
19.BÖLÜM: SIR KERVANI
~Sırlara çok meraklıydım ta ki ağırlıklarını taşımama kararı aldığım bir hayatla tanışınca...”
GEÇMİŞ
“Bir düş gördüm. Ayçiçek’in sevdası ile sarmalanmış diz dize kızımızı seviyorduk. Öyle gerçekti ki, nefesini nefesimde elini elimde hissediyordum.” O ana uzandı zihni yeniden. Ayçiçek’in üstünde doğumda giydiği beyaz elbisesi vardı. Şölenler içindi bu elbise, Börü’nün ona hediyesiydi. Kendi üstündeyse şimdi olduğu gibi, kırmızı bir kaftan vardı.
Uzun siyah saçları eşininki gibi arkasından beline doğru örgü şeklinde iniyordu. Belindeki gaddar kılıcı kırmızı kaftanının kenarını havaya kaldırmıştı. İri elleri arkasında bağlı, bel oyuğuna oturmuştu. Dik duruşu, sözlerinin canını yaktığını bir kez daha saklamıştı.
Sürmelediği sert çekik gözleriyle aşağıda oynayan yavrusuna baktı. Beş yaşında deli mi deli tatlı mı tatlı bir kızı vardı. Boğazında derin bir yanma hissi tattı. Annesizlik nedir henüz bilmeyen yavrusu, neşeyle ellerini kollarını çırparak oyunlar oynuyordu. Tek çocuğuydu. Eşini, hasretliğini doğumda kaybetmiş acılı bir baba ve eşti...
“Sizin eşinize olan hasretiniz sadece bugün ya da beş seneden ibaret değil efendim. Siz ona yıllardır sevda ve hasret beslediniz. Hayatınızı onun sevgisine adadınız. Düşlerde size birer hediyedir en nihayetinde.”
Küçük Hançer, öyle hareketli öyle güzeldi ki yeğeni Berk Giray’ın ona karşı takındığı sabrına ve sevgisine hayranlık duymadan edemiyordu Kağan Börü Giray. Lakin, doğruydu... Doyamadığı bu güzelliğin kursağında kalışının üzerinden ancak rüyalar gelebiliyordu. Yüzü değişti, yıllardır istediği tek şey mutlulukken artık onu kaybetmiş bir adamdı. Bedenini saran kaftanı hareketlendirecek kadar derin bir nefesle ciğerlerini doldurdu.
Hani bazen, yıksa tüm sınırları ve sadece hayatını kızına ve devletine adasa ya... Yıllardır süründüğü bu devletin içinde kendine yeni bir hayat yaratsa ya? Ama dört tarafı ailesi sandığı hilekarlarla dolu olduğu için savaşması gerekiyordu. Gerek alenen gerekse gizlice...
“En büyük şans, hayatında her an vazgeçip gidebilecek ve döndüğünde sana kucak açacak kadar kudretli bağların ve insanın olmasıdır.” demişti büyük büyük amcası. Ne doğru demişti... Giray soyundan gelen her erkeğin ve kadının yönetme ve sahip olma arzuları başka hiçbir soyla yarışamazdı. Bu, çoğu zaman kendi içlerinde onulmaz yaralar açardı ama dize gelmeyen güçlü insanları ancak ve ancak kan ve can korkuturdu...
Dalan gözlerini boğuşan çocuklara çevirdi. Nicedir aklında dolaşan bir fikir vardı. Bu fikir için evvela Kutlu Giray’ı düşünmüştü. Kutlu’nun tevazusu, idari gücü ve yaşı göz önüne alınınca çok isabetli bir karardı. Lakin bu kararını, Uldız ve Berk’e babalık yapmaya çalıştığını gördüğü gün iptal etmişti.
Kutlu kucağında Uldız ile bahçeyi geziyordu. O tatlı gülüşleri saray bahçesini neşelendiren küçük kızı dikkatlice dinliyor ve gezdiriyordu. Uldız bir dikene meyledince onu hızla kendine çekiyor, kendisinden uzaklaşmamasını söylüyordu. Uldız henüz bir yaşından birkaç ay büyüktü. Kutlu’nun ona olan derin sevgisi genç adamı bambaşka biri yapmıştı.
Az öteden kızının yaramazlığından nihayet kaçan Berk’i gördü. Koşarak ağabeyinin kucağına zıplamıştı. Ağabeyi sırası ile bir kız kardeşini bir onu öpüyordu. İkisini yan yana oturtup bazen şebeklik bazense oyunlar oynatıyordu. Berk, ona öyle hayran gözlerle bakıyordu ki abisinin her sözünü dinleyebilirdi.
Kutlu, önlerinde diz çöküp bir sürü iyi kötü şeyden bahsediyordu. Uldız ağzındaki tükürükleri şişirirken Berk, canından geçmeye yeminli bir muhafız gibi abisini dinliyordu. İşte o gün aslında Börü’nün fikri yön değiştirdi. Parçalanmış aileyi babasız koymamak için Kutlu’dan vazgeçmişti.
Elini açıp havaya kaldırdı. Aşağıda oynayan Berk ve Hançer’i işaret etti. “Gözlerimin övüncü Uraz, git bana Berk’i getir. Ama, önce oyunları bitsin. Acelesi yok.” Emri üzerine Uraz elini yumruk yapıp göğsüne vurdu ve ardından hızla odadan çıktı. Göğsüne derin bir nefes daha çekerek pencerenin ardındaki kızını izlemeye devam etti. Geleceğin komutanını ve kağanını dudaklarına yer eden izle derin derin izledi.
“Yürek! Lütfen boynumdan in! Bak düşersen seni tutmam!” Hançer, Berk’in omuzlarına tabiri caizse maymun gibi atlamış oraya kurulmuştu. Kalkmaya da öyle bir niyeti yoktu ki Berk’i yer yer bozduğunu görmüyordu bile. Hançer küçük kollarıyla sekiz yaşındaki kuzeninin çenesini sarmış öne doğru eğilerek yüzüne bakıyordu. “Yalancı! Düşsem çok ağlarsın!”
Doğru söze ne hacet? Berk iyilikle bu işi çözmeye çabalaması gerektiğini düşündü. “O yüzden in Yürek! “ gururunu bir kenara koyarak nefes aldı. “Ağlamamı istemiyorsan in, hadi.” Hançer kıkır kıkır gülerek aşağıya indi. “Hadi hançer çekelim! Kılıç kalkan yapalım! Hadi! ” Aşağı yukarı zıplayan yaramazı sağ kolunun altına çekip sol yanını kendisine bastırdı. . Onun incinen kalbini evvelden bilmişti Berk.
“Olmaz bugün amcamın misafiri olacak. Terleyip kirlenemeyiz. Hadi gel seninle surlara çıkalım. Orda sana destanlar anlatayım.” Kabul etsin diye büyüttüğü gözlerini küçük kıza dikti. Hançer bir an düşündü. İri gözleri korkuyla büyüyordu. Kararsızdı. Ama cesurdu. Başını sallayıp en önden yürümeye başladı. Merdivenlerin beyaz mermerini sayarak yavaş yavaş çıkıyordu. Her katta bir muhafız önünde saygıyla eğiliyordu. Berk, onun yavaşlığını görünce arkadan belini kavrayıp itelemeye başladı.
Hançer kıkırdayarak hızlanıyordu. Nihayet dört kat çıktıktan sonra sarayın eşsiz rüzgarlı manzarasına ulaştılar. Nefes nefese rüzgarın tenlerine vuruşunu hissettiler. Berk, dikkatle surlara doğru yaklaştı. Ordan baktığında bir sürü ağaç, keçi yolu, kervan yolu, çoban köpeği ve sürüler görüyordu. Hepsi birbirinden eşsiz ve hayatın içindeydi.
Hançer de parmak uçlarında yükselip aynı manzaraya baktı. Ama etrafta hiçbir şey göremedi. Çünkü etraf, aşılması zor dağlarla, zararlı haydutların ilerlediği yollarla, korkutucu ağaçlarla ve zamanlarını boşa harcayan onlarca çobanla doluydu.
Üfleyerek arkasını döndü. “Ne oldu Yürek? Sıkıldın mı yoksa?” Küçük kız burnunu kırıştırıp sekiz yaşındaki kuzenine baktı. “Burası kötü! Ne yapacağım burda?” Berk, şüpheyle ona yaklaştı. “Ne o korktun mu?” Hançer kollarını birbirine bağlarken başını diğer tarafa çevirdi. “Hiç de bile! Hadi destan oku hadi!” Küs bir edayla dudaklarını büzdü. Berk küçük kızın sevdiği şeylere yönelmeyi daha uygun buldu. Gülümseyerek başını salladı.
“O halde gel anlatmaya başlayayım?” Hançer hızla yere oturup bağdaş kurdu. Ellerini çenesine yaslayarak merakla beklemeye başladı. “Beni uyuturken anlattığını anlat? Onu anlat! Onu anlat!!” Berk pes ederek önüne bağdaş kurdu. “Tamam. Ama bak sözümü kesip kendince bir şeyler eklemek yok.” Hançer hızla gözlerini kırpıştırıp başını salladı. Berk nefes alıp vererek saraydaki öğretmenin kendisine öğrettiği gibi anlatmaya başladı.
“Çok eskilerde bir aslan güreşçisi varmış. Bozkırın demircileri olan atalarımızdan gelirmiş. Burada Girayhan’da yaşarmış. O zamanlar Girayhan’ın eski adı Tanrı Dağ’mış. Burda da yaşayan çok yakışıklı bir erkekmiş aslında. Bol bol et yermiş. Derelerde yıkanır, mağaralarda kurtlarla uyurmuş. Aslan derisinden zırh yapıp giyermiş. Bir de anası varmış. “
“Yaşlıymış, ağlarmış. Elinde sopası varmış.” Berk başını sabırla eğdi. “Kendinden ekleme yapma dedim sana! Dur bekle.” Hançer sinirle gözlerini yumup başka tarafa baktı. Kollarını göğsünde bağlayıp ileri geri sallanmaya başladı. Berk de sabır isteyerek devam etti.
Ama onu altın varaklı çadırlarda yaşatırmış. O zamanlar böyle saraylar yokmuş bozkırda. Bileği pek bir yamanmış ki daha kimse o bileği bükememiş. Gücüyle her şeyi alt edermiş. Daha bileğini büken bir er dahi bulamamış.
Kara yağız bu delikanlı bir gün demiş ki, “Benim acunu gezmem gücümü ilan etmem gerek.” Çıkmış bir gün yola. Bankiz, Balamiz, Kuzey Hanlığı ve dahi Kızıl Kum Hanlığı’na bile gitmiş. Ama Kızıl Kum öyle fakir öyle sefil bir yermiş ki daha gemi varmadan geri dönmüş. Ondan sonra her önüne gelen evren gibi hayvanla çıkagelirmiş önüne. Derlermiş ki, ” Bizim için bu diyarların en zalim evreni şudur. Onunla bir güreş de gücünü tartalım, fos musun değil misin görelim.”
Yağız Tanrı Dağlı genç, baş göz üstüne demiş. Kadim bilgileri içinden tekrar etmiş. İçinde hep iyiyi de kötüyü de bilen ama günün sonunda kötüyü seçtiren o kör sesi gırtlağından boğmuş.
Bankiz halkı, kocaman başları kırk dala ayrılan bir yılan evreni çıkarmış karşısına. Demişler ki, ” Hayatta kırk çeşit insan ve dahi oyun vardır. Hadi üstesinden gelirsen senden âla pehlivan tanımayız.” Yağız Tanrı Dağlı, durmuş. Kırk çeşit dertlerin ve insanın olduğu yerde her zaman daha çok sorun olur. Savaşacağı evreni o anda ne küçümsemiş ne de gözünde yüceltmiş.
Sabırlı olmanın, alttan alıp kendine güvenmenin çözemeyeceği hiçbir şeyin olmayacağını düşünmüş. Kılıcını çekip üstüne doğru yükselerek gelen, gölgeleri altında küçücük kaldığı o kırk başlı yılan evrenine mert bir duruşla karşılık vermiş. Çekmiş kılıcını, kırk başın dik durmasını sağlayan bir ağaç gövdesini andıran göğsüne indirivermiş!
Kırk çığlık, kırk kanlı ağız yere düşüvermiş. Tanrı Dağlı, kırk başlı yılan evrenini böylelikle öldürüvermiş. Tüm ahali ona, senden ala yiğit yoktur burada deyip onu mala mülke boğuvermişler. Burada gülüp eğlenen yiğit tekrar yola düşmüş. Az gitmiş uz gitmiş derken Balamiz’e yolu değmiş. Halka demiş ki, “Getirin en büyük evreninizi!”
Halk, gitmiş henüz karnı bozkırda yeni yarılmış kırk tane yavru doğurmuş, gözleri kan çanağı gibi azgın bir çakal getirmiş. Çakal, ağzından salyalar akan, kocaman cüssesi ile bir ağaçla aynı boyda korkunç bir evrenmiş. Halk, “Hadi bakalım onu yenersen buralarda senden daha büyük bir yiğit yoktur,” demiş. Yağız pehlivan, etrafında koşturup duran dev hayvana odaklanmaya başlamış.
İğrenç kahkahaları andıran sesi, sürekli yalancı saldırılar yapan köpeksi ama dev bedeni, ağzından saçtığı ve her tarafı kirlettiği salyaları, kan gibi gözleri ile yağız delikanlıyı düşündürmüş. Hayatta, pis dilleriyle alay edip küçük düşüren, kötü gözleriyle başa musibet açan, gelimli gidimli hareketlerle insanı bulandıran, olur olmaz anlarda gülerek karşısındakini öfkelendiren insanları düşündü. Onlarla savaşabilmek için duruşundan vazgeçmemesi gerektiğini biliyordu.
Akıllı davranarak, laf söz vermeyerek, güzel haricinde konuşmayarak, kötü bakanı def ederek onların hakkından geleceğini biliyordu. Kılıcını etrafında döndürmeye başladı. Çakal, ona meylettiği an kötü gören gözünü çıkardı. Sonra başını döndüren hareketlerinin müsebbibi ayaklarını kesti. Bu sayede olduğu yere yığılan evren, hareket edemez oldu.
Yiğit delikanlı, son gücüyle evrenin kafasını kopardı. Halk, onu başları üstünde taşıdı. Ona yedirdiler, konuk ettiler, günlerce eğlendirdiler. Delikanlı burdan da kalkıp yola düştü.
Gitti, gitti en sonunda bir orman ahalisine rastladı. Onlara, “Çağırın buranın en büyük evrenini!” dedi. Onlarda dondurucu soğukta meydan okuyan bu yiğide beyaz kalın postuna bürünmüş, gözlerinin karası gece kadar koyu, pençeleri boyu kadar kocaman bir ayı getirmişler. Kuzey’in en dehşetli evreni şimdi karşısında iki ayağı üstünde ona bakıyordu.
Ayının her kükreyişi bir ağaç devirirmiş. Var gerisini sen düşün. Halk demiş, gel bu evreni yen de görelim! Yiğit, iki ayağı üstüne kalkan bu yaratığa şöyle bir bakmış. “Ne de sırtı pek gücüne güvenen ahmak bir evren!” diye düşünmüş.
Başını havaya kaldırdığı vakit hiç ışık sızmayan gözlerine bakmış. Ne de itici ve zavallıymış. Sırtını kalın küreklere saranların kaypak olacağını, gösterişin korkaklıktan geldiğini bilirmiş delikanlı. Okunu çıkarmış, iyice germiş yayını. Kalın postuna sakladığı korkak ruhunun titrediğini hissetmiş. Ok, delikanlının nefesiyle bileylenmiş. Okunu bırakan Tanrı Dağlı, evreni tam kalbinden vurmuş. O an anlamış, sen ne kadar korkarsan ne kadar saklanırsan korktuğun son seni daha hızlı buluverirmiş.
Buz halkı, onu sıcak evlerinde ağırlayıp yedirmiş içirmiş. Günlerce süren kardan tipiden koruyup kollamışlar. Sonra da kurtların çektiği kızakla onu evine uğurlamışlar. Tabanına kuvvet yürümeye başlamış. Evine vardığında anası az da olsa aldığı yaraları görmüş.
Ellerini başına göğsüne vura vura bağırmış. “Ak sütümü içirdiğim, başıma taç ettiğim oğul! Yiğitliği dillere destan kalplere yangın oğul! Sen bunca derdi evreni ne diye haklarsın! Babanın intikamını alsana a oğul? İntikamını aldıktan sonra git kendi yuvana bir Hatun bul a yağız oğlum!” diye feryat etmiş kadın.
Gencin kalbi sızlamış anasının ağıdından. Ellerini tutup öpmüş, ak sütünü verdiği göğsüne başını yaslamış. Cennet gibi kokusuyla mest olmuş. “Ah anam, canım anam, varlığım varlığına bağlı anam! Ben babamın namına yürütür bizi inciten herkesi incitirim anam! Dert çekme diye namımın gölgesine sererim evimizi anam! Sana kazandığım bunca servetle şehir yaparım anam!
Sen dersinki ssaraydan evla yuvamıza, hatun gerek. Amma bilmezsin benim gönlüm damarı kurumuş bir nehir gibidir. Senden gayrı ne sevdim ne sevildim. Korkunun verdiği sevgide saygıda ne gözüm var ne gönlüm. Vakti gelende her şey olur. Her nehir döküleceği denize varır anam. Zorlama ey anam!” demiş delikanlı. Evinde yemiş içmiş, gezmiş ama olacak olan vardı ya bir daha yola çıkmak istemiş.
Delikanlının son bir görev yeri kalmış. Ama aklına Kızıl Kum’a gitmediği gelmiş. Yok, diye düşünmüş. Oradaki o sefiller için deryalarla boğuşmayacağım, demiş. Girayhan yani yetiştiği topraklarda zaten aslanları yendiği için adı Aslan Güreşçisi diye bilinirmiş bu sebeple kendi memleketinde de bir işi kalmamış. Son hedefi olan Yakut’a doğru başlamış ilerlemeye. “
Berk, anlatmaya devam ederken Yürek’in gözlerinin kapandığını gördü. Çenesine yasladığı elleri güçlükle tutar olmuştu başını. Berk, küçük kızı koltuk altlarından tutarak kucakladı. Boynuna değen minik ağzı ve burnu adım attıkça gıdıklandırıyordu. Yürek minicik olduğu için hiç sorun yoktu. İlk katı inmişti ki Uruz hızla ona doğru geldi. “Berk Giray, izin verin onu alayım.”
Berk, Hançer’i vermek istedi ama ona sarılan sıkı kollar izin vermedi. Komutanla bakıştığında komutan gülümsemişti. Hançer bu tür insanları gülümseten tek kişiydi sarayda. Berk, utanarak kızı gösterdi. “Her zaman böyle. O ancak derince uyursa beni bırakır. Her an uyanabilir. Elimden geldiğince aşağıya inerim komutan. Teşekkür ederim. “
Uruz sağ elini göğsüne vurarak geri çekildi. “Biz teşekkür ederiz Berk Giray. Bizim her şeyimiz olan o kızı böylesine güzel sahiplendiğin için... Biz teşekkür ederiz. “ Berk daha sonra bu askerler nerde diye düşüneceğini bilemeden onu kafasıyla onaylayarak yoluna devam etti. Merdivenleri inerken güç bela odalarının olduğu birinci kata gelmişlerdi. İkinci kat devlet işleri ve misafir ağırlamaları içindi. Üçüncü kat Kağan ve karısı içindi. Dördüncü katsa surlara gereken malzemeler içindi.
Berk, Hançer’i yatağına bıraktığında ona sarılmaması bir mucizeydi. Onu bırakıp giderken karşısında yine Uruz’u gördü. “Bir şey mi oldu?” diye sordu. Komutan Uruz, “Onun sağ olduğunu gözlerimle görmem gerek Berk Giray. Ben onun muhafızıyım.” dedi. Berk ona imrenmeye başlamıştı. “Senin gibi bir muhafız, komutan olabilir miyim bende?” diyerek hayranlığını konuşturdu. Komutanın yüzünde beliren manidar gülüş saniyeler geçtikçe arttı.
“Senin kanında komutanlık var Berk Giray. Kahinlik yapmıyorum. Nasıl ki Hançer Giray’ın kanında kağanlık varsa ve bundan eminsem senin içinde aynı şeyi hissediyorum. Hiçbir şey için geç değil. Bunu bilmelisin.” Berk’in yüzü düştü. “Biliyorum, hiçbir şey için geç değil ama, amcam buna izin verir mi bilmiyorum.” Komutan haline üzüldü.
“Kötü bir babadan kurtulmak için amcana ihtiyacın var öyle değil mi?” Berk üzgün gözlerle ona baktı. “Babamın nasıl biri olduğunu biliyorum ama amcamı tanımıyorum. Bana bakışları babam gibi sert. Ben sanırım Yürek dışında kimseyi tanımıyorum bu sarayda.”
Komutan, elini kılıcına atarak başını eğdi. Berk üzülerek anlatmaya devam etti. “Beni babamdan koruyan ne annem var ne kardeşim ne halam ne amcam! Halam bu saraydan gittiğinde onun yüzünü yeni yeni aklımda tutuyordum. Söyler misin komutan, herkes fazla büyük değil mi? Biz küçüğüz diye anlamıyor muyuz?” Berk, aslında bunca yıldır yalnız kalan ailesinin feryadını dile getiriyordu. Babasız kalan üç kardeştirler. Annesi bu sarayda bir sıkıntı gibi kalıyordu çünkü eşi büyük bir vefasızdı.
Kardeşinin düzenini baltalamak isteyen yediği kaba pisleyen bir vefasızdı...
Her şeyi bilen ama karşısında eğilmeyi seçen Uruz, başını kaldırdı. İçinin yangınını ne söndürürdü ki? Ancak, uğruna mücadele edeceği bir amaç... Sıcak nefesini bıraktı. “Sizin ne yaşadığınız tüm detaylarıyla amcanın huzurunda bilinmekte. Sen kendini üzüp sıkma. O seni asla unutmadı. O seni asla yalnız bırakmadı.”
Berk başını çevirdi. “Yalan söylüyorsun. Ben neden hiç bunu bilmiyorum?” Komutan alaycı bir şekilde gülümsedi. “Çünkü sen onu hiç tanımıyorsun.” Berk utandı. Doğruydu. Tanımıyordu. Uruz, dizlerini kırıp önünde çömeldi. Sesini kısarak ona yaklaştı. “Amcanla, tanışmak ister misin? O büyük Kağan’ı tanımak ister misin?”
Berk’in kalbinde büyük bir heyecan dalgası oluştu. Başını aşağı yukarı sallarken aslında güçlü olmayı değil anlaşılmayı istiyordu. Bu sarayda biri tarafından keşfedilmek istiyordu.
Komutan önde o arkada hızla ikinci kata çıktılar. Komutan çaldığı kapıdan içeri girdiğinde Berk bayılmak üzereydi. Pencerenin önünde uzun boyu, heybetli cüssesi ve kırklı yaşlarının asaletini koyu siyah saçlarında taşıyan Kağan Börü Giray’ın huzuruna doğru yürüdü. Nefesini aldıkça içi heyecanla titriyordu. Kağan Börü, bir süre dışarıyı izlerken arkasında bağladığı ellerini sıkıp bırakıyordu.
Komutan, elini sol göğsüne vurup selam verdi. “Kağan’ım! Emriniz üzere Berk Giray geldi.” Berk buraya kendisi gelse de demek ki istemesede buraya getirilecekti. Elini komutan gibi sol göğsüne vurdu. Kendi çocuk aklını kullanarak, “Buraya büyük bir komutan olmak için geldim Kağan Börü Giray.” dedi. Sözleri Börü ’nün yüzünde gizli bir tebessüm oluşturdu. Arkasını dönüp ela gözleri zümrüt yeşili gözlere baktı.
Sesindeki kudretle Berk’i işaret etti. “ Sen, büyük atalarının ne tür badireler atlatarak bu devletini kurduğunu bilir misin? Uzun yıllar sadece savaşarak bir karış toprak için hangi fedakarlıkları yaptılar bilir misin? Bu ailede her doğan erkek, hem ailesinin hem de devletinin muhafızıdır zaten. Herkes, bedel ödeyerek bu makamlara gelir. Sen, komutan olmak için ne vereceksin?”
Berk, atalarından miras bir cevapla karşılık verdi. “Bağlılığımı!” Heyecandan titreyen sesi çatırdadı. Börü, Uraz ile göz göze geldi. Ağır ağır başını salladı. “Sen zaten bir bağlılık yemini verdin Berk. En değerlime göz kulak olman bunun kanıtı.” Berk ürkek ama cesaretli durmaya çalışan küçük bedeniyle elini sol göğsüne götürüp vurdu. Börü tahtına yürüyüp oturduğunda Berk’i dizinin dibine çağırdı.
Berk, düşünceli bir şekilde adımlar atarak yanına gitti. Börü elini uzatıp kahve tutamlarını okşadı. Berk, boynunu geri çekip sarsıldığında Börü’nün eli de havada asılı kaldı. Küçük gözleri korkudan büzülmüş bir halde Kağan'a bakıyordu. Tanımadığı, heybetiyle ürküten adam mıydı bu sevgiyi ona gösteren? Kağan sessizliği uzatmadı. Onu çekip dizine oturttu.
Havada kalan eliyle onu ürkütmeden yavaşça sevdi. Yanaklarına, saçlarına baba edasıyla dokundu. Bu Berk için tarifsiz bir duyguydu... Börü onun korkusunun farkındaydı.“ Bak evlat. Ben kötü bir baba değilim. Basiretsiz bir komutan hiç değilim. Ömrüm, sevip sevilmenin tadını alamayacağım kadar çok savaşlarda geçti.”
“Sırlarım var düşmanlarım kadar. Bak evlat. Ben kötü bir amca değilim. Her ailenin kendi kuralları olduğu için bunca sene babana karışmadım. Ama sen de ailen de hala bu çatı altında benim yavrumla yaşadınız. Hayallerini ve gücünü bize göster. Her şeyi yapabilirsin. Seni... Sevmeyen biri için uzaklaşma bizden. Öyle değil mi?”
Hafif azarlayan babacan sesi ile saygıyı, aile olmaktan bahsetmesiyle de sevgiyi tattı. Mahcup bir gülümseme sardı çehresini, güller açtı gözlerinde. Başını sallayarak ayaklarını bir ileri bir geri sallamaya başladı. Berk sevdiği kuzeni aklına gelince daha çok gülümsedi. Aile kelimesi çok güzel bir şeydi. Börü saçlarından sonra yanağını usulca sevdi.
“Evlat, aile her zaman çok sevmek demektir. Hayatta herkes en az biri tarafından çok sevilir. Bir ailesi olur ve oraya ait yaşar. Ve seven ne olursa olsun unutmaz, bırakmaz.” Börü’nün boğazı tıkandı. Acı bir his yüzünden öksürmek zorunda kaldı. Berk, anlamaya çalışarak başını salladı ve elini kaldırıp soru sordu.
“ Amca?” korkuyla gözleri büyüyüp eliyle ağzını kapadı. Börü, hüzünlü bir tebessümle elini tutup öptü. “Bana her yerde amca diyebilirsin evlat. Evlatlar babasına ünvanıyla seslenmez, ben de senin baban sayılırım.” Berk, amcasının babasına hiç benzemediğini hatta ondan da öte oluşunu bir kez daha anlamıştı. Kıymetliydi Berk, enderdi...
Böyle hiç hissetmemişti. Yerlere yatmak, koridorda atlaya zıplaya koşmak neşeyle bağırmak istiyordu. Büyük biri tarafından sevilmek, o büyük birinin kanatları altında olmak çok çok başka bir şeydi! Ne annesinin ne de kardeşlerinin sevgisi böyle bir şeydi.!
Berk, gülümseyip heyecanla devam etti. “Amca, benden ne istediğini anladım, bana güvenebilirsin bunu bil istedim.” Hançer ile konuşmaktan karşısındakine rahat olmasını söylemesi tamamen bir alışkanlıktı. Börü Giray bunun farkında olarak güldü. “Aferin evlat... Zamanım azalsa da sana çok şey öğreteceğim. Kimsenin bilmediği sırları öğreteceğim. O zaman sana olan güvenimin ne kadar büyük olduğunu da öğreneceksin. ”
Berk, onu değerli kılan sözlerle sevinmişti ki bir parçası haline gelen Yürek aklına gelince bocaladı. “Peki ya Yürek, amca? O öğrenmeyecek mi? Üzülür ama.” Börü’nün göğüs kafesi daraldı. “Hani az önce bana seni neden çağırdığımı bilmediğini söyledin ya evlat? Hah işte, sen buraya onu korumak için çağrıldın. Hayatımın, yani hayatımızın en değerlisini korumak için seni çağırdım.”
“Kıymetli birini ancak çok kıymetli biri koruyabilir...”
Berk... Bunun ne demek olduğunu anlayacağı yaşa kadar sabredecekti.
***
Kılıç Giray, aylardır ağabeyini bu pusuya düşürmek için çabalıyordu. Kara Orman Muhafızı eniştesine dik dik baktı. “Hala bu yoldan geçmedi! Senin adamların ne işe yarıyor?” Eniştesi gergince ensesini kaşıdı. “Lanet olsun hepinize. Bunu ben nerden bilebilirim? Bu lanet günde de o adam ölmezse zaten yerine sen öldürüleceksin!” omuzlarını dikleştirip yapay bir şekilde gülümsedi.
“İnan bana dostum, onun burdan geçeceğine olan inancım tam! En yakınındaki adamımız bugün Yakut Hanlığı Kralı Yakut Virart ile bir görüşme yapacağını ve bu alanda dinleneceklerini söyledi. “ Kılıç Giray, aylardır saraya gidemiyor, ne o ağabeyini ne de kendi ailesini görecek mideyi buluyordu. Hırsla kabzasını sıktı.
Uzaktan belirginleşen at sesleri, sürücülerin komutları ve yerdeki dalların çıtırtısı eniştesinin yüzünü güldürüp kendisininkini sertleştirmişti. Gün bu gündü ha? Ağabeyi, son nefesini bugün verecekti ha? Adamlarına eliyle yerlerini işaret etti. Şimdi herkes hazırdı, çekilen yayların sesi, kılıçların kınından sıyrılan tiz sesiyle ormana yayıldı.
Atlılar tam gediğe girdiği an oklar, askerlere sıkılmış, saklananlar yaya şekilde vuruşmaya girişmişti ki o da ne! Bu Börü Giray değildi! Kılıç ve Kara Orman Muhafızı panik içinde etraflarını çeviren Börü’nün kıskacından kaçmaya çabalıyordu. “Ağabeyim nasıl olur da her defasında benim planlarımdan haberdar olabiliyor!”
Börü, atının üstünde kollarını bağlayıp kardeşine acıyan bakışlarını atıyordu. Kendisinin uzgörü sahibi olduğunu bilemeyecek bir kardeşe sahip olmak ne yazıktır ki kaderiydi... Her yandan fışkıran Girayhan askerleri ile abluka altına alınan Kılıç Giray kinle haykırdı. “Bana kendi canını almam için teklif vereceksin Börü!” Kara Orman Muhafızı ile birbirlerini kollayarak oradan sıvışırlarken Muhafız Uruz, atını dehledi.
Börü elini kaldırdı sertçe. Başını sallayarak reddetti. Uruz burnundan soluyarak konuştu. “Kağan’ım, bu bir değil iki değil. Canınıza uzatılan eller kesilmeli! Öz kardeşiniz Kılıç Giray ve kız kardeşiniz Adar Hatun’un kocası bunu size yaparken sarayda rahatça oturamayız.” Börü, acımayla birlikte ormanın yoluna baktı.
Kaçaklar artık görünmüyordu. “O beni geçip tahtı elde etmek istiyor. Kız kardeşim ve kocasının bu işte onunla birlikte olduğunu gözlerimle görmek iyi oldu. “ Uruz atını ona yaklaştırdı. “Şimdi ne yapacağız peki?”
“Onları adım adım izleyeceğiz. Kötü bir aile babası olandan iyi bir Kağan çıkmaz. Bugün kardeşlerimin elinden onlara tanıdığım hakları alacağım. Ama canlarını, bağışlayacağım. Ağabey olmak, hele ki Kağan olmak affetmek için çok zor makamlar. Benden önceki atalarım, acımasızdı. Merhametleri yoktu. Bu yüzden bugün soyumuz tehlikede. Ben onların hatalarını yapmayacağım. “
***
“Sen de öylece kaçtın öyle değil mi?” Kral Freud kibirle içkisini yudumlayıp arta kalanı ayaklarının dibinde zincirlenen kölenin suratına çarptı. Kılıç Giray hızla o köleye tekme atıp bağırdı. “Ağabeyimin bana acıyacağını mı zannediyorsun sen! Beni de soyumu da oracıkta keserdi!”
Prens George, önündeki siyah kaplı kitabı usulca masaya doğru itti. Çipil çipil bakan gözleri yaşından büyük merakı ile ikiliyi süzüyordu. Babası öne doğru eğilip çenesini sıvazladı. “Soyunu bu kadar önemsediğini bilmiyordum. Ablanla menfaatin bir olmasaydı asla masaya oturmazdın. Eh, çocuklarını da önemsemediğini biliyorum. Açıkçası, gözlerim soyuna olan sevginden dolayı yaşardı.”
Kılıç, elmayı kestikleri bıçağı masaya sapladı. Hiddetle haykırdı. “Senin soyuna olan sevgini sınatma bana! Kes sesini!” George, yaşı gereği irkilip babasına yaklaştı. Freud kibirle gülümsemeye devam etti. “Tamam, pekala. Hadi bana ne yapmak istediğini söyle.” Kılıç inip kalkan göğsünden sarkan minyatür hançeri sıktı.
“Onun en değerlisini, yok etmek istiyorum!” Freud sahici bir merakla öne eğildi. İşaret parmağıyla sanki karşısında anlattığı kişi varmış gibi gösterdi. “Yani sen, Hançer’i mi öldürmek istiyorsun? Lanet olsun, senin ağabeyinle alıp veremediğin tam olarak ne? Sen sadece tahtı istiyormuşsun gibi durmuyorsun. “
Kılıç masanın köşesine yoğunlaşan gözlerini kırpmadan anlatmaya başladı. “O, benim sevdiğim kadını elimden aldı. Babam bana Yakut bir kadın gösterdi. Ne kadar dirensem de beni onunla evlendirdiler. Fakat ağabeyim, sevdiğim kadın tarafından reddedildi. Uzun süre evlenemedi. Ural Bey ona kök söktürdü. Ama, bir gün korktuğum başıma geldi. Evlendiler.”
George ve Freud dikkatle dinlerken o, devam etti. “Ben de mutlu olamaması için elimden geleni yaptım. Çocukları uzun yıllar olmadı.” Freud’un zihnindeki taşlar yerine bilgece oturdu ve haykırdı. “Ve kendi çocuklarına onun parçası olmadığı için değer vermedin. Hançer ise, gün geçtikçe ona dönüşüyor!” Kılıç sapladığı bıçağı çıkardı elinde döndürmeye başladı.
“Benim olmayan birine sevgi beslemeyi uzun süre önce bıraktım. Hatta, ona içirdiğim zehirle onu dahi bu topraklardan sildim. Ama, doğurduğu o şeytan hala yaşıyor! Bu yüzden, herkese ve her şeye inat onu öldürmek benim için en büyük zafer olacak. Börü’nün kahrından geberdiğini kendi gözlerinle göreceksin. Elbet göreceksin!”
Ama aradan yıllar geçmişti. Kurulan nice kumpaslar nice kalleşlikler bir bir önlenirken Berk Giray on yaşına Hançer ise yedi yaşına basmıştı artık. Yıllar geçtikçe gelişip değişiyorlardı. Kutlu, Uldız, Hançer ve Berk her an daha çok birbirlerine alışıyor daha çok anı biriktiriyorlardı. Börü Giray, Berk için bir atabey getirtti. Birlikte ya da ayrı, çeşitli dersler alıyorlardı. Birçok bilgenin dikkatini yine de bir kişi çekiyordu:
Hançer Giray.
Kuşlarla, aslanlarla, kurtlarla, atlarla ve daha nicesiyle sanki konuşabiliyormuş gibi karşılarında durup gözlerine bakıyordu. Bir süre göz göze zaman geçirdikten sonra ona, ne oldu denince alık alık bakar oluyordu. Bir şey bilmediğini hatırlamadığını söylüyordu. Börü, kadim sıralarından birini daha sağlamıştı işte.
Berk, bir veliaht olmasa da sanki her an savaşacak gibi küçük yaşında eğitiliyordu. Bir anı dahi yok saymaya, boşa harcamaya zamanları yoktu. Bu da Börü Giray’ın daha çok çalışması demekti. Berk’in ağzını sıkıca kapatması, tevazu sahibi olup susmasını sağlamıştı.
Kağan Börü Giray ise gün içinde kızına her ne kadar ilgi gösteremese de gece başucunda ruhu için derin dualar ediyor ardından başındaki belalarla uğraşıp duruyordu. Bugün Hançer, Kutlu ve Uldız saraydaydı. Berk ile Börü, beraber dışarı çıkmıştı. Çevresini, sınırları ve gerektiğinde kaçmayı öğrenecekti bugün. Berk onu bıraktığı için üzgün, Hançer ise onu bıraktığı için saldırgandı. “Git! Zaten ne zaman yanımdasın ki?” demiş ve sarayın içinde kaybolmuştu.
Yaşananların nedenini ve sonucunu umursamayan Hançer için bu söz ne kadar sıradan olsa da gece gündüz çalışan ve her an onunla vakit geçiren Berk için üzücüydü. Hançer, kırılan kalbini görmeyecek kadar sözlerine dikkat etmemişti. Çünkü Hançer demek paylaşmamak demekti. Sevgi de olsa buna dahildi. Börü Giray kızının açtığı hasarın farkındaydı. Ama içten içe mutlu olmadan da edemiyordu zira aralarındaki derin bağ çok kudretliydi. Eliyle at üstündeki Berk’in omzuna pat pat vurdu.
“Üzülme bu kadar. Birazdan geri döneriz. Şimdi unutmuştur gittiğini.” Berk başını iki yana salladı. “Amca, o senin gittiğini dahi unutur ama beni unutmaz. Bana karşı çok kindar.” Börü hafifçe güldü. “Demek kindar ha? Kindar insanlar kıskanç olur Berk. Senin, elde ettiğini elde etmeni istemez. Yoluna taş koyar. Onun öyle biri olmadığını gayet iyi biliyorsun.” En azından şu yaşlarında kindarlık nedir bilmiyor. Berk başını sallayarak gözlerini yola dikti. Yeşil ile siyahın birleştiği ormanların içinden çıktıklarında Berk, “Biz nereye geldik amca?” dedi.
Düz bir arazinin ardından ağaçlar arasında bir yerleşke vardı. Dumanları tüten tahtadan evler, karanlık ormanların içinde lanetlenmiş gibi sonsuza değin uzayıp gidiyordu. Üstte gri bulutlar hareketsiz duruyordu. Etraftaki ağaçların dallarına dik şekilde sarılmış yer yer top gibi olmuş bez parçaları mevcuttu.
Börü Giray’ın ciğerleri nefesle dolup boşaldı. Etrafına attığı yakıcı bakışları çevreyi olağanın dışında izleyip yorumluyordu. “Burası halanın evi. Ailesi ile burada yaşıyor. Altuğ ile.” Berk şaşkınlıkla amcasına baktı. “Altuğ mu? O neden bizimle beraber değil amca? Neden bizle kalmıyor? Başına kötü şeyler mi geliyor yoksa?” Börü kaşlarını çatarak yola baktı.
“Orası, Kara Orman ailesinin evi. Yıllar önce babam ve askerleri bu topraklar için onlarla savaştı. Bugün biz devlet, onlar ise eskiden anılan soylular olarak kaldılar. Tarih, güçlünün adını aldı onlara kara çaldı. Yıllarca ormanda Gök Tanrı’nın en sevdiği insanlar yaşardı ama son günlerde orası bir günah yuvası evlat. Büyü ve kara lanetler ile meşguller.” Berk atıldı.
“ E amca, ne duruyoruz? Gidip halamı ordan çıkaralım!” Börü başını salladı. Gözleriyle asılı duran bez parçalarını işaret etti. “ Lanet, boyun bükenden kalkmaz. Ancak baş kaldırınca lanet ortadan kalkar . Kötülüğü kendisi seçen kimse başkası tarafından kurtarılamadı. Kara büyülerle görünmeyen duvarlar yapmışlar. Orası ancak kendi kendine ya batacak ya çıkacak. ”
Berk öfkelenmişti. “Amca, kız kardeşin orda! Onu almalıyız. Hem Altuğ da orda. Onu da ordan almalıyız! Belki ellerinde değildi? Ya kaçamıyorlarsa?” Börü atının yönünü güneye çevirdi. Atını dehlerken sessizdi. Berk hızla ona yetişti. Atlarının tok adım sesleri ormanın basık havasında yankılanıyordu.
“Amca, sen böyle biri değilsin. Bilmediğim bir şeylerin olduğu kesin. Neler oluyor yalvarırım bana anlat!” nefes nefese bağırdı. Börü ordan uzaklaşana değin sustu. Bir uçurumun kenarına geldiklerindeyse ruhu kendisine dar gelmişçesine nefesleniyordu. Merak ve öfkeyle onu izleyen gence nihayet döndüğünde anlatmaya başladı.
“Halan, yani kız kardeşim... Baban ile işbirliği yapıyor.” Berk atını biraz daha hem uçuruma hem amcasına yaklaştırdı. “Ne demek bu Amca? Halam bir hain mi? Babam gibi mi?” Kendi sözleri ilk defa canını bu kadar yakmıştı. Börü’de bu sözlerin anlamıyla uçuruma daldı. Gözleri donuk ve hissizdi.
“Kocası olacak adamla birlik olup babanla, işbirliği yaptılar. Başta bunları düşünmedim çünkü o ikisi çok iyi anlaşırdı bana karşı bir ihanet darbesi yapamazlar diye düşündüm. Lakin bana kurdukları tuzaklar, sizlere karşı takındığı tavırları her şeyi açık açık gösteriyor. Sırf içeriye girmeyeyim diye ormanın etrafına görünmez duvarlar çektiler...“
Berk’in şaşkınlığı her cümleyle artıyordu. “Amca, bu yasak . Kara büyülerle insanlara karşılık vermek, cezası olan bir şey. Yoksa... Yoksa sana da lanet mi indirdiler?” Börü Giray başını salladı sadece. Berk çığlık atmak istiyordu. Amcasına lanet dokundurulduysa ne yaparlardı? Börü, bir elini dizine koyup atının üstünde dikleşti. Kısık ela gözleri, zehir zemberek bakışlar atıyordu. “Kötülüğü seçen herkes laneti avucuna almıştır. Ama hayır, henüz bana bir lanet bulduysalar da haberim yoktur.” Bir anlık yüreği soğuma da Berk’in yine de rahat kalamıyordu. Atları üstünde geldikleri bu topraklar karıştıktan sonra huzuru nasıl yerine getirecektiler?
“Neden Amca, neden!? Bunların karşılığı ne olacak? Karşılık vermek zorundayız ama bunu olduğumuz yerde kalmamız mı sağlayacak?” Atlarını bu toprakların görüp görebileceği en derin uçuruma doğru usulca sürmeye devam ettiler. Arkalarında elliden fazla askerle adeta savaşa gidiyorlardı. Uçuruma daha çok yaklaştılar.
Börü Giray, elini dizine bir kez vurdu. Onun zoruna giden tek şey kardeşlerinin kendisine karşı kötülük amacıyla birleşmesiydi. Kızını da bu yüzden uzak tutuyordu. Ve ona göz kulak olacak yerkese de bunu öğütleyecekti. Hançer, Kılıç’tan uzak durmalıydı... Kederle nefesini koyuverdi. “Evlat, ben benden öncekilerin yaptığı hatayı yapmayacağım. Kimseyi öldürmek istemiyorum. Baban komutanlık ve alplik dönemimde bile sayısız kez bana ihanet edip beni arkamdan vurmaya çalıştı. Ama ben hep affettim. Şimdide fazlası olmayacak.”
Evet, Börü Giray’ın namının büyüklüğü bu keskin çizgisinden geliyordu. Ellerinde ceset ve kan görmek atlatamadığı şeylerden biriydi. Bu yüzden yüzyıllarca ölüm diye diye gezen atalarından farklı olarak öldürmeyi bırakacaktı. Ama Berk, duyduşğu gerçeklerden sonra kendisini bir Giray olarak dahi görmüyordu ki, bu rezilliği katlayıp neresine saklasındı?
Berk, yol boyunca merhamet ile kaçmak arasındaki uçurumda dolandı durdu. Amcası ses seda vermezken tek duyulan ses onlarca atın sesiydi. Askerler, en arkada onları muhafaza ediyordu. Börü Giray, yeşilin baskın olduğu sürmeli gözlerini karşısına dikmiş kaşlarını çatmıştı. Adeta ağzını dikmiş gibiydi.
Ta ki o ana kadar. Karşıdan haykırarak gelen onca askerine şaşırarak baktı. Askerler kan ter içinde yanına vardı. Biri öne çıkıp derhal selam verdiğinde içleri kaplayan huzursuzluk meyvesini şu cümlelerle verdi. “Kağan’ım! Hançer Giray, saraydan kaçmış efendim. Onu bulan Berk Giray’ın atabeyi Yağmur Ata’nın emriyle buraya geldik. Efendim, Kılıç Giray... Canına kast etmiş.” Börü Giray ok yemiş gibi at üstünde sarsıldı.
Berk, atını dahasını duymadan dehledi. Ama asker sözlerini yine de devam ettirdi. “Yüreğine kızgın hançer saplamışlar Kağan’ım...” Saraya kan revan içinde getirilen Yürek, Yağmur Ata’nın emriyle şifahaneye alınmıştı. Eziyet gören küçük kız, göğsüne sokulan kızgın hançerle öldürülmek istenmişti. Hareketsiz çocuğa onlarca şifacı koşturuyordu.
Ama biri vardı ki öylece ayakta dikilmiş, ona bakıyordu. Büyük Bilge, başını kederle salladı. Elini gökyüzüne kaldırıp ayı işaret ettikten sonra kalbine bastırdı. Yağmur Ata, panikle hançeri çıkarmakla çıkarmamak arasında gidip geliyordu. Nasıl edip de onu hem hayatta tutacak hem de yarasını kapatacaktı? O bir çocuktu...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |