29. Bölüm

27. BÖLÜM: SON GÜLEN İYİ GÜLER

Siyavuş
syavus

 

27. BÖLÜM: SON GÜLEN İYİ GÜLER

 

"Kazanmak için kaybetmek gerekir. "

 

Ben Kara Ozan.

O ise bana yenilmek zorunda olan bir kadın...

Benimle savaşıp zafer elde ettiğini sananların çoğunun kül olduğunu gördüm. Kül olmayanlar da demirden sandıkları sığınaklarının ardından yakacağım ateşin harında yok olacakları günü bekliyordu. O güne değin yakılıp yıkıldığımı sanabilirler ama yanık izlerim ve enkazım her zaman peşlerinden gelir.

Sabahtandır içimde büyük bir huzursuzluk baş göstermişti. Önümdeki ok ve yaya defalarca bakıp duruyordum. Oku alan elim yayı kıskanacak yayı alsam ok elime öfkeyle saldıracak gibiydi. Bir elimde tuttuğum yayım diğer elimde okum vardı ve onu hızlıca döndürüyordum. Dışarıdaki çamurlara basan ayak seslerine kulak kesildim. Oku çadırdan içeriye giren adamımla durdurdum ve avucumun içine aldım. Başımı kaldırıp onunla göz göze geldiğimde gözlerini kapatarak önümde diz çöktü.

“Efendim! Size önemli bir haberim var.” Huzursuzluğumun sebebini duymaya yaklaşmak sinirlerimi arttırıyordu. Alt dudağımın derisini bir anda çekiştirince kanımın tadı dilime yayıldı. İlk kanı akıtmak her zamanki gibi bana düşmüştü... Kapalı gözleriyle sessizliğimi bir onay bildi ve anlatmaya başladı. “Aralarına sızdırdığımız Daşbaş’ın oğlu açığa çıktı. Diğerlerini de pusuya çekip öldürmüş efendim. Bu sefer, olmadı.”

Çenemdeki kanı silerken dudağım istemsizce titredi ama gülmedim. Yüzümün herhangi bir yeri bir anda titrerdi , buna alışmıştım artık. Elimdeki oku masaya koyduğumda adamım korkuyla sıçradı ve arkasına dahi bakmadan çıkıp gitti. Arkasından bakakalsam da umursamadım. Hepsi ödleğin önde gideniydi.

Demek, Hançer Giray artık bizi biliyordu. Bilmesi kadar iyi bir şey yoktu. Benim de bilinmeye, nefret edilip peşinden koşulan bir düşman olmaya ihtiyacım vardı. Ayağa kalkıp okumla yayımı alıp çadırdan dışarıya çıktım. Batı dağlarının etekleri... Muhteşem gri bulutları ve yeşil ormanıyla bana yok edildiğim Kıyı’yı hatırlatıyor ve acıma acı katıyordu. Önce Kıyı’nın nefreti ve ölümü üzerime yağmıştı daha sonra da Yakut Berk’in ateşi...

O gün o orman yangınından devasa yanıklarla kurtulabildim. Tek yapabildiğim koşmaktı. Kendimi denize bir uçurumdan attığımda yaşamak için daha büyük sebeplerim oluverdi. Bana bunu yaşatanları da sağ bırakmamak..

Bu lanet diyarların sorunu neydi biliyor musunuz? Tabiki de hayır! İnsanlar, ailesi için her şeyi yapar ama en üsttekiler bunun menfaatleri dahilinde iyi yahut kötü olduğunu yorumlardı. İyiyle kötüyü ayıran belli bir çizgi hiçbir zaman olmadı ve olmayacakta... Bana doğru gelen öncü birliği işaret edip durdurdum. Başımla ormanı işaret edip arkamı döndüm.

O yangından sonra Batı dağlarını terk etmedim elbette. Sadece daha yeşil bir alana geçtim. Her iki cehennemi de elimde tutmak için buna mecburdum. Başıma indirdiğim başlıkla ormanda dolaşmaya başladım. Dağların eteklerinde kurulan köylerden de öteye gittim. Gide gide Yakut’un sarayına geldim.

Altı ağaçlarla kaplı doğuya doğru uzanan derin vadisi olan o düz tepenin üstünde huzurdan yoksun bir şekilde saraya bakıyordum. Ta ki bir dala basma sesiyle arkamı dönüp kılıcımı kaldırana kadar. Bir kadın gülme sesi geliyordu. Benden uzaktaydı, çalılara sinerek sesin geldiği yere doğru sürümdüm.

Bir kadın dizleri üstüne çökmüştü. Gece kadar siyah saçları belini dövüyordu. Kapalı gözleri arasından akan yaşlara inat gülüyordu. Gülmekle aram, ailem yok olduğu günden beri yoktu ama onun gülüşü... Yer ayaklarımın altından kayıp da beni soluma doğru sendeletince güç bela düzeldim. Kuşağıyla belirgin bir karnı vardı, iri değildi. Çenesi kısaydı, yanakları yusyuvarlaktı.

Kaşlarımı çatıp çalılara baktım. Hislerim uyuşmuş gibiydi. Bir kadın haricinde hiçbir kadına acımam kalmamıştı. Ve o kadın, tüm merhametimi alıp gitmişti. Kayıptı. Annem... Elim kılıcıma gitti ve bir anda ona doğru yürüdüm. Geri giden adımlarım ve kırpamadığım gözlerim ile ona daha çok yaklaştım. Başını öne eğdiği vakit gece karası saçları çağlayan gibi omuzlarından önüne aktı. Adım seslerim sustuğunda başını kaldırdı ve geceyle gündüzün diyardaki yansımasıyla göz göze geldim. Sapsarı gözleri, simsiyah kirpikleriyle örtülmüş, çoğu kadına nazaran beyaz teniyle yüzümü başka yöne çevirdim.

Kadın ayağa kalkıp kılıcımı alıp boğazına yasladı. O anda gözlerine yeniden bakma gafleti gösterdim. Kan çanağına dönmüştü. Tükenmişti. Bendi. Yuvarlak yanaklarından dökülen yaşlarla kanadığını unuttuğum dudağımı ısırdım. Bana bakmıyordu. Ölümüne bakıyordu ve bir an önce olsun istiyordu.

Meğer içimde demirden sandığım tüm hislerim beni kandırmıştı. İlk defa öldürmekten vazgeçtim. İlk defa nedensizce yaşatmak istedim. Elinin tekini elimin üstüne koyması boğazımı kuruttu. Nefesim kesildi. O anda sesini duymayı hiç beklemiyordum. “Ne olursun, kurtar beni yaşamaktan...” Elime baskı yapan elini elimden kurtardım ve kılıcımı bir delilik yapmasından korkarak, ilk defa korkarak, geri çektim.

Yüzünde yenilginin gülüşü belirdi. Ellerini göğsünde üst üste koydu. “Neden? Bana iyilik yapamaz mısın?” Kara Ozan’ın bir kalbi yoktu. Ailesiz kalan Ozan’ın adı Kara’ydı artık. Dahası yoktu. Sesindeki ışığı yutan bir sesle, “Benim kitabımda masum birine kıymak yazmaz.” diyerek geri çekildim. Yüzünde beni baştan aşağı süzen bir ifade vardı. Alaycı.

“Benim kitabımda da yaşayamıyorsan öl yazar. “ Öyle bir sabrımı sınıyordu ki! Geri çekildiğim adımlarla üzerine yürüdüm. Artık eskisi gibi şaşkın ve garip değildim. “Hangi kitapmış bu? Sen,” bu haliyle bile gayet güzel bir saray hatunu olabilirdi ama o kalkıp yaşayamadığını söylüyordu(!) Ben de onu bana baktığı gibi inceledim. “Sen beni tanısaydın kendinden hiç bahsetmezdin. “

Yüzünü yüzüme doğru çevirdi. Bir kaşı havaya kalktı. Dişlerini sıka sıka konuştu. “Nihade’nin kitabında yazıyor, Kara! Seni tanımayacağımı mı sandın? Ben ruhbazım, ruhu görürüm. Sendeki celladın kokusunu almasam karşında durmaz ancak kaçardım.” Yakasından tutup kavradım. “O halde, ne demeye benimle inatlaşıyorsun? Öldür kendini!” Ama o gözlerindeki inat silinip gitti. Acı geldi ve yuvarlak yanaklarına döküldü. “Sen yap... “ Yakasındaki bir elimi istemsizce geri çektim. Sanki daha öncesinde adam öldürmemişim gibi ürküntü hissettim. “Neden?” Kafam öyle karışmıştı ki aslında öldürüp arkama bile bakmazdım ama , şimdi... Tam o anda yakasında olan elimi umursamadan bana sarıldı.

İçimde şimşekler çakarken o kadınsı bedeni dümdüz bedenimde yer buldu. Başımı geri çekip sarılan varlığını izledim. Ellerini göğsüme yaslamıştı. İtsem, tutunamazdı bile... Bir anda geri çekildi. Göz yaşlarını sildi. Arkasını dönüp hızla uzaklaşmaya başladı. Yokuş aşağı koşarak inmeye başladığında kal gelme halinden sıyrılıp koşmaya başladım.

“Dur! Kaçma!” Benden bir şey de kaçıramazdı. O halde gerçekten benden gidiyordu. “Dur!” diye bağırıp bir kayanın üstünden atlamıştım ki bir anda durdum. Bu, ben değildim ki? Avına koşan değildim, elde etmek için çırpınmazdım. O, öylece koşuyordu. Arkasına bile bakmadan.

Ben duruyordum, daha da yaklaşmadan.

Ne olmuştu bana böyle? Ya da ona ne olmuştu? Ölecek miydi? İçime düşen sıkıntı yeniden baş gösterince sinirle gözlerimi kapadım. Benim umurumda olması gereken daha farklı şeyler vardı!

Bir kadın değil!

1 HAFTALIK YAS

Ediz

Atının üstünde arkasında yaşanacak kargaşadan kaçarcasına gidiyordu. Hem emir büyük yerdeydi hem de korkuyordu. Bir kavganın daha ortasında kalırsa iyileşemeyecekti... Atını Balamiz sarayına doğru sürdü. Sarayın en kör noktasında kalan sura yaklaştığında atının yularını boynuna doladı. Kara gözlerine bakıp buçukta gülümsedi. “Her ne kötü olay yaşandıysa bana anlatma olur mu?” Atının kalçasına vurdu. Atı gerisin geri yolu tepmeye başladı.

Başını surlara doğru çevirdi. Belindeki halatın demirini sağlamlaştırdı, havada onu sallayıp surun en kısa yerine attı. Ama son anda bir şey fark etti. Kaçak bir şekilde girerse İynem ’in yanında duramazdı. Halatı o şekilde bırakıp gerisin geri kapıya doğru yürümeye başladı. Tepede gözlülük yapan şahin bakışlı birkaç nöbetçi onu pür dikkat izliyordu. Üstü başı kan revan toz topraktı.

Sanki bir yerden kaçmış gibiydi. Büyük sarı dış kapının görünce aksamaya başladı. Muhafızlar hazırda beklerken Ediz Alp yavaş yavaş yürümeye devam etti. Muhafız atış hizasına girdiği vakit ilk oku fırlattı. “Sende kimsin?” Ediz atılan okla duraksadı. “Ben, burdanım!” dediyse de muhafızlar inanmadı. “Kimlerdensin o halde?”

Ediz elini kalbine bastırdı ve öksürdü. “Ben, İynem Hatun’un esir kocasıyım!” Muhafızlar şaşkınlıkla birbirlerine baktı. Kendi aralarında konuşmaya başladılar. “Doğru olabilir mi?”

“Olabilir... Ne de olsa tüm saraya kocasını beklediğini haykıran kendisi.”

“Doğru diyorsun, dilinden düşmüyor.”

“İzin verelim de geçsin.”

“Tamam.” Baş kapıcı eliyle gel işareti yaptı ve Ediz için bu gün çok güzel geçmeye başladı. Adamların yanına geldiği vakit üstü başı arandı. Muhafızlardan biri, “Neredeydin de bu hale geldin?” deyince Ediz buruk bir şekilde yüzünü yere eğdi. “Ben, esirdim. Kaçtığımda General Grey’e yardıma koştum. Lakin, vardığımda daha fazla direnemedik... Kaybettik.” Herkes korku ve endişe ile birbirine baktı. Bir muhafız hızla içeri girerken Ediz artık bir dostmuşçasına karşılanmaya başlanmıştı.

“Çok mu kanlı bir savaştı?”

“Evet...”

“Lanet olası Hançer Giray! Ölümüne adım adım yürüyor!”

“Sonu yakındır.”

“İynem’e haber gitmiştir. Şimdi gelir.” İşte o anda eli ayağı buza kesti. Ve nitekim de koridorda rüzgar gibi eserek ona doğru koşan İynem’i gördü. İçerideki askerler bir o yana bir bu yana koşuşturduğu için İynem sürekli zikzak çiziyordu. Ediz kollarını iki yana açtı. Aşkını başka nasıl ilan edebilirdi ki?

İynem de hafif bükük kollarını açıp üzerine adeta atladı. Dışarıdan bakıldığında gayet güzel oynuyorlardı ama ikisi de gerçek hislerle burdaydı. İynem başını boynuna koyunca Ediz’in gözlerinden yaşlar birer birer narin omuzlarına döküldü. Uzanıp hasretini çektiği saçlarına art arda öpücükler bıraktı. İynem geri çekilince yüzüne gözüne endişe ile bakıyordu. Ediz gözlerini yumup açtı.

Hafifçe birbirlerinden uzaklaştıklarında baş muhafız onları içeriye davet etti. İynem onu doğruca odasına götürdü ama hızla odadan çıktı. Ediz utangaç bir edayla odada kalakaldı. İynem geri döndüğünde elinde bir sürü esbap vardı ve bir de su. Kıyafetleri yattığı yere koydu. Yerde duran geniş bir çanağı alıp içine biraz su akıttı. Bunları yaparken yüz yüze asla bakamıyorlardı. Daha sonra elleriyle bir kil yonttu ve onu köpürttü.

Ve o an gözlerini gözlerine çevirdiğinde ikiside yutkundu. Ellerini önlüğüne silip tam karşısına geçti. Nereye koyacağını bilmediği elleriyle önlüğü kavradı, bakışlarını kaçırıp duruyordu. “Nasıl oldu?” Ediz etrafa üstün körü bir bakış attı. İynem bakışlarını takip edince içten içe utandı. Açık bıraktığı saçından bir tutmak alıp kulağının arkasına bıraktı.

Acaba Ediz ne oldu da gelmişti? Acaba Hançer, ona olan hislerini bildiği için mi gelmişti? Olamaz... Ediz’in yüzüne nasıl bakacaktı ki? Ediz, omuzlarını indirip kaldırdı. “ Hançer... Doğ- şey Doğu Obalarına yaptığı saldırıyı zaferle sonlandırdı. Ha bir- bir de Uyguri madenlerini ele geçirdik. Tabi, orası biraz karmaşık. Çok kötü şeyler oldu İynem...” İynem’in kalbi hızla atmaya başladı.

İstemsizce sağ elini kavrayıp kendine çekti. Endişeli gözleri büyüyerek yüzüne yaklaştı. “Birine bir şey olmadı ya? Debret, Demirdöğen, Darulgan, Timurtaş, Yiğitcan, Gökçe ve Hançer... İyi değiller mi? “ Ediz elinin şaşkınlığını hızlıca atlattı ama kalbi ters düşmüş gibi sancımıştı. Başını salladı. “İyiler ama, öğrendiklerimiz çok zor şeyler İynem. Hançer, çok kötü oldu.”

İynem başını salladı. Diliyle dudaklarını ıslattı ve Ediz’in dikkati toplanmayacak üzere dağıldı. “O zaman, önce sen temizlen. Dinlen sonra da sarayın nabzını yoklayalım ki sonra başımız derde girmesin.” Ediz başını salladı. “Evet... Bizim, başımız...” İynem ondan uzaklaştı ve su dolu kovayı gösterdi. Ediz mahcup adımlarla yere oturdu. Önce ellerine su döktürdü.

Sonra yüzünü usulca ama içten içe midesi bulana bulana yıkadı. İynem’in gözlerine utançla baktı. “ Ayaklarımı da yıkayabilir miyim? Şey ama- Kokar...” İynem sevgi dolu bir şekilde gülümsedi. Yere eğilip onunla göz göze geldi. “Senden iğrenirim de gönderirim diye mi düşünüyorsun sen? Ha?” Ediz ayaklarına giden ellerini kucağına topladı. Gözlerini etrafta gezdirdi. “Yani, hiç de öyle değil... Seni burda çok yoruyorlardır. “

İynem gözlerini imayla açtı. “E? Ne mana peki?” Ediz’in nefesi tökezledi. Halbuki az önce ne güzel hemen konuşup bitirecekti. Dur biraz, şimdi bu lafın sonu nereye gitmişti? Hafifçe öksürdü. “Yani ben, sana iş çıkarmamak için, dedim.” İynem hoş bir kıkırtı ile güldü.

“Senin ayaklarını yıkayacağımı kim söyledi Ediz? Savaşmak sende iyi şeylere sebep olmamış belli.” Ayağa kalkıp şaşkın adamı arkasında bırakarak kapıya kadar yürüdü ve arkasını dönüp tekrar güldü. “Hadi sen rahat rahat giyin, yıkan ben de sana yemek getireyim?” Ediz, minnettar bir edayla selam verdi. Göğsüne hiç bu kadar güzel ve mutlu vurmamıştı.

***

YAĞMUR ATA

Toy ne bilsin savaşmayı? Toy ne bilsin, varlık endişesiyle yalanlara sığınmayı, var olmak için yok etmenin ne kadar elzem olduğunu? Hançer Giray, hiçbir zaman sevemediğim tek kişi. Ondaki bu dik durma çabası, savaşma arzusu, çalışkanlık hiç beklemediğim bir durumdu. Hal böyle olunca gün geçtikçe sivrilişi ve Alemdar’ın yüreği yufkalığı en olmadık zamanda başımıza iş açmıştı.

Sarımsak ve Ispanak’ın konuştuğu her şey doğruydu ama tek bir şey hariç. Alemdar, Ural’ın adamı değildi. Alemdar, tek başına yaşamaya alışmış bir adamdır. Her şeyi tek başına yapmaya alışsa da kalbinin en yukarısına taht kuran Hançer’in varlığı sayesinde yeniden nefes alabilmişti. Onun gözlerindeki sevgiyi ilk defa Hançer’e baktığında görmüştüm. Onu uyardım, başkasının kızını kızı yapmaması için çok uyardım ama uyaran ben olmama rağmen karşılıklı nefretten ötürü başı yanan ben olmuştum.

Atımın sırtında büyük bir öfkeyle ilerliyordum. Yakut topraklarına girene kadar arkama dönüp orayı kana boğmak istiyordum ama önce Berk ile konuşmam gerekiyordu. Önce Berk! Önce Berk! Hançer’in bencil tavırları yüzünden bir aksilik çıkarsa Berk bile beni durduramazdı. Saraya vardığımda her zamanki tünele girip doğruca yatak odasına gittim.

Tünelin kapısını ben olduğuma işaret eden iki hızlı üç yavaş aralıkla vurdum. Ben olduğumu anladığı gibi kapıyı açtı ve yukarı çıktım. Gözlerinde şaşkın bir ifade vardı. Sinirle ellerimi göğsüme vurdum. “ Geldim, geldim! Bil bakalım ne için geldim?”

Elini ağzına koyduğunda öfkeyle fısıldadım. “Evet! Öğrendi ve en önemli yerde çok saçma bir şekilde öğrendi!” İşaret parmağımı zemine doğru salladım. “Bak şimdi de neredeyim? Tüm suç üzerime kaldı! Her şey hem de!” Başını iki elinin arasına alıp derince düşündü. Ben de yere çöküp başımı duvara yasladım. Nihayet uzun zaman sonra aramızdaki sessizliği o bozdu.

“Zamana ihtiyacı var Atabey’im. Altuğ ve diğerleri ona gereken desteği verir. Sandığın kadar kötü sonuçları olmaz, güven bana .” alayla güldüğümde hızla ellerini yumruk yaptı. Ellerimi kaldırıp ona doğru salladım. “Tamam, yanlışlıkla oldu...” Elini ensesine atıp sıkmaya başladı. “Karşımda gülen kim olursa olsun öfkeleniyorum Atabey’im. Yapma.” Yatağına doğru ilerledi ve neredeyse oraya yığıldı.

“Ama Hançer gülse, yüzünde güller açar.” Başını salladı, gözleri yerde, dalıp gitmişti. “Evet, o gülerse yüzümde ve kalbimde güller açar ama şu andan itibaren biraz zor...” Sessiz kalıp bu konuyu kapatmayı seçtim. “Peki şimdi ne yapacaksın?” omuzlarını indirip kaldırdı. Gözleri daha da çok açılmış, yere bakıyordu. Sesi bile çok dalgındı. “Bilmem Atabey’im? Altuğ kontrol eder, bize destek olur ama bir ihtimal. Onu da silme ihtimali var. Eğer böyle bir şey olursa karşısına çıkarım.”

“Onu silmez. Ona olan sevgisini gördüm. En az senin kadar onu sevdi. “ sessiz kaldı. “Peki şimdi, ne olacak?” bu sefer o bana soruyordu çünkü ben ne olursa olsun işine bakan biriydim. “Uyguri madenlerini ve Doğu Obalarını tahmin ettiğin gibi aldı. Sana güvendi ve obadaki Kara Ozan’ın adamlarını yok etti. Şimdi yapacak tek bir şeyi var o da seninle en kısa sürede ittifak olup Girayhan’ı almak.”

“Kara Ozan onu rahatsız edecek. Yangının öcünü ondan almayı deneyecek. Ural ile işbirliği yaptığını bilmeyen yoktur! Geç kalmamam gerek ama kahretsin ki, her şey üst üste geldi!” Onun korkusunu anlıyordum. Bu hayatta kıymet verdiği bir kadın tarafından sevilmek paha biçilemez bir duyguydu ama o duyguyu sarsacak en ufak bir olayda kül olup dağılırdınız. Ayağa kalkıp pencereyi açtım. “ George, Girayhan’ı terk edecek. Sarayına gidecek. Bankiz ’in gözü üstünde. Zehri yok etmek zorundayız.”

Berk’in gülen sesi yankılandı kulağımda. “Sakın, sakın Atabey’im. Hançer bunu duyarsa her yan kül olur!” Ona doğru döndüm. “Sende akıl yok mu? Bankiz’in eli kulağında. George’un başına gelenden sonra iki devlet bir devlete dönüşürse ne olur biliyor musun?”

“Ortalık karışır? Düzenleri bozulur?” Başımı iki yana salladım. “Hayır. Bugünkü zaferin bedelini Hançer’e ödetirler. Hançer’in üzerinde ne bir gücün gölgesi ne de ordunun emaresi var. Bu intihar olur! Gözlerini açmalıyız!”

“OLMAZ!” bana doğru hırsla yürüdü. “Kara Ozan, onu öldürmenin peşinde. Babamla ve Ural ile anlaştı! Şimdi gidip bir de gözünü açarsak neye yarayacak?!” Berk de haklıydı lakin. Tecrübe her zaman genci yenerdi.

“Sana ne diyorsam o! Bankiz’in oyununu George’a uçurduğumuz vakit araları hızla açılır. Birbirlerinden de habersiz bir şeyler yapmazlar. Ayrıyken de güç yetiremezler. Bu Kara Ozan ile Ural’ın da kulağına gider. Taraflar arasında kalırlar. Anladın mı şimdi? Bu süreçte de sen gidip onunla yüz yüze geleceksin!“

Derin bir nefes verip pencereye başını yasladı. “Günler geçtikçe onu kaybediyormuş gibiyim.” Alaycı gülüşümü güç bela bastırdım. “Bu normal. Sonuçta bu Kara Yürek bir kere sevdi. Elinden gitmesin istiyor.” Gözlerimi kapattım ve bir süre sonra yeniden açtım.

“ Esir ettiği adam, Floyd. Onu George’a teslim edeceğim.” Bana yandan bezgin bir bakış attı. “Neden demeyeceğim. Lazımdır diyeceksin, olması gereken diyeceksin. Ama ya, İynem? Seni orada görürse? Hançer’e hemen haber eder. Bu riski alamayız.”

Berk bir Kral olabilir ama hala benim en iyi öğrencimdi. Onun korkuları benim en sevdiğim işlerdi bir zamanlar. Risk almak, hiç bu kadar eğlenceli de olmamıştı...

***

1 Ay Önce: George’un gözleri kör olunca Bankiz Sarayı

Prenses Loura, yine her zaman olduğu gibi burnundan kıl aldırmıyordu. Kitabın başına ne zaman geçse içinde dindiremediği bir öfke açığa çıkıyordu. Ama dün akşam Hançer’in kuzenine yaptığı alçak saldırıdan sonra hepten delirmişti. Sağa dönüyor sola dönüyor ama bir türlü uyuyamıyor, bir şeyler yapamıyordu. O kadın gibi eline bir kılıç alıp onu doğramak istiyordu.

Can sıkıntısı sebebiyle hızla masasında kalktı. Daha sonra savaş oyunları okuyabilirdi. Koridorda fısır fısır konuşan hizmetkarları öldürmemek için daha hızlı yürüdü. Sarayın içine güneş girmiyordu. Hoş, zaten kışa yaklaşmışlardı. Tüyler ürperten Bankiz hareketsizliği acaba bir onu mu rahatsız ediyordu? Babasının siyah uzun kapısının hafif aşınmış altın tokmağını üç kez kapıya vurdu.

Yine de gel, denmesini beklemeden içeriye daldı.“ Bu olanlara bir açıklaman var mı baba!” diyerek direkt dün geceki hadiseden konuşmaya başladı. Kral Petro, gözündeki merceği koyu renk masasına usulca koydu. Yavaşça ayağa kalkıp ona doğru gelen kızının önüne geldi. Kaşlarını havaya kaldırıp gülümsedi. “Hangi durum?” dedi bilmiyormuşçasına ve bu Loura’yı daha fazla öfkelendirdi.

Bağırıp çağırarak konuşmaya başladı. “Hangi durum olacak! George’un başına gelenler! Adamlarından biri gelip sana haberi vermeseydi belkide en son biz öğrenirdik!” Derin bir nefes verdi.

“Üstelik o kadın bir veliaht bile değil! Kendi krallığında sözü geçmiyor. Bir ailesi yok, bir sarayı yok. Kral amcası onu öldürmek istiyor ve bunca şeye rağmen bu kadın kılıcında mührü, emrinde hayvanlarla çıkıp geliyor ve bizim sarayımızın duvarlarını sarsıyor. Hanedanımızın hükmünü alaşağı ediyor! Baba, bu kadının toprakları üstünde herhangi bir hükmü yokken bizim bu sinmişliğimiz ve suskunluğumuz neden?! Onlar dışarıda güle eğlene dolaşırken biz niye böyleyiz baba?” Sözlerindeki haklılığını göz ardı edemeyen Kral onu omuzlarından tutup nefes almaya çalışan kızını durdurmaya çalıştı.

“Çünkü böyle olması gerekiyordu.”

“Hayır baba,” dedi omuzlarından ellerini kurtararak. “Bu olmamalıydı. İpleri George’un eline verdin bal ne oldu? Körün eli kılıcı doğrultamaz! Bu mu olması gereken? “

“Hayır, kızım. Dinle. O bir safkan Giray. Onlara Hatun, derler bunu çok iyi biliyorsun. Ellerine dikkat ettin mi hiç? İlahi bir güçle kutsanmış kadar güzel ve kuvvetli. Pırıl pırıl ve kuvvetli. O, Kılıç’ın sarayına bir ateş topu olarak geldi. Kızım. Geldi ve herkesi yakıp gitti. Beni hemen anlamanı beklemiyorum ama onunla, zıtlaşmış olsaydım şuanda yatağında değil mezarında uyuyor olacaktın. Çünkü, geçmişten kalma bir belamız var. O da, Bankiz Balamiz’den sonra gelir gibi lanet bir gelenek!”

“O halde, baba. O halde Balamizler ile beraber daha kuvvetli bir iş birliği yapalım. Ordularımızı her zamankinden daha kuvvetli bir şekilde kışlaya çekelim. George şimdi bunun binde birini bile yapamaz. Başa geçen biz oluruz işte! Onların topraklarından çıkan demirle kılıçlar dövelim ve bu lanet diplomasi savaşını bitirip kanlı olan asıl savaşa geçelim. Lütfen beni dinle ve buna bir son ver. Yoksa senin de o bunak Kral Giray gibi olduğunu düşünmeye başlayacağım. “

“Kızım. Bunlar göründüğü kadar kolay ve basit değil. Öyle olsaydı, Kılıç Giray onu binlerce kez öldürür sarayının ve hayatının üzerinden onu sonsuza kadar silip atardı. Hem, Balamiz Hanlığı’ndan yirmi bin asker tarafımıza geçti. Bu bir süre daha böyle devam etmeli aksi takdirde elimize geçirmek üzere olduğumuz birçok şeyi kaybederiz.”

“Sen itibarını kaybettin ama. Daha ne kaldı baba? Kaybedecek neyimiz kaldı? Şuna bak. Uysal bir hayvan gibisin! Kendine gel, bir çözüm bul. Hem ,hem Kral George o da bu kadın ve başına buyrukluğundan bezmiş bir haldeydi. Onun merkezlerine yığdığı askerleri sayesinde harika bir zafer elde edebiliriz.”

“Edemeyiz. Kızım.”

“Yanılıyorsun.” dedi inkar ederek. “Çok yanılıyorsun baba. Tanrım, lanet olsun her ne içiyorsan artık siyaset aklını kaybetmiş gibisin. Bir bunak gibi önüne gelen şeyleri kabul edip durma. Kalk ve savaş. Yıllar önce o kadının babasını öldürürken, bir krallığı sömürü altına alırken nasıl bir heybetteysen şimdi öyle ol baba! Bunu Şövalyeliğine, krallığına ve bana borçlusun.

“Senin için eskiden öyleydim. Ne yazık ki yaşlanınca işler öyle gitmiyor. Sende bunu öğrensen iyi olur Kendine ve kibrine yenilir sonsuza dek kaybedersin. Ben kaybetmemek istiyorum. Elimde kalan ve eskiden kalma o namımı yerli yerinde tutmaya çabalıyorum. Benim görünüşüm ardında hala o vahşi şövalye var ve beni eskiden gören herkes bunun bilincinde hareket eder. Hepsi beni sadece basit bir kral gibi görmeye çabalıyor ve bende öyle göstermeye çalışıyorum hepsi bu.”

“Bir yanılsama yapıyorsun.” dedi Loura nihayet anlarcasına. “Evet.” dedi şeytani bir sırıtmayla. “Unutma kızım, ben şeytanın dostuyum. Boşuna onunla dolaşmadım. Onunla nefes alıp vermedim.” Loura, elini saçlarından geçirdi. “Onun yaptığı gibi yapıyorsun. Aslında tanrıdan korkuyor ama gazabından kaçmak için gazabına daha çok çekilecek, seni tatmin edecek şeyler yapıyorsun.”

Kral Petro, onun bu çıkarımını sadece başını sallayarak onayladı.

“Yeri gelmişken, kendi babasını öldüren biri olan o George’un ordusuna da kendisine de asla ihtiyacımız yok. Unutma kızım, onlar her daim bizim piyonumuz olmaya mahkumlar. Buna alıştılar. Alıştırdım, şimdi ben dursam o benim için çalışmaya devam edecek. Sende o kör herifi parmağında oynat ki senin üzerinde bir güç kuramasın.”

***

Gökçe'nin annesi aldığı haberden sonra göz yaşları arasında obanın kadınlarıyla yas çadırına gitmişti. Ortada kalakalınca o da çareyi çadırı toplamada buldu. Postları, tabakları, halıları elinden geldiğince temizledi, yıkadı, yerleştirdi. Alemdar Bey, göz yaşları içinde toprağa verildikten sonra karargaha gitmemişlerdi. Hançer doğruca çadırına girmiş, kimseyi de yanında istememişti. Ama ölüm fikrinin bu kadar içinde olmak kalbini derinden üzüyordu.

Ya sevdiği insanları bir anda kaybederse? O, kendini Hançer kadar güçlü görmüyordu. Acıya bir gün bile dayanamazdı. Eline aldığı halıyı önce katladı. Sonra ters katladığını görüp tekrar açtı. Bu sefer de az öncesinin doğru olduğunu düşündü. İçinde büyüyen sinirle halıyı kaldırıp yere attı. “Ne meret bir şeysin sen!” çadırın önündeki ayak seslerini duymadı. “Müsaade var mı?” diyen sesi duyunca ürkerek elini kalbine koydu.

“Aslantaş... Sen misin?” dediğinde Aslantaş’ı sinirle içeri girerken fark etti. “Sen kimi bekliyorsun!” diye bağırmasıyla Gökçe’de sinirle ellerini beline koydu. “Kimseyi beklediğim yoktu! Nerden çıkarıyorsun bunu?” Aslantaş onun yüzüne bile bakmıyor, iki yana göz gezdiriyordu. “Beni sesimden tanımadın?” Gökçe kollarını göğsünde birleştirip imayla sırıttı. “Kaç gün oldu, ağzını açıp tek kelime ettiğini duydum mu? Sanki suç bendeymiş gibi kalkıp da bana laf ediyorsun! “

Aslantaş öfkeyle kısılan gözlerini yüzüne doğru yaklaştırdı. “Her şeye üzülüp naz yaparsan benim arkamda duramazsın, sesimi de duyamazsın!” Gökçe alev alacaktı az daha. “Niye, sen çok mu ulaşılmaz birisin? Bir kerede beni kırdığını kabul et! Bir kere bunu yap! Çocuk değilsin! ” Aslantaş acımasızca gülümsedi.

“Benim çocuk öyle mi? Sana bilerek kötü tek kelime etmedim! Ama sen, çevrendekilerin anladığı şekilde anlamaya yatkınsın. Beni, kendince anla istedim ama o da imkansızmış!” Gökçe hayret dolu bir nida bıraktı. “Ne yani, ben seni anlamıyor muyum? Ben kimsenin aklıyla kuyuya inmem Aslantaş! Asıl sen benim sana ne kadar değer verdiğimi ve bir şeyleri sürekli toplamak zorunda kaldığımı görmüyorsun! Bu bana artık zor geliyor!”

Aslantaş, onu omuzlarından tuttuğu gibi kendisine çekti. Göğüs göğüse çarpıştılar. Aslantaş’ın yüzünde başka bir ifade vardı artık. “Benim sana verdiğim değere kimse yaklaşamadı daha...” sesi kısık ve duygu doluydu. Sanki, ona ördüğü bu duvarı indirmesini istiyordu. Gökçe, derince yutkundu. “Biliyorum...” diyerek aslında ona hakkını teslim etti. Aslantaş imayla sırıttı ama sonra ciddiyetine geri döndü.

“Benim için bir çocuk değilsin Gökçe.” Bir elini beline diğeriniyse börkünden çıkan saç teline doladı. “Benim için sen, en güzel hatunsun... En merhametlisi, en kalbi temizi...” Gökçe gözlerini kapattı. Aslantaş’ın eli yanağına kapandı. “Ölüm var, Gökçe... Biz seninle daha ne kadar ayrı kalacağız?” Gökçe gözlerini açıp alttan alttan göz kırpıştırdı.

“Sen inadını bırakınca.” Aslantaş başını belli belirsiz salladı. Gökçe hevesle atladı. “ Nasıl yani? Gerçekten bunu yapacak mısın?” Aslantaş yüzünü buruşturdu. “Az bağır ama.” Gökçe o kadar mutlu olmuştu ki hızla boynuna sarıldı. Aslantaş huzurlu bir gülüşle gözlerini kapadı.

Onu ölümle ya da başka yollarla kaybetmeye asla gönüllü değildi. Gökçe kollarının arasında, yanı başında olsun başka bir şeyi gözü görmez gönlü istemezdi zaten. “İnat bizde evvelden beri var ama denerim. Seni üzmektense şu kendimi yakarım Gökçe...” Gökçe gülüşü daha da büyüyerek ona sarıldı. Aslantaş, onun için hep farklı olmuştu.

Gerek beraber büyümeleri gerekse aynı işi yapmaları ondaki yerini hiç oynatmamıştı. Sadece üzülünce ve kırılınca çok derinden ve keskin oluyordu ayrılıkları. O sebeple ellerinden geleni beraber ortaya koymak belkide aralarındaki bu duyguyu da anlamalarını sağlardı...

***

İynem elinde bir sini yemekle geri döndüğünde Ediz’i içeride onu eğreti bir şekilde beklerken buldu. Elini kolunu nereye koyacağını bilmeyen haline gülümsemeden edemedi. Siniyi önüne koyup yere bağdaş kurdu. “Afiyet olsun, hadi ye.” Ediz de yere oturdu. Yemeklerin hepsi ağız sulandırıcıydı. Kaşığı aldığı gibi hızlı hızlı yemeye başladı.

Sininin en uzağındaki bulgura uzanmak istedi ama kaşık tutan elinin üzerine konan elle duraladı. İynem, ona sevgiyle gülümsedi. “Hem ye hem de benimle konuş. “ Ediz utanarak elini geri çekti. Başını olur anlamında sallayıp yanındaki bardaktan hızla su içti. “Beni onlara nasıl açıklayacaksın?”

İynem dudaklarını büzüp omuz kıstı. “Kocam olduğunu söyledin. Şayet George gelirse seni umursamaz. Sadece beni sorguya çeker o kadar. “ Ediz’in lokması ağzında kaldı. “Nasıl yani, sana hesap soracak kadar seni önemsiyor mu?” dedi hafifçe öksürerek. İynem anlamazca baktı.

“Ediz, ben burada onun sayesinde kaldım. Onun dikkatini çekmezsem burada ezilirdim. “ Ediz önüne döndü ve daha yavaş lokmalarla yemeğini bitirdi. Ama İynem ile daha fazla konuşamadı. İçinde bir yerler kapkara dumanlar arasında kalmıştı. Ensesinden sırtına doğru bir ter damlası aktı ve o esnada tüyleri diken diken oldu. Yemeği bitirdiğinde sessizce teşekkür etti.

İynem siniyi kenara çekip kollarını dizlerine bağladı. Başını yana eğip yüzünü inceledi. Siyah gözlerini az bir kirpik çevreliyordu. Dudaklarının üzerindeki tek tük kıllar haricinde yüzünde hiçbir şey yoktu. Göz kenarlarına doğru irili ufaklı çiller mevcuttu. Ediz’in saçları arkadaşları arasında en kısa olanıydı. Bir toka ile ensesinden yukarıda kalan saçlarını bağlardı.

Sesli bir nefes verdiği vakit Ediz ona döndü. İynem utanarak elini sallamaya başladı. “Pe-peki şey, herkes iyi mi? Ne var ne yok?” Ediz bıyık altı bir gülüşle başını salladı. “Ne olsun, herkes koşturuyor. Hançer’i bilirsin hep çalışıyor. Büyük bir,” sesini kısarak devam etti. “Büyük bir savaş için askerlerin topluyor. Buraya çok yakın bir yerde karargah kurduk. Ama sonra...”

İynem merakla önüne doğru yaklaştı. Bunu elbette sesleri duyulmasın diye yaptığını düşünüyordu. “Ama sonra ne Ediz?” Ediz elini yüzünde gezdirdi dalgın. “Hançer’in başına çok talihsiz bir olay geldi. Aslında iyi mi kötü mü onu zamanla anlayacağız. Hani saraya yapılan darbe vardı ya, “ İynem hızla kafasını salladı. “İşte o gün Hançer’in iki kuzeni ölmemiş.” İynem ellerini ağzına bastırdı. Kocaman olan gözlerini Ediz’e dikti.

Ediz boynunu sağa eğdi. “Maalesef. Meğer, onlar yaşıyormuş ve bunca yıldır uzaktan onu koruyorlarmış. Uyguri baskınında iki tane adam da aralarında konuşurlarken Hançer’in bir dedesinin olduğunu da söyledi.” İynem kafası karışmış bir şekilde durdu. “Bu ne demek? Hançer’in dedesi öldü. Başka bir dedesi mi varmış?”

Ediz onu onayladı. “Annesi basit bir obanın kızıymış. Aralarında kan meselesi baş gösterince bu sefer de barışmak için evliliğe gidilmiş. Adamın adı Ural. Ural Bey. Hançer’in dedesi. Silmiş hepsini. Kendi adını da onlarla asla yan yana görmemek için göç etmiş.” İynem bu ismi biliyordu elbet.

O bu saraya ne çok gelirdi! Uzanıp Ediz’in bileğini tuttu. “O adam, öyle sinsi biri ki! George ile çok yakınlar. Bu, bu nasıl olur böyle?”

“Biz de buna çok şaşırdık. Tabii Hançer yıkıldı. Belli etmemeye çalıştı ama çok kırıldı, üzüldü...” Genç kız, hakkını teslim ederek başını salladı. İkiside yere uzun uzun baktı. İlk başını kaldıran İynem’di. Buğulanan gözlerini kapatıp açtı. “Peki sen, neden geldin? Yanında olman daha iyi değil miydi? ” Ediz ayağa kalktı, camın önünde ayaklarını omuz genişliğinde açtı. Ellerini bel oyuntusunda bağladı. Gözleri Balamiz’i uzun uzun izledi.

“Bir fikri var ki geldim. Seni burda yalnız bırakmak istemedi.” O anda şehrin girişinde bir hareketlilik oldu. Tam o anda Ediz’in aklına gelenle İynem’e hızla dönmesi bir oldu. “Halkın ve sarayın George’un gözlerini kör ettiğimizden haberi var mı?” Hançer, yaptığı çoğu şeyi haberi olması ve adımlarını ona göre atması adına pusulalar gönderiyordu ve bu sayede hiç geri kalmıyordu.

Başını salladı. “Ben ve generalleri hariç bilen yok. Onlarda geçici bir şey olarak biliyor. Umarım, sonsuza kadar kör olur. “ Gözleri düşünceyle kısılmıştı. George, şehre giriş yaptığına göre Girayhan’da tehlikede olduğunu anlamıştı.

***

George, Girayhan’dan bugün çıkmazsa başka bir gün çıkamayacağını biliyordu. Bu yüzden de hazırlıklarını tamam edip gece yarısı yola çıktı ordusuyla. Ordu güya savaşmaya çıktığını sanarken başlarına gelen olaydan sonra hepten yönleri Kral Petro’ya dönmüştü. Askerler arasında yayılan hadiseden dolayı kendini en güvende hissettiği yere dönmesi gerekiyordu. Saraydan çıkarken görmeyen gözleri Kılıç Giray’ı aradı.

Kılıç Giray, günün belli saatlerinde içki içmezdi ve derince düşünürdü. Daha sonra kendini boşluğa bırakır gibi içkiye verir ve düşündüklerini düşünmemeye çalışırdı. George, gidiyordu. Kördü. En önemlisi de, eskisinden daha saldırganlaşacaktı. Tarafını ilan etmesi icap ediyordu.

Uzun kafile yola dökülürken kapısı üç kere ritimli bir şekilde çaldı. Arkasını döndüğünde simsiyah giyinmiş, üzerinde de aynı renkteki zırhı ile Kara Ozan duruyordu. Ellerini geceden daha karanlık bir edayla açtı ve o tok, derin sesiyle Kılıç’ı selamladı.

“Ben, Kara Ozan. Doğrusunu seçtin Kılıç Giray.”

***

George, yolda o kadar tedirgindi ki çeyrek günde geleceği yolu yarım günden de fazla bir zamanda gelebilmişti. Ediz onun şehre girişini izlerken George’un hayatındaki en zor anı bu andı. İnsanları sanki görüyormuş gibi selamlamak ama başına bir şey gelse görüp engelleyememek tam bir belaydı.

Zor bela kendini saraya ona eşlik eden askerlerle geçirdiğinde, saray eşrafı neden bu kadar hızlı içeriye girdiğine anlam yükleyememişti. Ondaki değişim hızla göze çarpmıştı. Ediz, İynem’e döndü. “ Şimdi ne olacak?” İynem ilk defa düşündü. “Muhtemelen, üzerindeki şüpheleri dağıtmak için yemek yemek isteyecek.”

Ediz düşünceli bir şekilde gözlerine baktı. “Dikkatli ol İynem. Yalvarırım. Kendini sakın ortaya atma.” İynem kapının çalmasıyla cevap vermeden gidip kapıyı açtı. Bir kız ile konuştuktan sonra arkasını döndü. “Benim şimdi gidip yemeklere yardım etmem gerek. Sen, bekle beni. Geleceğim.”

Ediz’in de kabul etmekten başka şansı yoktu tıpkı birazdan alacağı o zorlu kararı bilemeden...

***

George, tahtına yıkılırcasına oturdu. Çok halsizdi ve zehir bedenine iniyordu. Az sonra içeriye giren misafirinin iniltileri ile zar zor toparlanabildi. Onu uzun zamandır görmüyordu... “Lanet olsun Floyd! Bu sen misin?! “ Yerde, bitkin ve kesik iniltileri duyulan Floyd’u askerler içeriye taşımıştı. Floyd, o olduğunu ispatlamak istercesine mırıldandı.

Kral George , görüşünün olmadığı şu günlerde en güvendiğini – güvenecek başka adamın kalmadığı şu anda yeniden onu – bulması kadar sevindiren çok az şey olmuştu. Onu Hançer’in lanet orman baskınından sonra bir daha göreceğini hiç ummamıştı.

Bu bir sürpriz olmuştu denebilir. Bir askerinin omzuma tutunarak yerdeki bedenine doğru geldi. Konulurken hem dostuma hem de askerlerine yönelik sorular soruyordu. “Nasıl geldin? Neler oldu? Kim getirdi seni? Yarası var mı bakın!” Askerlerin biri konuşamayacağını bildiği için hızla gördüklerini sıraladı.

“Kralım, kendisini bir yaşlı adam getirdi. Onu ormanda bulmuş bir süre tedavi etmiş ardından ilk fırsatta konuşturmuş. Adımızı, bağlı olduğu birliği söylediğinde onun bir asker olduğunu düşünerek sarayımıza getirmiş.” George konuşan kişiye kulak yardımıyla döndü. “ Peki şu anda o adam nerede?”

“Maalesef efendim, adam kısa süre sonra saraydan ayrıldı. “ Başını aşağı yukarı salladı yavaşça . Yaşaması yeter, diye düşündü George. Eliyle kapıya seslendi. “İynem Hatun’a haber edin. Şifalı birkaç çorba yapsın. Floyd’a iyi gelecektir eminim.” Kendisine bir çare bulamamak çok zoruna gitse de gözü ilan edeceği kişilerin iyileşmesini isterdi elbette. Konuşan asker selamı verip çıkarken açılan kapının ardında uzaklardan bile anlaşılabilecek baharatlı hoş kokusu ile İynem girmişti.

İynem elinde bir şişe, Ediz ise temkinli ciddi adımlarla onu adeta yere bakarken korumaya çalışıyordu. Kral, biraz otoriter biraz yumuşakça gelenleri sanki hiçbir şeyi yokmuş gibi inceledi, tabi görebilseydi...

“İynem...” dedi onaylarcasına. “Kralım.” dedi. Güya endişeli ve ilgili bir sesti bu. “Söyle sadık aşçım.” İynem, yanındaki Ediz’e gergin bir şekilde baktı. Nefesini toplayıp güç bela konuştu. “Efendim, size saha önceden bahsettiğim ve esir düştüğünü söylediğim erim, “ gözleriyle yanındaki iri yarı ama yumuşacık kalpli adamı gösterdi. “nihayet beni buldu.”

George, umursamazca başını sallayıp askerlere Floyd’u götürmelerini söyledi. Yavaşça tahtına oturunca onlardan bir hareket işitmedi. Kaşları çatılmış bir şekilde, “Evet, daha önemli bir şey var mı? Yoksa seni mutfağa erini de samanlığa uğurluyorum.”

İynem, sahte bir panikle hareketlenip askerleri durdurdu. “Efendim, evet var. Erim çok önemli bir şey getirdi bana.” Kral George, dikkatini cezbeden şeyle ona devam etmesi için eliyle işaret verdi. Bundan aldığı cesaretle hızla başını sallayıp dudaklarını yalayarak sözlerine devam etti.

“Efendim, esir olup geldiği diyardan kaçarken birçok şeyi yanında getirmiş. Bunlardan biri ise,” sesini kısıp sanki bir sır verircesine fısıldadı. “ gözleriniz için Efendim.” George heyecanla öne atıldı. Nedenini nasılını sormadan atladı. Sendeleyen adımlarla kalkıp İynem’in omuzlarını tuttu. Hatta daha da ileri gidip yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Kimse Ediz’in yumruk olan ellerini görmedi.

“Sen, sen ne dersin İynem Hatun? Şifayı mı getirmiş?” İynem, başını yanına çevirdi lakin omuzlarına dokunan ellere bakan kinli gözleri görmeyi beklemiyordu. Bu içinde bir oyunbazı uyandırmış gibiydi. “Evet efendim. Söylediğine göre bu büyük bir şifadır. Birkaç denemenin sonucunda güvenilir olduğu sonucuna vardım efendim. Eğer izin ver-“

“Hemen İynem, hemen onu gözlerime döküyoruz. Bu lanet bulanık karanlığa bir saniye daha katlanamam. Şifacıları çağırın. Hemen bunu kullanalım!”

“Aslında efendim, siz şuraya uzanırsanız bende gözlerinize dökebilirim. Siz beni bilirsiniz bu tür şeylerde elim bir şifacı kadar iyi çalışır.” George, en yakışıklı gülümsemesini kuşanıp hafif dağılmış yüzünde bir esinti meydana getirdi. “Olur. Hadi, gel.” dedi.

Kral önden hevesle askerlerinin kolunda giderken İynem bir an durma gereği duydu. Yanına bakınca etrafı yakmak isteyen o delici gözlerle karşı karşıya geldi. Neydi bu şimdi? Kral George’dan mı kıskanıyordu kendisini? Gözleriyle ona işaret verse de orada oyalanmayıp hızla krala yetişti. Kral uzun koltuğa uzanınca İynem koltuk başının arkasında durarak eliyle yüzünü sabitçe tuttu.

Daha sonra şişenin açık kapağından Kral George’un gözlerine tüm kutsal duaları bu ölümcül oyunun tutması için tekrar tekrar okuyarak damlattı. İşi bitince usulca arkaya çekildi. Bir müddet Kral usulca bekledi. Herkes bekledi. Neler olacaktı? Nasıl işe yarayacak mıydı? Ya Yağmur Ata onları kandırmışsa?

Ya Yağmur Ata bir hainse? Oyuna gelmiş olma ihtimalleri vardı. Ve an itibariyle beklenilmesi gereken süre sona ermişti ama Kral gözlerini açmıyordu. Açardı değil mi? Kararsızca, hafif bir endişeyle birbirlerinin gözlerine baktılar. Kral, hafifçe öksürdü ardından yüzünün yandığını söyledi. Bağırmaya başladı. Oturur pozisyona geçip delicesine bağırdı.

On dakika boyunca ölümle yaşam, ihanetle metanet, inançla inkar arasında gidip geldiler. Muhafızlar boyunlarına yasladıkları kılıçlarla merak içinde olanı biteni izliyordu. Bir müddet sonra Kral usulca gözlerini kaşıdı. Ağzından akan irini şövalyelerden biri mendiline silip hızla geriye çekildi. Şiddetle kusmaya başladı. Gözlerinden akanlarla ağzından çıkanlar neredeyse aynıydı. Bir asker gidip su getirdi. Yüzünü gözünü hızla o suyla yıkadı. Başını endişeyle kaldırdı. Kral, gözlerini yavaşça açarken o karanlığı görmemişti.

Zehir çıkmıştı.

Aksine karşısında pembe yanakları alev almış, ceylan bakışlı gözler ve ince zarif bir kadın gördü. Yanındaysa erim dediği adamı. İlk işi adama yüzünü buruşturmak olmuştu. Bu güzel kadın bu adamla nasıl evliydi? Ayağa kalktı, İynem’in endişeli gözleri eşliğinde. “Ekselansları? Nasılsınız?” Hafifçe gülümsedi kadına. Çok güzel diye düşündü. Haddinden fazla hem de. Gözleri sarayı tararken yeniden ona döndü. Her şeyi yine görmek harikaydı.

“Hiç olmadığı kadar harika!” dedi . İynem rahat bir nefes alarak omuzlarını indirdi. “Sizin için yapabileceğim bir şey var mı Efendim...”

“Hayır, İynem.” İynem yavaşça arkasını dönüp eriyle beraber burdan uzaklaştı. Kapıdan çıkacakken ona seslenen kral ile tekrar durdular. “Karşılığını ikinizde alacaksınız. Bana biraz zaman verin.”

Yağmur Ata kandırmamıştı. Gerçeği söylemişti. Şimdi de bir mükafat alacaklardı. Tebessüm ederek oradan ayrıldılar. Bir tür kabul demekti bu. Tekrar mutfağa doğru giderken biri daha hızlı gidiyordu.

Ediz, alacaklı gibi mutfağa girince İynem bir şeylerin olduğunu sezen bir endişeyle hızla onu kolundan tutup durdurdu lakin Ediz kolunu kurtarıp hızla onun ellerini bileklerinden kavrayıp su kazanlarına doğru çekti. Yerde bulduğu bir köpüren toprakla ellerini ıslatarak İynem’in ellerini kille çıldırmışçasına bir hırsla ovalayarak köpüklüyordu. “Ediz Alp! Senin neyin var?

“Ediz Alp ya Ediz Alp! Neyim olacak. İşimi görüyorum!”

“Ben kendi ellerimi yıkarım, ayrıca ne demeye ellerimi yıkıyorsun? Zehri ben değil askeri sildi.” Ediz’in gözleri elleriyle aynı anda durgunlaşıp hareketi bıraktı. Gözleri ceylan gözlerine, içindeki yaramaz çocuğun kahkaha atacağı şekilde bakıyordu. Öfke, hırs ve, ve... Kıskançlıkla!

“Sen onun yüzüne dokundun. Bundan adi, bundan beter ne var bana diyesin!? Yok bu böyle olmayacak. Sıcak su nerede? Ocağı yakmalıyım. Hatta sen banyo yap. Kalk. Çok doğru, banyo yaparsan arınırsın. Ben de sana yardı-“ Ellerinin çamurlu köpüğü ile ayağa kalkmaya çabalayan Ediz’i bileklerinden yakalayan İynem Hatun hızla onu önüne oturttu. İkisinin de yanakları kızarmıştı.

Ediz, kızgın ama bir o kadar da utangaç bir şekilde alttan alttan ona baktı. “Ben, şey için dedim. Pis ya o? Ondan . Yani. “ kekeleyen sesine kızdı. “Ediz...” dedi hafif bir ninni gibi... “İynem...” dedi onaylarcasına büyük bir sevgiyle. İynem, hızla yanağına uzandı. Minicik, ufak , hızlı ama derin bir öpücük bıraktı ve geri çekildi. Ediz bir ateş gibi sönmüştü ama aynı zamanda da ateşin kendisi olmuştu.

Utangaç bakışları yüzüne zorla tırmanırken derin bir nefes çekti içine. Ellerinin çamuruyla biraz oynadılar ve yine ilk konuşan İynem oldu. “Senin elinin değdiği hiçbir şey kirli kalamaz.”

***

PANZEHİRDEN ÖNCE

Yağmur Ata, atının arkasında getirdiği Floyd’u saraya az bir mesafe kalasıya yere indirdi. Floyd, o kadar bitikti ki yere çuval gibi düşüverdi. Yağmur Ata indiği gibi onun koluna girdi. “İşimiz gücümüz yük taşımak!” diye söylenmeden edemedi. Sarayın kapılarına yetiştiğinde onu taşıyanların şaşkınlığı arttı.

Dört elden Floyd içeriye alınırken Yağmur Ata söylemeye alıştığı yalanları sıralıyordu. Dinlenmesi için onu bir odaya götürdüklerinde hızla gözden kayboldu. Az sonra bir kat aşağı indi. Sola dönüp ilk kapıdan içeriye girdi. Yemek önlerinde karşılıklı oturan ikiliyi gördüğünde elini cebine attı. İynem onu görmenin verdiği şaşkınlıkla hızla doğruldu.

Ediz de aynı şekilde ayağa kalktı. “Yağmur Ata, bir şey mi oldu neden geldin?” Yağmur Ata, İynem’in elini tutup bir anda kendisine çekti ve çıkardığı bıçağını İynem’in boğazına bastırdı. Ediz kocaman gözlerle bakakalmıştı. Dili lal olmuş gibi öylece bakıyordu. Yağmur Ata bıçağı yasamaya devam ederken, “Birazdan size vereceğim emirleri yerine getirmezseniz burdan ölünüz çıkar haberiniz olsun.” dedi.

Ediz kılıcını hırsla çekip ona doğrulttu. “Sen neyden bahsediyorsun Yağmur Ata! Ne yapacağız biz?” Yağmur Ata diğer elindeki ince şişeyi ona attı. Havada kaptığı şişeyi evirip çevirdi. “Bu bir panzehir mi?” dedi hayal kırıklığı içinde. Yağmur Ata, isyana en meyilli olduğu anda İynem’in saçlarını geriye doğru çekip belirginleşen şah damarına iyice bıçağını yasladı.

“Yapmadığınız takdirde, kimin öleceğini artık biliyorsun Ediz!” Bu karar Ediz için öylesine zordu ki! Hançer’in onunla kavga ettiği açıktı. Ama George’un kör kalmasını sağlayan Hançer’i neden ezip geçiyordu ki? Peki ya İynem... Öyle zavallı bir şekilde duruyordu ki...

Ölmesine katlanamayacağı tek insan için bunu kabul etti.

***

İynem, Ediz’in koluna sıkıca tutunarak odasına yürüyordu. Sanki Yağmur Ata her an bir yerden çıkacak da boğazını kesecek gibi korkuyordu! Oysa yıllardır burda saklanıp bilgi sızdırırken bir kez olsun böyle korkmamıştı. Ediz odanın kapısını tedbirle açıp içeriye girdiğinde tam karşılarında Yağmur Ata’nın gülümseyen yüzünü gördüler. Onlara doğru soğukkanlı adımlar atması Ediz’in İynem’e siper olmasına sebep oldu.

Bu hareketi Yağmur Ata’nın hoşuna gitmişti. Uzanıp omzuna pat pat vurdu. “Sevginiz için her şeyi yapabilmenin kıymetini bilin evlatlar. Ben bugün yaptığımın karşılığını alacağım ama iyi yolla. Şu anlık Hançer’e bunun bilgisini sızdırmayın. “ deyip çıktı.

Ediz arkasından hayretle bakarken İynem ilk defa el ayak boşalması yaşıyordu. Tutunacağı tek dal olan Ediz’e sıkıca sarıldığında onu gerçekten bırakmamasını istiyordu. Ediz ise bu sarılmayla ilk defa korkan bir çocuk değil fedakar bir erkek olduğunu hissetti.

Ediz İynem'in saçlarını okşarken bir yandan da korkusunu almaya çabalıyordu. “Bu senin suçun değildi. Bu benim yüzümdendi. Kendini sakın suçlu görme.” İynem öfkeyle yüzüne baktı. “Bu benim de suçum Ediz! O anda onu yere sevebilirdim ama o kadar ondan bunu beklemiyordum ki bir şey yapamadım ve işin korkunç tarafı gerçekten beni öldürecekmiş gibi hissetmemdi...”

Ediz, onu hızla göğsüne yasladı. “Seni kanatlarım altındayken kimse üzemez, değil öldürmek İynem!” dedi ve başına sıcacık bir buse bıraktı.

İşte o buse aralarındaki yıllardır var olan ama kaçınılan duyguyu ortaya çıkarıverdi.

***

“Efendim, sizin adınıza çok sevindik. Gözlerinizin açılması demek yeni savaşlar demek öyle değil mi?” Komutanın söyledikleri George’u daha önce hiç bu kadar sevindirmemişti. Elini keyifle masaya vurdu. “Aklımdan delice planlar geçiyor! Hepsiyle Hançer’e kan kurtaracağım!”

“Peki efendim ilk olarak ne yapmayı arzularsınız?” George’un kahkahası her tarafı aydınlattı. Yakışıklı yüzüne geri gelen ışıltısı ile genç çalışanların hayran bakışları yeniden üzerine döndü. Cesaret ve cömertlik dolu kocaman bir hükümdar...

“Emrim net! Yarın Kuzey aşiretlerini sarayımda ağırlamak istiyorum. Bankiz ve Yakut Berk’i davet edin. Bu benim için ve tahtım için bir geri dönüş!” Bu haberi duyacak olan arkasından kuyu kazanların yüzünü cam gibi gören gözleriyle görmeyi ne çok isterdi!

***

O gün, mutfak hayli kalabalıktı. İynem adeta burnundan soluyordu . Bunca yemek nasıl yetişecekti? İşleri sadece bu değildi, kimler gelecekti, neler konuşulacaktı, bu Prenses Loura neden gelmişti? Ve bu ortada dolaşan kasvette neyin nesiydi? Yine neler dönecekti bu lanet sarayda? Az sonra içeriye giren genelde soğuk ve sessiz duran Nihade’yi bile heyecanlandıran bir olay oldu.

“Kuzey Hanlığı’na bağlı aileler de geldi! İçerisi çok kalabalık çok!” Bu haberle İynem daha çok ürkmeye başladı. Hançer’e hala haber verememek bir yana olacak olanların önüne nasıl geçecekti böyle?! Tüm bunları ve daha fazlasını açığa çıkarması gerekiyordu. Güzelce öğrenmesi ve Hançer’e yetiştirmesi de cabasıydı. Aksi halde Hançer’in başına bir iş açılma olasılığı vardı. Omzundaki yüklerin endişesiyle omuzları düşmüştü.

Önünde dumanı tüten kazana daldı bir süre. Daha sonra önündeki aş kazanını ateşten çekti. Belini biraz zorlamıştı. Dün bugün saraya tanınmayan insanlar gelip gidiyor günün her öğünündr yemek masaları kuruluyordu. İynem elinde olsa masaya yumruğunu vurup zıkkım yiyin derdi ama o bunu yapmayıp hırsla ağzına bir elma almayı tercih etti. Onu çiğnedi oturduğu yerden.

Her yeri acıyordu. Biraz kılıç sallamak ona iyi gelecekti. Yerinden doğrulmaya çalışınca kapıdan panik dolu bir ses gümbürdedi.“İynem sen ne edersin! Sakın doğrulma!!”İynem beli bükük bir şekilde yere paralel dururken şaşkınlık dolu garipseyen bir bakışla alttan alttan Ediz’e baktı. Neler olduğunu anlamamıştı. Dediğini yaptı usulca.

Ediz aceleci adımlarla mutfağı adımladı ve hızla yanına geldi. İynem ne yapacağını kestiremeyerek ona bakarken Ediz’in elini belinde hissedince panikle doğrulmak için hamle yaptı. Gözleri kocaman olmuş, onaylamaz gözlerle alttan alttan bakıyordu. Kurtulmak için hareket etse de şimdi de omuzlarında bir elin ağırlığı vardı .

Sağ ve sol damar derdi ona hep Yiğitcan... Bir alp attan düşünce yahut bir yükün altından kalkmaya çabalarsa ancak bu damarlar sağsa ayağa kalkabilir, derdi. İkisi de olmamıştı İynem’e ama saatlerce ayakta yemek pişirmek ve o yemekleri hazır etmek, kaldırmak hepsi ona bakıyordu. Dün bugün burdan çıkmıyordu. Bu yüzden ona ayrı bir özen gösteriyordu bugün. Değil burnu kanamak eline kıymık batsa bu sarayı yakası geliyordu.

“Sakın. Bekle, damarların sıkışık şu anda. “

Ediz belini yavaşça ovalamaya başladı sözlerini devam ettirirken. Toprak gözleri yumuşacık bakışlarla gözlerine bakıyordu. Bir saniye bile olsun başka bir şeye bakmıyordu. Bu İynem’in yanaklarının kızarmasına sebep olmuştu. O da gözlerine baktıkça kabaran yüreği ve dizginleyemediği sevinciyle yüzünde gezdirdi bakışlarını.

İynem çevresine bakınca arsız ve değişik türden bakan birkaç göz yakaladı, bunu önemsememeye çalıştı ama artan kadın kalabalığından rahatsızlık duyunca Ediz’i elinden tuttuğu gibi öfkeyle karışık bir hırçınlıkla kapının dışına doğru çekti.

Arkasından sürüklenen Ediz bu hareketiyle dişlerini gösteren kocaman bir esenlikle gülümsedi ve elini daha büyük bir sahiplenicilikle kavradı. İynem bunun farkına varınca arkasına bir an döndü, hoşuna giden bir gülümseme vardı Ediz’de. Yaptığı şeyle kendini ne kadar takdir etse de bunu ona söylemeyecekti. Nihayet baş başa kaldıklarında hepsi asli yüzünü takındı. İlk konuşan öfkeli ve yorgun İynem olmuştu.

“Nedir vaziyet? Ne demeye bunca adam gelir durur buraya? Hem sen neden benim yanıma geliyorsun? Seni tanıyabilirler...”

Ediz gayet güzel ve tatminkar bir şekilde elini duvara İynem’i de arasına alarak gülümsedi. Bu bakışlarının sebebini anlamayan İynem, gözlerini hızla iki tarafta gezdirdi. “Ne oldu biliyor musun?”” dedi uyku mahmuru bir tonlamayla.

“Hayır tabiki de. Söyle artık!” diye yükseldi İynem. Ediz’in gözlerine baktığında gülümsedi ister istemez. Bir sır verircesine kulağına doğru eğilmesini nefesini tutarak izledi. “ Sen beni kıskandın.“

İynem kocaman olmuş gözlerle Ediz’in gözlerine baktı. Beklediği neydi ki? Ne duymayı beklemişti de ne duymuştu! Yine sinirlense de dediğini anlaması birkaç saniyesini aldı. Eline vurup ona arkasını döndü. “Ben sana ne diyorum sen bana ne diyorsun be adam!”

Ediz gülse de, dışarıda yaşanacak olanları bilememek onu da sinirlendiriyordu. İynem’e yaklaşıp elini omzuna koydu. “Sana güveniyorum. Sen de kendine güven ve sana dokunmalarına izin verme. Arkanda olacağım.”

Ayakları yeri döverek ordan gitmek istiyordu çünkü utanmıştı. Güçlükle hakim oldu kendine. Arkasını dönüp kendisine endişeyle bakan Ediz’e kıyamadı. Öfkesini sineye çekerek Ediz’e sarıldı. Bunu onunla yaşamak istiyordu. Böylece bir zorluğun daha üstesinden gelinmiş oluyordu. Buradaki hasret de bitecekti gayrı!

Ediz, onun kokusuna aşinaydı. Sarılmak öyle güzeldi ki, diyarı önüne serseler dönüp bakmazdı bile. İkisinin de göğsünde güneşler doğmuş, bahar gelmişti. Nihayet birbirlerinden ayrılınca olan biteni daha net bir şekilde konuşmaya başladılar. İkisininde aklına ilk Hançer geldi.

“Yüce Tanrım... George’un gözlerinin açıldığından haberi var mıdır? Peki bunu, onun yaptığını biliyor mu..? Çok kötü oldu bu Ediz. Biz çok kötü bir şey yaptık...”

Ediz canı sıkılarak nefesini saldı. Bunu hazmedemiyordu işte. O koskoca Yağmur Ata’ydı. Atalar ve ruhların , gökyüzünün seçilmiş bilginiydi. Bunu yapmıştı da ne olmuştu? George gözünü açtı ve açtığı gibi de Hançer’in kuyusunu kazmaya başladı. “Az önce bu kötü haberi yollamak zorunda kaldım. Ama sanırım alp birkaç güne ancak yola çıkabilir. Dikkat çekmemesi gerek. Tüm olanlardan ötürü bunu yeni yolladığımı ve meydana gelen bu kalabalıklaşmayı not ettim. “

İynem kafasını dudaklarını birbirine bastırıp salladı. “Sahi neler oluyor? Bu kalabalık da neyin nesi? Kim bunlar, bir şeyler öğrenebildin mi? Çevrede dolaşman bir şey katmış olmalı.”

“Evet. Askerin dili gevşek olur. Bunlar, Yakut ve Kuzey Hanlığı komşuları. Gayet savaşçı ve tehlikeliler. Yakut Hanlığı Han’ı Yakut Berk, Bankiz Kralı Petro, kızı Loura, ve Kuzey aileleri geldi sadece.”

“Sence neden Ragnar gelmedi?” Ama İynem’in aklına gelen mutfak işleriyle bir anda olduğu yerde zıplaması soruyu yanıtsız koydu. “Bunu daha sonra düşünelim lütfen... Hemen gidip orada neler konuşulduğunu dinlemem gerek. Aksi halde Hançer’in başına iyi şeyler gelmeyecek gibi. Hah! Sanırım Hançer Giray fena halde domuzları kışkırttı.”

Ediz son söylediğine gülmeden edemedi. Gözleri onun da gülen güzel yüzünde gezindi bir süre ve yavaşça yüzüne değdirdi elini usulca. “Dikkat et.” Korkarcasına fısıldadı. İynem boğazına oturan yumrukla kısa bir an yutkunup zoraki bir tebessümle ondan ayrıldı. Kalbi deli taylar gibi coşarken kendini işine vermeliydi. Hızla mutfağa giderek yemek masasının son ihtiyaçlarını gözden geçirdi ve yardımcıları ile yemekleri koca salona taşıdı.

Bugün yanında Nihade olacaktı. Daha önce onunla böylesine büyük bir sofra kurmuşluğu yoktu. Bu sebeple daha da tedirgin olup içeriye girdi. Koca kale kapısı gıcırdayarak açıldı önünde. Ve tam da beklediği gibi koyu mavi tonlarında kıyafeti ve simsiyah pelerin takan, başlarında kurutulmuş kartal başı olan Kuzeyliler salonu doldurmuştu. Yakut Hanlığı yoktu.

Kuzey Ragnar yoktu. Büyük bir ciddiyetle masaya yaklaşıp aralarında geçen fısıldaşmalar eşliğinde yemekleri ve son hazırlıkları tamam etmeye koyuldu. Üzerinde bir sürü bakış hissediyordu ve bu ellerinin titremesine sebep oluyordu. Hayır sebep bu değildi, birazdan içeriye birinin girip Ediz’i yakalaması gibi korkunç şeyler kuruyordu kafasında. Yetemediği yerlerde kızları görevlendiriyordu O esnada birkaç kız sırf neler konuşuluyor diye masa etrafında dönüp dönüp duruyordu.

Dedikodu her zaman olmasa da bugünkü gibi hayat kurtarabilirdi. İşleri bitince büyük bir saflık oyunu sergileyen kızlar usulca kenara çekildi lakin deminden beri burda olduğunun farkında değilmiş gibi davrandığı Kral George’un gözleriyle gözleri çarpışınca refleksle önüne koyduğu tabaklarına baktı. Kahretsin! Ucu zümrüt taşlı olan çatalını soluna koymuştu. O sağlaktı!

Uzun zarif eteğini nezaketle toplayarak bakışları eşliğinde ona yaklaştı. Büyük bir beğeni ve merakla ona gelen kıza bakan George, ortamdan soyutlanmış gibi olmuştu. İynem, başucuna gelince basit bir selam verdi ve kendini açıklama ihtiyacı duydu.

“Kusura bakmayın Kralım. Çatalınız yanlış tarafta. “dedi ve hızla çatala uzandı lakin elinin üzerine kapanan elle öylece kalakaldı. Gözlerini yavaşça boyun hizasında kalan kralın yüzüne çevirdi. Dip dibeydiler. Gözleri fazlasıyla ışıltılı ve. ve...

İynem elini çekmek istese de ona izin vermedi. Yakışıklı suratında bir haylazlık vardı. ”Sana başka zaman sırf bu hatan için ayrı bir ceza keseceğim. Tatlı aşçım.” Sesinden anladığı tek bir şey vardı: Kaç. İçinin bir kez daha Ediz için titremesine artık sağlam bir kanıtı vardı. Sevgi...

George, elini büyük bir özgüvenle adeta okşarcasına geriye çekti ve tüm dikkatini masadakilere verdi. Oradan hızla uzaklaşan İynem ise yüzünü gözünü parçalamamak için zor durarak kızlara vardı. Hepsi yere bakıyordu. Bu iyiydi. Kimsenin görmemesi daha iyiydi.

Arada bir üzerinde gözler hissetse de saf biriymiş gibi davranmaya devam etti. Kral Petro, bugün adeta masada kendini geriye atmıştı. Ne konuşulanları be de yer yer yükselen sesleri umursuyordu. Derken ilk konuşanlar ortamı değiştirmeye başladı. Bir Kuzeyli ilk cümlesine başladı.

“Kral George. Kadim dostumuzun genç varisi, yeni kral!” George mesafeli bir baş işaretiyle arkasına yaslandı. Diğer Kuzeyliler büyük bir beğenmezlikle etraflarına bir göz attı. Göbeği masadan da yüksek bir bey konuşmaya atladı bu seferde. “Babalarının asırlık sarayını değişmiş görmek gerçekten çok şaşılası. Ne yaptın sen böyle?

George hiçbir şeyden habersiz başındaki tacını okşadı. Kibirden yoğrulmuş bir gülüşle gözlerini kıstı. “ Değişmesi gereken her şey değişti. Ölmesi gerekenler öldü, yerini taze kan aldı. Daha öncesinde gözlerim çoğu şeyi görmemiş. Şimdi her şeyi görür oldum.”

Onun kibrini söndürmek için bir Kuzeyli konuyu başka tarafa çekti. “Seni bu yemeğe iten sebep ne? Aldığın yenilgiler mi? Koca bir orduyla Girayhan’a gidip toprak kaybederek geri dönmene ne sebep oldu? Yediğin baskınları ve öldürülen adamlarını saymıyoruz bile...” George sanki ona bir şaka yapılmış gibi kahkaha atarak yerinde rahatça doğruldu.

“Tabiki de hiçbir şey. Benim adalet ve orduma ihtiyacı olan siz dahi olsanız hemen gelirim. Ama inanın bana, dediğim gibi görmediğim çoğu şey yüzünden savaşımı yarıda kestim de geldim. Bugün sizinle bunu konuşacağız.” dedi gözlerini kısıp dudaklarını birbirlerine usulca bastırırken.

Tam o esnada da İynem ile bakıştı. Galiba dikkatli bakışlarını hissetmişti. Usulca gözlerini çeviren İynem dinlediğini belli etmemeye çalışıyordu. Sonunda önüne dönen George usulca savaşçıların yüzlerini süzdü. Hepsinde bir rahatsızlık emaresi vardı.

Sırtını sandalyesine rahatça yasladı. “Yani , beni babamın dönemiyle karşılaştırmayın. Tavsiyem. Bunda hataya düşersiniz.” Bu söze en çok Kral Petro alınmıştı. Onun babasının döneminde de hep alttan alan taraftı şimdi de alttan alıyordu. Hepsi nefes çekerek başlarını salladılar. Yemekler için buyurun dercesine başını eğdi ve herkes büyük bir açlıkla İynem’in ve aşçıların yaptığı yemeklere gömüldü.

Biri hariç. Gözleri hep üstündeydi. Parmakları elindeki çatalı usulca keşfe çıkmıştı ve bu gözler fazlasıyla vahşi bakıyordu gözlerine. Sol kaşını kaldırıp usulca bir parça eti ağzına attı. İlerideki elmaya uzanmak üzereyken kapının hışımla açılmasıyla hepsi hızla o tarafa dönmüş yemeği bırakmışlardı.

“Kralım!” diyen askerin sesiyle herkes kapıya döndü. “Ne var!” diye hiddetlendi askere. Asker askeri selamını verip kenarı çekildi. “Kralım, Yakut Hanlığı Kralı Yakut Berk ile Girayoğuşları Hanlığı Kralı Kılıç Giray ile veziri Kara Ozan geldiler efendim!”

İynem’in yüzüne bir sıcaklık oturdu. Ediz’in söylediklerinden ve Hançer’in yıllarca vicdan azabı çektiği kuzenini kendi gözleriyle görmek gerçekten çok başka bir şeydi. Ama biri daha vardı bu gelişe şaşıran. Nihade...

***

“George’un gözleri açıldığına göre baba, artık ona kim olduğumuzu göstereceğiz öyle değil mi?” Loura, içinden yalvararak bekledi. Aksi halde daha fazla babasına katlanamayacaktı. Babası, derince elindeki kılıca bakıyordu. Dudağını büzüp omzunu kıstı. “Onun aklındakileri öğrenmeden harekete geçmeyeceğim.” Loura, elini kılıcına atmamak için güç bela nefes aldı.

“Neden? Biri kapına gelip boğazına çekmeden önlem almak neden kötü olsun ki? Baba, bugün oraya gidiyoruz ve sen de orada esip gürlüyorsun!” Kral Petro, ona alaycı bir gülüşle baktı. Ayağa kalkıp tam karşısında durdu. “Karşında bir kralın olduğunu sana unutturan sabırlı tavrım mı?” Loura sinirle kızardı.

Yumruğunu havaya kaldırdı. “Sana ancak bir kadın diş geçirebiliyor baba! Sen erkeklerin yanında asla bana esip gürlediğin gibi değilsin!” Petro tokadını hızla Loura’nın yüzüne indirdi. Loura tokatla sendelerken aklına Yakut Berk geldi. Dişlerini sıkıp ant içti. “Eğer ki bu tokadı ve pervasızlığı sana bırakırsam bu diyardan leşim çıksın!”

Petro, hızla odadan çıkıp gitti. Loura bedenini dikleştirip camdan dışarıya döndü. “Sen sadece beni kazanmayacaksın Berk... Sana bir krallık da vereceğim.!” Loura, Yakut Berk ile odasında yaşadığı tatsız karşılaşmadan sonra daha çok düşünür olmuştu. Onu ziyarete gelmesi, onun hakkında bir şeyler öğrenmek istemesini bir türlü durduramıyordu.

Berk onu bir yıl boyunca görmezden geldi. Lakin, bir gün Loura ona gerçek hislerinden bahsettiğinde Yakut Berk afalladı. Loura onu öpmek istediğinde itiraz etmedi. Loura o günden sonra yavaş yavaş kanına girmeye başladı. Berk, önceden ortalardan kaybolurdu kolay kolay üst üste görüşemezlerdi ama ne olduysa Berk onunla iki günde bir ziyaret ediyor, gizli bir buluşma alanında, sarılıyor ve çok güzel vakitler geçiriyorlardı.

Berk, babasının ölümünden sonra büyük bir krala dönüşmüştü. Ve onun bu heybetli hali, Loura’nın ağzını sulandırıyordu. Hem bir kral hem de onu delicesine seven bir erkekti Yakut Berk...

“Her şey, bizim için yiğidim. Her şey!”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 15.09.2025 00:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...