayat suyu gibi gelmişti.

 

Obada hakim olan yas onlarla kısa süreliğine de olsa dağılmıştı. Hançer’in kendinden emin ve itimat veren hareketleri onlara cesaret veriyordu. Omuzlarına aldığı kızı kendi etrafında döndürmeye başladı. İkisininde kıyafetleri uçuşuyordu.

Tüm çocuklar kahkahalarla onlara eşlik ediyordu. Hevesle hepsiyle oyunlar oynamaya başladı. Kale kuşatmaca, düşman birliğini dağıtmaca, aşık atmaca, çivilerle haberleşme yazıları yazma en sonunda da süvari birliğiyle baskın yapmaca oynadılar .Hançer, her oyunda her planda kendini hayallere daha çok sarılmış hünerlerini daha bir gelişkin buldu. Bunları normalde düşünse beyni çatlayacak gibi olurken şimdi resmen bulutların üzerinde geziyor gibiydi.

 

Umut ve umutsuzluk, hüzün ve sevinç, kan ve gözyaşı arasında ince bir çizgi olduğunu bir kez daha anlamıştı. Kalabalıktan birer ikişer genç meydana çıkmaya başladı. Bir adet tanımadığı genç de oraya çıktı ve ona bir selam verdi. Hançer, gözleriyle konuşmuştu. Genç, yeni temizlendiği belli olan sakalını hafifçe kaşıyarak, “Ben, Doğu Obalarından sağ kalabilen tek kişiyim.” dediğinde obanın genç delikanlıları ellerinde kılıçları ile hem eğlenmek hem yarışmak hem de çocuklara birkaç bir şey öğretmek için meydanlara indi.

Koçaklamalar meydanı inletirken genç Girayoğuşları gençleri mertlikleriyle yeri sarsıyordu. Hançer, donuk bakışlarla gence baktı, başıyla onu onayladı. “Bunun intikamını alacağım.” diyerek gözlerini gençten çekip meydandaki erleri izledi. Moralini bozmak istemediği için genç yokmuş gibi davranmaya çabaladı.

 

Erkekler, ihtişamlı tekniklerle kıvrak hareketler sergiliyorlardı. Kılıçları ok olup kalbe batıyordu. Bu birkaç dakika daha sürmüştü. Herkes ilgiyle oraya bakarken bir şeyler oldu. Güzelliğiyle düşman çatlatır cinsten oba kızları meydanlara indi. Pekbir çekingen ve taze. Gökyüzünü düşmüştü asaletleriyle .

Büyükler gerçek amaçlarını kızlar ortaya gelince anlamıştı, Hançer gür ve güzel bir kahkaha attı. Bu gençlerin ailelerine verdikleri bir mesajdan başkası değildi. Sevdiğini beyan etme , eşe dosta kardaşa duyurmaydı. Gençlerden biri Hançer’in karşısına geçip sert bir selam çaktı.

Hançer , yaptıkları şeyi en başından anladığı için hepsine güven verircesine gözlerini kapattı, çocuklarla meydanı boşaltarak onlara yer açtı. Onay verilmişti. Ozanlar, kopuzun teline teline vuruyor, yürekleri bayram esenliğine taşıyordu. Genç kızlar da kuşandıkları kılıçlar ile gönül verdiği erkeğin karşısında kılıç sallıyordu.

Gülün bülbüle aşkı ilan oluyordu.

İyi günde kötü günde hep sırt sırta olmak istediklerinin bir nişanıydı.Hepsi asil ve görkemli görünüyordu. Onlar renk renk giyinmiş, zarif ama bir o kadarda kuvvetli birer Türk kızıydı. Kendi eşini kendi seçen, şerefli , yiğit , namerde boyun büktüren Türk kızlarıydı!!

Oba o anda şenlik alanına döndü. Gam gasavet o anlık yok olup uçtu.

Her şey Hançer Hatun’un gür kahkahası ve çocuklarla oynamasıyla başlamıştı. Bunun sebebi olduğunu bilecek kadar zeki bir kadındı. Gülümsemesi daha da derinleşti. Bu güzel günün şerefine aşlar kaynatıldı, kuzular kesildi, en güzel sofralar düzüldü. Bey Hatun olarak gece için kurultayı toplama ve kutlama kararı aldı. İrade ve güven tazelemek için çok mükemmel bir andı. Çocuklardan bir anlık ayrılıp eline yüzüne su çalmak için dere kenarına indi.

Meydan Nevruz gününe dönüşmüştü adeta. Etrafı güler gözlerle izledi. Hançer, sol tarafında bir burukluk hissetmişti yürürken. Karşılıklı bir sevgi, düşmanlık ve hilenin olmadığı safi bir aşk ve her anını güzelleştiren bir çehre...Son ana kadar omuz omuza bir hayat ve kaçınılmaz mutluluk...

 

Ne kadarda uzak hissetti kendini bu anlara ama şimdi bunları düşünmemeliydi. Çocuklar böyle şeyler düşünmezdi. Bir taş geldi tam da göğsüne çarptı. Hançer taşa bakarken ne olduğunu anlamaya çalıştı. Etrafta kimsecikler yoktu, bu sefer ağaçların arasında da kimse yok gibiydi. Onu izleyen kişi mi bunu atıyordu? Bu tıpkı destanlarda anlatılan aşık beyin kalbi gibi bir taştı. Eline alıp onu usulca okşadı.

Var mıydı? Kalbi söylemiyordu. O’nu soruyordu.

“Neredesin?” Sesi yaralı bir kısrağın çağırışı gibi yanık ve umut doluydu. Etrafta kimsecikler yoktu. Yabancı kimse. Daha fazla dalgınlık yapmamak için dikkatini yola verdi. Bu taş, bir çağrı olabilir miydi? Başını iki yana salladı, nihayet dere kenarına gelmişti ki bağırıp çağırışlar üzerine hemen bir ağacın arkasına saklandı.

 

Olan biteni anlamak için başını hafifçe dışarıya uzattı. Uzun boylu bir adam ve kadın yanlarında gençlerden bir kız ve bir oğlanla dere kenarını adeta sesleriyle inletiyordu. Ellerindeki kılıçlarla gençleri adeta rehin almıştı. Bu Daşbaş’tı. Yanındaki de eşiydi.

Daşbaş öfkeyle bağırıyordu. “Seni namussuz İblis! Sen ne hadle benim gelinime sarılıp onu öpersin ha! Kimsin sen!” kılıcının tersiyle oğlana bir tane darbe indirdi. Kanlar içinde kalan genç yinede başını kaldırıp sakince Daşbaş’a baktı. Hançer çatılan kaşlarının ardından olan bitenin ne olduğunu anlamaya çabalıyordu. Daşbaş, bu sefer de bir tokat attı genç adama. Diğer taraftaki kız ise panik içinde atılıp kolunu tuttu.

 

“Ona dokunmayın! Ona vurursanız Hançer Giray sizi affetmez.” Hançer bir adım atıp onlara doğru yaklaştı. Kadın, kızı tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Genç kız ona korkulu gözlerle bakarken elini havaya kaldırdı.

“Sefil çakal!” Elini indiremeyen kadın kafası karışmış bir şekilde başını arkasına çevirdi. Gördüğü ela gözlerle şaşıran kadın, elini hızla aşağıya indirdi. Hançer, ona bakıp başını genç kıza çevirdi. “ Kimse bana burda ne olduğunu anlatmadan bir daha birbirine vurmaya kalkmasın!” Daşbaş, öfkeyle nefesini yutup bir adım geri çekildi.

 

Hançer, dere kenarına doğru gitti. Elini yüzünü soğuk suyla yıkayıp ağzına bir avuç su aldı. Elinden ve yüzünden sular damlayarak gerisin geri döndü. Dere kenarına en yakın ağacın altına oturdu. Ormandan koşma sesleri gelirken Hançer, henüz misafirlerinin bitmediğini düşündü. “Baba, buldun mu!” nefes nefese gelen kişiye baktığında onun Daşbaş’ın oğlu olduğunu gördü. Demek bu kızla sözlenen oydu. Hançer, kendisine bakan herkesi tam karşısına çağırdı.

 

Herkes, son gelen de dahil olmak üzere önünde dizleri üstüne çöktü. Daşbaş’ın oğlu, kızla oğlana onları öldürecek gibi bakıyordu. Hançer, lafı uzatmadı. “Söyleyin şimdi, neler oluyor böyle?” Daşbaş, çekingen bir edayla başını yerden kaldıracakken oğlunun bir yaralı köpek gibi bağırması üzerine herkes oraya döndü.

 

“Bu satılmış bir kadın! Benimle sözlendiği halde başka adamlarla ya-“ sözlerini bitiremeden yüzünde Dehşetli bir tokadın acısını duydu. Hançer, elini yavaşça indirirken dişlerini sıkıyordu. Satılmış kadın, buralarda kalelere ve bazı zevke, şatafata düşkünler için çağrılan kadınlara verilen isimdi. Hançer, utana sıkıla duran Daşbaş’a baktı. ”Bu senin suçun, Daşbaş.” Daşbaş, sessizce kabul etti. Bir Beyhatun karşısında nasıl konuşacağını öğretmeyişinin bir kabulu.

 

Hançer, genç kıza döndü. O da kendisi ile yaşıttı. Onu tanıyordu. “Sen konuş. Senin her söylediğin burdakilere emir niteliğindedir.” Genç kız, utangaç bir şekilde başını kaldırdı. Derin nefesler alırken, yan gözlerle ağzı ve burnu kanayan genç adama baktı. Solukları derindi. “Ben... Ben sözlümü sevmiyorum. “ Herkes şok içinde genç kıza bakarken genç kız ve genç adam birbirlerine sevgiyle bakıyordu. Hançer için tüm bu sözler yeterliydi.

“Daşbaş!” Daşbaş, saygı ve endişe ile bir adım öne süründü. “Buyruk Beyhatun’undur.”

“Sen, bu kızı zoraki bir şekilde oğlunla sözlerken neyi bekliyordun? “ Herkes susmuş, derin derin yeri dinliyordu. Genç aşıklar Hançer’e minnet dolu bakışlarını atarken onlara ufak bir gülümseme bahsetmişti. Sesini kalınlaştırırken burdakilere sağlam bir azar kaymıştı.

 

“Siz, Göktanrı mısınız! Size bunun yanlış olduğunu söylemez mi töre? O kızı sevmediği biriyle evlendirmeyi neye güvenerek yapmak istediniz? Benden utanmadınız, Gök Tanrı'dan hele hiç utanmadınız anladım ama yahu siz hiç mi kendinizden utanmadınız ha! Onu böylesi bir şeye nasıl mahkum edersiniz! “

 

“Hançer Giray! Benim hissettiklerim ne olacak o halde? Ben ona aşık oldum. Onun benden başka seveceği olamaz!”

“Kes!” diye bağırdı Hançer ona bağıran Daşbaş’ın oğluna. “Burada bir ayıp bir kusur varken size düşen bunu usulünce sessiz bir şekilde kapamaktır! Daşbaş! Ailenin reisi Daşbaş! Bu işi siz bu hale getirdiniz. Şimdi de siz düzelteceksiniz. Şimdi, benimle beraber meydana çıkacak ve gerçekleri herkese anlatacaksınız. Bugün onların toyu olacak.” Herkes gençler de dahil olmak üzere şok içinde Hançer Giray’a bakıyordu. Hançer ayağa kalktığında daha peşine düşeceği bir işinin olduğunu düşünmüyordu. Onlar, kusurlarını örtmeyi bitmeliydi.

 

Tam da emrettiği gibi olmuştu. Oba beyinin bir kız ile bir erkeği evlendirmesi demek bolluk ve bereketti. Korku duyan ahaliyi teskin etmekti. Daşbaş, kusurunu söyleyip oğlunun bir hırs uğruna bu işe bulaştığını herkesin içinde özür dileyerek belirtmiş böylelikle bu kutlu güne bir de toy eklenmişti.

Toyun tam ortasında kendi emrindeki ve birkaç haftalık görev için ayrı düştüğü birliği heybetli duruşları ile obaya girdi. Hançer hepsinin gülüşlerini hayranlıkla izliyordu. Galiba bu obanın en yürek yakan adamlarını kendisine alp yapmıştı. Hepsinin gözlerinden ona doğru masum bir özlem akıyordu. Debret,Ediz,Darulgan ve Demirdöğen.

Hançer’, o gün akşama kadar obasıyla vakit geçirdi, oyunlar oynadı ve oynattı, yemek yedirdi, güreşti, kirlendi... Sanki bir Bey değil de oyun arkadaşıymış gibi muamele etti hepsine. Ama gözü illaki etrafına baktı. Bir çift zümrüt yeşili göz görmek istedi. Sık sık taşa dokundu. Gece çökende hepsini otağlarına yolladı.

 

Son küçük çocuğu babasına teslim ederken bugün gelen o genci gördü. Sol kaşı havaya kalkarken ondan bir baş selamı gelmişti. Hançer onu eliyle yanına çağırdı. Genç yanına geldiğinde Hançer kılıcını çekmişti bile. Gözleriyle ona kılıcını çekmesini işaret ettiğinde dikkatle onu izlemeye başladı.

Gence ilk hamlesini yaptığında, o kılıcını diklemesine tutarak kendisini savunmuştu. Havaya kalkan sol kaşı mümkünmüş gibi daha da havaya kalkmıştı. Karnına ve kollarına doğru savurduğunda genç bir dizini yere koyarak gelen kılıçları engellemiş daha sonra kendi etrafında bir topaç gibi dönerek biraz uzağında ayağa kalmıştı. Hançer kılıcını yerine koyarken gülümsüyordu. Genç, yanına geldiğinde omzuna dostane bir edayla vurdu. “Yamansın. Aferim. Benim birliğime gel. Sana olan mahcubiyetimize bir karşılık olarak.”

Genç adamın yüzünde mutluluktan havaya uçan bir ifade vardı. Başını aşağı yukarı sallayıp hızla bugün ona verilen çadıra gitti. Hançer, ellerini arkasında bel oyuğuna koyarak bir süre onu izledi. Sonra çadırına doğru ilerledi. Her tarafı didik didik izliyor ama bir iz bir ses göremiyordu.

Hiç zaman kaybetmeden heyecanla kendi çadırına girdi. Üzerini değiştirip baştan aşağıya zümrüt yeşili bir kaftan giydi. Karar kıldığı fikir defalarca kurduğu planlardan biriydi ama ilk defa bu kadar mantıklı geliyordu kulağa. Kılıcını yeniden kuşanarak kurultay çadırına girdi. Az kalsın seke seke gidecekti. Kapıyı ittirip içeriye girdi , yerde oturmuş beyler onun içeri girmesiyle ayağa kalktı. Hepsinin arasından geçerek baş köşede yüksekte duran posta oturdu. Beylere selam verip oturmalarını işaret etti. Beylerin süren sessizliğini Hançer bozmuştu.

 

“Hepiniz toya hoşgeldiniz. Buhran döneminden biraz sıyrılmak hepinize yaramış gibi durur. O halde şimdi size sizi daha çok canlandıracak bir haber vereyim. Girayhan’ı Kuşatacağım!! “ Sesi boş ovalara, türlü türlü otağılara, kimsesiz kalan saraylara ve yok olmak üzere olan hanedanlığın tek varisine dahi ulaşmıştı...

Kurultay meclisinde nefesler bıçak değmiş gibi kesildi. Bunu bekleyenler, beklemeyenler, daha farklı bir çözüm yolu bekleyenler ve en kötü yolun bu olduğunu düşünenler birer birer şok olmuştu. Ve hepsinin üzerinde mutlak sonu duymanın yarattığı bir etki vardı. Ve bir de bu insanların Hançer’in üstünde bıraktığı bir etki de vardı.

Beyler, ilk şoku atlatanda birbirlerinin fikirleri için sağa sola döndüler. Fikri beğenenler, gözleri kılıçlardan daha ışıltılıydı. Diğerleri ise gitgide kararmış çelişkinin pençelerine yapışmıştı. Ortam hiçte iyiye gitmiyordu. Hançer, ihtilafa düşmemeleri için otoriter bir edayla sözü ele aldı.

“Beylerim, hepinizin malumu tahtın tehlikede olduğudur.” Beylerin yüzleri gölgelenmişti. Beyler daralmış, sıkılmış ve sıkışmıştı. Başka diyorlardı başka çözüm yolu yok mu? Hançer düşüncelerin gri bir sis gibi yayılımını izledikçe öfkesine hakim olamıyordu. Hayır, bu zayıflık belirtisiydi. Kendine hakim ol!

Engel olması gereken yerler açıklık getirmesi gereken konular vardı. Yerinde hareketlendi, kılıcını kınından bir göz dağı misali çıkarıp önüne sapladı. Gayrı bundan sonrası Hançer ve öfkesine emanetti. “Aranızda ikilik çıkmış gibi görünüyor beyler.” Sesi kara kışın habercisi gibiydi.Beyler öyle olsada itiraf edememişti. Buna sevinenler zaten ayrıydı. Sevinmeyenlerin yüzleri gölgeliydi.

Hançer onlarda gördüğü ruhu ve isteği yanı başındaki birçok beyde göremiyordu. Bu daha da kızmasına sebep oluyordu. Gözleri , safi kızgınlık doluydu. Beyler ise baktığı kişi olmamaya çalışıyordu.Başını sağa yatırıp beşli gruba ithafen seslendi.

“Hakkım olan tahta yürümek istiyorum. “ beyler birbirlerine baktılar, sindiremedikleri bir konunun olduğu aşikardı.Hançer biraz susup nefes aldı, kabaran sinirlerini geme vurdu. Düşündükçe düşündü sebepleri ardı ardına sıraladı. Aklına gelen en kuvvetli ihtimal ile zafer kazanmış bir edayla ardına yaslandı.

 

“Hakkınız vardır, ahalim ikiye bölünmüş durumda. Kimseye bir şey yansıtmamak bey töresidir. Ayrıca Doğu Obalarına yapılan baskının intikamını almadım. Bir komutan ve bir Melike olarak ne sizi ne de öldürülen masum insanları intikamsız koymayacağım. Siz, merak etmeyin. Bunca zamandır oturduğum bu post yakın zamanda bir tahta dönüşecek ve işte o zaman bugün bu postlarda oturan sizleri birer komutanım olarak göreceğim. Bana uymayışınızın sebepleri az önce saydığım şeyler midir? Yoksa bunlar için midir bu suratlar?”

Beyler rahatsızca kıpırdandı. Belli ki buydu. Sonunda bulmuştu. Gözlerinden düşünce taşıyordu. Eliyle yüzünü avuçladı, hepsi eski topraktı. Kolay lokma hiç değillerdi. Sessizlik oluşmuş kimse söz hakkı istemememişti. Düşünüyorlardı. Bakışlar şimdi tam da Hançer Giray’ın istediği gibi bakıyordu. Buram buram intikam... Gerçekleri haykırıyordu. Ha gayret dedi kendi kendine . Dik duruşu ve kararlı tavrından asla ödün vermeden beylere konuşma hakkı tanıdı. Aralarındaki en yiğit olan bey söz istedi. Eliyle meydanı gösterdi.

“Beyim, bize açık olan sizin malumunuzdur zaten, bağışlayın ama intikam almadan bir sefer bir kuşatma...” Anında kaşları çatılmıştı. Başını sağa eğip konuşan beye anlamaz gözlerle baktı. Bey söyleyeceği sözleri dağa taşa söylemeyi tercih ediyordu, onlar bile bir ihtimal duyardı ama bu Hançer Hatun’du ve o esip gürleyecekti.

Korku ve gerginlikle yere bakarak sözünü devam ettirdi. “Kış zaten kapıda, bizi geçtim kimse orada gönüllü kalmayacaktır. Yeteri kadar alp yok, beslenmeleri ve techizatları ayrı bir sıkıntı. Tüm demir madenleri Girayhan’da ve savaş için gerekli demir ustaları yok. Tüm bunların yanında bu sene bastıracak olan kötü kar ekine ve hayvana ne etmez? Her şey karmakarışıktır Beyim. Göç dahi edemeyiz. Biz bile en yakınımızdaki toprağımızın intikamını hemen alamayacak kadar zayıfız. Korkarım... Kan yoksa...” bir cesaret bakışlarını yırtıcı bir pars gibi başında dikilen Hançer’e kaldırdı. Kocaman yutkunup sözünü bitirdi. “Savaş da olmayacak.”

 

Hançer iki kaşını birden havaya kaldırdı. Tüm uzuvları öfkeden yay gibi gerilmişti. Onun fikrinden önce verilen bu hüküm derin bir ayrılık doğurmuştu aralarında. Hem de ilk defa etrafında ne atabeyi ne de şaman vardı. Erken sevinmişti Hançer, kolay değildi bugün. Kaşla göz arasında siyaset devirmesi gerekiyordu.

 

Sesi ayaz kadar sert ve soğuk, yüzü kurumuş nehirler gibi cansızdı. Ve o an anlamıştı Hançer Giray. Ona babasının kızı olarak değil, tahttaki basiretsizin yeğeni olarak, bu kargaşayı o da durduramayak gözüyle bakıyorlardı.

Hızla hançerini çıkarıp kılıcının yanına dikliğin sapladı. Hareketleri parçalama arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Hırsla ayağa kalktı. Beyler panikleyerek birbirine baktı. İçlerinden biri zor duyulan bir sesle durumu toparlamaya çalıştı. “Biz sizin elbet bir yol bulduğunuz kanısındaydık Beyim. Bağışlayın ama kuşatma bizim için en uzak olandı.” Öylemi dercesine baktı Giray hepsine .

Beylerden en yaşlı olanı elini kaldırdı. Sarı Batu Bey çok bile durduğunu düşündü o an. Etrafına kuşatıcı bir bakış attı. Gür sesi ve babacan edasıyla Hançer’e baktı. Bu gözler hem babasının hem dedelerinin Kağanlığını görmüş geçirmişti. İkaz dolu bir sesle otağı doldurdu.

“ Bey işi gizli ve hesaplıdır. Elde olanı her yerde söylemez. Yaptığını uçan saçına bile söylemez. O, Kağan Börü Giray’ın kızı! Size düşen itaat etmektir. Çünkü Börü Giray Ulu Hakanım... Onu değerli olarak büyüttü. Hançer Giray, biz tertibinizi merak etmekteyiz .”

Sarı Batu Bey, ona destek verenlerin en büyüğüydü. Desteğini esirgeyenlere bir emri vakiydi bu. Bir kabul edişin ardından gelen göreve adanma duygusuydu. Tecrübe dilinin en net şiiriydi. Diğer beyler Batu Beyin uyarıcı gözleriyle gönüllerini istemesede razı etmeye zorladı. Zorundaydılar. Ne düşüncede olurlarsa olsunlar bunu kabul etmeleri gerekiyordu.

Kurultay sessizliğe gömülmüş bir vaziyetteydi, herkes Hançer Hatun’un aklından geçip diline varacak sözleri bekliyordu. Eliyle alnını avuçladı. Yanlış giden bir şeyler var diye düşündü, hata yaptım diyordu. Bir kez daha hesaplarını gözden geçirdi , tekrar bir yol var mı diye düşündü. Yoktu, aklına başka bir yol gelmiyordu. Atabeyi’ni istiyordu tam da şuan. Şamanı çıksa gelse ne güzel olurdu.

Hesabında bir terslik vardı.Yeteri kadar ağırlığım yok mu diye şüpheye düştü. En iyisi ettiklerini su üstüne çıkarmak, vefasızlık hissi uyandırmaktı. Aklına gelen son çare buydu.Derin bir nefes verip eliyle kapıyı gösterdi. “Ben, hangi fikrimde yanıldım beyler? Diyesiniz hele bana, hangi işte sizi uçurumdan aşağıya pisi pisine bir ölüme attım?”

Gözleri şafağın siyahlığını andırıyordu. Başlar öne düşmüştü birer birer. Haklıydı, elden ne gelirdi? “Ben ne zaman sizi bir şeylere boşu boşuna inandırdım? Ne zaman sizi yanılttım? “Sessizlik kabullerini yansıtıyordu. Yapmamıştı , bir tane bile kötü icraati yoktu. Aksine yaptıkları saymakla bitmezdi.

“Ya siz, bana ne zaman sırtınızı döndünüz de şimdi ne edersiniz? Bu yalnız bırakmak değil midir?” Beyler hiç olur mu öyle şey beyim der gibi sesler çıkardı . Sesi sitemkar çıkıyordu, gücenmiş gibiydi. Bir yanı hak vermiyor değildi.

Zorla güzellik, zorla da kuşatma olmazdı. Uyuşan ellerini havaya kaldırdı. Kaşlarının çatılışı bir kartalın kanatlarını andırıyordu. Bakışları öldürücü soğukta ava çıkmış bir kurdun soğukluğunu taşıyordu. Tekrar postuna oturmak yerine kapıya doğru yürüdü. Yüzü kapıya sırtı beylere dönüktü.

Bu hareketi beyleri tükenme noktasına getirdi.Utanç, gittikçe artıyordu ,vefasızlık ettiklerini düşündüler ama bunlarda fikirlerini değiştirmeye yetmemişti. Çatık kaşlarının altında kalan ela gözlerini kapattı ve gergin çenesini dikleştirdi. Eğer bu uğurda büyüyecekse “Ya şimdi ya da hiç!” diyerek kendini toparladı. Usulca arkasını döndü. Sağ elini yanına uzattı. Başını dik tutarak seslendi.

“Kılıcımı verin desem kaç kişi varır yamacıma?” Beyler birer ikişer ayağa kalktı. Çoğu üzerlerini düzeltip omuzlarını dikleştirdi. Ayağa kalkmayan bey kalmayıncaya kadar beklendi. “Canım tehlikede desem kaçınız önüme durursunuz ?”

“Seninle ölüme gideriz Hançer Hatun!!”

Yetmezdi, inanç gerekliydi , kararlılık her şeyden çok gerekliydi lakin en önemlisi ikna ile değil adanma şuuru ile yanında durmalarıydı. Gerilere gitti. Sitemini küçüklüğüyle büyüttü. Sesi daha gür ve daha boğuk çıkıyordu. “ Daha küçük bir bala iken sizin yapamadığınız ne varsa elimden geçirdim, dört yaşında kılıç kullanmaya başladım, daha yeni yetmeyken soluma kocaman bir hançer yedim de ona rağmen hala hayattayım! Durmadan devam ettim. Bu yoldayım. Şahit değil misiniz?!! Kellem koltukta gezerken ben yine ne dedim beyler, diyesiniz!”

Bu sözler herkesin vicdanına dokunmuştu. Uğradığı suikastte tam kalbine bir hançer saplanmış ama ona rağmen hala dimdik ayaktaydı. “Atanın ve can yoldaşlarının intikamını istedin!!” Bunu söylemek istemezken dile gelmesi gardını kırmıştı. Şuan bunu göze alamazdı. Düz bir ifadeyle baktı beylerin yüzlerine. Hepsi birer ikişer bir intikam arzusuyla yanıp kavruluyordu. Babasının ismiyle de kalpleri gölgelenmişti. Sarı Batu Bey’in sesi gür ve bir o kadar hüzünlü çıkmıştı. Can dostunun silik yüzü geçti gözlerinin önünden.

Herkes kendine gelmeye başlamıştı. Akılları, öncelik verdikleri bütün bahanelerden arınmış, fikirler yeni yeni denkleşiyordu. Gelen kış olsada hep beraber bu yola çıkacaklardı, canları pahasına hepsi buna hükmetti. Kışın sonu bahardı.Gözlerini kısarak puslu havada avını arayan kurtlar gibi beylere baktı.

“Diyesiniz bana beyler bugün bu posttan çekilsem hanginiz bu yükün, bu düşmanlığın altına girecek kadar yürekli?” Herkes yere baktı, o Hançer Hatun’du. Kimse onun gibi olamazdı. Sonuna kadar bu yolun yolcusuydu. Onun intikamı da düşmanı da bir başkaydı. Herkesin üzerinde gezdirdi can alıcı gözlerini . Ortadaki en büyük sorunu halletmek üzereydi. Sabrını ciddi manada zorladığını düşündü.

Başını dikleştirip kılıcını gösterdi. Bugün son kez konuşacaktı. En kuvvetli kozunu oynadı. Atabeyi ve Yağmur Dede yoktu. Her şey ona kalmıştı. Bunu beynine kazıması gerekiyordu. “Kılıç, beyin nesidir diyesiniz?” duyunca beylerin gözleri titredi. İşte şimdi oluyordu. “Celladıdır, Beyim!” Sarı Batu Bey her daim hatırında olan bu soruya gür bir sesle cevap vermişti. İki hatırlı göz birbirine baktı, geçmişe özlemle ölüme sitemle...

“Doğrudur, Bey Batu.”sesinin titreyişine engel olamadı. Sırası değil kendine gel, diye düşündü ardından beyliğin verdiği dik duruş ve net sesle konuşmaya devam etti. “Bu yolda, bir kişiyi boş yere ölüme gönderirsem eğer bu celladı belimden çekip boynuma vurun. Buda size en büyük teminatımdır. “ beyler kabaran bir coşkuyla otağıyı inletmeye başladı.

“Seninleyiz , Hançer Hatun!!”

“Tek yol senin yolunda ölmek!!”

“Var ol Hançer Hatun!”

 

 

Varolurdu elbet. Bir gün, ölene değin her insan vardır elbet.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%