12. Bölüm

11. BÖLÜM: YARIM KALMIŞ DESTAN

Siyavuş
syavus

 

11. BÖLÜM : YARIM KALMIŞ DESTAN

 

~En büyük korkum, hikayemin ne olduğunu göremeden ölmektir.~

 

Giray Obası

“Ben sana inanamıyorum! Nasıl koca bir kuzuyu yerken bana bir parça bile bırakamadın!?” diye hayıflandı Gökçe.

“Etli butlu hatunun tekisin. Ne yapsaydım, bıraksaydım da göbeğin kuşağından taşsa mıydı?” dedi Aslantaş onu sinirlendirmekten aldığı keyifle. “Aslantaş! Seni öyle bir döverim ki dul karılar bile varamaz sana!” diye elindeki taşı karnına attı.

Aslantaş omuzlarını büyük bir umursamazlıkla indirip kaldırdı. “Beni ilgilendirmez. Eğer o hale gelirsem beni sen almak zorunda kalırsın. Etme bulma dünyası iyi mi? Sakat bir erin olur, sana da ancak öylesi katlanır. “

Demirdöğen eliyle yüzüne sertçe vurdu. “Biz bunların atışmalarını niye dinliyoruz?” Ediz hala tartışan ikiliye hülyalı gözlerle baktı. “Sen ne anlarsın aşktan, aşkın verdiği hoyratlıktan?” Debret geriye doğru devrildi. Çimenlere sırtını verdi.

“Başlayasım geliyor aşka da hoyratlığına da! Çocukluğumdan beri bu haldeler. Biri şuna bir çözüm bulsun kafayı yemek üzereyim!” Darulgan yüzünü buruşturarak Gökçe’nin taklidini yaptı. “Ben şişko değilim!” Herkes Gökçe’de dahil gülmeye başlamıştı ki Aslantaş sertçe ayaklarının önünde durdu. Darulgan şaşkın bakışları altından hiddetlenen adamı izliyordu.

Herkesi bakışlarıyla sustururken Gökçe’ye sertçe döndü. “Kalk, gidelim.” Gökçe tersti, omzunu silkip arkasını döndü. “Hançer bizi buraya gönderdi. Senin aklın yine gitti herhalde? Bugün buradayız.” Aslantaş aklının nerde olduğunu biliyordu. Kıs kıs gülen Darulgan’a sertçe konuştu. “Komik olan ne?” omuzlarını indirip kaldırdı.

İri yarı bedeni dolaşacak birini aradığını gösterircesine geriliyordu. Darulgan bunu bekliyormuşçasına konuştu. “Onun kilosu.” dedi Gökçe’ye muzır bakışları yollarken. Gökçe onun bu sözlerine kıkırdayıp oyununa ayak uydurdu.

Aslantaş aslan kadar heybetli bedeni ile bakışlarının önüne bent olurken burnundan azgın bir boğa gibi soluyordu. “Onun kilosu yok!” Darulgan bulduğu aradan devam etti. “Öyle mi? Ama çocukluğundan beri ona şişko diyen sensin. Buradaki herkese de onu gayet şişko görünüyor.”

Aslantaş, sinirle yumruğunu havaya kaldırırken Darulgan’ın gözlerinden kararlılık akıyordu. “Hadi ama Gökçe? Bak ona, sana neredeyse konuşmaya başladığı günden beri şişko diyor. Canını yakıyor. Doğru değil mi?” Aslantaş, körük gibi inip kalkan göğsü ile ne cevap vereceğini merak ettiği Gökçe’ye döndü. Gökçe iki arada bir derede kalınca Aslantaş hayretle ona yaklaşıp yüzünü avuçları arasına aldı.

Bu hareketi asla beklemeyen Gökçe donakalmıştı. Hoş, o da bunu ne akla hizmet yaptığını bilmiyordu. Aslantaş’ın gözlerinde öyle yumuşak öyle kırgın bir bakış vardı ki kendini savunmasız hissettirmişti. “Konuşsana? Desene bir şeyler Gökçe?” Gökçe dudağını ezerken gözlerini kaçırdı. “Seni üzüyor muyum?”

Gökçe’nin duygularına kimse bu kadar hızlı erişip bir cevap beklememişti. Korkarak ve üzüntü duyarak içinden evet diyordu. Genç bir kadın olduğunda dahi onunla bu konuda uğraşması, onunla alay etmesi gururuna dokunuyordu. Başkalarının değil onun dalgasına üzülüyordu.

Ama içindeki bir duygu, kırılan gururunu kör ediyordu. Gerçekleri söylese onu sonsuza değin kaybedeceğini biliyordu. Ama aralarındaki bu sorun aşılmayacak bir şey de değildi asla. Aslantaş yıllardır çocuksu bir alışkanlıkla yaklaşıyordu ama Gökçe artık çocuk değildi, bir kadındı. Bir kadına nasıl konuşması gerektiğini önemsemeyen Aslantaş’ın ta kendisiydi.

Aslantaş'ın gözlerinde yıkılmayı gördü Gökçe. Korktuğu başına geldi. Ondan rızası dahi alınmadan koparılmıştı işte! Sıkıntıyla bir nefes verip aceleyle cümle kurmaya yelteniyordu ki Hançer’in gelişi her şeyi durdurdu. Aslantaş’ın sıcaklığı Gökçe’den uzaklaşmıştı.

Aslantaş’ın mesafeli bakan gözleri ve yaydığı uzaklık içini kor aleve boğmuştu. Aslantaş ve alınmak ha? Bunun üzerine gidecekti. Onu asla kaybedemezdi. Gözleri hüzünle yaşardığında Hançer Gökçe’ye yaklaşıp sıkıca sarılmıştı. Haftalardır görmediği dostu bir şekilde düşüncelerinden uzaklaşmasını sağlamıştı. İki güzel kadın, hasreti kırarcasına kenetlenmişti birbirlerine.

Gökçe Hançer’den uzaklaşınca sıra Aslantaş’a gelmişti. Hançer muzır bir gülüşle gülümsedi. “Söyle bakalım, kilo almış mıyım?” Aslantaş, elleriyle yüzünü kapatıp inledi. Ellerini çekmeden, “Açma şu konuyu...” diye boğuk sesiyle itiraz etti. Gökçe’nin bu konudan ötürü kırılmış olmasına inanamıyordu!

Hançer omzuna sertçe vurup çamaşır yıkanan derenin kıyısındaki en temiz toprağına usulca oturdu. Tüm dostları buradaydı Timurtaş ve Yiğitcan hariç.

İkisinin de kendilerince işleri mevcuttu. Hançer derin bir sessizliği nefesi ile bölüverdi. “ Buraya toplanma sebebimize hepiniz vakıfsınız. On adet genç kızın canına kıyıldı burada. Sizlerden bu işi çözmede bana yardımcı olmanızı bekliyorum. “ Yeni katılan genç, merakla atıldı.

“Şüphe duyduğunuz husus nedir efendim?” Hançer gerilen sol kaşını güçlükle bastırıp dudaklarını bir müddet kenetleyip düşündü. “Çok şey var, hem de çok. Kızların cesetlerine işlenen Balamiz Bankiz damgaları bana hiç mantıklı gelmiyor.”

Gökçe, hızla atıldı. “Eğer böyle bir şeyi yapmış olsalardı hızlarını alamayıp doğruca obanın arkasından sızma harekatı düzenleyip yüzlerce insanı sessizce öldürebilirlerdi. Burda gücü yetmeyen birileri olduğunu düşünüyorum.” Hançer, düşünceli bir şekilde çenesini tuttu. Gökçe, doğru söylüyordu.

Meseleyi en kısa zamanda Timurtaş ile de konuşacaktı. “Haklısın, hem de çok. Sizden de bu gücü yetmeyen zavallının izini sürmenizi isteyeceğim. En kısa sürede, herkesin üzerine çamur atanı bulun. Zira, karar verildi. Girayhan için kuşatma kararı alındı.” Hançer tek başına karar aldığını söylemiyordu. Kendi başına karar almak zordu, onların kendisinden örnek almasını istemiyordu.

Hepsi, donuk bir şekilde bakışıyordu. Başları Hançer’e dönmüş anlamaya çalışıyorlardı. Debret, kedi gibi gözlerle herkesin yüzüne bakıp kahkaha atmaya başladı. Sinsiliği ve başa belalığı tam da yerinde belirivermişti. Söz konusu Hançer ve onun delilikleriyse her şeye inanırdı.

Demirdöğen yavaş yavaş açılıyordu. “Ne yani savaş mı olacak? Kan ve karargah mı göreceğim?” hepsi ne demek istediğini anlamaya çabalıyordu. Darulgan, kollarını birleştirip ağaca yaslanırken, “Tam olarak neresini anlamadın?” dedi güleç yüzüyle.

Demirdöğen gür bir kahkaha atarak arkasına yaslandı. “Nihayet! Çocukluğundan beri bu lanet insanların kanında boğulmasını istiyordum. Nihayet onları ben boğacağım.” dedi yumruğunu havaya kaldırırken.

Hançer, gülümseyerek başını salladı. ”Öyle, dostum. Hepiniz bunca zamandır bana yoldaşlık ediyorsunuz. Şimdi, benim için değil devletimiz için savaşacağız.” Hepsi ellerini göğüslerine vurdu. “Gerçi, devlet değil de artık bütün bir insanlığın geleceğini korumak zorundayız.” diye mırıldandı.

Herkes neşe ve coşkuyla birbiriyle uğraşmaya başladı. Kahkaha atarak yerde yuvarlanan Darulgan ve Ediz Aslantaş’ın mesafeli gözlerinden nasibini almış bu da Gökçe’nin kalbini daha çok yakmıştı.

Hançer nihayet çocuk adamları dizginleyince görevlerini anlatıp yerlerine gönderdi. Onlar giderken bir hatırlatma yaptı. “Unutmayın, iki gün içinde her şey hallolunmuş olacak. Bize güveniyorlar. Ben de size. Bu işten sonra her şeyin ardında kim var işte bunu göreceğiz.”

 

 

 

KUZEY HANLIĞI SARAYI

Ragnar, hiddetle gidip geliyordu. Yanında duran şaraba tekme atıp yere dökülmesine sebep oldu . Dostu yanındaydı, çok dağıtırsa hemen o toplardı zaten. Ama Ragnar, sinir ve duygu boşalması yaşayamayan biriydi. Hayatı düşmesine çok müsait ama ayağa kalkmasına da fırsat vermeyen bir cehennemdi.

Dostunun yanından beşinci geçişini yaptı. Özlem duyuyordu. Evet, delicesine bir özlem duyuyordu. Evet, deliydi. Aklını on yıldır kaybetmişti. Kalbini bir okyanusun ardında kaybetmişti...

Kolunu kavrayan güçlü kol onu durdurdu. “Az daha dayan, sakinleşmek yakındır. Hadi?” Yapamazdı ki? İstesede olmazdı. Kuzey Hanlığı, kendi içindeki vaziyeti ile tamamen uçurumun eşiğindeydi ve bir yandan da kalbine söz geçiremiyordu.

“Dayanamıyorum Yakut Berk! Dayanamıyorum! Onun gözleri görmezken benim gözlerim dünyadaki en güzel şeyleri neden görüyor haksızlık!”

Berk, onu tahtına adeta sürükledi. “Bana bak çatlak! Buna sebep olmuş gibi konuşup kendini öldürme! Ne bu halin? Yıllardır ölü gibisin ölü!” Ragnar, ellerindeki hiddeti tutamadı. Çenesine bir tane yumruk geçirince Yakut Berk ilk defa sendeledi. Çenesini tutup Ragnar’a baktı. Ragnar deli danalar gibi bir o yana ilerliyor bir bu yana ilerliyordu.

“ Ne zaman yaşadım lan ben! Ne zaman? Sen aşkı nerden bilesin sen hasreti nerden bilesin!? Asabımı bozma ölmeden çık git sarayımdan!” Ragnar, başını ellerinin arasına alıp kendini geniş salonundaki küçük sandalyelerden birine attı. Ayağıyla bir diğer sandalyeye tekme attı. Yakut Berk, önüne gelen sandalyeyle güldü. Çekip karşılıklı oturdular.

Berk, yanağını tutmayı bıraktı. “Neden ona gitmiyorsun?” dedi yavaşça. Ragnar tekrar kriz geçirerek titremeye başladı. Birbirine çarpan dişleri doğru düzgün veremeyip alamadığı nefesiyle boğuluyordu. “Denemedim mi sanıyorsun? İstikbalimi dahi yakıp gitmek istedim ama olmadı!” Berk, başını aşağı yukarı sallayıp gözlerini kapattı. “Bilirim...” dedi boğuk çıkan sesiyle.

Ragnar’ın ciddiyetsiz gülüşünü es geçti. “Sana bir destan anlatmak istiyorum Ragnar. Belki o zaman yargısız infaz nedir öğrenirsin ha?” başını bilgece aşağı yukarı salladı. Derin bir nefes alıp dudaklarının aldığı ip şeklini bozdu.

 

***

“ Eski Girayhan zamanlarında bir aslan güreşçisi varmış. Tüm cihandaki devletleri gezmiş... Ah, unutuyordum neredeyse. Sana anlatacağım bu kısım aslında destanın sonu biliyor musun? Biri var ki, bu destanın başlarında her daim uyur da sonunu hiç duyamaz...” Gözlerinde beliren özlemle masanın köşesine dalıp gitti.

“Her neyse... Nihayet gezip görmediği tek yer kalmış o da Yakut Hanlığı’ymış. Tabi qnnesi onun yola çıkmasına güç bela ikna olmuş. Gözleri arkada kalan Tanrı Dağlı Genç, çıkmış yola. Soğuk ama yeşil bir memlekete doğru yol almış. Türlü bataklıktan türlü nehirden, köprülerden geçmiş. Uçan kuşla koşan kurtla dost ola ola nihayet o ülkeye varmış.

Halka meydan okumuş. ‘Bana bu dünyanın en korkunç evrenini getirin. Onu yeneyim. Gücümü ancak bu şekilde durdurabilirim.’ demiş.

Halk durmuş. Birbirine bakıp kaş göz hareketi yapıp bir yerlere gidivermişler. Nihayet üstü örtülü bir kafeste iddialı oldukları evreni getirmişler. Kafesi öylece koyup gitmişler. Halk, ona sabaha kadar vakit vermiş. İkindi rüzgarları genç delikanlının saçlarını uçuruyormuş.

Derin nefesler alarak kafesin üstündeki örtüyü çekmiş. O ana kadar boyu kadar pençeleri olan bir leopar bekliyormuş ya da pulları altın gibi parlayan bir sürüngen ama beklediği asla bu değilmiş.

Burda, köşeye oturmuş bir kadın varmış. Genç delikanlı kadını görünce titremiş. Gücün kudretin ne demek olduğunu bilirmiş ama böylesi bir kadının karşısında bunun ne önemi olduğunu sorgulamış. Kadın, gücü kudreti elinden alınmış sefil bir şekilde o köşeye itilmişti. Törenin dışında bir şeydi bu. Tanrı Dağlı, iliklerine kadar titremiş. Bir kadına yapılan evren muamelesi canını yakmış.”

Ragnar’ın dinen titremeleri yerini dinginliğe bırakmıştı. Yakut Berk ona dikkat kesilen adama serseri bir gülüşle karşılık verdi. Kaldığı yerden destanını anlatmaya devam etti.

“Kilidi çözmek için atılmıştı ki halktan onu gözetleyen biri bağırmış. ‘Onun zincirini koparırsan sonsuza dek ona aşık kalırsın.’ Delikanlı hafife alırcasına adama bakmış ama adam ciddiymiş. ‘Ona aşık olan ölüyor. Kafayı yiyor. Onu kimse anlamaz. Sen, gerçekten ahmaksın! Dur!’ demiş.

Ama genç adam öyle kudretliymiş ki bedeninin her yerinden güç akıyormuş. Boynuna bakan onda nefeslenmek istermiş. Kollarının kalınlığı iki kadın kadarmış. Boyu epey uzun, elleri gürz kadar sertmiş. Korkmamış adam. Aşkta ne demiş. Hafife almış. Zinciri kırıp kafese girmiş. Genç kadın uzun siyah saçlı, uzun boylu, zarif biriymiş.

Gözleri gün doğumu gibi masum ve hayran olunasıymış. Dudakları ve çenesi bir gül gibiymiş. Kırılgan durduğu kadar yiğitmiş de bu kadın. Ona dokunmaktan utanç duymuş. Gür kaşlarını çatıp başını başka tarafa eğmiş.

Ama olacak olan vardır ya, genç delikanlı saçlarını usulca yüzünden çekince gün doğumu kadar uçsuz bucaksız güzellikteki harelere takılı kalmış. Bir çift göze yay gibi kara kaşlar, ahu gibi büyüleyici dudaklar ve minicik bir çene resmi dolmuş.

Ve hayır, genç delikanlı değil kadın aşık oluvermişti. Delikanlı kendisinin gücüne ne kadar güvense de aşk nedir, sevilmek nedir bilmediği için üzerine alınmamış. Yıkılmaz güçlü bedenini doğrultmuş ve zincirleri kırıp ordan çıkmış.

Kadın, o kafesten çıktıktan sonra onun kalbine girmenin bin bir yolunu aramış. Genç delikanlı bu güzelliğe karşı koyamıyordu ama kendisini sevmeyi bilmediği konusunda ikna ettiği için karşısındakine sevgi duyduğunun ayırdını yapamıyordu.

Hem bir yanı bu işte de bir namertlik arıyordu. Akşam olana değin kadının canından can gitse de Delikanlı, oralı olmamıştı. Yemek yedi, kadına verdi ama o bunu reddetti. Su içti bir damla dahi olsa almasını istedi ama yine reddedildi.

Gencin kafası iyice karışmaya başlamıştı. Kadının bu inadı, ondaki bu direnişin sebebi sahiden kendisine duyduğu aşk mıydı? Çok saçma bularak gökyüzünde süzülen ayı seyretmeye başlamış. Ama ayda bile kızın gözlerini görünce öfkeyle dolmuş. Kızdan uzak yere doğru yürümüş ama sanki gölgesi onunla yürüyormuş gibi hissediyormuş.

Gece yarılarına kadar genç kadının bakışlarından, duruşundan, gülüşlerinden, yakınlıklarında, hayalinden hep kaçmış. Genç adam son çare kılıcını çıkarıp bir taşa başını yaslayarak uyumaya başlamış. Güneş doğana değin uyumaya çabalamış ama bana mısın dememiş.

Gün ışıkları gözüne vurana değin direnmiş. Sabah daha ahaliden kimse uyanabilmiş değilken ayaklanmış. Genç kadın kalbine sancılar veren bir güzellikle kendisinden uzakta öylece duruyormuş. Kalbi okyanusta fırtınaya direnen bir gemi gibi çaresizmiş.

Başını elleri arasına almış. Canı yanıyormuş, onun mükemmel varlığına maruz kaldıkça içinde bir yerlerde mutlu olmak, iyi hissetmek isteyen tarafına hitap ettiğini görebiliyormuş. Ne kadar zamanın geçtiğini bilmemiş ta ki ahali gelene kadar.

İçinde bir panik bilirmiş. Şimdi ne yapacaktı? Ahali kalabalıkmış, gurur büyükmüş. Ahali seslenmiş. ‘Diyesin bakalım genç adam! Kararın nedir? Onu mu seçiyorsun yoksa Yenilmez olmayı mı? Şayet onu seçmezsen senden büyük artık bu acunda yoktur. Ha yok, eğer o kızı alırsan,’

Tanrı Dağlı kaşlarını çatmış. ‘Alırsam?’ diyerek bir adım atmış onlara doğru. Ahali korkuyla gerilemiş. “Şayet kızı alırsan yenilecek ve sonsuza değin burda kalacaksın. Gayrı lakabın Tanrı Dağlı değil Zümrüt Hanlı olur. Ve soyun burda sürüp gider.” Tanrı Dağlı, kaşlarını çatarak başını gökyüzüne çevirmiş.

Güneş, Gök Tanrı’nın işaretiydi. O varsa umutsuzluk yoktu, karanlık yoktu. Bunu bilen Tanrı Dağlı göğsünü delip geçen sıkıntılara baş eğmektense sabretmeyi ve çözmek için çabalamayı seçmiş. Kılıcını çekmiş havaya, bir yanına genç kızı bir yanına kalabalığı almış. Kızı, var gücüyle göğsüne sarmış.

Ahali, şaşkın ve öfkeliymiş. ‘Kuralları çiğnersin Tanrı Dağlı! Buraya korkaklığını göstermeye mi geldin?’ diye dalga geçmişler. Gururla göğsünü geren genç adam ahaliye seslenmiş.

“Nice evreni haklarken hiç göğsüm daralmadı. Ellerim bağlanmış gibi hissetmedim ama buraya gelince her şey değişti. Beni asıl kafese bir evren gibi koymak isteyen sizlersiniz. Karşıma çıkardığınız kadını ise alçakça bir kafese vurdunuz. Şimdi siz, benden güç ve kudretimi göstermemi mi istiyorsunuz? O halde alın size kudret !” diyerek bu alçak olayı düzenleyenlerin boyunlarını vurmuş.

Ama göğsüne bastırdığı hatunun hiç hareket etmediğini fark etmiş. Dehşetle yere çöküp yüzünü geriye doğru eğmiş. Hareketsiz ve nefessiz yatan kadının dudaklarında derin bir gülümseme varmış. Genç adam, neye gülümsediğini ömrünün sonuna kadar bilememiş.

Ölümün, elemini alıp sona erdirmesine mi yoksa son vaktinde aşkına karşılık verdiğine mi gülümsemiş işte orasını asla bilememiş...

İşte bu sonsuza dek bir sır olarak kalmış. Yakut toprakları o günden itibaren aşıkların acı çektiği ve kavuşamadıkları bir diyar olarak kalmış. “

***

Ragnar, sarsılmış bir şekilde nefesini bıraktı. Gözlerinin kıyısına biriken yaşların damlaması gibi bir şey beklemiyordu. Başını yere eğip sadece sonunu duyduğu bu destanı sindirmeye çabalıyordu.

Yakut Berk artık ne neşeliydi ne de alıştığı maskeleri takma zahmetine giriyordu. Ölümün soğukluğu ve ateşi yüzünde yurt bulmuştu. Soğukkanlı sesi Ragnar’ı delirtmeye yetmişti.

“Bir ikindi rüzgarıyla başladığın savaşı sabahın ilk ışıklarında kaybetmek olağan dışı değil. Olağan dışı olan, kendimize akıllı varlıklar olduğumuzu söylediğimiz halde her zaman çok fazla zamanımız olduğu aptallığına kapılıyor oluşumuz. Her şeyi düzeltme imkanımız var, ama ölümün geri dönüşü yok. Telafisi yok.”

Dalga geçen sesi acısının üstüne kısa gelen bir yorgan gibiydi. Ayaklarını açıkta bırakıyordu. “Söylesene Ragnar benim senden yahut bizim Tanrı Dağlı adamdan farkımız ne?”

“Farkımız,” Dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp burnundan derin bir nefes koyuverdi. “ bizim aşklarımız karşılıklı ve son demimizde dahi kavuşsak bir ömürlük hazzı alırız.” Yakut Berk başını haklı olduğunu gösterircesine salladı, ardından gözlerini ona çevirdi.

“Karşılıklı aşklar da biter. Son deminde kavuşsan da o artık ilk aşkından farklı biri olmuştur. Var say ki sen değiştin var say ki o değişti. Hepsi aynı şey aslında. Birinin değişimi, dönüşüm için yeter.” Uzunca o gözlere baktıktan sonra Yakut Berk dış kapıya yürüdü. Adım attıkça sıkıntısı paçasından akıyordu.

“Dur, nereye gidiyorsun? Sen ne konuşacaktın? ” Ragnar hem dağılmış hem aydınlanmış hem de üzülmüştü. Yakut Berk omuzları hiç olmadığı kadar dik ve gergin duruyordu. Yüzü kapıya dönük olacak şekilde durup konuştu.

“ Başta bir kişi olmaz Ragnar. Tahta sadece yalanla aldatacak kişi geçirilir. Çıkan hiçbir isyanda hedef bir kişi olmaz. Başın ezilmediği yerde ayaklar, eller ve kuyruklar da ordan nemalanır. Ben de o başı ezmeye gidiyorum bakalım benim dahi bilmediğim neler dönüyor?”

Ragnar sinsice gülümsedi. “Nihayet yıllardır beklediğin uyku halinden çıkıyorsun.” Yakut Berk başını salladı. Kapı şimdi daha küçük geliyordu gözüne.

“Bazen, beklemek zaferdir.”

***

“Bu bataklıkta bulunma sebebimiz ne? Tanrı aşkına beni kirleneceğim yerlere getirmeyin!” diye sitem etti Ediz.

“Yeni yetme kızlar bile senden daha er!” diyerek güldü Darulgan her zamanki muzip tavrıyla.

“Eğer bu pis şey burnuma değerse ettiğin lafın bedelini ağır ödersin şebek!”

“Ne yaparsın ha, dudak mı büzersin tatlı şey?”

“Şimdi seni-“

“Ediz, Darulgan kesin şu aptallığı!” ikili Demirdöğen’in sesiyle bataklığa biraz daha batarak gizlendiler. Darulgan burnuna gelen bir çöpü uzaklaştırırken Demirdöğen planlarını anlatmaya başladı.

“Gökçe ve Aslantaş’ın sürdüğü izler bizlere buradan sık sık geçtiklerini daha sonra da Sarı Irmak boylarında konakladıkları yönünde. Eğer Hançer’in planı işe yararsa bugün onların yüzlerini görüp konuşmalarını yakalayabilirsiniz. “

“Peki, duyduk diyelim haberi, bu bokun içinden çıkıp hızlıca kim götürecek pusulayı!” Darulgan homurdanarak güldü. “Başka zaman olsa şu kızcağıza katılmazdım ama şimdi haklı. Batmıyorsak ve hala gizliysek bunun sebebi çamur. Bizi resmen kafesledi. Üzerimiz apağır oldu.”

Demirdöğen sinirle gözlerini yumdu. “Ey Gök Tanrı! Şu iki asalağa biraz akıl versen ne olur ki? Bre beyinsizler! Hançer’in kurtları ne demeye bizimle beraber geziyor a aptallar!”

Ediz yüzünü buruşturup Darulgan’a baktı. “Ona görev verdiğinde içinden başka biri çıkıyor. Ne var ki detayları umursamadıysak?”

“Hiç? Sanki anlamıyoruz da zor duruyormuş gibi davranıyor! Hiç hoş değil.” Demirdöğen yumruğunu çamura indirdiği gibi Ediz’in burnuna ve Darulgan’ın gözlerine çamur geçirdi.

“Alın, alın size adam delirtmek ne demek görün! Alın!”

“O az önce benim burnuma çamur mu geçirdi?!” Ediz başını güç bela gökyüzüne çevirdi. “Ey Ulu Gök Tanrı! Bana biraz daha şans verseydin ne olurdu? Şimdi çamur kusacağım!”

Yaklaşan at sesleri ile hepsi bir anda boğuşmayı kestiler. İyice çamura geçip sesleri dinlemeye başladılar. İçlerinden en büyük olanı attan inip sazların arasına geçti. İşini halledene kadar diğer genç olanlar çene çalmaya koyuldu.

“Büyük Efendi, bu senenin son olduğunu söyledi. Artık obaların çoğu Ural’ın elinde ve Hançer yeteri kadar yalnız kaldı. Son hazırlıklar yapılıyor. Ne diyorsun biz de birer komutan olur muyuz?”

“Bizi izci yaparlar ki hem ne yükseliriz! Lakin Büyük Efendi, Ural ile birlikte hareket etmez. Onu ilk elden satacak.”

“Siz iki aptal ne konuşuyorsunuz!” Büyük olan yanlarına dönünce diz üstüne çöküp başlarını yere eğdiler. “Hiçbir şey efendimiz! Biz sadece pusu hakkında konuşuyoruz. Bu pusuyla beraber çok kazançlı çıkacağınıza inanıyoruz.”

Büyük olan, sinsice gülümsedi. “Tabiki de öyle olacak. Büyük Efendi’nin yeni emri obaya son kez uğrayıp orayı karıştırmamız yönünde. “ Gençten olanlar dikilip çakal gibi uludular. “Efendimiz, yine bize birkaç kız verecek misiniz? “ Büyük olanın kaşları çatıldı.

"Nedenmiş o!” tekrar yere yattılar. “Geçen sefer bizlere gösterdiğiniz o büyüklük neticesinde çok şerefli hissettik.”

Gür kahkahası meydanı inletirken atına bindi. “Şansınız yaver giderse bu sefer de bendensiniz hadi asalaklar binin atlara!” Atlar birkaç nefes alımlık sürede tozu dumana katarken Ediz panik ve tiksintiyle çamurdan çıkıp güç de olsa koşmaya başladı.

Demirdöğen çamurdan çıkarken öfkeyle gülmek arasında duruyordu. Darulgan güç bela çıktığı yerden Ediz’in şahin gibi kanatlanmasını şaşkınlık içinde izledi. “Ona ne oldu?” Demirdöğen’in sorusu nihayet olayı anlayan Darulgan’a kahkaha attırdı.

“Ne olacak adam az önce sazlığa işedi, o da tiksintiden ölmek istemediği için kaçtı.” İkili kahkaha atarken Ediz kendini bir gölcüğe bıraktı. Delicesine temizlenirken kalanlar hızla kurtların göğüslerine sakladıkları pusulaları Hançer’e gönderdi.

 

***

Timurtaş, eliyle kazıkları yokladıktan sonra gözcü basamaklarını tırmandı. Burdan bakınca hiçbir hareketlilik sezinlemiyordu. Eliyle ensesine birkaç kez vurdu sonra gözlerini kapattı. Kendini öldürmeyi arzuluyordu zira daha fazla buna nasıl katlanırdı bilmiyordu.

Kaşları kederle kaldırıp alnını sıktı. Kaşlarının arasındaki kırışıklık dile gelecek diye korkuyordu. Az ötesinde bir ayak sesi duyup oraya döndü. “Beni ayak seslerimden mi tanıyorsun?” dalga geçen sesi ve aydınlık bakan ela gözlere, allak bullak olan yüz ifadesi ile yakalandı.

Yanına geldiğinde omuz omuza ileriyi izlemeye başladılar. Öyle dingin ve huzurlu bir andı ki Hançer için, bir an gözlerini kapatıp dinlendi ama kendisi için aynı şeyler geçerli değildi. İçini okumayı biliyor muydu acaba? “Her şey yolunda mı?” Duyduğu sesle titredi. Ona dönüp gülümsemeye çalıştı.

“Evet, neden sordun?” Hançer huzurunun içine zehir edilmesinden dolayı sustu ve karşısına bakmaya devam etti. Neden sonra çok sustuğunun farkına vararak açıldı. “Sana hep obanın işini vermem seni rahatsız ediyor mu? Geride kalmış gibi hissetmeni istemem.” Ensesi buz kesmişti bu soruyla. Hızla başını salladı. “Ne demek bu? Hiç de etmiyor. Senin gözün kulağın olmak çok güzel bir şey .”

Keskin gözler gözlerini talan etti. Dikleşen çene ona meydan okudu. “Ben küçükken kim benden rahatsız kim benden memnun kim benden korkuyor kim bir şey saklıyor çok iyi anlarım. Sen benden hem rahatsız oluyorsun hem de bir şeyler saklıyorsun. Beni aptal yerine koymana mı yoksa sakladıklarına mı öfkelensem bilmiyorum.”

“İmkansız!” diye atıldı. Ne diyecekti? Ne yapması gerekiyordu? Diliyle yanağını itekledi. Ellerini kemerine sabitledi. Omuzları dimdik duruyordu. Hançer ona inanmayan bir bakış attı. “İmkansız olan ne?” Pes eden biri gibi davranmayı uygun gördü ve ona dönerek tüm samimiyetini açtı.

“İmkansız bir aşk demek istedim Hançer... Bana bakınca bir şey sakladığımı görüyorsun. Bunu senden gizleyemem artık. Evet senden uzak olmak beni kötü hissettiriyor evet seni ayak seslerinden tanıyacak kadar biliyorum. Ben... Ben...”

Hançer ifadesiz bir şekilde ona bakmaya devam etti. Koyulaşan gözleri , gerilen sakalsız çenesini izleyip durdu. Bekledi ama cümlesinin gerisini getiremediğinde sol kaşını havaya kaldırıp iki yana açtığı kollarıyla bulundukları yeri işaret etti. “Ben, yalan söylemeyi de yalan dinlemeyi de çok iyi bilirim. Sana fazla zaman vermeyeceğim bunu sakın unutma.”

Aşağıya indiğinde arkasında kalan Timurtaş’ı sık aldığı nefesleri arasında nasıl boğmadığına şaşırdı. Aceleci adımları ile meydana ilerlerken ona gülümseyen suratlara neredeyse kindar bakışlarla karşılık veriyordu. Başını tam yere eğiyordu ki koşarak gelen Debret’i gördü.

Yanına vardığı an uzattığı pusulayı alıp hızla okudu. Başını sallayıp hızla otağısına girdi. Daha önceden istediği kıyafetleri giymeye başladı. Lakin en zoru kırmızı elbisesini tamamlayan kırmızı börkü ve peçesiydi. Onlara uzun uzun baktı.

Sıkışan kalbi ve ağıran karnı gözlerini zorlarken açılan kapıdan içeri giren Debret ile hızla toparlandı. Ama yine onları takamadı. İkisi de örtüyordu ikisi de farklıydı... Biri Berk’ti biri ona benzediği için gönlünü verdiği peçeli gençti... İki sevda bir kalbe girer miydi?..

Arkasındaki sessizlik uzadıkça geriliyordu. Bu yüzden ona doğru döndü. Debret’in bakışları börke asılıydı. Yüzünde acılı bir bakış dudaklarında derin bir kırılma...

“Hadi, kızları al ve hemen yola çıkalım.” Börkü elinde dışarıya çıkmak istedi ama kolunu tutan Debret ile duraladı. “Neden kendine bu seferlik izin vermiyorsun?” Hançer ağzını açmak için hazırlandığında Debret bir kez daha konuştu.

“Neden içinde biriktirdiğin şeylerin seni yönetmesine izin veriyorsun? Niçin o börkü kafana takmak sana bu kadar zulüm Hançer?”

Hançer kolunu kolundan kurtarıp bakışlarını yüzünde gezdirdi. “ Sen bazen haddinden fazla şey biliyormuşsun gibime geliyor.” diye patladı. Timurtaş’a olan öfkesi ne ara ona sıçramıştı? Debret sözlerine sadece güldü. “Arkadaşlar her şeylerini bilirler. Buna neden karşısın?”

“Çünkü börkün bana ne anlam ifade ettiğinden haberdarsın.” Gülüşü alayla parladı. “Peki peçeyi de biliyor musun?” Debret kaşlarını çatıp diğer elindeki peçeye bakınca Hançer ikisinide gözlerinin hizasına yükseltti. “İyi bak, belki bir şeyler hatırlıyorsun. “

Debret gözünün önündeki peçe ile börke bakınca bilgece başını salladı. “Ne anladın?” hesap soran sesin sinirini kalbinde hissetti. Ama geri durmadı. “Senin hayatın hakkında senin anlatmadığın hiçbir şeyi bilmiyorum ama Hançer, sen sevdiklerini kaybetmekten onlardan arda kalanları benimsemekle yok etmek arasında derin bir ikileme düşmüşsün. “

Hançer ikisini de aşağıya indirdi. Şimdi dimdik duran başında kıyametler kopuyordu. “Sen ikilem nedir bilir misin? Yüreğin ikilem ateşinde yandı mı hiç? Ölümle hayat gibi farklıdır ikilem. Ölüyle hayattaki arasında sonsuza dek sürecek bir seçimdir!”

“Ölüm de hayat da aynı şey! Doğduğun an ölmeye başlarsın zaten! Sana onları ayır diyen yok! Onları bir kabul etmen gerek...”

“Senin hiçbir şey bildiğin yok!”

Bir hışımla dışarıya çıktı Hançer. Debret darmadağındı. Üzülüyordu. Ölene de hayatta kalana da.

 

 

***

“Al bakalım bu eti de. Aferin sana akıllı kurt!” Kurdun başını okşarken başını az ötesinde yolu gözetleyen Gökçe’ye çevirdi. Araları hala buz gibiydi. Gökçe kulaklarını iyice seslere verdiği için meşguldü. O ise Hançer’in dere kenarına gelmesini bekliyordu. Bu yüzden biri çalılıkların yanındaydı diğeri ağaçların üstündeydi.

Bu görevde bir güne yakın derin bir iz sürmeleri gerekmişti. Aslantaş, atıyla civardaki hafif meşrep toprak sahiplerinin inlerine girmişti. Burda konuşulan şeyler sadece Büyük Efendi ve Ural Bey’di. Hançer’in ve obasının adı geçmiyordu.

Bir diğer yandan hizmetçiler ve kervansarayları araştıran Gökçe’nin duyduğuysa sadece Büyük Efendi’ydi. Herkes bir o kadar serkeşken bir o kadar da ağzı sıkıydı. Adı geçenlerden tanımadıkları kişiyi araştırmak için zamanları kalmamıştı.

Akşama doğru buluştuklarında yüzü kapalı biri onlara doğru atıyla geliyordu. Aslantaş kılıcıyla onu durdurarak kovuşturmaya çalıştı. Lakin adam konuşmayarak ellerine basit bir pusula verdi ve kaçıp gitti. Pusulada dere kenarına yapılan baskın ve muhtemel baskını yapacaklar hakkında yer bilgileri yazılıydı.

Başta sorgulayıp araştırsalar da yapılması gerekenin daha fazla zaman kaybetmemek olduğu aşikardı. Haberi Hançer, Demirdöğen, Darulgan ve Ediz’e ulaştırmıştı ve gelmelerine az zaman kalmıştı. Kurt huzursuzca ondan uzaklaştığında tekrar yalnız kalmıştı. Başını gökyüzüne doğru çevirip yan bakışlarla Gökçe’yi izlemeye başladı. Ne ondan ne de kendisinden tek kelam çıkmadı.

Sessizlik yeminlerini buraya doğru gelenlerin sesleri bozdu. En önde kırmızı kaftanı ve kurtlarıyla ile boy gösteren Hançer vardı. Atların eyerlerine asılan çamaşır bohçaları ile kısmen normal duruyorlardı. Arkasındaysa obanın savaşçı kızlarından beşi vardı.

Başka bir yerden gelen çıtırtıyla o tarafa döndüler. Bu gelenlerse Debret, Yiğitcan, Darulgan, Demirdöğen ve Ediz’di. Gökçe ağaçtan inmeden onları selamladı ve yolu izlemeye devam etti. Aslantaş, Hançer’i selamladıktan sonra etrafına bakındı. “Bu kadar mıyız?” Hançer etrafı inceliyor bir yandan da peşinden ayrılmayan kurtlarının sırnaşmalarını kontrol etmeye çabalıyordu. Başını salladı. “Atabey’im ve Yağmur Ata etrafı sardı. Gökçe demedi mi?”

Kaşları çatıldı. İkisinin konuşmuyor oluşu garipti. Ne olursa olsun hep konuşurlardı oysa. Aslantaş başını yere eğdi. “Hayır, o ağacın başından inmedi.” Hançer pek nadir görülen bir şekilde hayret etti. Kocaman elalarını ve aşağıya doğru bükülen dudakları ile şaşırdığı kadar şaşırttı da.

Altın vuruşuysa, “Vay be!” diye gülerek yapmıştı. Onunla beraber birkaç kız da kıkırdasa da daha ötesi olmamıştı çünkü yabancı genç koşarak yanlarına gelmişti. “Hançer Hatun! Alemdar Bey’den haber getirdim.” Gözleriyle gencin gitmesini istedi. O gittiğinde hızla kağıdı alıp okudu.

“Ne diyor?” Ediz yanında durmuş ona bakıyordu. Sinirle titreyen ellerle kağıdı buruşturup kuşağının arasına aldı. “Ural Bey, Giray Hanlığı altında yaşayan tüm beylikleri tek bir çatıda toplamak istiyormuş.” Sesi çatlak çıkıyordu.

“İyi de, bu devlet demek?“ Darulgan tiksinircesine konuştu. Hançer ellerini göğsünde kavuşturdu. “Bu da demek oluyor ki yıllardır bunun için çalışıyordu. Var olan hanedan üyesini hak ettiği tahta geçirmek yerine yeni bir taht kurmak istiyor .” Ediz’in sözlerini göz kırparak onayladı.

“Ve senden de, veliaht olan senden, Kurucu Oba’yı bu birleşmeye katmanı istiyor öyle mi? Bu haddini bilmezlik!” dedi Demirdöğen kinle. Hançer derince nefes verdi. Kafasını iki yana salladı. Sağ elini kaldırıp susmalarını sağladı. “Şimdi yeri ve zamanı değil. Herkes yerine hem de hemen.”

Birkaç saniye hiçbir hareketlilik olmadı. Hançer yüzlerine baktığında hepsi aynı şeyi istiyordu. Karşılık. Ve Hançer bunu yapacaktı! Kararlı bakışlarını yüzünde sabitleyerek kuşağına astığı börkünü çabucak başına taktı. Bileğine geçirdiği peçeyi de düşünmeden yüzüne bağlayınca geriye sadece beklemek kalıyordu.

Herkes yerlerine geçtiğinde ellerinde sepetlerle dere kenarına indiler. Kızlar olacak olandan haberdar temkinliydi. Bu yüzden Hançer görevine odaklanmıştı. Yaklaşık birkaç sepeti yıkadıktan sonra çıtırtı sesleri ile bağrışmalar duyuldu. Bir ok, tam ortalarına düştüğünde hepsi korkmuş gibi bir araya gelerek halka oluşturturdular.

Büyük Olan kollarına sardığı siyah bezleri ve yüzündeki vahşi sırıtışı ile ilk ortaya gelen olmuştu. Kızlar kılıçlarını çektiklerinde bir ok yanındaki kızın göğsüne saplandı. Acı dolu haykırışla yere diz vurduğunda Hançer peçesinin ardından bağırdı. “Kalleş! Bizden ne istiyorsun!” Büyük olanın ardından sırtlan gibi gülen beş adam ve onlarında ayakçılığını yapan beş adam etraflarında halka oluşturduğunda çirkin kahkahasını duydu.

“Sizden çok şey istemiyorum. Önce bizi biraz eğlendirin daha sonrada ölün?” Çakal sürüsü attığı kahkaha ile daha da eğlendi. Sonra Büyük Olan çektiği kılıcı Hançer’e çevirdi. “Seni gözüme kestirdim yavru kedi! Gel yamacıma.” Hançer kılıcını göğsüne doğru kavislendirip duruşunu sağlamlaştırdı.

“Bana ne işler çevirdiğini anlat sefil! Kimse senin oyuncağın değil!” Kahkaha atmadı bu sefer birkaç adım atıp onu baştan ayağa süzdü. “Bey kızı mısın sen? Bu ne korkusuzluk?” Hançer dik duruşuyla karşılık verdi. “Geçen sefer gafil anladığınız kızlardan yahut obasından değilim! Sizin yüzünüzden kadınlar rahat rahat gezemez oldu!”

Adamın düşünceli gözleri bedenini daha fazla süzdü. “ İnan geçen sefer sadece bir oyundu. Ama bu sefer bir katliam yapacağım.” Adamlarına emir verdiğinde Hançer atılıp dördüyle aynı anda savaşmaya başladı.

Genç kızlar Hançer’in arkasından atılıp kılıçları karşılayıp işbirliği içinde karşılık verirken hata yapmamaya özen gösteriyorlardı. Hepsi adeta dört dönerek vuruşurken Hançer, peçesine ve börküne dikkat ediyordu.

Birini ciğerinden diğerini ayağından yaralarken bir diğerini tekmeyle uzaklaştırdı. Genç kızlar uzaklaştırılan adama ve diğerlerine karşılık vermekte gecikmedi. Son kişi geri durup meydanı izlerken başlarındaki adam gülmeye başladı. “Tek başına bir hiçsin. Ama sana daha acı bir şey söylemeliyim. Obandaki çadırlardan çıkacak yangında bu kadar hızlı olabilecek misin?”

“Ben Girayhan obasından değilim!” dedi kılıcıyla bir kez daha karşısındakini savuştururken. Adam gülmeyle karışık devam etti. “Beni kandıramazsın. Üstelik bir bey kızısın! Beni aptal mı sanıyorsun?” şüphe dolu bakışlarını üzerinde dolaştırdı. “Hançer Giray’dan eğitim mi aldın yoksa? Eğer öyleyse birazdan öldüğünü görmek onu üzecektir. “

“O halde sadede gel. Mademki öleceğim kimin adına burdasın?”

Genç kızlar onu korurken kılıcındaki kan yere damladı. Adam gerilen çehresi ile sustu, bir kez daha onu inceledi. “Yoksa sen bir kahraman mısın? Ah, küçük yavru kedi seni! Seni özellikle ben alacağım!”

“Orda dur!” yabancı sesle herkes oraya döndü. Hançer ikinci kez şaşkınlıkla gözlerini araladı ve ağzı açıldı. Bu gelen adam Daşbaş’ın oğluydu! Hançer hemen yanındaki kıza döndü. Daşbaş’ın oğlu, zorla bir kızla evlenmeye kalkışmıştı ve Hançer o gün ona karşılığını vermişti lakin bugün burda oluşu...

“İHANET!” diye bağırdı. Yanındaki kız başı dik dursada şaşkındı ve ürkmeye müsaitti. Evliydi de artık, kocasını düşünüyordu. Hançer kılıcını ikisini koruyacak şekilde tuttu. Daşbaş’ın oğlu ikisine pis sırıtışlarla bakıyordu.

“Daha fazla bizleri aptal yerine koyma Hançer Giray. Onu kandırabilirsin ama beni asla. Senin ela gözlerindeki vahşilik bu diyardaki bir tanrı kulunda yoktur. “ Hançer hırsla peçesini çekip attı ama börküne daha sağlam tutundu. İşin rengi belli olmaya başlamıştı.

Çenesini gererek bir adım attı. “Senin gibi alçak bir kaypağın burda olmasına şaşmamalı! Kuyruk acın burdan okunuyor.” Hiddetlenen adam çektiği oku genç kızın tam kalbine işaretledi. “Hançer Giray teslim ol ve bana biat et!”

Gülüşü alayla doluydu. Göğsünü gererek kılıcını gururla sol göğsüne vurdu. “Kolaysa teslim al Daşbaş’ın alçak soyu!” Daşbaş’ın oğlu çektiği oku zalimce bıraktığında havada iki ok çarpıştı. Hançer hiçbir şeyden korkmayan tavrı ile dimdik duruyordu. Herkes okun geldiği yere bakınca yüzü peçeli birini gördü. Ama o ortadan kaybolunca Aslantaş’ın gür nidası duyuldu ve bir anda ortalık savaş alanına döndü.

Hançer göz açıp kapayıncaya kadar kısa olan o andan hiçbir görüntü alamamıştı. Aklı ile kalbinin çatışamayacağı kadar kısa süren o belirsiz anda kan gölüne dönen meydana kara dumanlar eklenince Hançer’in emri ile Atabey’i ve Demirdöğen’in emrindeki alpler obaya yardıma koştu.

“İkisini bana bırakın!” dediğinde adeta hüner şöleni yapıyordu. Salladığı kılıcını ustaca düşmana indiriyordu. Börkünü bir kez daha sağlamlaştırınca nihayet ikisi karşısındaydı. Meydandaki sesler kulağında silinirken yalnızca üçünün olduğu bir alandaymış gibi hissetmeye başladı.

Daşbaş’ın oğlu ilk atılan oldu. Havada çatışan kılıçlarını birbirinden ayıran Hançer aşağıdan üstten ona vurmaya çabaladı ama her seferinde karşılık gördü. Derken ikinci bir kılıç darbesini sırtından alacakken karşısındaki kılıcı itip arkasına kılıcını siper etti. Atik bir dönüşle tüm gücünü kullandı ve onu afallatarak karnına bir tekme savurdu. Önüne dönerek karın hizasında buluşan kılıçlar bir kez daha sürtüştü.

O an hiç düşünmedi. Kılıcı kurtardığı gibi kuşağındaki şişeyi yüzüne savurdu. Alnında kırılan şişenin akıttığı mor sıvı rakibinin yüzüne gözlerine akarken arkasını dönüp dakikalar sürecek kılıç dönüşüne başladı.

Bu zehir rakibine durması gerektiğini yeri gösteren bir işaretti. Bu defa karşısında duran Büyük Olan öyle yaman bir dövüşçüydü ki bir an çenesine atacağı yumruğunu tutup kolunu kırma pahasına çevirdi. Sırtı, Büyük Olan’ın gövdesine çarptı. Diğer elindeki kılıcı düşünce öylece kalakaldı.

Hançer attığı çığlıkla kararını vermişti. Ölecekse de öldürecekti! Ve tam da o anda Büyük Olan, kılıcını böğrüne doğru geçirmek için harekete geçti. Hançer kıvrılan kolunun verdiği acıdan doğan kararlılıkla onu omzuna doğru yaslayıp tüm gücüyle havada bir takla attırarak bedenini altına aldı.

Üste çıktığı an, toz toprak aralarına girdi. O an fazla düşüncesine gerek kalmadan çizmesinden çıkardığı bıçağını kalbine sapladı. Lakin rakibi öyle gür bir sesle bağırmış ve kendini ayağa geri dikmişti ki buna hayretle bakmıştı. Göğsünden kanlar akmasına sebep olan bıçak öyle dururken adam hala yaşayabilirmiş gibi duruyordu. Bir öğürme sesi doldu kulaklarına.

Büyük Olan’ın hareketleri hafif sendelemişti ki boğazından geçen okla sırtüstü gürültüyle düştü. Hançer ayağa kalkıp hızla etrafına bakındı. Gözleri boğazdaki okun şekline baktı. Hissiyatla arkasına baktığında yine o kişiyi gördü. Şüpheyle kısılan bakışları alnından damlamaya hazırlanan damlaları hızlandırdı.

Ediz ve Darulgan’ı yüzüne zehir attığı Daşbaş’ın oğlunu önünde diz çöktürürken fark etti. Genç kızlar, kendi güçleriyle diğer haşereleri etkisiz hale getirmişti. Aslantaş hırsla birini yumruklayıp bağırırken Gökçe ona endişeyle bakıyordu. Yiğitcan ise Yağmur Ata’nın buraya güvenlikle gelmesi için onu karşılamaya gitti.

Kılıcıyla sefil başını yüzüne kaldırdı ama görmeyen gözleri ile Hançer’e bakamadı. Yüzünü tırmalayan sefil, yer yer inliyor gözlerini ovuyordu. “Bu emirleri kimden alıyorsunuz?” Hareketlerine devam edip cevap vermediğinde ağrımayan koluyla suratına yumruğu geçirdi.

“Aileni ve seni bağışlamamı istiyorsan konuş, konuş ki panzehiri alasın, gözlerinden olmayasın.” Daşbaş’ın oğlu korku ve ağıtla başını salladı. “Büyük Olan her şeyi biliyordu.” Hançer inanmadı. “Ondan üstte olduğunu anlamam mı sandın!” Karnına tekmeyi bastı. “Konuş!” iki büklüm olan adam kan kusarak başını salladı.

“Tamam! Anlatıyorum. Biz, biz Kara Ozan’dan emir alıyoruz.” dedikten sonra sustu. Hançer kasıklarına tekme attı. “Daha çok konuşmadığın her anda daha kötü şekilde canın yanacak. Hızlan!” biraz soluklanmaya bile zamanı olmadığını anlamıştı artık.

“Emir dağlardan geliyor. Kara Ozan, dağların ve yeraltının efendisi. Yıllardır kurduğu bir ordusu var. Biz, hepimiz ordan yetiştik. Hepimizi amaçlarına göre seçer. Beni de seni öldürmem için seçti ama başaramadım. Geri dönsem de yine öleceğim. “

Hançer şaşırdı. Yağmur Ata’yı güvenliği sağlaması için gönderdiği dağlardan yine bu adamın adını duymuştu. Ona lanetli bir küreyi tuzak olarak göndermişti. Bu Kara Ozan, hakikaten de Hançer’e pek bir bilenmişti.. “Bu Kara Ozan dediğin kişi kimdir? Ona kim destek veriyor?”

Ölüm soğuk bir şey miydi yoksa sıcak bir şey miydi? Bunu ölmekte olan biri bilebilirdi şüphesiz ancak karşısındaki adam titriyorsa ve ter döküyorsa sıcak olmalıydı. Yüzünde vazgeçen bir gülüş vardı. Başını aşağı yukarı salladı. “Sen hiç kimseyi tanımıyorsun Hançer Giray. Senden neler gizleniyor kiminle nasıl bağların var hiç bilmiyorsun.”

Kaşlarını derince çattı Hançer. Bilmemesi imkansızdı! “Sen ne demek istiyorsun ha!” Adam herhalde gülünecek bir şeyler görüyordu. Kahkaha atarak başını öne eğdi. Ve sonra küt diye bir ses geldi. Daşbaş’ın oğlu kendi boynunu kırarak oracığa yığılıverdi. Hançer yere eğilip onu sırtüstü çevirdi.

Ağız dolusunca küfür ederek ayaklandı. Kızlara, alplere ve dostlarına döndü. Okun geldiği yöne bile baktı ama sesini çıkaramadı. Yine içini huzursuz eden bir his tarafından sarmalanmıştı. Korku ve cesaret iki zıt kutuplardı ama bir insanda aynı anda bulunabilir ve yaşanabilirdi öyle değil mi?

Onu böylesine korkutan bir ailesinin olmayışı ve geçmişine dair hiçbir şey bilmemesiydi. Ama cesaret verende sahip olduğu dostlarıydı. Bir ruh gibi atına binip doğruca otağına geçti. Lakin masasına konmuş bir kutuyu görünce tedbirle ona yaklaştı. Kutuyu bir bezle uzak durarak açtığında içinde bir pusula olduğunu fark etti.

Pusulayı önce yavaşça açtı sonra hızla okudu. Her satırda gözleri biraz daha keskinleşti. Gizli müttefik, iş başındaydı...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 07.08.2025 13:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...