
5. BÖLÜM: F(V)EDA EDİLEN
~Aynı yerden yara alanlar çok zor ayağa kalkar.~
Bir çığlık kopup geldi meydana. “Hayır!” Gökçe ağaçtan aşağıya atlayıp Hançer’e doğru koştu. Timurtaş kalbindeki korku ile neye uğradığını şaşırmış bir halde ağaçtan aşağıya bakıyordu. Onun, ölü bedenine... “Hayır!” İynem koşarak başı ucuna düştü. Gökçe titreten ellerle kana bulanmış bedenini kucağına kaldırdı. Güçlü kuvvetli bir genç kızdı.
O anda, bunu başaramadı. Bir gölge hızla onu kucağına alıp şifa çadırına götürmeye başladı. Kimse onun adını bilmiyordu. Ama bildikleri tek şey ona değer verdiğiydi. Gökçe hıçkırarak ağlarken Aslantaş kaşlarını derince çatıp onun yanına çöktü. Gökçe ona sığınırcasına sarıldı. “Geçecek, lütfen. O iyi olacak Gökçe.” Gökçe hıçkırıklara boğulmuştu.
“Bugün öleceğini biliyordu! Biliyordu bu yüzden bizimle oturup konuştu...” sesi ağlaması arttıkça artıyordu. “Bana üzerine ok yağdırmamı istedi Aslantaş!” Evet, Gökçe ona ilk defa lakap takmadan dümdüz adını söylemişti. Buruklukla başını başına yasladı.
“Bunu bilemezdik Gökçe, sakin ol. O, ölmedi ben hissediyorum!” Hayır, yalan söylüyordu. Aslantaş mükemmel bir yalancı değildi maalesef.
O anda bir soru meydanda inleyen insanların sesini bastırdı. Bir bağırtı değildi, çığlık değildi. Basit bir soru. “Hançer nerede?” İynem çadırdan içeri geçemeden etekleri savrularak arkasını döndü.
Bu zor görev ona verilmiş gibi bir yükümlülük hissetti. Derince yutkundu. Alemdar Beyin, gözleri şaşkınlık ve yorgunluk arasında yer değiştiriyordu. Dudakları hayret içinde açılmıştı. “O, nerde?” Gökçe başını Aslantaş’a dönüp derin derin ağlamaya başladı.
Yiğitcan, omzundaki yarayı tutarak onlara yaklaştı. Gözleri birer kan çanağına dönmüştü. Alemdar Bey’e baktı. Alemdar Bey ise yerde birikmiş kan çukuruna. Dizleri titreyerek yere diz vurdu. Kaba etleri üstüne oturduğu vakit kalbinde artan derin sarsıntı ona bir an ölümünün kalbi yüzünden olacağını hissettirmişti.
“ALEMDAR!” Nafileydi. Alemdar Bey, bambaşka diyarlardan gelen soylu bir adamdı. Gücü kuvveti yerinde zekası parlaktı. Böyle bir şey yaşamamak için yıllardır eğitim almıştı. Ama şimdi, kalbini dolduran bu çocuğun aldığı yarayı tahayyül edemiyordu.
Başını salladı, onu sarsan Kurt Ata’ya bakmadı. “Başaramadım.” Kurt Ata öfkelendi. “Ben, son varisi koruyamadım. Onun da bu kanlı düzene kurban gitmesine engel olamadım...” Kalbindeki çarpıntı nefesini kestiği vakit kan birikintisine doğru eğildi. Az daha burnu değiyordu ki Kurt Ata onu geri çekip ayağa kaldırmaya çalıştı.
“Alemdar! Kendine gel! Kalk ayağa, kendini de onu da kurtarma fırsatın var! Kalk sen düşersen asıl o zaman Hançer ölür!” Bir şimşek çaktı gökyüzünde. Çıkan mor ve mavi ışıklar obada hakim olan kargaşanın sesini had safaya ulaştırmıştı. “Pes edersek bugün o değil buradaki bütün insanlar ölür! Sen kalk ki gelecek yaşasın!” Kadınların ve bebeklerin çığlığı, başlamak üzere olan yağmurun şimşekleri ile titreyen dizleri üzerine doğrulmayı denedi.
Ter damlaları koca adamın gözlerine geliyordu. Çarpan kalbi yüzünden derin acılar duyuyordu. Sayıklayan dudaklarını ıslattı. “Ölmedi, ölemez... Evet! Onu koruyacağım!” Kurt Ata ile beraber doğrulmaya çabaladı. Bir kez daha. “Hançer ölmez, onu büyüteceğiz. Büyüteceğim, koca kız olacak!” Kurt Ata onun kendine geldiğini fark etmişti.
“ Evet, o kocaman kız olacak. Beyhatun diyeceğiz ona. Hadi, o artık senin kızın, dayan Alemdar! Kızını yaşat!” Kızını yaşatacaktı. Gözleri parladı duyduğu cümleyle. Kendi kızı... Bambaşka diyarlarda türlü eğitimler alıp bugünkü konumuna geldiğinde nerdeyse hiç aklına gelmezdi bu tür konular. Hiç evlenmemişti, bir çocuğu yoktu. Boylarında evlenmeyen bir tane bile erkek yoktu. Olay da bu ya, Alemdar Bey ne sevdalanmış ne de evlenebilmişti.
Ama herkesin hayali bir gün yükünü sırtlayacak bir eş, evlattır. O ise bunu yaşayamadan ölmek üzereydi. En kötüsü bu küçük kız hayattan zevk dahi alamadan ölecekti. Buna müsaade etmeyecekti! Çabası ile dudakları kıpırdamayı sürdürdü. “Babası yok, anası yok! Ben olurum babası, ben olurum anası!” Kurt Ata, rahatlamış bir şekilde son kez gücünü toplayıp bu koca cüsseli adamı kaldırmaya yeltendi. Henüz kuvvet uygulayamamıştı ki birden onu koşar buldu. “Ölmeyeceksin, yaşayacaksın!” diye koşuyordu.
İynem, gördüğü sevgi ve inancın kuvveti karşısında yere bağdaş kurup ağlamaya başladı. Bu inanç herkese ulaşmıştı. Koşan yalnız Alemdar Bey değildi. Gökçe, Aslantaş, Yiğitcan, Timurtaş, Ediz, Darulgan, Demirdöğen’di. Koşan bir dolu halktı. “Yaşayacaksın!” diyorlardı.
Kalp sıkışması yaşanırken herkesten evvel davranan gizemli kişi hızla döşeği yere serdi. Tek bir nefes alamıyordu. Bomboş bir bedeni taşımıştı. Moraran bedeni yere bıraktığında nutku tutulan genç adam kendini hissetmiyordu.
O değil de kendisi ölmüş gibi hissediyordu. İlkini başarmıştı, yaşamıştı! Bu başlarına gelen ikinci yürek davasıydı... O gün de genç adam ona yetişememişti. Yine onun kanlı bedenini kucağına alıp şifa çadırına koşmuştu.
O gün şansı olmuştu... O gün, hayatta olduğunu gözlerine bakan elalardan anlayabiliyordu. Bugünse... “Yine geç kalmadım, yine geç kalmadım, Hançer! Ben hep vaktinde gelirim! Ölüm sana hiç yakışmıyor! Sana gülmek, sana bağırmak, kızmak yakışıyor! “ göğsü hızla inip kalktı. Yarasına bakan gözleri titriyordu. Çare... “Şifacılar! Nerde kaldınız!? Hançer, yalvarırım, yalvarırım bırakma beni!”
O çok iyi bir yalancıydı. Cümlesi aslında şöyle olacaktı. “Yine geç kaldım, yine geç kaldım! Ben aslında hiç vaktinde gelemedim!” Uyuşan gözlerine biriken yaşlar hareketsiz bedene birer ikişer damladı. Artan gürültü ile içeri giren şifacılar yerde yatan kızın hemen yarasına bakmaya başladılar.
Lakin birkaç saniye içinde herkes durmuştu. Hepsi birbirine bakıyordu. Hançer’in yanağına doğru süzülen ince bir kan çizgisi, üstüne damlayan göz yaşı ile canlanıp akışa geçmişti. Hepsinin gözlerinde yıkılmış bir ifade vardı.
Genç adam çabalıyordu. Ama onlar hiçbir şey yapmıyordu. Sinirle yumruk olan elini birinin suratına indirdi. Onlara bağırıyor ama onlar inat eder gibi bir diretmeyle ona olumsuz şeklinde başlarını sallıyorlardı. “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz ha! Ona hemen en iyi ilaçları getirin! Şifacıları, Kamları getirin! Getirin diyorum size!”
Alemdar Bey ve gençler içeri doluştuğu vakit şifacılar gerisin geri obadan dışarıya çıktılar. Genç adam peçe ile örtük yüzünü sakınarak giden insanlara bağırmaya devam ediyordu. “ Ant olsun hepinizin kellesini alacağım! Bana bunun hesabını vereceksiniz!” Alemdar Bey dizleri üstüne çöktü. Hareketsiz bir beden, morarmış bir dudak ve nefes almayan, korunamayan bir hayat... “Yaşayacaktın?”
Otağının kapısı açılıp kapandı. Gökçe tir tir titriyor, İynem’in gözleri ağlamaktan görünmez hale gelmişti. Timurtaş, elini göğsüne bir yumruk yaparak bastırmış hayatsız bu bedene bakıyordu. Yiğitcan isyan edercesine bağırdı. “Onu koruyamadık mı yani!?” Genç adam, Yiğitcan’ın yüzüne zorlukla döndü. Demirdöğen, Darulgan ve Ediz genç suratlarına yer edinmiş keder çizgilerini ölü bedene çevirmişti.
“SUS.” Dedi peçeli genç adam. Derken biri kalabalığı deldi. Kara saçları kara pelerini üstüne dağılmış, yeşil gözleri endişe ile büyümüştü. Timurtaş, onu hemen tanımıştı lakin onu tek tanıyan o değildi, Kara Yürek’te onu tanımıştı. Nefesleri hızlanırken genç kadın yere diz vurdu. Ellerini Hançer’in göğüs kafesine yaslayarak bir şeyler mırıldanmaya başladı.
Kara Yürek, bir süre ne dediğini anlamaya çalıştı. Nefessiz bedenin göğsüne bir çeşit büyü aktarırken kendisine yeni lanetlerin kapısını açtığını hayretle izledi.
Her lanet kapısında ona, “Emin misin? O yaşamaya değer mi?” dediler. Genç kadın her seferinde, “EVET!” cevabını veriyordu. Yeniden kalbini hissedene değin her laneti evet diyerek kabul etti. Lakin o an öyle bir şey oldu ki, genç kadın korku dolu gözlerini Alemdar’ın üstüne dikti. Dudakları hala belli belirsiz kıpırdarken peçeli adam, sakin kalmaya çalışıyordu. Genç kadın her ne hissettiyse bu sefer genç adama döndü.
Sanki daha öncesinde tanışmış gibiydiler. Şaşkınlıkla dolu yüzü gerildi. “Zamanı gelmiş?” diyen kadına doğru yaklaştı. “Ne demek bu?” dediğinde cevap hızla gelmişti. “Ölümünü biriyle bağlamışlar. Ama bu ölen kişinin kötü birine yüklediği bir lanet mevcut.” Kara Yürek, hızla kaşlarını çattı. “Yani! Yaşayacak mı onu söyle bana ! Diğeri çok oldu öleli zira!”
Genç kadın gözlerini kederle kapatıp açtı ve gözleri semsert bir bakışa ev sahibi oldu. “Yaşayacak ama diğeri ölecek!’ Genç adamın beynine yıldırım düşmüştü. Elleri yumruk olup yeri dövmeye başladı. Göğsü köz gibi yanarken güç bela başını salladı. Ve genç kadın yarım bıraktığı işini devam ettirdi.
Sözlerin ne anlama geldiğini bilen genç adam rahatsız olarak hareketlendi. Genç kadın baktığı yüzlere tekrar odaklandığında yüzünü hızla Hançer’in yüzüne çevirdi. Ruhuna yol gösterirken gözlerinden düşen damlaları gizledi. “Lanetli bir silah, ölümsüzü bile yok eder.” diye mırıldandı acıyla. Genç adam bu çabanın bir sonuç vermesini dileyerek uzanıp Hançer’in hareketsiz elini kavradı. Boşuna bu eziyetler çekilmiyordu! Uyanmalıydı!
Göz yaşları peçesi ile gizlenirken uzanıp avucunun içine küçük bir öpücük bıraktı. Orda duran herkes endişeyle konuşurken, tek duyulanın kendi sesi olmadığını anladığı an eğilip kulağına fısıldadı. “Sakın ölme Ak Yürek...” Ak Yürek’te onun taktığı isimdi. Yandıkça közlerini avuçlarına bastığı kızı şimdi avucunda öperek yaşatmaya çabalıyordu...
Ölüm, en çok bu küçük kızı korkutmuştu. Hayatında sevdiği herkesi tek gecede kaybetmenin ağırlığı altında yıllarca ezilmişti. Kendisine düşman bir amcası vardı. Kendisine sahip çıkan bir akrabası yoktu. Kan bağları nedir, ne değildir hiç bilmiyordu bile. Tek bildiği, sarayda elini tutan, kendisini şartsız koşulsuz seven kuzeni Berk ve bıkmadan pes etmeden en azından sevgisini hissettiği babasından ibaretti.
Bugün, en çok korktuğu şeyle cesurca çarpışmıştı Hançer Giray. Başında ona yardım eden genç kadın, göğüs kafesine baskı uyguladığı küçük kızın korkularına ulaşmaya başlamıştı. Sevdiklerine ulaşmaya başlamıştı. Onu o yapan hayatının her bir anına şahitlik etmeye başladığı an, ruhuna dokunmuştu. Ruh, yemin vermiş şerefli bir asker gibi geri çekildi. Ve o an...
Genç kadın kalbe ulaşmıştı! Son lanet de göründüğünden genç kadının içinde zerre şüphe yoktu artık. “Emin misin? O yaşamaya değer mi?” diye soran lanet bekçilerine, genç kadın son kez ve büyük bir gülümsemeyle, “EVET!” dedi. O an, ellerinin altındaki soğuk beden ısınmaya, akmayan kan akmaya ve morarmış dudaklar pembeleşmeye başlamıştı.
Ediz, art arda göz yaşları dökerek yere çöktü. “Yaşıyor!” dedi tıpkı bir zamanlar ölümün elinden kurtulduğunda umuda tutunduğu yeri bulmanın verdiği aynı sevinçle ... Gökçe ile İynem sevinçle cıvıldadılar. Ama sesini çıkaramayan tek kişi vardı. Alemdar Bey, nefesini tutmuştu. “O artık, yaşıyor mu?” Sorduğu soru Hançer’i kapsıyor gibiydi ama aslında onu değil, ölümle özgür kalan özgür ruha bunu soruyordu.
Hançer’in yaşaması için özgürleşen ruha... Umudu belirgin bu soru cümlesi aslında bir daha ölmeyeceğinin garantisini arıyordu. Kara Yürek ona yaklaşıp güldü. Omuzları aldığı nefesle dalga dalga hareket ederken şifacılara tekrar seslenildi. Alemdar Bey o kişiden çekinmedi. İkisinin de yüzünde acı vardı...
Bu sefer daha hzılı gelen şifacılar şok içinde yerde nefes alan genç kıza bakar olmuştu. Buraya bir başkasının yarası için gelmişken bir ölünün ölümü yenip tekrar nefes almaya başlamasını asla beklemiyorlardı. Genç kadın, ellerini sıcaklaşan bedenden çekti. Akışı hızlanan kandan ötürü şifacılara tekrar etti. “Hançeri çıkarmamız gerek. Yarasına sıcak su getirin, ateşi harlayın. Dağlayacağız!”
Bir süre boyunca herkes etrafta koşarak çalıştı. Kan ter içindeki savaşçılar ve gençler özellikle Alemdar Bey, hayatına hayat gelmiş gibi duruyordu. Hançer’in göğsü yıllar sonra bir kez daha dağlanmıştı. Yanan etin kokusu etrafı sardığında kimse iğrenmedi, ses çıkarmadı. En kıymetlileri Hançer olmuştu. Hem de her bakımdan...
Dağlanan yara yüzünden tekrar uykuya dalan Hançer belkide günlerce uyuyacak ve asla eskisi gibi olmayacaktı ama her ganimet uğruna can verilecek kadar kıymetli olmasaydı savaşın ne anlamı kalırdı ki? Alemdar Bey, ıslak gözleriyle tek bir an bile başından ayrılmıyordu. Bu yüzden fazlalık yapan birisi için veda vakti gelmişti.
Dışarıya çıktığında herkesin bakışları onun üstündeydi. Tek bir kişi onun içini görüyordu. O da ona zaten çoktan yaklaşmıştı bile. Genç adam peçeli yüzünü yere eğdiğinde genç kadın bilge bir edayla güldü. “Ben, Ptifordy. Sanırım beni bırakmak istemiyorsun.”
Acıyla gülen genç kadın otağıda uyuyan kızı işaret etti. “Kahramanlık yapacağım diye yola çıktığını görüyorum. Lakin, yolun yanlış. Dön, yoksa seni affetmez.” Genç adam, genç kadının bilgeliği ile gülümsedi.
Başıyla reddetti. “Ben, kahramanı olmaya gelmedim. Hasretliğim olduğu için geldim.” Ptifordy esneyerek başını gökyüzüne kaldırdı ve bir müddet orayı izledi. “Senin gönlün ona hasret o da sana... Onun yıllar sonra değer verdiği ilk kişi olmayı başardın. Hoş, yıllardır bunu bir kişi bile yapamadı. Onunla arandaki güçlü bağ sayesinde şuan da hayatta.”
Genç adam şaşırdı. “Ne demek bu?” Ptifordy omuzlarını kaldırdı. “Ben, bir celladım. Bir ruhbazım. Sen ise bir veliahtsın. Bu zümrüt yeşili gözlerin seni ele vermez mi sandın? Yakut Hanlığı nereye burası nereye? Oynadığın kumarı görüyorum genç adam. Ona senin kadar değer veriyorum. Ne zaman bir şeyler istersen yanındayım. Ama bunu yardım için anlama. Hançer için bir şey istediğinde yanındayım ancak sana yardımcı olduğumu sanma sakın, kimseye sebepsiz yere iyilik yapmam. ”
Genç adam, gözleri birer kedi gözü gibi kısılmış bakıyordu. Yakut rengi gözlerinde şüpheler ve güvensizlikten doğan her sis vardı. Ama, Hançer’in canını geri getiren birine de elbette güvenmeyi seçecekti. Başını bir veliahtta uygun olarak eğdi. Sonra çadıra son bir defa bakarak gözden kayboldu. Yine...
1 ay sonra
“O, daha iyi mi?” diye sordu Gökçe onlara doğru endişeyle yürürken. İynem ve Timurtaş başlarını göğüslerine doğru eğdi. “Bilmiyoruz ki Gökçe. Beş gündür uyanık ama iki gündür içine içine ağlıyor. Susuyor ama biz anlıyoruz. Ağlıyor. Durmuyor, hem de hiç.” Gökçe arkasından koştura koştura gelen Aslantaş’ı geride bırakarak yanlarına vardı.
“Eski Beyimiz, Büyük Kargın ağlamanın güçlenmek olduğunu söylerdi. Herkesin gizli gizli ağlayıp aslında bir ejderha gibi karnında ateş biriktirdiğini söylerdi. Başımı okşayıp, ‘Ne olursa olsun ağlayın, ağlayın ki hem sevinci hatırlayasınız hem de üzüntüyü.’ Diye buyururdu.” Eteğini toparlayıp oturmaya hazırlandı.
Çocuklar usulca başlarını aşağı yukarı salladı. “Ama anlamıyorum. Neden bu kadar suskun? Hançer yarası kapandı kapanacak. Ölmedi ya? Babası mı derdi acaba? Ama Atabey Alemdar Bey onun babasının sadece kaybolduğunu söyledi.” İynem ciddiyetle konuşurken Aslantaş başını reddederek salladı. “Biz pek bilmeyiz, belki de hanedan içinde böyle şeyler olabilir.” İynem, kaşlarını atarak öne doğru çıktı.
“ Bu da babasının yaşadığının kanıtı değil mi ve bu da düpedüz Hançer kandırılıyor demek değil mi?” Timurtaş omzuna dokunup ileriye gitmemesini sağladı. Ama bu hareket İynem’i daha çok sinirlendirmişti. Ayağa kalktı hızla.
“Biz gidip babasını arayıp bulalım. Beykız ilan edilmedi mi? Gücü mü yok?” diye ayağı altındaki taşa tekme attı İynem. Timurtaş onu izliyordu. Başını hayır diyerek salladı. “Kim bir Kağan’ın kaybolduğu yalanına inanır ki? Bariz bir şekilde öldü. Öldürüldü! İşin içinde çok pis şeyler var.”
Gökçe, sertçe solurken onlara yetişen Aslantaş, sinirle Gökçe’nin kuşağını tutup kendisine doğru çekti. Hiddetliydi. “Sana beni bırakıp bir yerlere koşarak kaçma demiyor muyum ben!” Gökçe biraz bu azardan çekinir gibi olsa da kaşlarını çatıp karşı gelmekten geri durmadı. “Ben öyle beni adım adım izleyen küçüklere ayak uydurmam! Çok merak ediyorsan benim ya önümde ya yanımda ol, küçük çocuk!”
Aslantaş, kuşağını çekiştirip karnını sıkmayı başarırken mağlup olmanın verdiği hıncı atmaya çabalıyordu. “Anan seni keçiler doğurmaya başladığı zamanda doğurmuş, beni de annem o oğlaklar sütten kesilince doğurmuş! Sadece altmış gün büyüksün benden!” Gökçe gıcık bir sesle güldü. “Biliyorum. Hala bir çocuk gibi kuşağımı sıkmandan anlıyorum. Dikkat et, aralarına sıkıştırdığım akrepler elini kapmasın!”
Aslantaş, hınçla elini çekip Timurtaş’ın ayakları ucundaki bir taşa oturdu. “Deli, deli! Kurt kapacak bir gün bu kafasını olan olacak! Küçük çocukmuş! Senden daha büyüğüm, bedenin benim yanımda minnacık kalıyor! Hala da küçük çocuk küçük çocuk!” eline bir çöp alıp hınçla ateşe attı. “Söylenmekten dırdırcı oldun ha başımıza?” diye laf söyledi keyifsiz haline Timurtaş.
Aslantaş yüzünü öfkeyle Gökçe’ye çevirdi. “Başım patlayacak yakında sonra ben kurtulacağım! Ateş kafa!”. Gökçe ona sinsi gözlerle bakarak dil çıkardı. Bu hareketi Aslantaş’ı daha da öfkelendirdiğinde zafer dolu bir gülüşle gidip İynem ’in yanına kuruldu.
Dudaklarında keyifli bir gülüş vardı. Ama çok geçmeden sustular. Şimdi eskisi gibi sessiz ve durgunlardı. Timurtaş, gözlerini çekingen bir edayla çadıra çevirdi.
“ İyi olması için her şeyi yapmaya hazırım!” Gökçe başını sallayarak ona destek verdi. “Bende! O böyle yalnız, suskun ve ailesiz kaldıkça içim çok kötü oluyor.” İynem huzursuzca kıpırdandı. İçeriden gelen boğuk sesler, Hançer’in ağladığını gösteriyordu. Kalpleri yanıyordu o ağladıkça.
“Yiğitcan, ona bir ilaç bulamaz mı? Bolca uyur hem... mümkünse geçmişini unutur.” Dedi Aslantaş. İynem ona başını salladı. “Bu dediğini şamanlar yapardı yapacak olsaydı. Maalesef, o cılız çocuk bize yardım edemez.” Aslantaş Gökçe’ye baktı. Düşündüğünü belli eden mimikleri ile bir süre yüzünü taradı. Sonra nerden aklına geldiğini bilmediği bir şekilde ayağa sıçradı.
“Buldum!” diye bağırdı. Hepsi ona bakarken alıştığı bir hareketmiş gibi Gökçe’nin kuşağını tutup hem ayağa kalkmasını sağladı hem de onu yanına çekti. “Biz, Gökçe ile Aslantaş olarak yollardaki gözü olacağız. İz süreriz, ormanları ezbere biliriz.” İynem başını anlamamış gibi salladı. “Kimin? Neyden bahsediyorsunuz?” dedi.
Aslantaş güldü. “Kimin olacak tabiki de Hançer Giray’ın. O, bir Beykız. İleride Beyhatun olacak. Ona sadık alpler lazım. Hem, bir alpi olması demek en sadık dostları olacağı anlamına da gelir. Biz onun en yakın dostları olabiliriz. Bizim, töre anlayışımızda her genç er yahut hatun birbirine dağ olup sırt vermelidir. Madem ki babasının kaybolmadığını öldürüldüğünü düşünüyoruz o halde onun intikam alması için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Her yerde en az birer adet gözü olmalı bunun için. O, meyvesi olan bir ağaç dostlarım. Onu taşlayan bu aptal saraya, vezire gününü göstermemiz gerek! Benimle misiniz?”
Timurtaş, başını göğsüne doğru eğmiş dudaklarında sakin bir gülüşle ayakucuna bakıyordu. ‘Olur mu? ‘ diye düşündü uzunca bir süre. Töre doğruyu söylerdi, dostluklar bu kara günde belli olurdu. Sanki hepsi o onay verirse bu işe atılacak gibi nefeslerini tutmuş bekliyordu.
Timurtaş hep en ağırbaşlıları, en zekileri ve soğukkanlıları olmuştu. Eli, henüz yeni yeni uzayan sakallarına gitmişti. Bu bir alplik nişanesiydi. Bu hareketi anlayan dostları sevinçle nefes alıp verdiler. Tok sesini kullanarak dostlarına döndü.
“Hançer, bizim için yeri ayrı bir dostumuzdur. Sizden ona bağlılık ve sadakat bekliyor olacağım. Kendinize onun geleceği ve devletin ikbali için görevler biçmeniz takdire şayandır. Lakin, bu tarlada kuş vurmaya, obadaki at sürülerin dizginlemeye benzemeyecek. Sır bileceksiniz. Fedakar olacaksınız. Akıllı olup, görevinizi idame ettireceksiniz. Aklınızla kalbinizi birbirine karıştırmayacaksınız. Onun dostu olmaktan öte bir gözü, kulağı, eli, ayağı olacaksınız. Hele bir sabredin. Hançer ayağa kalksın tekrardan. O zaman, biz de intikam ve adalet için savaşa başlayacağız. “
Aslantaş, gözünde biriken yaşı yok etti hızla. Gökçe göz ucuyla ona baktı, ağladığını biliyordu zira bu güçlü ve küçük adamın kalbini çok iyi biliyordu. Eline uzanıp sıkıca sardı, kendi elinden büyük olan elini. Aslantaş, bu yaptığıyla gözlerini kaçırarak gülümsedi. İynem ise onlara dolu dolu bakıyordu. Ama aklında hala boğazına doğru ağlayan Hançer vardı. Sesini temizledi.
“Bunlar benim için bir şey değil. Ona destek olmamız gerek. Kalbi korkan ve yalnız kalanlar ağlar derler. Gidelim, biz de onun elini tutup sıkalım. Gözlerine bakıp, ‘Biz senin dostlarınız. Bizimle güvende ve mutlusun!’ diyelim. “ Timurtaş, uzanıp börküne eliyle takdir mahiyetinde vurdu. “O halde, hadi gidelim.” Hepsi heyecanlanmıştı. Tam o anda bir ses duydular.
“Bensiz mi?” tüm gözler şaha kalkmış kalplerinden duyulan gümbürtülerle sesin sahibine döndü. Bu Ptifordy’di. Obaya aylar önce gelen, sessiz ve kimsesiz Ruhbaz olduğunu ise o gün öğrendikleri o muazzam kız... Kızlar onu gördüğü için ayaklanarak sevinçle yeni dostlarına sarıldılar. Erkekler ise uzaktan bir selam verdiler. “Demek bizi duydun,” diye şakıdı Gökçe. Ptifordy başını salladı. Çok konuşmazdı zaten
“Ne diyorsun, bizimle misin Ptifordy?” diye devam etti. Ptifordy, başı dumanlı bir dağ misali kızların kolları arasından çıkıp Hançer’in kaldığı çadıra doğru yaklaştı. Ayaklarını kaldırmadan, usulca yaklaştı kapıya.
Hepsi, onun bu ağırbaşlılığını evet, olarak kabul etti. Hançer’in yanına giriyor oluşu bir ilkti. Hançer buraya geldiğinde onunla sadece bir kez muhatap olmuştu ama Ptifordy’ de bir kez olsun onu ziyaret etmemişti gençlerin aksine.
Çünkü o garipti, tek kelime ile garip. Mesela, Gökçe onu Hançer’i kurtardığı günün ardından Gök Tanrı için kesilen bir kurbanın kanında ellerini yıkayıp kızıl kan halindeki ellerini söğüt ağaçlarının köklerine vururken görmüştü.
Vururken tek bir şey diyordu. ‘Ben. Böyle. Olmak. İstemedim! Temizledim, bu kara lekeyi temizledim...’ Gökçe onun bu davranışını Hançer’in göğsüne saplanan hançerden sonra ona ettiği yardımdan dolayı bir şükür olarak görmüştü. Ne de olsa, yaşı hepsinden büyüktü ve ister istemez kendinde onlar için bir sorumluluk duygusu besliyordu.
Gökçe, giden Ptifordy’nin ardından arkadaşlarına döndü. Hepsi aynı şeyi düşünüyordu. Sadece bir defaydı, Ptifordy’nin Hançer ile karşılıklı durup birkaç sözcük söylemesi, dahası da kimseyle olmamıştı ve Ptifordy, o gece yaptığı laneti kaldırma tedavisini gerçek bir niyetle yaptığı için bugün burdan ayrılacağını ona söylemeyi uygun gördü.
Timurtaş, bir elini artık kendini belli eden koluna götürdü. Orayı bir müddet sebepsizce sıktı. Timurtaş ,Ptifordy’nin otağın kapısından süzülerek geçişini izledi. İçini bir gerginliğin kapladığını düşünüyordu. O Ptifordy di. Umutsuzca sevdiği kişi, sevgisine asla karşılık vermeyecek olan ,bu hakikati kendinden başkası bilmiyordu.
Kalbine gömmüştü onu. Kendisi de Hançer gibi yarım kalmıştı. Onu unutmak zorundaydı. Onu unutmak zorundaydı bu yüzden yerinde duramadı. Onlara beklemelerini söyledi. Ptifordy çıkınca içeriye gireceklerdi.
Ptifordy, boğuk inlemelerin olduğu aralığa doğru usta becerileriyle süzüldü. Çadırın keçesini açınca onunla göz göze geldi. Kızarmış ela gözler, yıkılmış bir ruh, onca zaman sonra kendini onarabilirmiş gibi kollarını bedenine sarmış ağlıyordu. Dudakları titreyen, yaşadıklarının ağırlığı içinde omuzları düşen, isyankar ama yorgun bir genç kız vardı gözü önünde.
Ptifordy derin bir nefes alıp döşeğinin ucuna ayaklarının yanına oturdu. Yüzüne bakınca içi titredi. Bu soğuk intikam dolu yüzün asla yumuşamayacağını adeta ileriyi görür gibi izledi. Hançer göğsü sarılı olmasına rağmen karşısındaki insana ıslak gözlerinden geçen bir kan şöleni izletiyordu.
“Bazen, öldürürken göz yaşı dökersin. Bazense ölürken. Her neyse, öyle zor işte... Gözlerin, Hançer... Bir yanardağ gibi, alevli ve parçalanmış. Neyin olduğunu biliyorum. Yeltenme.” Hançer, başını ondan başka tarafa çevirdi. Boğazı acıyordu, gözleri bir lav gibi yakıyordu yüzünü. “Ama dayanamıyorum? Benden giden ailemin özlemine dayanamıyorum! İntikam istiyorum! O sarayı basmak istiyorum! Onları geri getirmek istemem suç mu?!”
Kirpiğine yapışan gözyaşı ellerine doğru düşünce, bu adeta bir müsaade gibi geldi ruhuna. “Neden, kendimi bir cellat gibi hissediyorum?” dedi Hançer Giray, parçalanmış sesini hala dimdik tutarak. Ptifordy, saygıyla başını yere eğdi.
“ Senin istediğin kara büyülerle alakalı Hançer. Kara büyülerse Erlik tarafından yönetilir. Ruhunu kaptırmaman gerek ki bunu asla başaramazsın. Bunu bu yüzden aklından çıkar. “ Ptifordy sustu. Nerden başlasa bilemediği bir derde sahipti.
“Cellat olmak nedir bilir misin? “ Hançer, başını sola doğru eğip “Bilmiyorum ama hissediyorum.” Cevabı verdi. Ptifordy sessiz bir nefes çekti içine. Sırtını dikleştirdi. Hançer’in gözlerinin içine baktı ciddiyetle.
“Cellat olmak duygularını yok etmektir. Cellat olmak kimse yanında değilken bir ağaç kovuğuna geçip hüngür hüngür ağlamaktır. Bir kudret gelip de bizi o çukurdan çıkarsın diye delicesine dua etmektir. Ama yanımızda kimse olmaz. Sadece biz ve öldürdüklerimiz! Ne sırtını yaslayabileceğin biri ne kalbini saracak biri ne sana saf insanlığı gösterecek biri! Hiçbiri olmaz çünkü biz seçilmişleriz Hançer! “
Hançer'in boğazı şişip şişip inerken ağlamaya devam ediyordu. Çünkü o da içten içe bir cellat olduğunu biliyordu. Boğuk sesiyle bağırmaya başladı. “Ben, uzun zamandır bana tuzak kuran bu duygudan kaçmaya çabalıyorum. Ölemiyorum! Ama her gün öldüğümü hissediyorum.”
Hançer içini çekerek daha çok bağırdı. “Bana dur deme! Ölmenin çaresini bul o zaman! Gideni geri getir! Öleni geri getir tamam mı?! O zaman sen o ruhlarda ben de kimsesizliğimden kurtulurum! Beni ölümün elinden aldığın gibi sevdiklerimi de getir!” dedi hıçkırıkları dudaklarından fırlarken. Yalnızlığı dosttan öteydi ona, o da o dosta sarılıp ağladı.
Ptifordy esefle başını salladı. O, bunu kolay mı sanıyordu? Hançer hayata nasıl döndüğünü sanıyordu, bilmiyordu ama ona bunu anlatamazdı. Elini havaya kaldırıp omzuna doğru ilerletti ama, ellerindeki kan ona doğru süzülmeye başlayınca derhal elini kucağına indirdi. “Bak... Bu dünyada sihre ve kara büyülere sahip çok insan var ama hiçbiri ölenleri geri yaşatamadı. Bu dediğin imkansız ve dahi zararlı bir şey. “ Hançer gözyaşlarını silip öfkeyle bağırdı.
“Ben de o imkansız dediğinin bir örneği değil miyim? Ben geri geldiysem onlar da gelir! Yok eğer sen yapmazsan o zaman ben yapacağım... Nasıl?” Ptifordy suskundu. Başını yere eğdi, kaşları gözlerini örttü. Sonra bir anda başını kaldırdı. “Ben gidiyorum...” dedi. Bu dediği Hançer’e acısını unutturdu.
“Duydun, gidiyorum. Buradan sonra nereye giderim bilmiyorum ama gidiyorum. Ruhlar burada da peşimi bırakmadı. Senin sandığın gibi bir ölüyü geri getirmek insanın kendinden ve yarattığı cehennemden kaçamamasına sebep oluyor. Anlamıyorsun ne yazık ki...”
Hançer içinde büyüyen öfkeyi susturup engellemeye çabalarken arkadaşı bunun gayet tabii farkındaydı. “Hayır, öfkelenme. Seni, terk etmiyorum. Seni korumak için gidiyorum. Ben, çünkü ben uğursuz biriyim. Burada olduğum için başına bunlar geliyor. Ve inan bana ben gittiğimde hiçbir baskın ve ölümle karşı karşıya kalmayacaksın. “
Hançer Giray yatakta ona doğru yaklaştı. O kendisine canını bağışlamıştı. Büyük bir fedakarlık yapmıştı. Gözlerinde oluşan yumuşama ile göğsünü tutarak yanına oturdu. “Gideceğin yer yakın mı?” Ptifordy başını salladı, ondan ilk defa ilgi görmek içini yakmıştı. Bazı birleşmeler en güzel, ayrılırken ölümsüz kılınırdı. Hüzünlü bir buğu ve yarım kalacak bir gülüş, hepi topu buydu. Sonsuza dek hatırlanacak...
“ Sen buradan bağırsan ben duyarım seni. Sınır bölgelerinde bir boy birliği var. Oraya yerleşmek istiyorlar ama Kağan Giray izin vermiyormuş. Oraya giderim belki, ben de en az onlar kadar dağınık ve çaresizim zira. Hem, adını da sana bir gün söylerim. Beni ziyaret edersin belki orada. Konuşuruz yine.” Durdular. Birbirlerinin gözlerinin içine bakarak sessizce yüklerini paylaştılar.
Ptifordy, elini kanlı yarasına doğru uzattı. Gözlerini kapattı. “Şimdi, istediğini yapabilirsin Hançer Giray. Sana buluşacak her laneti Cellat’ının orağı parçalayacak. Sen, ayağa kalk ki yok ettiklerimizin kefaretini ödeyelim. Kalk ki kimsesiz beni bulman kolaylaşsın.”
Ve Ptifordy gitmişti. Sarılmadan ona iyi dilekler dilemeden gidivermişti. Kimsesiz ruhlar, kefaret için ayağa kalkmıştı. İntikam hiç bu kadar büyük bir duygu olmamıştı. Saygı duyulası ve can verilesiydi. Ptifordy gitmişti.
Üstündeki pelerini gidişinin kara bulutlarını dağıta dağıta gitmişti. Hançer gidişini mahzunca izledi. İçinden defalarca yemin etti. Bu, gidişini izlediği son insan olacaktı !
Onun çıkışından sonra dostları hızla içeriye girdi. Neler olduğunu anlamaya çabalarken göğsünde yarasıyla ayakta duran Hançer’le şaşıp kaldılar. Gökçe ileriye atılıp, “Ne yapıyorsun hemen yerine uzan Hançer!” diyerek ona müdahale etmişse de bunda başarılı olamamıştı çünkü, Ptifordy Hançere ayağa kalkacak gücü vermişti.
Ve şimdiden dağıtarak gittiği kara bulutlar yerini aydınlık gökyüzüne bırakıyordu.
“Canın acıyorsa sana merhem yapabilirim.” İynem, kararsız bir şekilde mırıldandı. “Yahut Yiğitcan’ı çağırırım onunla yaparım ama yine de yaparım yani.” Gökçe ona gülümseyerek katıldı. “Tabiki de sen yeter ki iyi ol. Biz her şeyi yaparız.” Hançer’i yerine yerleştirmek isteyen Timurtaş tek hamlede belini kavrayıp eski yerine oturttu.
Aslantaş, Gökçe’ye bakıp sırıttı. “Anan senin nasıl beceriksiz bir kız olduğunu söyler durur. Söyler misin gerçekten de her şeyi yapabilecek misin Gökçe Kız?” Gökçe hışımla kalkıp Aslantaş’ın burnunun dibine kadar girdi. “Sen anamın sözüne ne bakarsın be küçük çocuk!? Onun istediği şeyleri bazen anlayamıyorum. Ben ok çekip kılıç kuşanmayı bebek doğurup iş yapmaktan daha kutsal görüyorum! He, tabi sen de böyle biri istiyorsun öyle değil mi? Bana bak alırım seni ayağımın altına!”
Hançer ikiliye bıyık altından gülmeye başlamıştı. Gökçe nasıl bu kadar sevdalanmıştı böyle ki lafları arasında bile onun başka birini seçemeyeceğini ima ediyordu? Bu düşünce ile ikiliyi doya doya izledi. Ve bir şeyi fark etti. Onlar, Hançer’e iyi geliyordu!
Tıpkı Berk ile arasında geçen zamanlar ve şimdi beynine doluşan anılar gibi... Bu gençler ona çok iyi geliyordu. Yanı başında durup kendisini izleyen Timurtaş “Daha iyi misin Beykız?” dedi. Onaylar bir şekilde başını salladı. Garip hissediyordu, daha önce arkadaşları olmamıştı.
Kuzenleri ile candan bir ilişkisi vardı. Onlarla kurduğu ilişkisi, daha önce ve sonra asla unutamayacağı bir ilişkiydi. Her anlamda tamamlanmaktı bu. Şimdiyse her anlamda yarım kalmaktı...
Kapı açılıp içeriye Yiğitcan girdi. Elinde bir kür vardı. Hançer’in önüne geçip selam verdi. “Hançer, daha iyi olabilmen için sana bir kür yaptım. Umarım sürmeye izin verirsin. Bu damarına ve yırtılan derine iyi gelir. “ Hançer mahcup bir şekilde başını yere eğdi.
O esnada Gökçe, boğuştuğu Aslantaş’ın yanağını ısırıp en güvenli yere Hançer’in yanına oturdu. Aslantaş öfkeyle ve acıyla homurdanırken susmak zorunda kalmıştı.
“Neden öyle birden bire yüzün düştü Hançer?” herkes başına toplaştığı vakit bu süreç biraz can sıkıcı oluvermişti. İynem, uzanıp elini tuttu. “Ne olur, bizden kaçma artık. Bak, biz senin dostlarınız. Biz seni ne olursa olsun koruruz. Hep yanında oluruz. Ne olur bizi bırakma.” Aslantaş yanağındaki izle ayak uçlarına doğru oturdu. Utangaç, sessiz bir şekilde konuştu.
“Ben, kocaman bir alp olduğumda yanına kimse yanaşamayacak! Sana yemin ederim!” Gökçe, gözlerini kaçırarak gülümsedi. “Evet Hançer, biz her birimiz senin için burdayız. Bunu sakın unutma.” Hançer yavaşça gözlerini kaldırıp hepsinin gözlerine baktı. Bir ay önce yaşadığı acı dolu olaydan sonra hayatında sadece onlar vardı.
Atabeyi ve kendisi için gönüllü olarak kapısında nöbet tutan o gençler vardı. Kabul görmüş biriydi, seviliyordu ve kimsesiz değildi. Onların varlığını asla inkar edemezdi. Yanakları ilk defa kızarırken Gökçe sevinç dolu çığlıklar atarak bu dostluğun zaferini kutlamaya başladı.
***
“Evet Beykız, bizde öğretmek adettendir. Şimdi senin göğsün acır diye basit işler yapacağız.” Hançer usanan bir şekilde sesler çıkardı. İynem tiz bir sesle itiraz etti. “Asla bıkamazsın Hançer! Bugün bu obanın etrafını on defa yürüyecek ve bacaklarına eski kuvveti geri getireceğiz.” Hançer dehşetle gözlerini açıp geri çekildi.
“Ne demek on tur İynem?! Öldürecek misiniz beni?” Az ilerden gülen erkeklerin sesi geliyordu. Ve ilk defa çekingen Yiğitcan’ın sesi kahkahalar arasında duyulmuştu. “Sen, uyurken Atabey’in Alemdar Bey bize yirmi tur koşturuyordu. Sanırım biraz intikam güzel olabilir.”
Hançer güldü. Ensesine tutup kendisine yere bıraktı. “Sanırım onu seviyorum. Bana çok iyi davranıyor.” Gökçe ellerini çenesine dayayarak yanına yüz üstü uzandı. “Bende öyle, çok bilge birisi. Asla kötü davranmıyor. Seni de çok seviyor. Her gün senin başucunda senin için dua ediyordu. O bir Ulu Bey!” Hançer yan dönüp onun yüzünü izledi. Sonra kahkaha atmaya başladı.
İynem ikilinin serkeş tavrı yüzünden kollarını çimdikledi. “Hadi, iki uyuşuk kız sizi! İş bizi bekliyor.” Hançer kolunu ovuşturarak ayağa kalktı. “Bana bir daha böyle davran senin kolunu keserim! Morardı morardı!” İynem, asilzade yürüyüşü ile onları geride bırakıp başlama noktasına geldi.
Ediz, usul adımlarla başlangıç noktasına yetişmişti. İynem Hançer yerine onu görünce utanıp asilzade halinden kurtulup yüzünü yere eğdi. Hançer sızlanarak geldi. Bıkkın bakışları ile ikiliyi izledi. “Hadi artık! Ne yapacağımı söyle de bitsin şu çilem!” Ediz, Hançer’in sesiyle hemen eski yerine gitti. İynem ona çekingen bir şekilde son kez bakarak Hançer’e döndü.
“Sana az önce ne yapacağını söyledim beni çileden çıkarma sen de!” Hançer muzır bir gülüşle yere oturdu. “Ama ben hatırlamıyorum.” İynem sinirlenerek kızarıyordu ki, “Beykız’a çok yüklenme İynem! Onun oba meseleleri ile ilgilenmesi gerek.” Hançer derhal ayağa kalkıp Atabey’ine koştu. Durmadı hemen beline kollarını doladı. Atabey’i de hiç durmadan onu kendine çekti.
“Onun yorulmasını istemiyorum. Bu yüzden birkaç gün siz kendi kendinize çalışın. O, alpleri ile daha sonra çalışacak.” Hançer ona bakarak zafer dolu bir gülüşle gülümsedi. Alemdar Bey, başını iki yana sallayarak onu binaya doğru ilerletti. “Seni çok yormadılar ya?”
“Hayır ama sen gelmeseydin kesinlikle beni öldürürlerdi. “ Alemdar Bey kısık bir kahkaha attı. “Onlar kadar seni düşünen kimse yok inan bana. Yıllarca yüzlerine bakmayıp uzak durduğundan ötürü şu anda seni tanımaya çabalıyorlar. Gücünün de merak konusu olduğunu söylemeliyim. “ Hançer yere bakıp bir müddet sustu.
“Sen de beni düşünüyor musun? Yani, daha sonra kurallar çıkarıp da beni bir başıma bırakacak mısın?” Hançer, babasına doyamamıştı. Babasının kızından gizlediği acısı, aralarını açıyordu gün be gün... Ama bugün geriye baktığında babası tarafından nasıl sevdiğini görüyordu...
Berk ile kapatmaya çalıştığı sevgi boşluğu tam doldurulurken yine ölümle yarım kalınca uzun yıllar sevmeyi ve bağlanmayı hayatından çıkarmıştı. Bu da hayatına aldığı kişilerin zorluk çekmesine sebep olmuştu.
İşte bunun en yakın tanığı olan Alemdar Bey yere çöküp ellerini kavradı. Gözlerinde derin bir burukluk vardı. “Ben, senin bir Kağan olduğunu görmeden ölmeyeceğim Hançer. Seni hiç bırakmayacağım. Sevgide kural olmaz, kuralı olanları anlamaya da çalışma. Sevgide korku olmaz, korkusu olanları dinleme. Yaşadığım hiçbir anda seni bırakmayacağım. Hem bak, on yaşlarında buldum seni, şimdi on beş yaşlarındasın. Hala bırakmadım değil mi?”
Hançer, en büyük güveni o an Atabey’ine verdi. Ona sıkı sıkı sarıldı. Sessiz bir bağlılık ve teşekkürle yaralarını onarmaya başladı. Bey otağına girdiklerinde Hançer’in aklına bir şey gelmişti. “Atabey’im, Ptifordy’den haber var mı?”
“Doğu’da bir obaya yerleşme çabasında. Birkaç aya sana bir pusula verir. Merak etme. “ Etmeyecekti, güveniyordu. Ona çok güveniyordu tıpkı dostları gibi. Posta oturduğu zaman Atabey’i ona birçok konuda bilgili olmasını öğütlüyor, dersler anlatıyordu.
“En birincil mesele, dostlarının olması. Şimdi, sana yepyeni dostlar göstereceğim. Onlar senin ellerin olacak.”
“Ama benim dostlarım var ki?”
“Onlar senin için yeterli değil. Yeri geldiğinde aklın ve kalbin olacaklar ama senin için önemli olan pusatların ve ellerin olacak. Şimdi izle de pusatlarını tanı.” Kapıda destur dileyen seslere gir emri verilince Demirdöğen, Ediz, Darulgan ve Yiğitcan içeriye girdi. Hançer şaşırmıştı ama bunu tahmin edebilirdi. Yeni bir hayatı ve yeni askerleri olmalıydı.
“Alpler! Hepinizin bildiği üzere Hançer aylar önce öldü gösterildi. Onu bu obadakiler bir sır gibi saklayacak gittiği yere kadar. Hayatının, amcası olacak o alçak tarafından tehdit edildiğini biliyorsunuz. Bu aldığı ilk hançer yarası değildi. İkinci yarısında tıpkı ilkinde olduğu gibi ölümden döndü.
Sizi, onun ölüm anında titreyen elleri olmanızı istiyorum. Kapanmak üzereyken gören gözleri ve doğru düşünmediği vakit aklı olmanızı emrediyorum. Alpler! Bu bir vatan meselesi. Üstünde yaşanan hiçbir toprak, bir hainin hükmünde vatan sıfatını taşıyamaz. Sizi, Hançer’in elleri olarak ilan ediyorum!”
Alpler diz vurup göğüs gererek yemin verdiğinde Hançer ilk defa güç denen zehri tadıyordu. Tattığı bu zehir, öldürmeyen türdendi. Kapı vurulup destur istenince yabancı ses içeri alındı. Gözleri yeşil, boyu uzun ama kalıplı bir gençti gelen. Buradaki hiç kimse onu tanımıyordu.
Atabey Alemdar, Hançer’e baktı. Hançer söylenmeyeni anlayarak kapıdaki gence yaklaşması için elini kaldırdı. Genç, yavaş adımlarla yaklaşırken Hançer onu inceledi. Hüzünle genç adamın önünde durmasını izledi. Berk’e o kadar benziyordu ki bu benzerlik Atabey’inin de dikkatinden kaçmamıştı. Onun gibi zümrüt yeşili gözleri, kahve tonlarında saçları ve uzun boyu vardı. Dinç ve çevik duruşu güven veriyordu.
Alemdar Bey ile bu postta duruyorsa bugün, onun yokluğu sebebiyleydi. Genç adam diz vurup göğüs gererek Hançer’in gözlerinin içine yüreklilikle bakarak kendini takdim etti. “Hançer Hatun! Ben, Başına buyruk Debret namlı bir kimsesizim. Ailem yoktur. Buraya size ve adınızı korumak için geldim. Uzun diyarlar boyunca uğrularla, Dağın Askerleriyle mücadele ede ede obaya vardım. Arzum odur ki bana burayı yuva eyleyin. Sizden başka gidecek bir kapım yoktur.”
Hançer Giray onun anlattıklarından sonra ona daha bir farklı bakar olmuştu. Başıyla onu onayladı. “Adını sanını, kimsesiz olduğunu söylersin. Bana de ki ben bir yalancı değilim. O halde sana burda herkes şunu sorar: Nasıl kanıtlayacaksın?”
Debret başını yere eğdi. Göğsü körük gibi harlanırken düşünmeye gerek duymuyordu. Elini hançerine götürdü, kaldırıp Şah damarına yaslayıp bastırdı. Herkes panik ve heyecanla onu izliyordu. Damarının tam üstüne son derece iyi bilenmiş hançerini bastırınca kanlar usulca boynundan aşağıya akmaya başladı.
Hançer ve Alemdar Bey gençler gibi ona bakarken ilk ayılan Hançer olmuştu. Hızla yanına ulaşıp onun elini kavradı. Korku ile yüzüne eğilip boynuna bakmaya çalışıyordu. Bu nasıl bir kara gözlülüktü?! Berk’in ölümünü görmemişti ama sanki az önce görmüş kadar olmuştu. Cesurdu, anılarına benziyordu, elleri kanlansa da öldürmek ve yaşatmak nedir biliyordu.
O anda içinde bir şeyler uyandı. Güvenmesi gereken biri olduğunu şah damarına hançerini bastırmasından anlamıştı. Gözleri bir çift zümrüt yeşili cesur göze takılınca sessizlik oluştu. Hançer ateşten bir ruhsa o sudan bir ruhtu, dingin ve masum... Başını aşağı yukarı salladı. “Sen, baş alplerim içerisinde olacak kadar gözü karasın. Ama şunu unutma, ben öl demeden ölmeyeceksin.” Gözleri ona minnetle sıcacık baktı.
“ Yuvana hoş geldin!”
Debret kaşlarını çatarak göğsüne vurdu. Kalbi sancıya sancıya ona biâdını verirken nefes nefese kalıyordu. Hançer ayağa kalktığında, “Beni sana güvendiğime pişman etme Debret.” Dedi. Çünkü güven kolay kazanılmıyordu. Ortam ani bir kasvetle daralsa da güven ve dostluğun olduğu her yerde sıcaklık neşe eksik olmazdı.
***
“Şimdi nasıl!”
“Yapabileceğinin en iyisi buysa vah halimize Beykız!”
“Timurtaş, yaram olduğunu unutma, bu halde bile sırf siz istediniz diye talime çıktım beni dellendirme ! “
Gür bir kahkaha attılar hep beraber. Hançer hala yarası yüzünden ani ve gergin hareketler edemiyordu. Görünen yara kabuk bağlasa da dağlanan yüreği hala kan revandı.
“Sen bilmezsin Debret, bu var ya ilk geldiğinde pek bir zalimdi! Hiçbirimizin yüzüne bakmıyordu. Yıllarca peşinden koştuk biz bunun! Ne zaman artık yalnızlık tak etti bunun canına o zaman başladı konuşmaya.” Debret şaşkındı. Demirdöğen’in sakalları yeni oturmuş yüzüne baktı.
“Hançer neden sizle konuşmuyordu ki?”
“Onu bize sorma, biz ahalinin evlatlarıyız. Onunla bizim bir işimiz olmazdı o zamanlar. Komutan çocuklarına sor. Sonuçta ilk onlar konuşmaya başladılar. “
“Hayır, ben sizin gözünüzden Hançer’in o zor dönemini merak ediyorum aslında.” Demirdöğen suskunlaştı. Yanında sakince onları izleyene Darulgan’a baktı. Dili en iyi bu çocuğun dönerdi hep. Anlaşıldığı an Darulgan bir kütük çekip yanlarına oturdu.
Bir yandan Hançer ve Timurtaş’ın savaşlarını izliyor bir yandan da usulca muhabbet ediyorlardı. Bir eksikleri vardı ki o da Yiğitcan’ın ta kendisiydi. O yine obanın bir köşesinde otlarla Hançer için gizli gizli merhem hazırlıyordu.
“Hançer, o günlerde çok karmaşıktı. Yüzü simsiyahtı üzüntüden ama çok da şaşkındı. Bu hayatı ne yaptı da hak etti o da bilmiyor gibiydi. Alemdar Bey onu atının önüne bindirmiş ve saraydaki o katliamdan kaçırmış. Bir tek onu kurtarabilmişler. Kağan Giray tüm çocuklarını alıp başka odalara taşımış. Hepsini birkaç gün sonra sırası ile öldürmüş.
Ama o gün Hançer buraya getirildiğinde henüz kuzenlerinin ölmediğini bilmiyordu. Henüz... Oba o gün devlete yapılan bu hain saldırı sebebiyle kaygılıydı. Hanedanımızı çok seviyoruz çünkü onların ataları, geçmişleri iyi ve zaferlerle doludur. İnsanı mert hatunu berktir.”
“ O hain adamın bu hareketinden ötürü hanedanımızın sonsuza değin yok olduğunu düşünmüştük. Karalar giymiş felaketin obaya gireceği anı bekliyorduk. Ama bir ulak çıkageldi. Ve dedi ki, ‘Hançer Giray yaşıyor! Atabey’i onu alıp yola çıkmış!’ Tüm oba o gün, gözleri yaşlı umutla Hançer’i bekledi. Anam onun için evvelden kardeşime ördüğü yün çorapları çıkarmıştı.
Herkes nihayet onu gördüğünde sevinmek yerine daha çok ağlamıştı. Zira bu küçük kızdan başka hanedanda kim kalmıştı? Koskoca hanedanda hala, yeğen, kuzen demeden herkes öldürülmüştü! Bir tek, bir tek Hançer kalmıştı... Yaşamaz dediler, onu yaşatmazlar dediler. Çok geçmeden de tehlike kapıyı çaldı. “
“Kağan Giray, ağabeyinin hakkı olan Kurt Kağanlık Postu’nun da sahibi olmak istiyordu. Kurt Postunu kutsal kabul ettiğimiz için bunu eline geçiren, atamız kurtların başına geçmiş demektir. Her ne emir verirsen yerine getirirler ama öyle her istediğinde seninle olmazlar onlar.
Kanının kokusundan karar verirler gelip gelmemeye. Kötü biri haline dönüşmüşsen şayet, kurtlar sana kendilerini unutturur. İyiysen ve azimliysen etrafında dolaşırlar. Seni korur muhafaza ederler.
Alemdar Bey ve oba beyleri bu postun onun gibi bir hainin eline geçmemesi için post bekçisi Kurt Ata’ya kesin emir verdi. Ona kurdun yemeyip attığı leşi dahi verme dediler. Ama Kağan Giray bunun peşini bırakmadı. Yıllarca oba beyleri İpek Yolu tüccarları ile anlaşarak Hançer’i bir şekilde korudu. Lakin bir gün, ansızın obayı bastılar.
Bu post yalnız iki kişinin hakkı olabilirdi. Kağan Giray ve Hançer’in. Ve Kağan Giray’ın önünü bir şekilde sürekli kestiler. Hançer ise o posta hiçbir şekilde yanaşmadı. Daha doğrusu Atabey’i izin vermedi. Bir şeytanın ateşini harlamaktır dedi, o daha çocuk dedi. Elbette Hançer’in bu tür konularla alakası yoktu. O henüz acısını atlatamamış zavallı bir çocuktu.
Günlerimiz, özellikle komutan çocuklarının günü, onunla konuşmaya çabalamakla geçti. Ama Hançer bir kılıç kadar keskin ve saldırgandı. Obaya gelmesinin üstünden ancak dört sene geçtiğinde bizlerle konuşmaya başladı. Biz alpleri olarak henüz çok yeni konuşuyoruz. Daha öncemiz hep uzaktan izlemekle geçerdi. “
“Bu esnada ortada bir sürü laf söz dolaşır oldu. Kimileri Kağan Giray’ın içki içmekten delirmeye başladığını kimi ise bir çeşit zehirle beynini uyuttuğunu söyler oldu. Sarayda bir ruhtan başka bir şey değilmiş, tehlike ortadan kalktı diye sevinecekken Veziri edindiği Vezir Baycu denen o alçak, Hançer’in kalbine hançer sapladı!
Ölmesini diledi! Ama Ulu Tanrı Bayülgen şahittir ki, o ölmedi! Onu öldürdüğünü sanıp oba önünde ağlamak üzereydik ama Hançer’in bunca yıl üstelik tüm acılarına rağmen gönlünü kaptırdığı peçeli bir yiğit onu şifa çadırına götürdü.
Ona hepimizden iyi bakmak ister gibi aceleci ve özenliydi. O zamana kadar Hançer ile o yiğidin birer dedikodu malzemesi olduğunu sanmıştım ama o yiğidi görünce dedim ki, hiçbir yalan bu kadar haşmetli ve gerçek olamazdı!
Obamızın eski insanlarından Ptifordy onun başladığı işi bitirmişti ama bir daha onu kimse görmemişti. Hoş o da ölü biliyor olabilir Hançer’i. Bu obadan değildi, civar obalarda da peçe takan hiç erkek yoktu. Çünkü peçe ancak çok yakışıklı olan erkekler tarafından takılır. Töre onlardan cazibelerini gizlemesini ister. “
“Onu bir daha göremedik. Hançer de hala bir umut onu bekliyor içten içe... Ama yine de bir ölüm ayrılığı olmadığı için ayakta duruyor. Baksanıza, nasıl da azimli hırslı... Onu ayakta tutan acıları değildi, hırsı ve azmiydi. Yaşamak için daha dikkatli olması gerekiyordu artık, özellikle bir hançerin kesmeden, yırtmadan damarın üstüne emanet edilmesi misaline benzerken hayatı. Olabildiğince! Kağan Giray, şuanda Hançer’i ölü biliyor. Biz de ona özellikle yapılabilecek herhangi bir saldırı için tetikte bekliyoruz.
En azından şükürler olsun ki şu ana kadar aldığımız haberlere göre Kağan Giray tam bir keş! Sanki Tanrı Bayülgen ana cezasını vermiş gibi. En azından o lanet veziri olaya aymadan yeniden ayağa kalkarsak her şey daha güzel olur. Bu sebeple oba bunu sır gibi saklayabilir lakin hiçbir sır, ölene kadar sürmez.
Sürmesin de zaten, Hançer o sarayı onun başına yıkmadan bırakmayacak! İntikam alacağız! İşte her şey duyduğun gibi Debret. Sen alelade birinin yanına gelmedin ve bir alelade şahıs da seni kabul etmedi. Adımların dürüstlükle atılsın, gözlerin kötüyü çağırmasın dilin kem söz söylemesin yeter.
Hançer bizle tam da bu sebeple dost olabildi. Bunların hiçbirini yabana atma. Yolumuz uzun ve sen, en yenisin.”
Debret, bir masalmışçasına dalarak dinlemişti hayat hikayesini. Yeni öğrendiği her şey ona bir çok şey anlam ifade eder olmuştu. Tam o esnada Demirdöğen kaşlarını kaşıdı. “Bu uzayan kaşlar beni delirtiyor, kaşınmak nedir yahu!” diye homurdandı.
“Bre Kaşı Uzun Demirdöğen! Bak hele bu yana, ne o yağmalanmış Han otağı gibi mahzunsun?” Demirdöğen uzaktan ona laf atan Gökçe ile muhabbet ededuran Ay Bala’ya baktı öfkeyle. “Hiç! Seni mi aldı cabası?!” Ay Bala, Gökçe’nin koluna girip geldi. Aslantaş’ın da onlardan birkaç adım arkada olması az önce dostlar içinde fark edilmemişti.
Alpler sözde burada Hançer’i biraz çalıştırmak için gelmişti. Ama Timurtaş durur mu, en önde gidip onlara kendisinin de geleceğini bu eğitime kendisi katılırsa ancak yüreğinin ferahlayacağını söylemişti. Bu sebeple şimdi asıl eğitim vermesi gerekenler oturuyordu. Onlara gülerek gelen Ay Bala, buna dem vurur gibi salınıyordu.
Buraya gelen Ay Bala genç kız edaları ile süzülürken Demirdöğen derince yutkunmuştu. Bu arsız kızla başı belaya girmeden burdan tüymeliydi.
Arkasına bakmadan uzaklaşan Demirdöğen’in peşi sıra koşan Ay Bala’ya katıla katıla gülenler nihayet bir araya gelmişti. Hançer nihayet durulup yere yatınca hepsi etrafında yuvarlak olup yere çökmüştü.
“Daha iyi misin?” Hançer Gökçe’nin sorusuna sadece omuzlarını indirip kaldırdı. “Bunu ben değil alplerim diyecek.” Timurtaş başını gülerek salladı. “Berbatsın! Keşke kılıcı tutmayı sana öğretmekle başlasaydım!” Ortam neşe ile gülünce Hançer Timurtaş’a şaşkınca baktı. “Sahiden mi?” dedi. O şakaları anlayamayacak kadar arkadaş grubu içinde olamamıştı maalesef.
Timurtaş onun bozulan moralini görünce bileğini kıvırıp ortaya çıkardı. “Bana bir çizik bile atamaz bu obadakiler ama sen yaralı kalbinle bile beni alt etmeyi başardın. Niye sana yalan söyleyeyim ki?” Hançer gamzeli bir gülüşle sevindi. “Tamam o zaman!” Timurtaş da güldü. “Tamam o zaman!” Gökçe az öteye baktığında İynem’in geldiğini gördü. Muzır bakışları ile gözleri Ediz’e kaydı.
Ortalığı ayağa kaldıran birkaç cümle söyleme zamanı gelmişti anlaşılan. “Ayh! İynem koş, resmen kafam çatlayacak gibi! Bu nasıl bir havadır böyle?” İynem yaklaşadururken olan bitene bir anlam vermemişti. Ta ki yerinden bir şahin gibi atılan Aslantaş’ın endişe dolu hallerine kadar. Gökçe şok içinde kalakalmıştı.
“Burası mı? Yoksa şurası mı? Gökçe! Bana cevap ver ki ağrını geçirecek bir şeyler yapayım! Senin başın hiç ağırmaz, bu olağandışı?” Gökçe yüzünü sabitleyip gözlerine bakan, elleriyle başının ağrıyan yerini bulmaya çabalayan Aslantaş’ın kömür kaşlarını ve gözlerini içi titreyerek izledi. Güzel yüzünü çekik gözlerini, köse suratını, dudaklarını...
Zor duyulan bir sesle burnunun dibine giren ere konuştu. “Başım ağrımıyor dönüyor. “ Aslantaş adeta çığlık attı. “Ne?!” Gökçe ne olduğunu anlayamadan Aslantaş’ın kollarında havaya kalkmış obaya doğru koşturuyordu. Gökçe ve Aslantaş uzaklaşırken geride kahkahalar ve onlardan duyulan sesler kalmıştı.
“İndir beni, anam görürse seni oka dizer! Aslantaş! Söz dinle!”
“Senin anan benim de anam! Çok konuşma, başın dönüyor bırak da başına bir şey gelmeden seni götüreyim!”
“Ama benim başım o anlamda dönmüyor!”
“Hangi anlamda dönüyor?!”
“Sana bakınca!”
“Şimdi bir de suçlu ben miyim?” diye sormuştu hayretle.
“Ne?” dedi Gökçe artık şoktan dili uyuşurcasına.
Son duyulan ikilinin atışmalarıyken İynem Hançer’in başucuna oturuvermişti. “Bu ikisi bir gün aynı dili konuşursa sanırım obanın refahı artar. Şu halleriyle safi israflar!” Hançer gülerek başını salladı İynem’in sözlerine.
O gün, akşama kadar herkes gülüp eğlenmiş ve birbirlerine takılmıştı. Gün sonunda başlar yastığa değmiş gözler yumulmuş, göz yaşları akmıştı. Hançer, günlerini kah gülerek kah yorulacaklardır kah da karmaşık duygular içerisinde geçirmişti. Ama aklından çıkmayan tek bir şey vardı. O da, intikamdı.
Belki yavaş olacaktı ama olacaktı! Bunu başaracaktı!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |