
7. BÖLÜM: İKİ FARKLI YÜREK
~ Yok olmak üzere olan çok şey gördüm ama insanlığımın yok olacağını gördüğüm an yaşadığım korkuyu tarif edemem... Bu yüzden unutmak ve affetmek en büyük kaçamak, sığınaktır...~
Yakut Hanlığı toprakları...
Işıkları ve ormanları ile huzur dolu bir diyar...
Lakin sarayı için aynı şeyler geçerli değildi. Huzur ve güven sarayı terk edeli çok olmuştu. Sakinlik arayan bir genci, kırlaşmaya başlayan saçlarıyla sarmalamak isteyen bir kadın sahiplenmişti. Korkusunu geçirmek için baş ucunda bir kitap okuyordu.
“Derler ki, bir yerde insanlar kötüyse ve bu gizlenebiliyorsa bu yapabildikleri en kötü şeydir. Kötülüğün önüne bent olup onu susturmak en büyük kötülüktür. Sessizlik ve hakkın gaspı uyutulan bir halk demektir. Uyuyan bir halksa gözü açık bir devlet demektir. Adaletsiz, çürük bir düzen demektir...
Bu düzende sağlam olan hiçbir şey yoktur. Baştan sona herkes sakattır. Her tarafı uyuşan insanlar ne kendini ne de hakkını bilir. Bu yüzden herkes bir kurtarıcı bekler. Aklını kullanamayan herkes işin kolayını arzular. Uzun yıllar uykulu uykulu sürünenler tembelliklerinin bedelini ödemekten korktukları için bir kahraman dilerler.
Kahraman ortaya çıktığında ondan mükemmel bir kurtuluş haritası beklenir ama önüne her türlü zorluğu da koyarlar. Ona biz buyuz, derler. Beni de düzelt, derler. Tüm suçu çevreye ve baştakilere atarlar. Kendileri masum ve harcananlardır. Kimse kendini düzeltmeyi yahut korumayı beceremez. Kahraman her şeyi yapmalıdır. Oysa hepsi koca bir yanlıştan ibarettir. İşte ahmaklık denen şey bu şekilde alır başını gider.
Kötülüklerin var olması demek, Gök Tanrı'yı kötü kılmaz. Yarattığı varlıklar susarak, görerek, destekleyerek ve yalnız bırakarak kötüyü oluşturuyor zaten. Kötülüğün gökten inen bir kuş ya da koç olmasına gerek yoktur. Gök Tanrı eğer iyiyi yaramamış olsaydı bu onun suçu olurdu.
İyiyi hakim kılmak için savaşanlar var! Gökler ve yer yüzüne yemin olsun ki, üstümüzdeki kara bulutlar o kahramanın geldiğini söylüyor. Lakin, göremiyorum... Tek başına değil, çok kişi gibi...” demişti bir bilge.
Yakut Berk, Tora Hatun’un okuduğu yerleri uzun uzun düşündü. Yıllar, akmayan nehir gibiydi. Zamanla içinde bulunan her canlıyı öldürmüştü... Tora Hatun, gözlerine uzun uzun baktı. Hayatındaki kötülerle mücadele edemeyecek kadar yorgun olan genç adam fikirlerine daldığı vakit ellerini çırpıp ayaklandı. Yakut Berk korkuyla ayaklandığında Tora ona kederli bir gülümseme ile baktı.
Arkasında bıraktığı bu evlat odasında her yalnız karışınca nelerle boğuşuyordu bir Gök Tanrı bilirdi ya... Elini kaldırıp kederle veda etti. Yakut Berk, Tora’nın gidişinin ardından öyle üzülmüş ve korkmaya başlamıştı ki... Bedeni titremeye başladı. Kara kara düşünmeye başlamıştı ki kapı anında açıldı ve Berk korkuyla kollarını kendisine doladı.
Ama içeriye giren, kalbinin tek heyecanı tek mutluluğuydu. İçeriye giren heyecanlı kahverengi gözlere eşlik etti. Genç kız ellerini uzatıp tuttuğunda Yakut Berk’in tek iğrenmediği dokunuşla kalbi heyecanla attı. Yakut Berk, yüzünde bir tek sevdiği kızın gördüğü gülüşle gülümsedi.
“Bana bu sefer haber etmeden geldin Zira?” Zira’nın ceylan bakışları yeni açan bir tomurcuğun güzelliğindeydi. Nazlı bakışlarla kimsenin görmediği hallerini gönül rahatlığıyla Yakut Berk’e gösterdi. Süzülerek parmaklarını birbirlerine doladı.
“Sana sürpriz yapmak istedim. Bir aydır görüşmedik.” Sesindeki üzgünlüğü saklamadı. Berk’in kaçırdığı gözleri ve acıyla yutkunması Zira’nın gözünden kaçmadı. Safi bir merakla atıldı. “Yoksa kralımız seni çok mu çalıştırıyor Berk? Baksana, yine gözlerinin altı çökmüş. Yine seni korkmuş gördüm. Sanırım savaşmak ve kan akıtmak sana göre değil.”
Yakut Berk, derhal başını salladı sözlerinin üstüne konmak istercesine. Ama derin derin terlemesi, yutkunması ve susuşu Zira’yı delirtmek üzereydi. Sevdiği gencin normal biri olmadığını biliyordu. Yüne de ona kıyamayarak başını yana yatırıp nazlandı. “ Sen bir insansın Berk... Mektupların eskisi gibi canlı değil. Bana yazarken yalnız mı kalamıyorsun anlamıyorum. Özledim yaz, bir kere de.”
Berk, ona gönderdiği son mektubun yazıldığı geceye gitti. “Seni yeniden görememek mi zor bilmiyorum ama her şey çok zor...” Aslında her şey o gün daha da korkunçlaşmaya başlamıştı. Mektuplarının okunduğunu yavaşlıktan biliyordu. Ama bir erkek gibi sevdiğini, bir erkek gibi baskın olduğunu göstermek için eski şevki ve canlılığını mektupta Zira’ya sunmaya devam ediyordu.
Çabasından utansa da okuyanları alt edebilmek için devam etmek zorundaydı. Lakin içinde bir yerde öyle bir korku vardı ki... Son mektubu yine sakince başlatmıştı. Henüz ona olan sevgisini derinleştirerek mübalağa ederek yazmamıştı ki kapı bir hiddetle açılmıştı.
İçeriye giren Yakut Hanlığı’nın iç bütçesini düzenleyen bir görevliydi. İsmi Koral’dı. Yakut Berk’in boyundan çok çok daha uzun boyu ve kalıplı bedeni vardı. Beğenilen bir yüzü vardı ama insanlara davranışları asla öyle beğenilmezdi. Berk ise ondan nefret ediyordu.
Gözlerinde gördüğü o şeytani parıltı ile üzerine doğru yürüyüşü ise hala gözünün önündeydi. Onu hızla yere itip kıyafetlerini çıkarması ve zararlı dokunuşlarla dayakla onu zorlaması ise hala iliklerinde bir yaraydı... On altı yaşını bitirmeye çok yakındı ama bu yaşadıkları yüzünden hep bebek olmayı arzulardı tam da o anlarda. Belki o zaman bu şekilde ona davranılmazdı...
Kıyafetsiz bir biçimde onu odanın içinde elinde yeni başladığı mektupla rezil ederken doğru dürüst devam edememişti işte o mektuba. Sanki o gün, tüm benliği elinden alınmıştı. Onu getirmek istedikleri yola korkarak da olsa direnen Yakut Berk elbette bundan asla Zira’ya bahsetmeyecekti.
O, onu son gününe kadar güçlü ve başarılı bir veliaht olarak görecekti. Ondan başka bir sıfatla sevdiği kızın asla karşısına çıkmazdı... Hoş, kendine de inanmıyordu ya, yaşatılan onca çirkin anlardan sonra kalbi aşık olabiliyordu... Başını iki yana salladı. Ellerindeki ellerini baş parmağı ile okşadı.
“Her şey, büyük bir insan olmam için. Sen endişelenme. “ Zira, ellerini iki yana açınca Berk onun sarılmak istediğini anladı. Ağzı yarım açıldı, bir kaşı havaya kırık yükselirken diğeri göz kapağını baskıladı. Açılan kollara baktığı vakit ağzını su yutarmış gibi kapatıp yutkundu.
Zira, ondaki bu tutumluluğu umursamadı ve onu ta kalbine almak istercesine göğsüne yasladı. Yakut Berk, eklerini omuzlarına doğru kaldırabilirdi ancak... Hareket eden midesi ona hiç yardımcı olmuyordu. Gözlerini hızla kapatıp, “O başkası değil. O Zira. O, benim sevdiğim.” Diye tekrarladığı vakit mide bulantısı ve hiç farkında olmadığı titreyişi sona ermişti.
Zira başını omzuna yaslayınca o da başını başının üzerine kederli bir gülüşle yasladı. Bedenine dokunan kolları, morlukları ve sıyrıkları adeta iyileştirmeye başlamıştı. Zira ondan ayrıldığında gitme vaktinin geldiğini söylüyordu. “Yine gelirim. Biliyorsun babam Yüzbaşı Yuloşa buraya tekmil vermeye geliyor. Yine geleceğim. Beni bekle ve çok çalışma tamam mı?” dediğinde Berk’in gözleri korkuyla büyüdü.
Arkasını hızla dönüp kollarını bedenine sardı. Olamaz! Olamaz! Ne yapacaktı? Acaba ateşini mi çıkartsaydı yine ya da midesini mi bozsaydı? Yok yok en iyisi bir daha babası ile geziye çıkmasıydı... Ama bunların hiç biri şuanda mümkün değildi ki! Lanet olsun!
Zira ne olduğunu anlamayarak elini omzuna koyduğunda onu dehşet ürküttüğünü geç de olsa anlamıştı. Yüzü kireç gibi olan Yakut Berk’in elini bu sefer tutamadı. İçinde garip bir endişe duyan Zira, “Her şey yolunda mı? Baksana aynaya, kireç gibi oldun. Yoksa babam talimlerde çok mu sert davranıyor sana?” diye fısıldadı. Berk başından aşağıya ateş atılmış gibi geriye adımlayıp adım adım yatağına ilerledi.
Zira’nın ne düşündüğünü bilemeyerek başını iki yana salladı. “ Evet, geçen sefer göğüs kafesimde kırık oluşturmuştur. Çok sık gelmeyişi beni o güne götürdü. “ Zira, eliyle ağzını kapadı. Kolay bir babası yoktu bunu çok iyi biliyordu bu sebeple nazlı kıkırdayışı odayı doldurdu. “Desene, gelecekte kayın atandan beni zor alacaksın?” Berk’in yüzü yanıyordu artık... Zira, ona aceleyle el sallayıp dışarıya çıktığı gibi Berk hemen yıkandığı yükseltiye çıktı.
Ordaki boş kovaya ağız dolusu kusmaya başladı. Gözlerinden yaşlar gelene kadar kustu. Bunun olmasına izin veremezdi. Sevdiği kızın babasından böyle bir çirkinliği bedenine iz yapamazdı. Hayatına bu şekilde, bu aşağılıkla devam edemezdi! Başını kaldırdığı vakit gözüne ipleri kestirdi.
Bugün, hayatının son günü olması için çok kötü bir gündü. Ama kurtuluşu için her şeye razıydı, ölüme bile...
***
AYNI GÜNÜN SABAHI
“Demek, o yüzden benden yakarırcasına yardım istedi. “ Sinirle ellerimi sıktığım vuracak yer arıyordum. Kurt Ata ve Yağmur Ata beni zar zor durdurdu. “Sakin kal Berk! Birazdan her şeyi anlayacağız.” Yüzümü ellerimin arasına aldığımda ona yapılan tüm o işkenceleri hayal etmek, elimi kemiğimden ayırmakla eş değerdi!
Karşımda oturan Yüzbaşı Yuloşa ‘ya sabrımın en son deminden konuşmaya başladım. “Ona neden bugüne kadar yardım eden olmamış? Yahu ben anlamıyorum, nerede bunun anası nerde babası!?” ayağımla yere vururken oturamıyordum dolaşmaya başladım. Aklımda bir fikir vardı. Bugün bunun için Yakut topraklarına girmiştim. Lakin, insanın bilmediği bildiğinden fazla çıkınca delirmesi daha kolay oluyormuş.
Yüzbaşı Yuloşa, başını reddedercesine iki yana salladı. “Kralımız çok iyidir ama kendini adadığı işinden dolayı gözü veliahtını görmez. Ya da veliahtının sözde şımarıklığından bıkmış bir haldedir.” Şaşkınlığımı en hoyrat şekilde gösterdim. “Ne işiymiş ya bu!?” Herkes bana bakarken o da sinirle güldü. “Kralımızın bir oğlu var. Ondan sonra ve önce doğan tüm çocukları kızdır. Bu sebeple düşman çevre obalarla yahut prenslikle anlaşmalar yapıp çevresini genişletmek istiyor. Özellikle deniz kenarındaki beyliklere kızlarını veriyor ki, geri dönüş kolay olmasın. Onlar da çeyiz olarak limanda hak ve gemi veriyor. Yönetimi tabikide saraya bağlı ayrıca gemi başına da yüklü paralar alıyor ve bölüşüyorlar. “
Kaşlarımı çatmaktan başım ağrıyordu. Sinirle ellerimi iki yana açıp daha çok bağırdım. “Bu lanet iş yüzünden mi kendi evladını bu piçlerin eline bırakmış! Ulan, çocuğuna yapılmayan kalmamış ama tek derdi hala kimin limanı gemisi benim olsun mu? Bu mu o çocuğun ederi!?” Yağmur Ata, içimin ürpertisini en iyi bilendi.
Beni omzumdan tutup yanına oturtunca ona izin verdim yoksa şuraya boylu boyunca devrilecektim. Yüzbaşı başını aşağı yukarı salladı. “Yakut Berk’in yaşadığı bu olayı saraydaki bazı insanlar biliyor ama asla dışarıdan birine iletmiyorlar. Kukla haline gelmiş diyebiliriz.” Kurt Ata benden önce soruyu sormuştu.
“Neden?” Yüzbaşı başını ellerinin arasına aldı. “Gizliyorlar çünkü bu duyulursa Kral bunu yapanların adlarını hızlıca bulacak ve elde ettiği dört kollu gücünü üzerlerine salacak. Sarayda otlanan bu herifler bir nevi kralı kıskaca alıyorlar. Böylece oğluna istediklerini yaparak bir güç kuruyorlar.” Duyduklarımla kendimden bile utandım.
Hayvanların hayvanlara yapmayacağı şeyleri insan insana yaparken masum ve temiz olmak ne kadar da zordu! İnsan olmak niye bu kadar zordu! İyi ki Altuğ’u Hançer’i gözetlemesi için göndermiştim yoksa bir de onu üzüp hırpalardım. Sanırım artık bir ailem olduğunu ama yarım ve çok uzakta olduğunu kabullenebiliyordum.
Az ötede elindeki kılıcını bir o yana bir bu yana çevirip sabırla bizi bekleyen Yüzbaşı’nın kızına baktım. Yüzbaşı da benim gibi kızına bakınca şiddetle başını iki yana salladı. “Göklere şükürler olsun ki onun başına asla böyle bir şey gelmedi ama...” sesini kısıp devam etti. “Ona bir şeyler olduğunu yavaş yavaş anlıyor. Onun mizacı bu, tatlı tatlı nazlı nazlı güler ama anladığı her şey onunla kalır. Sanırım Berk’in utanmadığı daha doğrusu sevdiği tek insan benim kızım...”
Gözlerimi kederle yumdum. Tek değer verdiğin kişinin acınla dertlenmesi... Hançer gözlerimin önüne gelirken gözleri bana her zamankinden daha yumuşak bakıyordu. “Kurtar beni, boğuluyorum!” diye yalvarıyordu lakin ben... Onun için son kalan ailem için onu bile gerimde bırakmayı göze almıştım.
Yağmur Ata’nın öne çıkmasıyla düşüncelerim dağıldı. “Peki Berk Giray’ın planladığı gibi, yüzünde ve bedeninde yapacağı birkaç küçük değişiklik o sarayda onun yerini almaya yetecek mi yoksa biz onu ölüme mi gönderiyoruz?” Yüzbaşı içerideki tek güvendiğimiz kişiydi. Bir aydır tüm büyüklerimi ikna edip ona ulaşmam hiç kolay olmamıştı.
Yumruğumu sözüme itaat etmeyen Muhafız Uruz’un çenesine geçirdiğimde kendimi kaybetmiş gibiydim. Hala da hayran olduğum adama vuracak kadar öfkeliydim. Bunu ben isteyerek de yapmış sayılmazdım... Hançer’e, babama, anneme, aileme tüm insanlara karşı olan öfkem ve kırgınlığım onun bana tek bir asker dahi vermeyeceğine dair kesin kararının üzerine gerçekleşmişti.
Bana olan bakışlarında her şeyi gördüm ama pes etmeyi asla görmedim. Bana, “Kazandığın bu öfke ve kararlılığı doğru kullan!” dedi ve beni daha da şaşırttı. Lakin bu bir aylık süre içinde her şeyi denemiştim. Şimdi karşılarında Berk Giray değil Yakut Berk vardı. Yüzbaşı ve kızı beni bu bir aylık sürede ona daha da benzetmişti.
Susuz kalmış dudaklarım, uykusuz mor göz altlarım vardı artık. Boynuma hareket edince yara yapan bir ip geçirmiştim ki boynum kırmızı dursun. Söylediklerine göre omzunun orada bir eğrilik vardı ki bu kılıç tutuşunu çok etkiliyordu. Bu sebeple onun ve ailesinin en önemli her hareketlerini öğrenmiştim. Sırları da dahildi ama içeriye girdiğim an çok başka şekilde yol alacaktım.
Bu yüzden Yüzbaşı ve kızı Zira ile derin bit yakınlığım vardı. Zira, Berk’in başına ne geldi bilmiyordu ve açıkçası söylemek dahi istemiyordum. Nitekim babası da öğrenmemesi tarafındaydı ki şu anda bizden uzakta bekliyordu. Başımı Atabey’ime çevirip salladım.
“Yolun sonunda ölür müyüm bilmiyorum ama öldüreceğim çok açık Atabey’im! Size dediğim gibi: Tam zamanında. Her emrimde, tam zamanında, orada o işi görün.” Ayaklandığımızda hepimiz içim yeni hayatlar başlamıştı artık. Zira babasının isteğiyle içeriye girip çıkmıştı. Şimdi sıra bizdeydi.
***
Vezir Baycu, elindeki kadehi masaya koyduğunda karşısındaki adama dik dik bakmaya devam etti. Söylediklerini anladığını var saymak istiyordu. “Yani sen bana babasının ölümünü kızının ölümüne bağladığını mı söylüyorsun? O yüzden mi senelerdir ölmedi Hançer?” Karşısındaki adam beyaz sakallarını sıvazlayarak başını salladı.
Baycu elini havada salladı. “Birini öldürmek ötekini de öldürür mü? Börü nerede bilmiyoruz ama Hançer ölürse o da geberir diyorsun?” Adam tekrardan başını sallayınca Baycu, gür bir kahkaha attı. Eliyle omzuna vurduğu bu adamı sevmişti. “Sahi,” dedi nefes aralarında. “ Sen bunu nasıl yaptın?”
Beyaz saçları ve sakalları olan adam kurnazca gülümsedi. “Bir su, bir tutam kanlı saç ve büyü...”
***
Zira içeriden çıkınca Yüzbaşı’nın göğsünü gere gere girdiği yerden, bense köle kılığında içeriye girdim. Onun yolu bilmesine rağmen tedbirli hareket ettik. İçeriden yer yer tabak çatal sesi, gülme, bağırma, kılıç, demir ve su sesi geliyordu. Hayli kalabalık ama bir o kadar da canlı bir saraydı. Yeşilin hakim olduğu duvarlar ve süslere ek simsiyah kapılar vardı.
Kapıların yanında sarı turuncu renkte çiçekler vardı. Koridor boyunca başımı kaldırabildiğimde görebildiğim şeyler bunlardı ama ara sıra gülüşen cariyeleri de görmüştüm. Rengarenk bir saraydı. Midem bulanırken ikinci kata geçtik. Yol boyunca bizlere selam veren birkaç asker dışında kimse yoktu. Nihayet aradığımız kapıya vardık.
Etrafı iyice inceledikten sonra kapıyı hızla açıp içeriye girdik. Yüzbaşı her ihtimale karşı en önde gidiyordu. Arkada kaldığım için neye durup hareket etmediğini göremedim. Merakla öne çıktığım vakit ipin ucunda bize zaferle gülümseyen Yakut Berk’i gördüm.
Ben mi ona bu kadar benzemiştim yoksa o mu zaten bana çok benziyordu bilemedim. Bize ipleri gösterdi. “Boşuna geldiniz! Ben size boyun eğmektense ölmeyi yeğlerim! “ Bakışlarım şaşkınlıkla üstünde gezindi. Bir anda, “Dur!” dedim. Dönüp bana iğrenerek baktığında şaşkınlığım ona da bulaşmıştı nihayet. Bana baktı, baktı ve baktı... Nihayet, “Berk!” dedi yıkılmış bir sesle...
Kurtarılma umudunu bile aklından alan korkusundan nefret ettim. Ellerimi havaya kaldırıp yanına adımladım. “Bak dostum, geldim! Seni kurtarmak için geldim!” bana gözlerini kırparak baktı. İnanamıyordu ama ben de inanamıyordum! Kekeleyerek birkaç sözcük söyledi. “Sen... Beni, onunla?” Başımı aşağı yukarı hızla salladım.
“Evet dostum! Zira, ben ve Yüzbaşı seni kurtarmaya geldik.” Gözleri hızla dolarken nefretle bağırdı. “Beni ona rezil ettiniz!” Hayretler içinde kalakaldım. Yakut Berk’in göz altları yumruk yemişçesine mosmordu. Onu bu hale getiren şey, korku muydu? Ne yapacağıma karar veremediğim bir anda öylece kalakaldım ama benden önce Yüzbaşı öne atıldı. “Hayır! Delikanlı, ben asla böyle bir kötülüğü yapmam! Silkelen ve kendine gel! Zamanımız daralıyor.”
Ona doğru bir adım daha attığımda boğazından hıçkırıklar döküldü. Kurtuluşa ermiş bir esir gibiydi. Titreyen elleri iplerden kurtuldu. Gözleri önünü göremeyince ellerini yüzüne koyup sıvazladı. Güçlü durmaya çabalaması derinden etkilenmeme sebep oldu.
Bir adım attı ve kan çanağına dönen gözleriyle bana uzaktan minnettar gözlerle baktı. Söylediği sözle şaşkınlığa uğramayıysa o an asla beklemiyordum. “Geri dönecek kadar erkek olduğunu biliyordum. Sevdiğin insanlar için neler yapabileceğini tahmin edebiliyordum...” Elini göğsüne bastırdığında bende ona gurur dolu bir selam verdim.
“Erkeklik konuşacaksak, sen benden de buradaki herkesten daha erkeksin dostum! Çünkü kimse kolay kolay canından vazgeçemez... Sen onurlu bir savaşçısın! Ne olursa olsun kazanmayı seçtin!” Havaya kalkan kolları titreyerek yere umutsuzca düştü. Bana sarılmak istemişti ama yapamadı. Yüzbaşıya hala tekinsiz bakışlar atsa o da bana güvenmeyi seçtiğini biliyordum.
Bu yüzden zangır zangır titrerken bana doğru geldi. Titreyen elini elime doğru uzattı. Gözleri gözlerime itimat ederek bakarken çektiğim acı yüzünden, alt dudağımı sertçe ısırdım ve onunla erkekçe tokalaştım. Gözleri Yüzbaşı’ya değdi daha sonra bana.
Başını iki yana sallayıp kolunu hızla geri çekti. “Şimdi ne olacak?” derince yutkunup konuşmaya devam etti. “Tamam, bana benziyorsun ama sesinden bilirler ya da, ya da...” ona dokunan o şerefsizleri kastettiğini anladığımda içimdeki intikam ateşini onun için bir kez daha harladım. Bambaşka savaşlara sürüklendiğimi anlamamak imkansızdı.
“Sen hiç merak etme, Berk. Ben her şeyi ayarladım. Sana sadece burdan çıkmak kalıyor dostum. Gerisini bana bırak...” Gözler insanlara çok şey anlatırmış. Yaralı bir insanın gözleri kara gün içinde inci gibi parlarmış mesela. Boğazım düğüm düğüm olurken başını minnettar bir şekilde salladı. Anlaşmış gibi dışarıya yöneliyorduk ki Yüzbaşı bir anda bizi durdurdu. “Yakut Berk, birazdan seçeceğin yoldan bir daha geri dönemeyeceksin bunu biliyorsun değil mi? O senin yerine geçecek ve seni kurtarırken kendisini yakacak. Tahta belkide bir daha yaklaşamayacaksın. Bunları kabul ediyor musun?”
Sözleriyle Berk ile birbirimize baktık. O, vazgeçmişti. Yara almış ve vazgeçmişti. Onu taht mı korkutacaktı? Öte yandan kendime baktığımda bu benim devletim yahut benim tahtım olmayacaktı. Savaşım kendime ait olmayacaktı. Üzerimde hep başka bir sıfat ve ad olacaktı. Çenemi sıkıp yumruğumu havaya kaldırdım. “Ben, elimden geleni ardıma koymayacağım. Ne zaman tahtı ver dersin, o zaman sana tahtı veririm.” Yumruk olan elimi yavaşça aşağıya indirdi. “Beni bir daha tanımayacak, sevmeyecek daha da kötüsü fark etmeyecek bir aileden miras kalacak bir toz zerresini bile istemiyorum Berk. Atacaksan at satacaksan sat. Ben, vazgeçtim...
Başımı yere eğdim. Ben de vazgeçerken böyle miydim? “Sen vazgeçmek için gelmedin bu hayata. Damarlarında akan kana ihanet ediyorsun.” Kendimi uzaktan izliyor gibiydim. Bugünün planını çok kez kurmuştum. Büyüklerimle istişare etmiştim. Bir ay evvel herkesi karşıma almış ne istediğimi anlatmıştım.
“Babamla savaşmak zorundayım ve bunu yaparken de alelade biri olamam. Bir yol buldum ve bana yardım etmeniz gerek.” Kurt Ata, merakla doğruldu. “Ne yapacaksın?” Omuzlarımı dikleştirerek öne doğru eğildim. “Yakut Hanlığı’nın veliahtı yerine geçeceğim.” Hepsindeki hayret beni güldürdü. Başımı aşağı yukarı sallayıp devam ettim.
“Atabey’im bilir ki, Yakut bana çok benziyor. Bu benzerlik isimlerimizde bile var. Onun benim yardımıma ihtiyacı var. Bende ondan yardımım karşılığında yerini alacağım. Bu sayede savaşmak için koca bir ordum olur. Ordumla hem Hançer’in canını hem de hanedanımızın geleceğini koruyacağım. “ Kurt Ata hiddetle başını salladı. “Başına evren belası gelse dahi kimse kimseye böyle bir tahtı ve imkanı vermez! Aklımızla dalga mı geçiyorsun Berk! Onun neye ihtiyacı var ki sana sorgusuz sualsiz yerini verecek?”
Onlara, Berk’in başındaki belayı bana anlattığı kadarıyla anlatmıştım. Herkes öylesine şaşırmıştı ki, nefeslerini tutup beni dinliyorlardı. Ellerimi başıma atıp sıktım. “Sizin de anladığınız kadarıyla bu karşılıklı faydaya dayanıyor. Ne kadar benzersem o kadar işimize gelir. Zor, biliyorum ama sizin desteğiniz olmazsa daha öteye geçemem.”
Yağmur Ata bana öyle bir şekilde baktı ki onunla aynı hamurdan olduğumu hissetmiş gibiydi. Başını sallayıp ayaklandı. Kurt Ata’nın omzunu sıktı. “Ona inan, dostum. Bir çıkar yolumuz varken ayaklarımızla depmeyelim. “
Ona şart koşacaktım öyle planlamıştım ama onu gördükten sonra benim ağzım buna demeye varmamıştı. Yüzbaşının zeki biri olduğuna bir kez daha kanaat getirmiştim. Gözlerine baktığımda her şeyden vazgeçen o gülümseyişi içimi yaktı. Yakut Berk tereddüt etmeden hızla başını salladı.
“Kabul ediyorum! Batsın bu saray, batsın bu veliahtlık!” dediğinde kapıdan sesler geldi. İçeriye başını sokan Zira ile göz göze geldik. Yüzbaşı rahat nefes verip yönünü Yakut Berk’e geri döndü. “Hadi, yanına birkaç parça kıyafet al ve yola çıkalım.” Zira kapıdan içeriye girmeyerek dışarıda kalmaya devam etti. O esnada da Yakut Berk hızla üzerini değiştirip başka eşyalarını yanına aldı.
Nihayet hazır olduğumuzda doğruca Yakut Berk’in üzerinden az önce çıkardığı uzun dizlerine kadar gelen kumaşı ve pantolonu giydim. Sol eline taktığı zihgiri ben de sol elimin baş parmağına taktım. Boynuma da gözlerimizle aynı renkteki zümrüt yeşili taşlı hanedan kolyesini geçirdim. Hepsi bana bakarken nihayet hazır olduğumu hissettim. Sırada onları dışarı çıkarmak vardı elbette.
Zira, kapının önündeydi hala. Berk’i gördüğü an durdu. Gözlerinde her şeyi anladığı ama olayın en derininde ne olduğunu bilmeyen bir ifade vardı. Bu yüzden kaçışındaki asıl nedeni bilmeyişindeki kararsızlık yüzünden okunuyordu. Ayak sesleri işittiğim vakit hepsini az ilerideki koridordan sola geçirdim. Sarayın gizli girişlerini Yüzbaşı’ya bırakmadan ezberlemek çok iyi bir tercihti.
Mızrakların birbirlerine sürtünmesi sebebiyle çıkan sesle ilerlediğimiz koridordan sağa döndük. Ordan bir merdivene sapıp gösterişli bir kapının yanından geçtik. Bir sürü merdivenle daha karşılaşınca en soldaki ve yolu yarıda kesilen karmaşık ve çıkmaz gibi duran merdivenlere ilerledik. Nihayet Uruz’un yüzünü taşların arasında görmemle hepsini ordan dışarıya atmam bir oldu.
Bana şaşırıp baksalar da yapacak hiçbir şeyim yoktu. Hiçbir göreve bu kadar hevesle bağlılık göstermemiştim. Yalnız Yüzbaşı, bana geri geldi. Açılan duvardan içeri dışarı çıkılabiliyordu. Dar ve uzundu ama kusursuzdu. Kapının varlığını kolay kolay anlayamamıştım bile. “Ben dış kapıdan geldim. Ordan geri çıkmam lazım.” dediğinde diğerlerini alıp oradan giden Uruz ’un arkasından kapıyı ben kapattım.
Geldiğimiz yolları geri giderken duyduğum sesle Yüzbaşı’yı tutup geri çektim. Bu adamın kim olduğunu bilmiyordum. Pek kibar bir dille konuşması, uzun boyu ve heybetli bedeni ile onunla konuşan kadınları adeta mest ediyordu. Yüzündeki gülüşle nedense sertçe yutkundum. Tekinsiz, tek bulabildiğim sözdü.
O aynı, babam gibi gülümsüyordu. En uzun boylu kadınlardan biri elini omzuna koyup güldü. “Ah Koral!” dedi. “Seni bu kadar iyi görmeyi beklemiyordum doğrusu. Hevesini yerine getiren ne oldu?” Koral denen adamın gevşek gülüşü midemi bulandırdı. “Mükemmel birini görecek olmak diyelim.” Kadınlar ona ısrar etmeye başladı. O anda Yüzbaşı ile göz göze geldim. Unutmadığım o lanet isimle tiksinti yüzüme yansıdı. Bu, o pisliği yapan adi herifti!
“Söylesene, kim bu şanslı kadın? Senin gücüne kuvvetine dayanabiliyor mu?” dediklerinde Yüzbaşı’nın bana bakan mavi gözlerinden bahsedilenin bir kadın değil Yakut Berk olduğunu nefesim kesilerek anladım. Ona bunu reva görenleri öldürmeden burdan çıkmayacaktım!
“Belki yetişebilirseniz bu gece odasına geçtiğimi görürsünüz.” Koral’ın sesini duyduğumda aslında bu gece onunla yüzleşecek kişinin ben olduğumu bilmeyişi yüzümü güldüren ilk andı. Yüzbaşı benimle odama kadar geldi. Elleriyle omuzlarımı sıktı. Yüzündeki endişeyi iliklerime kadar hissediyordum. “Dikkatli ol, Berk. Herkesin umudu sensin. Ne kadar zeki olursan o kadar çok yaşarsın. “
Hafif bir gülüşle gözlerimi açıp kapattım. Yavaşça arkasını dönüp beni sarayda tek başıma bıraktı. Bu saray üzerime yapışan utancı, kederi, üzüntüyü, yası ve aşkı yeniden yaratacaktı.
***
“Vezir... İlk defa kazandığımı hissediyorum.” dedi nefesini koyvererek. İçtiği bardağını masaya bırakıp gülümsedi. Baycu’nun yüzünde güller açıyordu. “Artık tek hedefimiz kaldı: Hançer’i öldürmek.” Kılıç baygın ama hesapçı gözlerini pencereden dışarıya çevirdi. “Ne yap ne et,” derken elini dışarıya çevirip konuşuyordu. “bana onun ölmesini sağla.”
“Hiç merak etmeyin. Onu yaşadığına pişman edeceğim.”
Kılıç Giray, gözlerini pencereden daha da ilerilere çevirdi. Yaşadığı ve yaşattığı her şey gözünün önünden geçiyordu. Kendi çocuklarını ve karısını öldürdüğü yetmiyormuş gibi bir de öldüremediği ağabeyi ve oğlunun peşindeydi. Hançer ise, alacağı intikamın en cezbedici tarafıydı.
Aşık olduğu kadının ona acımayan gözlerinin bir eşini görmek, onun yaşamasına izin vermek ona her gün azap çektiriyordu. “Ben de öyle düşünmüştüm zaten. Siz ne buyurursunuz Han’ım?” Kılıç Giray gözlerini zoraki bir şekilde Baycu’ya çevirdi. Yüzünü ne diyorsunuz, dercesine salladı. Baycu yanında el pençe duruyordu.
“Han’ım, beylikler bizimle anlaşmaya oturmak istiyor. “ Kılıç bardağına yeniden uzandı. “Neymiş anlaşmak istedikleri mesele?” Baycu, uzağa bakıp devam etti. “Biliyorsunuz ki, Börü ’den kalma birçok birlik mevcut. Biz birçok şeyi değiştirsek de bu millete ağır gelmiş ki uzlaşmak istiyorlar. Sizin de bildiğiniz gibi, onların Kurucu Oba ile aramızda olan kavgadan haberleri yok. Yani detayları bilmiyorlar.”
Kılıç Giray, bardağını tek nefeste tüketti. “Benden önce olan her şeyi unutacaksın!” derken Baycu’yu gerçekten dinlemiyordu. Ama Baycu tam tersine devam etti. “Tabikide efendim! Onların demek istediği kendi aralarında lider seçilmesiymiş. Bunca oba ve beyliği idare etmemiz kolaylaşır. Siz ne düşünüyorsunuz?”
Baycu elini sakalına attı. “Bu liderin Ural Bey olmasını istiyorlar.” Kılıç yerinden öfkeyle kalktı. ”Buna sadece onlar mı karar veriyor!” derken aklından bin türlü olasılık geçiyordu. Bir süre derince sustuklarında ilk konuşan yürek yiyen ulak olmuştu ve tüyler diken diken olmuştu.
“Size gelin veren Ural Bey’in tek istediği susmanızdır. Onun kanına karşın sizin rahatlığınız şart koşuldu. Kabul ederseniz, sizi bu işlerden uzak tutacak dilerseniz de onunla beraber karar alacaksınız. Tüm bunlar ona istediğini verip vermemenize bağlı.”
Bu sözleri elbette boşa sallamıyordu Ural. Zira, Ural Bey Bankiz ve Balamiz ile kaçıngan işbirliğinin ana damarıydı. Bugün Balamiz ve Bankiz üzerine çullanıp onu kullanmaya kalkmamışsa bu birazda müttefik olarak Ural’ın hinlikleri sayesindeydi.
Kılıç’ın aklındakiler pek bir derindi. Şimdi neden böylesine büyük bir mevkiyi ona vermesini şart koşmuştu? Burnuna kötü kokular gelse de ondan sakladıkları adına ağzını sıkı tutmanın yanı sıra ona bir müddet istediğini verecekti. Bari bu yolla topraklarındaki huzur ve asayişi tekrardan sağlardı.
Hoş, Girayhan hiç bu kadar sessiz olmamıştı ya... Başımı usulca sallarken tek bir şartı vardı. “Kurucu Oba, bu devletin Hanları tarafından yıllarca kutsallığını korudu. Ordan ne yönetme yetkisini alabilir ne de varlığına göz dikebilir. Bizim işimiz bizi bağlar ama kana kan karışırsa ordan savaş çıkartırım bilmiş olsun.”
Ulak bu duyduklarının yarısına sevinmiş yarısına sevinememişti. Kılıç’ın aldığı desteklerle palazlandığı tahtta ya başlarına bela olacaktı ya da ellerine maşa...
***
Hayatımda çok geceyi endişe ve korku içinde geçirmiştim. Amcamın geldiği vaziyette her gece acaba bir mucize olur da uyanır mı diye nöbet tutmuştum. Hiçbir şey atlatamadan ailemin ölümüyle, her gündüz geceye vardığında kimsesizliğimin yüzüme indirdiği o tokatlar içimde uyku namına hiçbir şey bırakmıyordu.
Elimde kalan tek şey hüzün ve endişeydi. Babamın her yerde beni arayıp Hançer’i öne sürmesi bana hepten öldürme ve ölme arzusu yaşatıyordu. Daha önce elime bir şişe zehir verip beni Hançer’i öldürmek için zorlamıştı. O gün amcam varken başarabilmiştim ve onu hep koruyacağıma söz vermiştim.
Bugün bu yabancı sarayda, henüz kimsenin görmediği yerli yabancı olmak, o günlerdeki gibi bir korku hissetmeme sebep oluyordu. Yakut Berk’in odasına ona zarar vermek isteyen insanlardan biri bile beni ifşa etse bu saraydan leşim çıkardı ve ben ailemi hayatta tutmak için çıktığım yolda bir sefilden başka bir şey olmayacaktım.
Ellerim, kılıçlarımı sıkıca kavrarken tüm öfkem ve korkumla onu bekliyordum. Ya da ondan gelecek herhangi birini. Gelirlerse ne mi yapacaktım? Yakut Berk olarak onlara elimden geldiğince karşı çıkacaktım. Ama bu ne kadar onları ikna ederdi bir fikrim yoktu. Zira Yakut Berk’in bir anda bu kadar değişmesi onları şaşırtıp tüm okları üstüme döndürecekti. Ama söz konusu da canım olurda öldürmekten de geri durmayacaktım.
Bir çıkar yol düşünmek zorundaydım! Susmalarını sağlayacak iki tarafın kazancına olan bir yol düşünmek zorundaydım! O esnada kapı usulca tıklatılınca ilk kılıcımı çekip içeri gireni kapıdan az uzakta beklemeye koyuldum.
Kapıdan başını uzatan kişi orta yaşlarında gözleri fıldır fıldır dönen bir kadındı. Üzerindeki mor pelerini ile gri saçlarını örtmüştü. Derin bir fısıltıyla, “Oğlum...” dedi. Kaşlarımı çatmaktan başım ağrıyordu. Hırsla ellerimi yumarken buraya gelen kişinin kötü emelli biri olup olmadığını anlamaya çabalıyordum. “Oğlum, benim dadın. Sana kitap okumaya geldim.”
Kadının ne demek istediğini anlamaya çalışırken o konuşmaya ve açıklamaya devam etti. “Bu gece herkesin işi çıktı yani. Korkma, gelebilir miyim?” Kadına karşı Yakut Berk nazik biri gibi olsada aslında bir kadından bile korkacak kadar burda aklını yitirmişti demek... Lakin ben Berk Giray’dım! Ne bir kadından ne de bir erkekten korkmak bana yasaktı!
“Gel!” dediğimde şaşırdığını gördüm. Birazdan herkesin içeriye sızmama ortalama nasıl bir tepki verdiğini görmüş olacaktım. Kapının ağzındaki kadın şaşırıp durdu sonra yüzünde gülleri anımsatan bir gülümseme ile içeri girdi. Benim başıma asla böylesine pis bir şey gelmemişti. Biri kapıma dayanıp bana ne yapar diye sapıkça şeylerden ürkmemiştim. Hayatım kandan ve plan yapmaktan ibaretti, şükürler olsun ki Girayhan sarayı bu kadar düşmemişti...
Ama Yakut Berk’in korkacağı, korktuğu, sevdiği şeyleri tam kestirememekle beraber yaşamak da ayrı bir zordu. Kadının heyecanını anlamaya çalıştığımda bana, “Şükürler olsun! Şükürler olsun gitti!” diye sarılmasını hiç beklemiyordum. Onu hızla kendimden uzaklaştırdığımda bana hala aynı sevgi ve heyecanla bakıyordu. “Sen ne yapıyorsun?” dedim kaşlarımı çatarak.
Bu sözlerim onu gülümsetti. “Yıllar önce bana, yiğit bir oğlanla tanıştığını ve onun kendisini kurtaracağına dair ümitlendiğini söylemişti. Şimdi seni karşımda görmek benim için en güzel şey!” gözlerim akmak üzere olan yaşlarına hayretle baktı. “Sen. Ne, nasıl?” gözlerimi yumup sözlerini kabul ettiğimde, “Ona çok benzememişim herhalde? Sen anladığına göre?”
Kadın başını iki yana huzurla salladı. “Ona o kadar çok benziyorsun ki ona gerçekten değer vermeyen kimse sizi ayırt edemez. Ha, biraz senin dilin sert hareketlerin de hoyrat. Anlayan olmaz ama buna ne olmuş, dedirtir. “ Elini uzanıp yanağıma koyunca gözlerindeki her yaş yere hızla damladı.
“Oğlum, senin sayende kurtuldu! Onu sen yaşattın! Dilerim sende hayatını kurtarırsın oğlum...” Başımı iki yana salladım. “Bana burda kim iyi kim kötü bir de sen anlat. Anlat ki, düşmanlarımı bileyim.” Derin bir nefes verdiğinde anlatmaya başladı. “Hanedanın harem tarafında beş adet erkek vardır. Onların başları çok tehlikelidir. Dışarıdan gelen Kıyı adamları da var tabii. Yakut Kağan’ın dostlarının büyük bir çoğunluğu. Ha bir de Koral denen o adam!”
Başını sinirle salladı. “Oğlumun canını çok yaktı o kansız!” Gözlerim yere doğru dalıp giderken bu sarayın içinde kaybolacağımı çok iyi biliyordum. Ama içine çekildiğim bu sarayın benimle alakalı çok bağı olduğunu seziyordum. Kadına döndüğüm vakit kapı hızla açıldı.
Ellerim kılıçlarıma gidince Tora Hatun’a baktım. Bana bugün kimse gelmeyecek dediğinde inanmıştım! Karşımda Koral’ı gördüğümde aynı anda yüzlerimiz buruştu. Onun gözleri Tora’nın üstünde gezindi. “Ne işin var burda? Defol git!” diye iğrenircesine bağırınca Tora bana inanç dolu gözlerle bakıp gerisin geri odadan çıktı.
Yakut Berk’i bu kadar kolay terk edemiyordu galiba. Bana, ‘Sen yaparsın! ’ diye bakan gözlerinde bunu görmüştüm. Sahiden yapabilir miydim? Yaşadığım onca zorluk ve ayrılıktan sonra ölmek benim için en güzel şeydi. Derin bir nefes alıp içime ne kadar öfkem varsa doldurdum. Yapardım elbet! İçimdeki inanca tutunurken başım dimdik karşısında durdum. “Ne istiyorsun, ne demeye beni rahatsız ediyorsun!” dememle öyle bir şaşkınlığa uğradı ki ağzını kocaman açtı. Yüzümde ondan iğrendiğimi gizlemeyen bir ifade hakimdi.
Elimle kapıyı gösterdim. “Haddini ve yerini bil seni aptal adam! Şimdi defolup git yoksa muhafızlara gelmesi için tek bir seslenişim yetecek!” Beni baştan ayağa süzdü. Başını öne eğip kaşlarını kaldırdı. Bir an sonra kaşlarını nefretle çatarak yüzümü buruşturdu. “Buradaki muhafızlar bile benim emrimdeyken sana bu cesaret nerden geldi? Canın oyun mu oynamak istiyor?” sinsice gülüp üzerini çıkarmaya başladı. “Oynarız o zaman.”
Öfkem gözlerimden taşarken ellerime asla hakim olamadım ve yere atmak üzere olduğu paçavrasını henüz havadayken kestim. Kıyafetimin kollarını geriye doğru kıvırdım. Ayak ucunda iki parça olan esbaba bakarken artık sorguluyordu. Ellerini iki yana açıp bağırmaya başladı. “Sende bir haller var. Bu sen değilsin!” Karşısındaki kişinin aynı kişi olmadığını hissetse de gözleri onu yanıltıyor olmalıydı... Sözünü bitirdiği an üzerime bir adım attı ama ben üzerine üç adım daha fazla atıp kılıcımı boynu hizasına sertçe çektiğim vakit pek de adım atası kalmadı. Bocalayan ifadesi tenimde gezindi.
Daha korkuyla bakmasına bile dayanamamıştım ki başka gözle bakınca tepkisiz kalayım. “Benim odama bir daha bu şekilde girmeye kalkarsan ortadan ikiye kesilen bez parçası değil kellen olur anladın mı beni?” Gözlerimden gözlerine nefret ve kin akıyordu. Ama o başını iki yana salladı. “Senin tenin beyazdı! Bu kara kollar ne böyle?” dediğinde kılıcın tersiyle alnına bir darbe attım. Geriye doğru adımladı. Alnından damlayan kan çenesine kadar aktı.
Öfkemi daha doğru tarafa çekmeye karar verdim. “Bana bunu yapanlar senin lanetin olmam için beni seçti. İçime kaçan şeytanın artık kuluyum! Sen ve diğerleri artık ayaklarını denk alsınlar.” Görünmeyen varlıklara karşı duyulan korku her zaman daha fazla olmuştur. Ağzını açıp tek kelam edemediğinde hızla eşyalarını alıp kapıdan çıkıp gitti. Yakut Berk bir kez bunu yapabilseydi şimdi burada olabilirdi... Bir kez korkusunu öfkesiyle değiştirseydi ülkesinin en güçlüsü olabilirdi... Gözlerimi sıkıca kapatıp içimdeki evreni susturmaya çabaladım. Kolay olsaydı yapardı. Aptalca şeyler düşünmemek için gözlerimi kapadım. Kan ve ateş kusmamak için zor duruyordum.
Derken kapı bir daha açıldı ve içeriye biri daha girdi. Kimse kapıyı çalma gereksinimi duymuyordu. Elimi hızla çekip kılıcımı havaya kaldırdım ki başka bir adamı gördüm. Ama gözlerinde benden faydalanmak isteyen o aç ifadeyi görmemle bu sefer daha acımasız oldum. Baştan ayağa süzen iğrenç bakışları diğeri gibi kapı dibinde durmakla yetinmedi. Üzerime doğru hızla geldiği vakit paçalarımda saklı duran bıçakları başının tam hizasında fırlattım. Bir anda durup bana baktığında gür bir sesle, “Defol git pis köpek!” dediğimde kafasını kapının dışına çevirdi.
İkilemi gözle görünür şekilde artınca kılıcımı havaya kaldırdım. “O lanet adama yaptıklarımın daha fazlasını sana yapabilirim! İçimdeki şeytan sizi yok etmeden defolup gidin burdan!” Şeytani gülüşü aramızda yayıldı ama endişesini saklamayı beceremedi. “Kara Ozan nihayet kendisine yaraşır bir veliaht edinmiş. Biz Hançer Giray’ı seçer diye düşünüyorduk.” Dediğinde ne demek istediğini asla anlamadım. Ama kıymetlimin adını duyduğumda kılıcımı boynuna saplamak için koştum. Ama o kadar korkaktı ki odamdan hızla çıktı. Aklımı toplamaya çabalarken bu geceden sonra sabaha ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Hançer ve Kara Ozan denen adam ne alakaydı şimdi? Bir tehditle karşı karşıya mıydı? Bunu öğrenmem gerekiyordu! Onun da başına bir şey gelirse şayet yaşamak için ne sebebim kalırdı ne de intikamım! Altuğ, amcamın yanında nöbetine devam edecekti tüm bu olaylar içerisinde. Onun canını bir canıma bırakmış gelmiştim. Ama şimdi bir diğer canımı korumam gerekiyordu. Ellerimi şakaklarıma bastırdığımda sabaha kadar bir kez bile uyuyamadım. Burda daha fazla kapalı kalmayacaktım orası kesindi!
***
Sabah ilk ışıklarla içeriye dört adet genç kız girdi. İşveli cilveli halleriyle buraya neden geldiklerini anlamadım. İçlerinden birisi bana başka bir kıyafet ve pantolon getirince beni en süslü kıyafetlere sarmak istediklerini anladım. Bir diğeri bir kaba su doldurduğunda ayaklarımı da yıkamak için bir başka tas daha getirmişti. Hepsi ayakta beni beklerken derince nefes alıp hepsini dışarı çıkardım. Beni buraya bağlayacak, rahatlatacak hiçbir şeyi istemiyordum.
Verdiklerini giyip ellerimi yıkadım. Yüzüme bolca su çarptım. En önemli süsleri üzerime aldıktan sonra kağıda bekleyen bambaşka bir kadın ile yürümeye başladım. Ona kalmadan nereye gittiğimizi anlamıştım. Bir kat aşağıya indiğimizde gözlerimin önüne gelen kanlı anılarla yutkundum. Canım ne yemek istiyordu ne de içmek. Büyük yeşil duvarların ardında kalan siyah büyük kapıdan içeriye girdim. Burası yerden yüksekliğiyle, enine ve boyuna gayet büyük bir odaydı.
Masanın en başında oturan haşmetli Yakut Kralı ile adımlarım duraksadı. Gayet ciddi ve gaddar bir duruşu vardı. Kaşları sivri, çenesi öne meyilli, kısık gözleriyle beni izliyordu. Kafamı yere eğip yanına geldim. Benden o kadar memnun değildi ki sofraya gelmem başlı başına bir hata gibiydi. Elleri masanın üstünde yumruk olurken içeriye üç kız girdi. Boyları ve yaşları itibariyle benden dört yahut beş yaş küçüktür. Bize selam verdikleri an Yakut Kralı öfkeyle konuşmaya başladı.
“ Senin her gün bu kapıdan içeriye bir sümsük gibi girmen beni deli ediyor! Ne zaman bu kapıdan içeriye bir erkek gibi gireceksin!” dediğinde tüm uykusuzluğun ecrini o anda öfkem çekti. Sağ elim yumruk olup masaya çarptığında babaları masaya vurunca korkmayan kızlar ben masaya vurunca çığlık atmıştı. Alnımdan ve şakaklarımdan terler çeneme doğru süzülürken Yakut Berk’in yaşadığı ve hayal ettiğim her şeyin siniri üzerime kapandı.
“Sen karşındaki erkeğin ne zaman farkına varacaksın, baba?” dediğimde baba sıfatını kullandığım hiç kimsenin bunu hak etmemesi ayrı bir zordu. Kaşlarımı çatarak öne eğildim. “Sen, benim ne zaman senin kızın olmadığımı, bana ne yapıp yapmayacağımı söylememeni öğreneceksin baba!” dediğimde yüzleştiğim kendi babam mıydı yoksa Yakut Kral mıydı bilemedim. Sandalyeden geriye doğru yaslandığımda kızlar bana korkuyla bakıyordu. Yakut Kral’a sertçe döndüğüm vakit bana heyecanla bakıyordu.
Ağzımın içinden bir “Lanet olsun!” dedimse de kimse üstüne olmadı. Yakut Kral, ellerini masaya yaslayıp bana inançla baktı. “Sende büyük bir değişim var, görüyorum bunu Berk!” dediğinde üzerime alındım. Son zamanlarda çok değişmiştim. Öfkem dinmiyor, kavga istiyordum. Ve bunu burda kaldığım müddetçe hep yapacak gibi de duruyordum. Sinirle bakışlarımı yemeklere çevirdim ve etten, elmadan, aştan ve ekmekten sırası yemeye başladım.
Güçten düşmemek adına bunları görmezden gelebilirdim. Karşımdaki kızların biri, ”Babam yemeden başladı “ sözü ile gözlerim ona döndü. Gözlerim gördüğüm ela gözleri ve kahverengi saçları ile Hançer’i görmüş kadar oldu. İstemsizce güldüğümde bana utanarak baktı. Ayağa kalkıp yanıma geldiğinde bana bir anda sarılması ile ne yapacağımı bilemedim. On yaşında ya vardı ya da yoktu. Yüzünü boynuma koyduğu vakit ellerim Hançer’i sarıyormuşçasına ona dolandı.
“Seni Kuzey’deyken çok özledim ağabey!” dediğinde kanım ona çok ısındı. Başına kardeşimmiş gibi bir öpücük kondurup kollarından tutup geriye çektim. Yüzüne baktıkça eski anılarımız aklıma geliyordu ve ben bunu çok özlediğimi şimdi anlıyordum. Hançer benim evim gibiydi.. Onun kahvelerine benzeyen saçlarını geriye çekip gülümseyerek onu yerine uğurladım. Ona, ben de çok özledim diyemezdim. Yakut Kral’ını umursamadan yemeğine devam ettim ve bir anda ayaklandım.
Hızlı yemiş olmalıyım ki sofraya yeni yeni gelen kızlarla göz göze geldim. Onlara arkamı dönüp baba diyeceğim kişiye baktım. “İznin olursa ben bugün avlanmaya çıkacağım. Kendi kendime dolaşacağım. Yanımda muhafız ya da avcı birliği istemiyorum.” Yakut Kral’ı bana yine aynı hayretle bakıyordu. Başını usulca sallarken başka bir şey demesine müsaade etmeden arkamı döndüm.
Kapıda yüz yüze geldiğim bir kızı o anda seçebildim. Prenses Loura! Bana bakan hayran bakışları gözümü kırpamama neden oldu. Bana doğru atılıp, “Günaydın Berk!” dediğinde elimi eline hızla doladı. Elimi elinden çektiğimde ancak. “Günaydın.” diyebildim. Gözleri üzerimde hızla gezinirken bende onu baştan ayağa süzmek durumunda kaldım. Genç bir kız olmuştu. Çok güzel mavi gözleri kıvrık kirpikleri arasında gizleniyor hissi veriyordu. Ama sanki daha çok beni yani Yakut Berk’i yıllar sonra görmesi ile bu şekilde baktığını düşünüyordum.
Başımı iki yana sallayarak ona arkamı döndüm. O anda dün odama gelen Koral ve o adamı gördüm. İkisi sabaha kadar beni konuşmuş gibi uykusuz duruyordu. Yüzüm onları gördüğüm gibi sertleşti. Adımlarım duraksamadan ikisinin arasından geçti. Tam o anda omuzlarımla omuzlarına çarparak sendelemelerine sebep oldum. Arkama dönmeyi dahi gerek görmeden koridorda ilerleyip bahçeye çıktım. Gözlerim tüm erkeklerin gözlerinde hırsla geziniyordu. Biri bana doğru geldiğinde onun bir muhafız lideri olduğunu tahmin ettim.
Yüzünde alışık olmayan bir ifade vardı. “Efendim, siz gidiyor muydunuz?” dediğinde, “Atımı getir. Yanımda kimseyi istemiyorum. Takipçi dahi istemiyorum.” diyerek elimle uzaklaşmasını istedim. Burdaki bir kişi hariç kimseye tahammülüm yoktu. Henüz aradan çok bir vakit geçmemişti ki simsiyah rahvan bir at önüme gelince ağzım ne ara sulandı hiç anlamadım. Asker bana dinlemediğim bir sürü şey söylerken nihayet elime ipleri verip geri çekildi.
İpleri bileğime dolarken atın kara gözlerine baktım. Kalbim kanat takıp uçuyor gibiydi adeta. Eyerini tutup tek zıplamada ata çıktığımda arkamdan sesler yükseldi. Atın seslerini huzurla dinlerken ipini kendime çekip ayak değiştirmesini sağladım. Kendi etrafında döndüğü vakit yüzüm saray kapısına döndü. Orada yediden yetmişe herkes vardı. En tepedeki Yakut Kral, resmen ağlamak üzereydi. Anlamak... Kızlar ve diğer herkes bana hayretle ve sevinçle bakıyordu. Yakut Berk... Şayet bir gün tahtını almak istersen sana çok büyük bir isim bırakmak istiyorum.
Atımı şahlandırıp havaya kalktığımızda nefes aldığımı hissettim. Sarayın kapısı benim için açıldığında sonrasını hiç düşünmedim. Dört nala sarsılmadan atın sırtında ilerliyordum. Hevesimi alamıyordum asla. “Hey yavrum hey!” Naralar atarak sarayın şehre inen ama kuzey yönünden de ormanlık alana dalan yoluna kadar hevesimi atamadım. Ormana daldığımda güneye inmeye başladım. Yakut Hanlığı, Bankiz, Balamiz ve Giray Hanlığı bir çiçek yaprağı gibi tam ortada en mümkün yakınlıkta bir araya gelmişti. Muhtemelen bu hızla gitsem hepsini gezebilirdim.
Girayhan’a öğleden önce vardığımda yönümü dere yatağına doğru çevirdim. Şayet yanılmıyorsam, Hançer’i orada bulabilirdim. Artık yavaş yavaş ilerlemeye başladık. At üstünde değil de yün döşekte yatıyor gibiydim. Uzanıp atımın yelesini okşadım. Kara renk hiç kalbimi bu kadar coşturmamıştı. Ona içimden geldiği gibi davranmak istiyordum. “Ne diyeyim ki senin adına? Söyle bakalım. Bence adında Kara olsun. Hatta Kara Yürek olsun. Sana baktıkça coşan yüreğimi hissedeyim ha?” kafasını iki yana silkince gülmeden edemedim.
Başımı gökyüzüne kaldırdığım vakit ıslık çalan kuşlar, daldan dala atlayan sincaplar, otların arasında oynanan fareler ve yüzüme vuran taze rüzgar ile gölgeler arasında ilerledim. Elimi boynuma atıp sıkmaya başladım. “Savaşın içinde cenneti yaşamak böyle bir şey miydi yani?” Nihayet derenin huzur veren sesini duydum. Kara Yürek’i az berideki ağaca bağladım. Onunla geçen sefer burda kavga etmiştim ve kıyafetleri ve peçeyi bir kovuğa atıp gitmiştim. Onları oradan alıp giyiniyorum ki tam o anda buraya gelen kahverengi saçları yüzüne düşmüş Hançer’i gördüm.
Hızla yüzümü kapadım. Atından indiğinde beyaz atı bağlanmayı bile gerek görmedi. Kendince olduğu yerde oylanmaya başladı. Başını kaldırdığı anda özlediğim ela gözlerini görmek yüreğimi Kara Yürek’in seyahatinden daha çok coşturdu. Ve o anda beni gördü. Bir süre gözleri gözlerime baktı. Ona benim, diyerek sarılmak aklımın ucundan geçti. Ama eğer bunu yaparsam canını koruyamazdım. Fikirler beynimde kavgaya tutuşunca o bana doğru koştu.
Ne yapabilirim diye düşünemeden kollarıma atıldı. Sıkıca sardığı kolları boynumu ona eğmemi sağladı. Uzasa da benden kısaydı. Kollarım onu sarmaya dünden hazırdı. Hızla onu belinden sardım ve kendime çektim. Sessiz ağlayışlarını dindirmek için kollarımı sonuna kadar bedenine sardım. Saçlarından burnuma dolan gökyüzü ile gözlerimi sıkıca kapattım. “Neden olmuyor!” Derin bir hıçkırıkla sorduğu soruyu yineledi. “Neden, onu değil seni düşünüyorum? Berk’i düşünüp senden uzak durmam lazım ama olmuyor!” diye daha da fazla ağlamaya başladığında sinirim geri geliyordu.
Gözlerimi açıp onu kendimden uzaklaştırdım. Kan çanağı gözleri bana canı gidiyormuş gibi bakıyordu. “Kal lütfen... Kal ki, bir anlamı olsun.” Elime uzanan elini sıkıca sardım. Dere kenarına oturduğumuzda omzuma başını koydu. Elimi bırakmayan eline gülümseyerek baktım. “Sadece gözlerimi görerek bu kadar sevmiş olamazsın ha?” Alttan bakan elaları muzipçe kısıldı. “Senin ruhunu çok uzun zamandır tanıyor gibiyim. Sadece gözlerin bağlanmamı kolaylaştırdı. “
Parmağımla burnuna vurup gözlerimi kıstım. “Ağlamak sana yakışmıyor. Av gibi görüyorum seni. Oysa avcı sen, av da bendim.” Gözlerini dereye çevirdi. Durgun sesi bana hiç iyi gelmedi. “Av benim aslında. Çok fazla düşmanım var. Acılarım var. Ben, hiçbir şey bilmiyorum. Hayatımı kim yönetiyor, neler oluyor, daha ne kadar acı çekeceğim hiç bilmiyorum!” Gözlerini aniden bana çevirdi. “O gün, bana avım dediğinde aslında senden yükselen yangını gördüm. Yanıyorsun benim gibi. Katran karası olmuş kalbin.”
Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Başımla arkamdaki atımı gösterdim. “Kara Yürek. Yaşadığım cehennemdeki kanatlarım. Çok güzel bir at.” dediğimde gözleri açıldı. “Atına, Yürek ismini mi verdin?” Gözlerimi açıp kapatarak ona cevap verdim. Yüzü çok güzel ışıldadı. “Benim adım da Yürek, biliyor musun? Annem ben doğmadan benim adımın bu olmasını istemiş. Ama babam Hançer, olsun demiş.” Gözlerim bildiklerimle sahtece genişledi.
“Eminim ki, Yürek ismini çok güzel taşıyorsundur. Zira, keskin bir yanın yok. Sadece savunmasız kalan bir yanın var senin. Dünya ak yüreklilere çok zordur Hançer.” Gözleri açılıp kapandı ardından başını omzuma yeniden koydu. “Senin adını ne zaman öğreneceğim?” diye sorduğunda içime bir ateş oturdu.
Başımı iki yana salladım. “Adımı veremem Hançer. Ama sen,” bana hayal kırıklığıyla baktı. Ama gözlerimi gülümseyerek kıstığımda umutlandı. “Sen bana Kara Yürek, de. Ben de sana Ak Yürek derim. Hakiki isimler değil bizi bir arada tutacak olan. Hislerimiz.”
Gözleri gözlerimi karış karış inceledi. Kirpikleri gözleri her hareket ettiğinde titredi. Dudaklarını yalayınca gözlerim orada durdu. Ensemden bedenime yayılan ateşle gözlerimi kıstım. Nihayet durgun bakışları yerini tebessüme bırakınca kalbim atmaya yeniden başladı. Başını aşağı yukarı salladı. “Eğer bir gün gelemezsen bana bu adla mektup yaz. Sen gelemezsen ben sana geleceğim.”
Hançer, bilmiyordu ki ben gelmezsem onun gelmesini hiç istemezdim.
***
Saraya geri döndüğümde Hançer ile geçirdiğim zamanın rahatlığı vardı üstümde. Yol üzerinden Atabey’ime uğramış, her şeyin şimdilik yolunda olduğunu, sarayın şaşkınlıkla beni serbest bıraktığını anlatmıştım. En sonunda da Hançer'in güvenliğinden duyduğum endişeyi belirtmiştim. Zaten Atabey’im de sürekli obaya gidip geliyormuş. Son günlerde etrafta gezen Girayhan askerleri beni ararken obayı da rahatsız ediyormuş.
Alemdar Bey ve oba beyi onun için alp seçmek istiyormuş. Güvende olmadığını biliyorlardı. Çevredeki tüm tehditlerden kaçmanın bir yolunu bulsalar da en zorlandıkları şey hiç şüphesiz Hançer’in ailesiydi. Yaşadığı saraydan öte bu güne kadar tek bir şey bilmiyordu. Ama gerçekler acıydı ki onun annesinin ailesi gibi bir gerçek vardı.
Tüm beyler ve Ulular bu gerçeği saklamak adına onu öldü göstermişti ki kimse ona gidip de senin şurada falanca ailen var demesindi. Ama oba içerisine ne yaparlardı bu da Atabey’im ve dostlarının düşünmesi gereken şeydi. Oradayken Yakut Berk’i görmek bana iyi gelmese de dik duruşumdan başıma bir şey gelmediğine ikna olmasına yetmişti.
Onunla ayaküstü konuşup akşama doğru saraya dönmüştüm. Yemek dahi yemeye tenezzül etmeden odama çıktığımda gözlerim etrafı seçmekten ağırmaya başlamıştı. Herkesten şüphe duymak kadar lanet bir şey varsa o da odaya girdiğim gibi hızla duvara çarpacak şekilde açılmasıydı.
Yerimden doğrulup kılıcımı önümde dik bir şekilde kaldırdığımda gelenin Tora Hatun olduğunu gördüm. Bana koşarak geldi ve boynuma sarıldı. Ağlıyordu! “Şükürler olsun, şükürler olsun yavrum!” diye ağlamasını hiç beklemiyordum. Ondan biraz uzaklaşıp kollarını tuttum. “Bana ne olduğunu açıkla Tora Hatun, anlamıyorum!” Bana ağlayan gözleri neşeden ışıldayarak baktı. Ellerini sallıyordu.
“Daha ne olsun daha ne olsun! Kral seni öylesine takdir etti ki yıllardır bu sarayda olan çoğu düzeni değiştirdi. Sana bir savaş hocası getirecek. Yıllardır Koral’ı senin devralacağın işler uğruna tutuyordu ama artık onun boşalttığı yer senin! Hanedanın tek erkeği olduğunu gösterdiğin için o beş adamı orduya aldı. Seni, seni. Senin için bir hafta sonraya hazırladığı bir tören var. Sen orada bir kılıç ve ok sınavına da alınacaksın... Kuzey’in en maharetli kılıç bilgesi buraya geliyor. Oğlum...” nefesi kesilircesine yere yığıldı.
“Oğlum...” hıçkırarak ağlaması üzerine ben de yere çöküp onu tutup sarıldım. “Ağlama haydi... Ağlama. Berk de ben de iyiyiz. Bak sen diyorsun her şey çözüldü diye?” Gerçekten her şeyin bu kadar kolay çözülmesi bir yana onun böyle ağlayışı ile kahrolmam bir yanaydı. En küçük bir gayret nice kötüyü yenmeye yetermiş de kimse bunca zamandır buna yeltenememiş... İçimde çağlayan güçle onu yüzüme bakmaya zorladım. Ah, anam da yaşasaydı bana böyle candan oğlum der miydi?
Hırsları, korkusu olmadan beni sadece sevebilir miydi? Gözlerim yaşanırken güçlükle konuştum. “Bak, bak ben iyiyim görmüyor musun?” Başını iki yana salladı. “Senin için al kanımı döksem yaptığının hakkını ödeyemem oğlum... Benim ahım başka...” Elini tutup sıktım. “De hele derdini anlat bana. Madem sen Yakut Berk’in anası oldun, ona baktın. Şimdide bana, analık etmen lazım ...” gözleri kederle yumuldu.
“Söyle evlat, gerekirse can veririz, söyle!” Derin bir nefes verdim.” Senin oğulların kızların nerde ana? Bizi canına yüreğine koyarken, sende o boşluğu kim açtı ana?” Uzunca sustu. Onun yarasını bilmediğim için bir müddet sonra başka bir soru sordum. Ki bu dün geceden beri içime köz koyan bir meseleydi. “Kara Ozan, ana. O kim? Bu sarayda adamı mı var?” Söylediğim isimle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı. “Benim...” dedi. “Benim yaramı kimse bilmez...” Başını omzuma yaslayıp ağlamasının dinmesini bekledim. Nihayet sustuğunda karşımda gayet dirayetli bir şekilde iç çekti. Ayağa kalkıp kitaplığa yöneldi.
Tora Hatun, bana son kez bakıp kitaplığa baktı. Elini kitapların sırtında usulca gezdirirken ikisinin arasındaki bir kağıtta uzunca durdu. İki kitabın arasından bir mektup bulup bana döndüğünde yere bağdaş kurup onu bekledim. Yüzünde paramparça olmuş bir gülümsemeyle bana doğru bir adım attı. İçeriyi ve gri saçlarını görmemi sağlayan tek şey gökyüzündeki aydı.
Gülümsemesi ne kadar yaşlı olsada henüz ellisinde olduğunu tahmin ediyordum. Elindeki mektubu işaret ettim. Başını iki yana salladı. “Bunu Yakut Berk’e hiç okumadım çünkü o, zayıf kalbiyle bunu kaldıramazdı.” Gözlerim mektuba kilitlendi. “Onda ne yazıyor?” dediğimde bana ne okuyacağını merak ettim. Mektuba canıymış ruhuymuş gibi uzunca baktı. Nerdeyse yok olmuş sesiyle konuştu.
“Kimseye anlatamadığım hayatım yazıyor bunun içinde. Ama, onu ben değil oğlum yazdı...” Kafam allak bullak olmuştu. Kaşlarımla zarfı gösterdim. “Senin oğlun kim ki senin hayatını yazdı?” Bu sefer gülümsemedi. Fısıltıdan daha da az sesiyle tam karşıma çökerken konuştu. “Benim hayatım, ailemin yaşamıydı...”
Zarfı özenle açıp sayfaya eğilince muhtemelen her zaman karanlıkta okumaktan ağrıyordu ki gözleri iyice kısıldı. “Sana hayatımı okuyacağım ama bu burdan dışarıya çıkmayacak.” İçime düşen kurtla,” Neden? Sana sorduğum hangi sorumun cevabı olacak bu mektup?” dedim. Ben ona Kara Ozan’ı sordum o ise oğullarını anlatmayı tercih etmişti. Bir an sonra anlayışla başımı salladım. Başını kaldırıp gözlerimi seyretti... “Hasretimin cevabını alacaksın oğlum, çünkü ben bir mektupla sonsuza değin onlara hasret kaldım.”
Bir süre durdum. Bu odaya, bu saraya ve bilinmeyen geleceğime uzaktan baktım. Kendime öylesine uzaklaşmıştım ki burda durup bu hikayeyi duymak isteyen asla Berk Giray değildi, bunu duymak isteyen yeni adım Yakut Berk’ti... Başımı aşağı yukarı sallarken, “Sen beni muhafaza edeceksin. Benden istediklerin zaten bir emirdir.” diye güvence verdim. Sözlerim gözlerine ve yüzüne adeta baharı getirmişti.
Okumaya başladığında ağzımdan hızla bir soru döküldü. “O... Kim? Yani sana mektubu yazan?” Gözleri kederle yumuldu. Derince bir nefes verdi. “O benim, Ozan’ım... Kara gözlü yağız oğlum...”
***
DÜN, YAKUT BERK’İN SARAYDAN ÇIKIŞI
Bir alp kolumdan kavradığı gibi beni ata çıkardı. İçimde peyda olan korkudan nefes almayı bile aklıma getiremiyordum. Atın yularını ellerime verdiğinde ardımızdaki kalabalıkla buraya geldiklerini görmek içimde büyük bir yara açtı. Ben, bu kadar önemli miydim sahiden? Bunca insan benim için mi bu tehlikeye baş koymuştu?
Gözlerim kalabalığın içindeki o kişiye takıldı. Zira... Bana bakışlarında merhamet ve endişe vardı. Ama bende yaşadığım hiçbir şeyi ona anlatmama isteği vardı. Bunu asla ama asla yapmayacaktım. Şayet bir gün birine yaşadığım olayları anlatırsam ertesi güne yaşamayacağımı çok iyi biliyordum. Atın yularını hızla çekiştirip arkamı döndüm.
Diğer atlılarda hareketlendiğinde saçları beyazlamaya başlayan sinsi bakışlı bir adam arkamda kalan Zira’yı işaret etti. “Ona bir veda borcun var. Ne zaman göreceğini kimse bilmiyor. “ Arkama ne bir veda ne de bir son bakış için dönmedim. Çünkü yüzüm kalmamıştı. İçimde yanan yangından sağ kalan bir ben yoktu artık.
Başımı iki yana sallayıp gözlerimle yüzünü inceledim. “Ben çok şey kaybettim. Sadece kendim için, kendimi korumak için çok şet kaybettim. En büyük kaybım bu saray yahut veliahtlık değil...” Gözlerim yaşlarını bıraktı. Omuzlarım düşerek yenilgimi ilan ettim. “Benim, en büyük kaybım Zira olacak...”
Atımın üzengisini karnına vurup nereye gideceğimi dahi bilmeden ilerlemeye başladım. Şayet arkamdan atlılar gelmemiş olsaydı saraya geri dönüp Berk Giray’a yaptığım haksızlık için kendimi öldürecektim...
Yola çıktığımda artık eskisi gibi düşünmüyordum. Ne Zira ne de Yüzbaşı Yuloşa bizimle gelmedi. Arkamda Kurt Ata, Yağmur Ata ve Muhafız Uruz denen adamlarla askerleri vardı. Hepsi bana kendi adlarını söylemese ben onlara asla sormazdım. Giray topraklarına girip at üstünde biraz saha yol aldık. Getirildiğim mağara içeriye doğru başka odalara açılıyordu. Birini bana verdiklerinde beni yakut yeşili gözlere sahip bir delikanlı karşıladı. O anda Giray ailesindeki çoğu kişide bu gözden olduğunu anladım.
Bana yatacağım yeri gösterisi vakit hiç itiraz etmedim. Sarayımdaki korku ve kaygıyı burda duymamak beni çok sevindirdi. Berk’in bana yaptığı bu iyiliği nasıl ödeyeceğimi asla bilmiyordum. O gece gözüme uyku zerre girmedi. Yanı başımda benimle aynı yerde kalan ve adının Altuğ olduğunu öğrendiğim genç adamın varlığının o anda bana battığını anladım.
Ayağa kalkmak üzereydim ki bir anda ayağa dikilmesi ile nefesimi seslice tutmam karanlığa alışan gözlerimizi birbirine kilitledi. Elini ensesine koyup küfrettiği vakit ellerini önünde iki yana açtı. “Sen uyu ben sabaha kadar nöbet tutarım. “ Ona inanmayan yanımdan ötürü tek kelime dahi etmedim.
Gözlerini sinirle kısınca üzerime bir adım attı. Geriye gitmeye meyledince sinirle kısıkça bağırdı. “Lan! Ben böyle bir şey yapmam lan! Yat beni delirtme!” Sinirle dışarıya çıkması ile olduğum yerde sessizce beklemeye başladım. Neyi beklediğimi bilmiyordum. En sonunda kalkıp dışarıya çıktım. Karşımdaki mağara odasına yöneldiğimde perdenin arkasında bir bedenin beyaz bir bezle örtüldüğünü gördüm.
Merakımı yenik düşüp odaya girdiğimde Altuğ’u baş ucunda elini tutarken gördüm. Bir süre anlamak için durmuştum ki Altuğ’un ağladığı için boğulan sesini duydum. “Uyanmayan birinin elini her gece tutmak bir cesedin elini tutmaya benziyor.” Burnunu çektiğinde ürperdim adeta. Örtünün örtmediği yüze baktığımda bir erkek olduğunu gördüm.
Bu adam kimdi? Ve uzun zamandır uyanmayan biri nasıl olurdu da hala yaşardı? İleriye doğru bir adım atıp durdum. “O, neden uyanmıyor?” dediğimde cevabını hızla verdi. “Lanet yüzünden. Ve biz ne zaman öleceğini dahi bilemiyoruz bırak iyileştirmeyi!”
Başım önüme düştü. “Umarım iyileşir. O kim ki?” dediğimde bu sefer cevabını geciktirdi. Hafifçe öksürdü. “O, Kağan Börü Giray. Hançer Girayhan’ın babası.” dediğinde kederli bir nefesle ona doğru yaklaştım.
“Ben, üzüldüm. Özür dilerim.” Başını anlamazca bana döndürdü. “Ne diyorsun?” dediğinde elimi ona doğru uzattım. “Az önce yaptığım için. Affet. “ dediğimde başını gülümseyerek iki yana salladı. Elimi kuvvetle sıktı. “Özür dileme. Git yat.” dediğinde kesin konuşmasıyla yatağıma geçip yattım.
Sabah olduğunda etrafıma alışmam daha kolay oldu. Atalar ve Altuğ özenle hazırladıkları biraz peynir ve yoğurdu yiyip ayaklanmıştı. Bense kendim için bir kuru ekmeği iştahla yedim. Daha önce böylesine lezzetli bir yiyecek yememiştim. Herkesin neyle ilgilendiğini bilmesemde ellerinde kılıç kalkan olması olayı aydınlatıyordu.
Kendi halimizde zaman geçmişti ki öğle vakitlerinde Berk Giray’ın buraya gelmesi başta büyük bir korku duymama neden oldu. Acaba başarılı olamadık mı, beni o cehenneme geri mi çağırıyorlar gibi sorularla boğulmama sebep oldu. Atından indiği vakit üzerindeki kıyafetler ve daha önce asla görmediğim o sarsılmaz duruşu ile gözlerimi huzurla kapadım.
Başta benimle değil Ataları ile konuştu. Börü Giray’ın yanına da geçip uzun süre orada kaldı. Oradan çıktığında koltuğunun altına sıkıştırdığı Altuğ’u tembihlemekten geri durmuyordu. “Bir gölge gibi. Onu izle. Yalnız başına dışarıya çıkıyor!” dediğinde Altuğ sinsice gülümsedi.
“Ben gözetlerim ama ne demişler ağabey, üzüm üzüme baka baka karar.” Gülerek birbirlerini sıkıştırırlarken gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Rüzgarın tenimdeki hissini hiç böylesine kuvvetli hissetmemiştim. Adım seslerini duyduğum vakit yanıma geldiğini anlayıp minnetle ona döndüm.
“Teşekkür ederim Berk. Her şey için.” Gözlerinde bana karşı bir şefkat vardı. Elini yavaşça omzuma koydu. “Ben teşekkür ederim, Berk. Sen bana yerini verdin. Unutma ki, herkesten intikam alacağım. Seni arkamda unutmayacağım.” Göz göze gelmek için elini omzumdan çektim. Elimi kaldırdığımda hızla elimi kavradı. Benim minnettar olmam gerekirken o minnetini ifade ediyordu. "Ne istersen bana ilet. İstediklerini yerine getirmek benim için bir emirdir.”
“Hiç gerek yok Giray. Durduğun yere sıkı sıkıya bağlan. Ordan düşme bana yetecek tek şey bu.” Elini göğsüne vurup selam durdu. Ardından hızla atına bindi. Hepimiz onu uğurlarken göğsümüz gururla kabarıyordu. O gittikten sonra her gün yeni bir şeyler yapmaya başladım.
Altuğ her ne kadar çekingen olsam da bana karşı çok sıcak kalpli davranıyordu. Ok attık, kılıç kuşanıp talim yaptık, avlandık . Gece olduğunda ölmeyen ama ölüden bir farkı olmayan Börü Giray’ın yanında sabahlara kadar ağladım. Hançer Girayhan’ın dağlar kadar heybetli babası şimdi burda öylesine yatıyordu.
Muhafız Uruz, sık sık dersler veriyor daha sonra düzenli olarak dağ eteğine gizlediği askerlerinin yanına gidiyordu. Hançer’i ve yaşadığı obayı korumak için sürekli çalışıyorlardı ama bana güvenmediklerinden midir yoksa beni işlerine alet etmemek için midir bilinmez hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı.
Aradan geçen zaman aylara varınca Berk Giray bizlere kurtlara bağladığı pusulalarla haber gönderiyordu. Kurtlar hep benim karşıma çıktığı için pusulaları göğüslerindeki kıllardan alıp Atalara veriyordum. Arada onlar gibi heybetli bir Bey geliyordu mağaraya. İlk gelişinde yüzünde karmakarışık bir ifade vardı.
Direkt Börü Giray’ın yanına geçmesi ve ağlaması bir olmuştu. Atalar onu güç hela sakinleştiriyordu. Ama heybetli beyin ağzından çıkanlar, “Ona nasıl söyleyeceğim! Baban ölmedi ama ölmekten beter diye nasıl söylerim!” demesiyle gözlerim yaşlarını akıtmaktan utanmadı.
“Gizleyerek! Duydun mu Alemdar! Gizle! Deli kanı yüzünden başına almayacağı iş yok! Gizle! Yazalım bir mektup, ona gerçekleri diyeceğini vakit sakin sakin her şeyi öğrenir!”
Alemdar Bey iç çekti. “Yok... Öyle bir yara alır ki, affetse de bizi kendini affetmeyecek! “ Yağmur Ata, sürekli izleyen, yargılayan ve tekinsiz bakışlarını açıp kapattı. “Onun, susmaktan ve ayak uydurmaktan başka şansı yok. Altuğ etrafında. Berk’in ve Altuğ’un yaşadığını öğrendiği vakit hepimizi anlayacak. Anlamazsa da elini kolunu sallayarak başımıza bela çıkarmasına göz yumacak değiliz. Ben, arkandayım Alemdar. Yufka yüreğini parçalama.”
Birileri gelince saklanmaktan artık vazgeçmiştim. Yağmur Ata, Kurt Ata ve Muhafız Uruz bana öylesine destek çıkmıştı ki ben bambaşka bir bene dönüşüyordum gün geçtikçe. Kilo almıştım, boyum uzuyordu ve en önemlisi gülebiliyordum. Alplerle tanışıp birlikte günlerimizi geçiriyorduk. Bu süreçte insanlar beni hep Berk Giray’a benzetiyordu ama birkaç günde onunla aramdaki benzerliğin azaldığını değişen vücudumdan hissediyordum. Eski benden kurtulup yeni bedenimle var olunca hiç görmediğim kadar saygı ve dostlukla karşılaştım.
Tüm bunları bir ayda yapmıştım. İçimden korkuyu sırf Berk Giray için söküp atmayı istemiştim. Onunla düzenli olmasa da konuşarak tökezlemesinin önüne geçiyordum. Bana aklının takıldığı şeyleri soruyordu bu bir hafta içinde. O kadar çok çalışmasına ve yakalanma ihtimaline rağmen Hançer ile görüşmeye gittiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım ama birbirine baka baka kararan bu çiftin çocukluk anılarını dinlediğimde gülmemek adına yanaklarımı ısırıyordum.
Muhafız Uruz, Berk’in Hançer’i kucaklayıp taşıdığı günleri, birbirlerine girip barıştıkları anıları anlattıkça içimde çiçekler açıyordu. Kurt Ata’nın anlattıklarına göre ikisi birbirine aşıktı. Aşkları çocukça başlamış ama büyüdükçe her ne kadar Hançer onun öldüğünü bilsede farklı bedende yine ona aşık olup kaldıkları yerden devam ediyorlardı...
***
Nefesimi tutarken Tora yavaşça mektubu okumaya başladı. Ve o devam ettiği her satırda bunun bir mektup değil kaybettiği ailesini bulmak için detaylandırdığı bir duyuru olduğunu kavradım.
DUYURU!
Adım Ozan.
Bize her şeyi veren bir ailem vardı. Çiftçi bir babam ve onun en büyük yardımcısı annem vardı. İki erkek kardeştik. Ben, küçük olandım. Ağabeyim Kuzey, iri yarı ama çok sevecen bir gençti. Bense onlara göre bu dünyadaki en yaramaz çocuktum. Annemin gece karası saçları, mavi gözleri ve iyi besili bir atın gözlerine kadar gelen boyu var.
Babamsa kara saçlı kara gözlü sert çehreli Kıyılılardandır. Upuzun boyu ve sol elinde boylu boyunca bir kesik izi vardı. Benim hayran olduğum o izin asla nasıl olduğunu anlatmazdı. Onun dışında babam da annem de dünyanın en iyi insanlarıydı. Ailemizi üzen tek bir şey vardı, o da öküzün tırnaklarının aralarında oluşan yaralardı. Kurtlanırdı ve işimize engel olurdu. Tek derdimiz bir öküzdü.
Öküzün yarasına merhem almak en zor işti. Kıyıya gidip oradaki yük gemilerinden kaçak getirilen tozları alıp macuncuda macuna çeviriyordum. Bu tozları insanlara satıp çok para kazanıyorlardı ama macunu yapınca yaralı hiçbir yer sızlamaz kanamazdı.
Eğer biri bu tozları alenen aldığımızı görürse öldürülürdük. Bu görevi ne kadar tehlikeli olursa olsun ben üstlenirdim. Ben ailesine hiç kıyamayan o fedakar kişiydim. Ne olursa olsun gitmemde en büyük pay Kıyı’ yı gerçekten seviyor oluşumdu. Dağlarla denizin birleştiği yerleri görmek bende de denizci olma isteğini uyandırıyordu.
Annem o gün yine macun alacağımı söyleyince tek nefeste bizden uzakta dahi olsa kıyıya varmıştım. Yeni gelen gemilerin yolcuları ve mürettebatı coşkulu seslerle aşağıya iniyordu. Islık sesleri, ter kokusu, kahkahalar öyle bir artmıştı cebime konan şeyi biri beni yumruklayarak yere serince ancak fark edebilmiştim. Boğazıma çöken iri yarı adam beni tokatlarken hırsla bağırıyordu.
“Benden kaçabileceğini mi sandın! Söyle neden aldın bunu söyle!” dediğinde neyi aldığımı bile bilmeden öylece dayak yiyordum. Bir anda bedenimi ayağa kaldırdığında korkuyla ellerimi yüzüme götürdüm. Beni ensemden tutup evimi sordu. O anda korkuyla tarif ettiğimde iki yanında bulunan adamların yüzündeki sırıtmayı hiç unutamadım...
Kime sorarsanız o limanda beni anlatırlar.
Korkuyla aklımı yitirmiştim. Beni ellerimden atın arkasına bağlayıp evime kadar atla koşturdular. Ben, o ana kadar sadece anne ve babama yapmadığım bir suçtan dolayı kızacaktır sanarken başıma çok daha beter bir olay geldi. Önce babamı sonra da ağabeyimi tutukladılar.
Gözlerimin önünde yaşananlardan sonra aklım asla eskisi gibi de olmadı. Annemi atlarının arkasına yatırırken babam adamları tek başına dövmeye başladı. Tam bitti demiştim ki göğsüne kılıç saplayıp onu orada öldürdüler... Ağabeyimi de köle pazarında satmak için benim gibi bağladılar.
Gözlerinde gördüğüm nefret bizi bu hale getirenlere değildi. Bizi bu hale getiren banaydı. Defalarca bağırmama rağmen, yeri geldi köpek gibi özür dilediğim halde kimse dönüp bana bakmadı. Bakmalıydılar, beni de babam gibi öldürüp abimin nefreti altında koymamalıydılar.
Geri dönüş yolunda yaşadığım o acılardan sonra sürünmeye başladım. Ağabeyimin direnmesi, bağırması, bir şeylere çabalaması hala dün gibi aklımda. Kıyı’ya yeniden geldiğimizde ağabeyimin sesini bir daha duyamadım. O güneş altında çalışsa da beyaz kalan teni, keder bakışlı mavileri gözlerimin önünden sonsuza kadar yok olup gitmişti...
Annemin çığlığı ortalığı inletince titremeye başladım. Hızla adamlara dönüp anneme dokunmamalarını istemeye başladım. Küfrediyor, yalvarıyor, bağırıyordum ama kimsenin umursadığı yoktu. Yakut topraklarından tüm kanımla tüm canımla nefret ediyordum.
Dedim ya, suçum yok diye ama adaletten bir haber olan bu insanlar için köle edinmek su içmek gibi bir şeydi. Annemi çığlıkları arasında gemiye götürdüklerinde gözlerim ağlamaktan yorgun düşmüştü artık. Son defa, gökteki tanrıdan yardım istediğimde bir adamın sesini duydum.
“Bırak bu çocuğu denizci, kaç para istiyorsan vereyim!” Adam, gayet de beni cebinden çaldığımı iddia ettiği malın fiyatından da yüksek bir fiyata o adama sattı. Ellerim bağlı bir şekilde adamın önünde, gözlerim annemin bulunduğu gemiye bakıyordum. Çıkardığım o kargaşadan sonra beni kimse unutmadı. Arayın beni. Sorun...
Ailemi bu hale getirmiş olmanın utancıyla elindeki kılıcına sarıldım ama benden daha deneyimli olduğu için bunu yapmama müsaade etmedi. Beni sarp yokuşlar arasından, engin derelerin içinden bir mağaraya getirdi. Ölmeyi dilerken içerideki bir kız ve bir oğlan çocuğu görmeyi beklemiyordum.
Kız bana şaşkın şaşkın bakarken oğlan ayağa kalkıp adamın yanına geldi. “Yeni cellat mı baba?” dediğini duyduğum anda adam başını aşağı yukarı salladı. Önüme geçip ellerimi çözdü. Kız bana bir su uzatırken hala ne olduğunu anlamıyordum.
Gözlerimi adamdan kaçırıp,” Ne celladı?” diye ancak konuşabildim. Oysa beni şurada boğazlasa kimsenin umrunda olmayacaktı. Adam iki çocuğuda alıp karşıma geçirdi. “Bunlar benim cellatlarım. Sorgusuz sualsiz baş keseriz. Bize iş verilir biz de yaparız.” Kızı eliyle işaret etti.
“ Bu Ptifordy. En yetenekli celladım. Ondan ders alırsın.” Diğer eliyle de oğlanı gösterdi. “Bu da İsimsiz. O da senin gibi yeni başlamış olsa da birlik olur öğrenirsiniz.” Gözlerim şaşkınlıkla açılmıştı. Beni o gün arasına alan bu insanlar, dağlarda hayat kurmayı, insan öldürmeyi ve daha nicesine öğretti.
Öldürmekten ne çekinirim ne de korkarım. İlk olarak Ptifordy denen kız mağaradan ayrıldı. Daha sonra kendi intikamımı almak için ben ayrıldım. O küçük, savunmasız hata yapan çocuk değildim artık. Yüzümde sakalım vardı. Ben bambaşka yere onlar bambaşka yere gittiler.
Her ne kadar köleleri olsam da yaptığım işler onlara olan borcumu ödemişti. Kıyıda dolaştım hep. Eğer ağabeyim, her zamanki gibi sivri davranmadıysa ve yıllarca başka yerde olduğu için onu bulamamışsam şimdi onu bulma şansına erişmiştim.
Ben ağabeyimi de annemi de hiç bulamadım. Ama bana bunu reva görenleri kıyıda inlete inlete öldürdüm. Bu kağıdı yazarken, yirmi dört yaşında bir adamım. Kıyıda yatıp kalkan, ondan bundan para kaçıran, adam öldüren, döven, hırsızlık yapan her insan benim adamım. Bana ulaşamazsanız bile onlara beni sorun. Liderleri benim. Canımı yakamıyorlar, can yakıyorum.
Adım, Kara Ozan.
Okumayı bitirdiği vakit içimden kopan parçalar göz pınarlarımı tıkadı. Sessizce uzun bir müddet orada durduk. Tek kelam etmedik. Ama bu benim için bambaşka bir savaştı. Doğru mu yapıyorum bilmiyorum ama yanlış yapmaktan daha doğru bir şey varsa o da savaşmaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |