
28. BÖLÜM: CAM IRMAK TAŞTAN GEMİ
~Yeteri kadar bekledik ya bundan sonrası sadece vurgundu. ~
“Yeteri kadar bekledik. Artık ipleri koparmanın vakti geldi.” Yağmur Ata’nın gözlerindeki hinlik Berk’in de yüzünde de aynı ifadenin oluşmasına sebep olmuştu. Onu saraya götürecek birliğine gururla gülümsedi. George... Onu öyle bir yüz üstü bırakacaktı ki... Yıllar önce nasıl bir zavallıysa yine öyle olacaktı. Uzun kırmızı kaftanını siyah gömleğinin üzerine giydi. Artık üzerine amcasında en çok yakıştırdığı renk vardı.
Kaftanın yakalarını indirip pat pat vurdu. Kuşağını beline iyice oturttu ve son olarak kılıcını kınına takıp aynanın karşısına geçti. Yıllar önce bu aynanın karşısında böyle bir Berk yoktu. Hayata ve savaşa dair hiçbir şey bilmeyen o genç adam şimdi, çok değişmişti. Ve bu değişim en çok ailesini mutlu etmek içindi. Evet, içindeki heyecanın ve umudun adı Hançer’di. Biricik ailesi...
Artık bu yolun sonunda birlikte olabileceklerdi. “Nihayet bugün...” diye düşündü. Çünkü bugün her şey baştan aşağıya değişecekti. Arkasındaki rütbelilerine döndü. Göğsü gururla kabardı. En baştan sona kadar isimleri şöyleydi:
Onbaşı, Yüzbaşı ve Binbaşı. Onlar en güvendiği Yakut Ordusu askerleriydi. Onbaşı, her türlü işi yapardı da ses etmezdi, dayanıklıydı. Yüzbaşı neşesini kaybetmeyen ama en ufak bir terslikte sertleşip yangın çıkarırdı. Binbaşı ise, uzun parmakları ve sert kafasıyla ne konuşur ne de konuştururdu. Ebedi sessizlik, denen cinstendi.
Yıllar geçtikçe birbirlerini daha iyi tanıyan bu dörtlünün, Berk için tek bir lakabı vardı. “YANGIN” O gün yaktığı dağlardan sonra saraya gelmesi ve sarayda da aynı yürekle bir yangın başlatması onu bu üç fedakar asker ile tanıştırmıştı. Ordusunu hizaya getirmek için gözünü karartan bir kraldan daha tehlikeli biri varsa o da hiç şüphesiz vezirini hadım ederek öldüren bir kraldır.
Yüzbaşı, gözlerini üzerinde hızlıca gezdirip gülümsedi. “Han’ım! Yine yangın gibisiniz!” Berk ile onbaşı sıcak bir edayla güldü. Binbaşı ise yakıştığını belirten bir edayla başını sallamakla yetindi. Hepsi ona bakıp aynı şeyi düşündü. Berk bugün, yangın gibiydi. Fevri, rüzgarı arkasına alan ve dahası kül edecek kadar kudretli. Yıllar içinde, kendisine ve bu topraklara bambaşka bir hava katmıştı. Berk’in varlığı karanlık değildi, aksine üzerindeki kaftan kadar kırmızıydı. Öfke ve yangının timsaliydi.
Ben de Berk. Berk Giray. Yıllarca ailemin intikamını almak için kendimi büyük bir mevki sahibi olmaya adadım. Şuanda burdayım. Bir hanım! Artık başka engellerle değil, ailemin önündeki engellerle savaşacağım!
Aynadaki aksine bir müddet daha baktıktan sonra Binbaşı’ya döndü. “Baş Celladımız geldi mi?” Binbaşı, başını hızla salladı. Gözlerini kısarak Yüzbaşı’ya döndü. “Onu konuşturdunuz mu peki? Neler dedi?” Yüzbaşı, kontrol edemediği gülüşünü bırakarak konuşmaya başladı.
“Han’ım, tam da yıllarca istediğiniz gibi Ptifordy ve Kara Ozan’a önderlik eden adamı bulduk. Onu biraz inciterek kendi kanından kendi soyundan terk ettiği bir kızı olduğu bilgisini edindik. Adı Nihade. Balamiz sarayında bir hizmetçi. “ Berk bir an Nihade’yi nereden tanıdığını düşündü. Bir şeyler aklında canlanıyordu şayet...
O anda üzerindeki kırmızı kaftan geçmişin perdesini yırtıp ayan oluverdi.
“O kim?” Berk’in sorusuna Yağmur Ata cevap vermedi.
“Hayır!” sesi tüm sarayı inletti. Heybetli koca adam, bir çocuk gibi ağlıyordu. Yağmur Ata, Kağan’ın yanına çöktü. “Lütfen, lütfen sakin olun. Onu yaşatmanın bir yolunu biliyorum, inanın bana!” Börü inkar ederek başını sallıyordu. “O ölmüş, onu koruyamadım... Yavrumu, canımı koruyamadım! Onu ne geri getirebilir!”
Yağmur Ata, zamanın darlığından ötürü ona cevap vermedi. Genç kızı yanına çekip Hançer’in göğsünü açtı. “Nihade, seni doğuran kurdun adını anarak başla!” Genç kız o andan sonra türlü şarkılar söylemeye başladı. Her sözü bambaşka her bir ezgi ayrı bir büyüydü...
Berk, göz yaşları içinde ellerini tutuyordu. Börü Giray kederle kızının başına başını yaslamıştı. Herkes içinden türlü dualar ediyordu. Nihade, dikkatlice büyüsünün ardından yarayı inceledi. Yara onun sözlerine kulak verdi. İçinden yalvardığı Gök Tanrı’dan ona yeni bir hayat vererek uyanışını diledi. Öpüp sıktığı ellerin bir anda hareketlendiğini, dümdüz duran göğsün aşağı yukarı acıyla yükseldiğini gördü.
Bir anda kamlar ve şifacılar Börü ile Berk’i uzaklaştırdı. Takip etmekte zorlandıkları birkaç işin ardından Hançer’in çığlığı gökyüzünü yardı.
Yürek, artık dağlanmıştı...
Acı bir çığlıklar sonra Nihade ayağa kalktı. Yağmur Ata onu hızlıca saraydan çıkardı. Nihade’yi ne Börü ne saray yönetimi göremeden, kim olduğunu dahi soramadan sormadan gözden kayboldu. Bir kişi o kıza dikkatle bakmıştı...
O kişi, Berk’ti. Şayet hatırladığı bu kızdan başka bu isme sahip olan yoksa aradığı kızı böylesine bir anda hatırlamak işine yarayabilirdi. Dudaklarında herkesin aşina olduğu ama tamamen başka birinin taklidi halindeki o gülüş belirdi. “Bakalım, Nihade babasına ne kadar sadık bir evlat? Ve bakalım Kara Ozan, ustasına ne denli bağlı bir çırak görelim...”
***
“Demek, gözleri açıldı ha?” Kılıç Giray, nadiren ayık olduğu o andaydı. Bunun bir diğer sebebi aslında Kara Ozan’ın artık sarayın içinde olmasıydı. Elini çenesine götürüp sıktı. Yüzü her zamanki gibi sakindi. Bu Kara Ozan için yeni bir gelişmeydi. Ama bunu kimin neden yaptığını öğrenememeleri canını sıkıyordu. Bilirse şayet elinde kozlar oluşurdu.
Kılıç Giray ellerini masaya bastırıp masadaki haritanın üzerine doğru eğildi. “Öyle...” dedi yavaşça ve devam etti. “Ama şuanda daha da önemli bir şey var. Bizi, neden topladığı yemeğe çağırmadı?” Kara Ozan, kara gözlerini kısıp bir elini çenesine yasladı. “Neden?” dedi ilgiyle. Kılıç Giray, gülümsedi. Yapma tavırları ancak ilgi ve merak gölgelerdi.
“Kılıcını çektiği aşikar. Bizim için kör olması her yönden iyiydi ama artık eskisinden daha yürekli olacaktır. Yeniden bir belaya bulaşmadan kendini korumaya alacaktır. Ve bunu yaparken de bizi harcayacak. Artık korumasına gerek kalmayan topraklardayız. Artık korumayı değil yakmayı seçecek.” Ozan’ın, yakmak fiiline karşı derin bir kini vardı. Her duyduğunda titriyordu. Yine aynı şekilde hafif bir titremişti ama dikkat etmesine mahal vermeden bu sefer kendisi konuşmaya başladı.
“Benim geldiğimi gördüğü vakit hevesinin kursağında kalışını zevkle seyredeceğim.” Dudağının kenarında bir titreme hissettiği an yüzünü hızla sıktı. Gülmeyi uzun zamandır beceremiyordu. Sanki her güldüğünde ölüyordu. Omuzlarını esneterek masaya yaklaştı. Masadaki haritayı şöyle bir inceledi. “Ben buraları bilirim. Uzun zaman oldu, yine meydana savaşa inmek güzel olur. Fazla sessizlik can sıkar.”
Hızla ayağa kalktığında Kılıç’ın bir bardağa uzandığını gördü. Arkasını dönüp ilerlerken sert tok sesi bardağı kavrayan eli durdurdu. “Orada bana ayık kafa ile lazımsın ihtiyar! Yeteri kadar rezilin teki olmuşsun bundan sonra yanında ben varken ağzına onu alma.” Kapıyı çarpıp çıktı.
Kapıcı askerin tekine yaklaşıp göğsüne yumruğunu vurdu. “Burda artık görevli değilsin ama yine de son görevini yap ve içerdekine hazırlanmasını söyle. Balamiz sarayı bizi bekliyor.” Koridorda adımlarken ilerde ellerini göbeğinde bağlayan adamına işaret verdi. Omuzlarını esneterek merdivenleri inerken derdest edilen Girayhan askerlerine göz ucuyla baktı. Kendi adamları saray için yeterliydi. Arta kalanı da ordunun başına geçtikten sonra iki değil beş devletle bile savaşabilirdi.
***
İki farklı yoldan aynı sofaya gelen, kendine inanan kudretli adamlar vardı. Biri taştan bir gemi diğeriyse camdan bir nehirdi. Bir araya gelmeleri her zaman bir kırılma yaratırdı, ve imkansızdı. En önde gelen ve arkada gelenleri görmeyen Berk olmuştu. Birliği dışarıda kalıp kendisini içeri attığında Kılıç Giray ve Ozan birliği ile henüz içeriye girmişti.
Yakut Berk, kalın kolonun arkasında kendisine el işareti yapan narin eli görüp oraya doğru hızlı adımlar attı. Çevredeki muhafızlar kendilerine bakmıyorlardı. Narin eli tutup dudaklarına götürdü. Hafif bir gülüş sesi doldurdu kulaklarını. “Yine çok yakışıklısın...” Loura, onun elini kendisine çekti. Berk, bu sözlerine karşın alaycı gözlerle üstten üstten baktı.
“Her zamanki halim ama, hala alışamadıysan söyle sana merhemini bulayım. “ Kendisinden emin sesinden sonra Loura, dudağını ısırıp olduğu yerde salınmaya başladı. “Tek eksiğim yanımda olmayışın. Başka bir şeye ihtiyacım yok.” Berk kaşlarını çatıp yüzünü yüzüne yaklaştırdı. “Sana dediğim gibi, iyi baktın mı saraya? Gördün mü babanın ne kadar aptal bir kral olduğunu? Bir Kraliçe olarak doğduğun yerde bir prenses hayatı yaşamanın rezilliğini, yaşadın mı bir daha?”
Loura, esefle başını salladı. Alttan bakan gözleriyle Berk’in kalbine girmek için deliriyordu. “Ne kadar dil döktüysem dinlemedi. Sanırım tek yol, bana gösterdiğin yol...” Berk’in kaşları derin bir rahatlamayla yumuşadı. Parmaklarıyla Loura’nın çenesini okşadı. “Benim seçtiğim hiçbir yol, başarısız olmaz, biriciğim... Kanatlarımda nefeslenmek için haddinden büyük dağlardan yere süzülmeyi öğreneceksin...”
Tam Loura onu öpecekti ki içeriyi adım sesleri doldurdu. Berk ondan uzaklaşıp doğruca merdivenleri tırmanmaya başladı. Daha geniş adımlar atarak muhafızların selamları eşliğinde toplantı salonuna geldi. Kapının önünde durduğu vakit arkasında duyduğu adımlarla duraladı. Arkasına döndüğü an onu gördü.
Kılıç Giray’ı...
Kılıç Giray, ona öyle bir bakıyordu ki ölmek ve öldürmek arasında gidip geldiğini görüyordu. Yanındaysa tanımadığı ama kara gözlerine ve güçlü esmer tenine baktığı vakit ve bunca zaman yaptığı savaşlarına dayanarak onun da meşhur Kara Ozan olduğunu anlamamak mümkün değildi... Hoş zaten o da adını sakınacak biri değildi. Lakin bir süre yüzünü herkesten sakınmıştı.
Herkes kendisine benzeyeni yamacıma almıştı demek... Kara Ozan, sinsi bir sırıtışla Berk’in üzerine yürüdü tam da tahmin ettiği gibi. “Hiç düşündün mü? Bu kadar gizli bir görevdeyken Kılıç Giray senin o, olduğunu nerden biliyor?” Berk’in yüreğinde ağır bir sancı belirdi. Gölgesinde duramadığı babasının karşısında durmak, hele ki bir kez olsun heybeti eksilmeyen bedenine sarılamamak öylesine ağırdı ki...
Ama öte yandan annesini, ağabeyini ve kız kardeşini elleriyle öldüren kişinin o olması her şeyi yok etme isteğiyle dolmasına sebep oluyordu. Gölgesinin bir kez bile üzerlerine düşmemesi... Yüksel dağları başına yıkacağı günü bekliyordu! Bu yüzden adı da “Yangın” dı ya? Şuanda babasını öldürmek ile işkence çektirmek arasında gidip geliyordu. İki elini de yumruk yapıp belinde bağladı.
“Ben, Yakut Hanlığı Kralı Yakut Berk! Sizse lanetli bir avuç insan. Biri dağlardan inmiş, saraylarda haspamlık eder diğeri bir sülük gibi bataklığından güç bela ayrılmış. Dikkat edin de ateşim sizi bir daha yakmasın. İnanın, “ Kara Ozan’ın yüzüne doğru yaklaştı. İki çelik irade demirin tavında dövülüyor gibiydi. Ama Ozan’ın bedenine giren titreme en olmadık yerde gelip onu buldu. Bu da tabiki Berk’in gözünden kaçmadı.
“Rüzgarımda bile böyle titreyen sizleri yangınımda kül ederim! Ve o zaman, o yangında sizin için önemli kişiler var mı yok mu umursamam!” iki demirden yürekli adam karşı karşıya gelmişti. Korkuları ancak zafer alamamaktı. Gözleriyle birbirlerini öldürürken Berk, her zamanki alaycı gülüşünü takıp Kılıç Giray’ın gözlerine baktı.
İğrenir cinstendi bakışları. Utanç duyuyor, yerin dibine sokuyordu. Artık oğul olmayla alakalı tüm arzularını, isteklerini bastırdığını hissedebiliyordu. Hatta gömmüştü bile! Evlat olamadığı yerde ondan üst bir kral olmak ancak alabileceği intikamın çeyreği bile etmezdi.
Ama onunla düşüp kalkan, onun yoluna gül serpen ne kadar insan varsa hepsini öldürmeye ant içen bakışlarını kuşanıp arkasını ikiliye dönüp kapıcıya baktı. Kapıcı, kapıyı açtığında gür bir sesle adı zikredildi. “Kralım, Yakut Hanlığı Kralı Yakut Berk ile Girayoğuşları Hanlığı Han’ı Kılıç Giray ile veziri Kara Ozan geldiler efendim!” İçeriye elleri arkasında bağlı çapkın ve yaramaz bir gülüşle girdi. George hızla ayağı kalktı. İkili sarılırken arkadan giren ikiliyi kimse beklemiyordu elbette. Garip bakışlar üzerlerinde toplanmışken Kara Ozan o kendine has sesiyle konuşurken sarılma falan yapmadan doğruca masanın baş kısmındaki boş bir yere oturdu. Namı ne olursa olsun bir kralın yerini alamayacağını biliyordu.
“Masanın asıl davetlileri masada yoksa kimsenin karnı doymazmış.” İyice arkasına yaslandı. “İşte. Geldik. Afiyet olsun.” Hemen yanındaki kısma da Kılıç Giray oturunca Berk hala George ile yan yanaydı. George ona eliyle tam karşısına, baş köşeyi işaret etti. Berk, kızıl kaftanı içinde süzülürken ona şaşkınca bakan bir çift gözü önemsemeden yerine oturdu.
İynem, bahsedilen Berk’i görmekte olduğunu biliyordu ama bu kadar yakışıklı ve yiğidini asla beklemiyordu. Siyah saçları uzun değildi, ne örgü ne de saç bağı tutmayacak kadar kısaydı. Uzun ve heybetli boyuna eş geniş elleri, dimdik mağrur boynu, ve sert asil bir yüzü vardı. Yüzünde zümrüt yeşili gözlerini ortaya çıkaran kirpikler, çenesindeyse yerinde kısaltılmış sakalı vardı.
Uzun lafın kısası İynem, ona hayran olmuştu. Hançer’in çocukluğunda böyle biri olmadığını biliyordu ama şimdi görse... Kendini hızlıca toparlayıp işine odaklandı. Gelen misafirlere hızlıca yemek tabaklamaya başladı. O esnada George, Girayhan’ın gelmesinden öyle pis bir haz duymuştu ki! İçinden geçenleri haykırmak istedi. Çağrılmadığı yere gelecek kadar cesur ha? Bunu çok sevdim Ayyaş Han!
George’da “Afiyet olsun!” diyerek sofraya oturdu. Sanki hiç yemek yenmemiş gibi. Çatalını havaya kaldırıp gülümsedi. “Bugün, çağırdıklarım kadar çağırmadıklarım da kapımı aşındırdı. Kendimi şanslı sayıyorum.” Berk’in gözleri inatla karşıya bakıyordu. “Öyle değil mi dostum?” diye Berk’i öne sürdüğünde Berk’in ifadesi demir gibiydi. Su geçirmezdi. “Neden Ragnar yok? O, bir Kral ama biz onun ayak takımı ile sofraya oturuyoruz.”
Bu hadise çok yeniydi. Ragnar’ı yıllardır yüz yüze görmemişti. Sadece birkaç mektupla halini anlatıyor daha sonra sesi soluğu çıkmıyordu.. Onun hikayesini bilmediği için, kendisi hakkında hiçbir şey anlatmayışı, dostuna iyi gelemediği kederini kalbine yüklüyordu. George ve Kuzey aileleri dik dik yüzüne bakmaya başladı.
Dudaklarında bir gülüş belirdi. “Ben sizin gibi herkesi satamam. Henüz, sizler yokken benim yanımda o vardı. Anılarıma saygısızlık yapamam.” George aynı gülüşle ona karşılık verdi. “En zor anlarında yanında ben varım sanıyordum. “ Berk, masaya doğru yaklaştı. Kaftanının kollarındaki altın işlemeler göz alıcıydı. “Herkesin yeri ayrıdır, dostum. “ George, sırıtarak arkasına yaslandı. “Uzun zaman oldu seni görmeyeli. Neredeydin, ne yapıyordun? “
Berk’in gözleri sağ tarafına döndü. Kılıç ve Ozan kin ve nefretle yüzüne bakıyordu. Ozan, ne olduğu belirsiz insanlarla oturmaya alışkın bir cellattı lakin aynı şey Kılıç Giray için söylenemezdi. İçinde kendisine bile itiraf edemediği bir korku vardı. Ve Berk, ona her baktığında ve konuştuğunda bu korku kendisini belli ediyordu. Kara Ozan, kollarını göğsünde bağladı. Bir kaşını kaldırıp Berk’e yöneldi.
Berk, dudaklarını yalayıp başını yarım çevirerek George’a baktı. “Benim, ezelden düşmanlarım vardır. Boş durmamak gibi de bir huyum vardır. Anlayacağın, meşgulüm.” Kuzey ailesinden iri yarı, kafasında heybetli bir kartal başı olan lider kaşığını sertçe masaya bıraktı. “Yakut halkından yana sorunumuz her zaman oldu. Başını son zamanlarda da siz çekiyorsunuz. Biz şahsen sizin bu masada olmanızı istemezdik lakin varsanız daha az konuşun. “
Berk kaşlarını kaldırıp alt dudağını içerden ısırdı. Sesinde hayret ve umursamazlık vardı. “Neden daha önce demediniz? Sizleri memnun etmek için İpek Yolu’ndan daha fazla kervan çaldırtabilir sonra da ölümle korkuttuğunuz insanlarımın sesini kesebilirdim. Şu an burda rahatsızlık duymanız beni çok üzdü.” Berk, içindeki öfkeyi bir an olsun yansıtmaktan geri kalmadı ve sözlerinin ardından pişkince sırıtan liderleri korkutacak bir kudrette elini masaya vurdu.
Bardaklardaki içecekler devrilirken George da dahil kimse onu bu halde görmemişti. Kara Ozan, karanlık gözleri ile onu sakince süzdü. “Bakalım uğruna savaştığın hatunu kaybettiğinde neler yaşayacaksın çakma kral?” sonra nasıl olduysa gözleri Nihade’yi buldu. Kendisine merakla bakan genç kızı baştan ayağa süzdü. Gözlerinde yaşların izi vardı ama şuanda daha güçlü duruyordu. Onu neden gördüğünü dahi anlamamıştı ya hadi neyse!
Liderler gözlerini Berk’in üzerinden bir an olsun çekmemişti. Bu masaya oturan kimsede bu hareketi yapacak ne güç ne de cesaret vardı. Ve Kara Ozan’ın da gözlemlediği ilk şey bu olmuştu. Berk her anlamda güçlü bir adamdı. “Gücünün damarları tıkandığı vakit de böyle olacak mısın?” Berk ayağa kalktı ve kaftanının beline oturttuğu kılıcını kavradı. Kara kaşları derince çatılmıştı. Bakışları Kral Petro’ya döndü.
Onun da yüzünü bir müddet izledi. Dudaklarında bir titreme oluştu, minicik bir gülüştü bu ve İynem bu gülüşte ne kanlar ne savaşlar gördü. “Ben,” dedi göğsünü gere gere. “Olası bir savaşta yahut ittifakta asla yer almayacağım. Topraklarına göz diken, değersiz varlıklara göz açtırmam. Eğer derseniz ki, mecbursun diye. O zaman sınırlarımı savaş bitene değin cayır cayır yakarım. Kimsenin de sesi soluğu çıkamaz.”
George, onda daha önce görmediği bu cesaret ve hiddetle oturduğu yerde şaştı kaldı. Bu alaycı, yıllarını yan yana geçirdiği o Berk miydi yani? Gözleri masanın köşesine doğru dalarken o eski günlere dalıp gitti.
KRAL VİRART’IN ÖLDÜRÜLDÜĞÜ GÜNLER
Berk için hayatında daha önce böylesine bir karmaşa yaşanmış değildi. Bu tamamen ilk defa karşılaştığı bir durumdu. Virart gerçek babası değildi ama o lanet adamdan daha fazla ona değer verdiğini hissediyordu. Cenazesini kaldırdıktan sonra tüm ordu kışladan çıkmıştı. Sokaklar ve sarayın avlusu beş yüz bin kişilik merkez ordusu ile ayakları altında duruyordu.
Yeşil ve mavinin iç içe geçtiği bayrakları mızraklarında gökyüzüne doğru yükselmişti. Berk, titreyen ellerini yumruk yapıp belinde bağladı. Gözlerini kısarak orduyu seyretti. Sarayın en tepesinde ve herkesin gözleri önünde artık yeni Kral oydu. Ellerini havaya kaldırıp bağıran birkaç askerin sesini duydu ve daha sonra tüm ordu aynı anda bağırmaya başladı. “Kan, yangın, intikam!” Berk elini havaya kaldırıp ordusuna bağırdı.
“Sizler, yıllarca bu devlete hizmet ettiniz! Bugün, bize karşı kılıç çekip en kıymetlimizi öldürenlerin kanını dökme vakti! Babam Kral Virart’ın kanını Batı Dağlarının eteklerinde ve Kıyı’da alacağız! Sınırlarımız artık namusumuzdur, şerefimizdir!” en önde onu duyanlar sözlerini arkaya duyuruyordu. Yankılanan sesi anlayanlar sessizce bekleyip duymayanlara direkt ana fikri veriyordu.
Ve nihayet merkez ordusu her bir cümleyi duyup intikam yeminini etmeye başladı. Kılıçlar, kalkanlar, bağıranlar, küfredenler ve daha niceleri... Berk, yanına gelen Yüzbaşı Yuloşa’nın gözlerinin içine baktı. “Artık bu sarayda bir asker olarak değil, benim vezirim olarak kalacaksın. En güvendiğin üç adamı askerin de rızasıyla huzuruna getir. Ben yangını başlattım bakalım gerisinde ne olacak?”
İlk iş olarak Yuloşa rütbesini attı. Vezir olarak saray yöneticilerinden geçmişin iğrenç zihniyetini kanla söküp attı. Daha sonrasında ordudan üç büyük asker seçti. Onbaşı, Yüzbaşı ve Binbaşı. Hepsi de hayatlarını savaşarak kazanan, ölüm diye haykıran zafer diye gülüşen adamlardı. Tahtın el değiştirdiği ve tacın yeni sahibi kulaktan kulağa duyuldu.
Haberi duyan Prens George, yanı başında haberi dinleyen babasına hınzırca bir gülüşle baktı. “Biz de gitmeliyiz. Ne de olsa eski dost değil mi baba?” Kral Freud, Petro’nun aksine oğluna çok düşkündü. Onların oğulları yüz karası olunca kendisininki şımartılmaktan çatlayacaktı az daha. Freud, başını önce okşadı ve sonra da öptü. “Gidelim, gidelim de genç yaşta kral olan bir erkek nasıl olur görelim?”
Sözlerinin ardında yatan ima ve alayı anlamayan George, Yakut Berk’i tahtında tüm heybeti ve gücüyle gördüğü vakit dünyada daha önce duyulmamış bir kıskançlık ve hasetle baş başa kalmıştı. Onunla konuşuşunda ve arkadaşlığında bile en büyük rakibini göz önünde tutmak gibi bir hastalıkla boğuşmaya başladı. Ve Yakut Berk, bunu tam zamanında fark etmişti. Bu geliş gidişleri, dost adı altında yapılan yardımları ve oyunları bir bir kendi lehine çevirmişti. George, Yakut ülkesinde bir ihtilal yaşanırken ve Yakut Berk yükselirken kendi haset köşesinde kulağına fısıldananları yapacak zamanı kolluyordu.
Ta ki, o güne kadar.
Kral Freud nihayet Petro ile bir anlaşmaya varmıştı. Buna göre, artık iç işlerinde birbirlerine bağlı olunacak ve ülkeler arası anlaşmalarda iki kraldan birinin imzası olmadan o karar yürürlüğe konmayacaktı. Bu Petro için bulunmaz bir nimet ve büzüldüğü köşesinden palazlanmak için harika bir fırsattı.
Lakin, George bunları bir şeytani oyunla yok etmişti. Babasını vahşice öldürmüş ve sarayın başına geçerek dengeleri alt üst etmişti. Üstelik yaptığı şeyle yetinmeyip zaferler elde edemeden körleşip sarayına gelmesi az daha George’un merkez ordusunu birbirine katacaktı. Halkı zaten bu şımarık çapkın kralın sorumsuzluğundan bıktığı için kulakları yerde, en ufak bir sarsıntıyı bekliyordu.
***
İşte bugün Berk, yıllar boyunca koruduğu duruşu ile karşısında dimdik duruyordu. Güç ve kudret damarlarındaki akan kan kadar sıcak ve belirgindi. Nihade, Yakut Berk’i daha önce gizlice saraya gelişlerinde görmüştü. Ama son aldığı ağır yaradan sonra yüzünü bir daha görmemeye ant içmişti. Şimdi ondan nefret ediyordu. Zira babasını esir tutan bu adamla arası asla düzelmeyecekti.
Onu kızı gibi görmeyen bir adamın arkasından hiç bilmediği Yakut topraklarına gelmişti. Onunla görüşmek istediğini söylediği vakit üç büyük adam babasını kapının önüne çıkarmıştı. Başında, boynunu ve bedenini tamamen örten deri bir kıyafet vardı. Zırh gibi ışıl ışıl olan bu kıyafet aynı zamanda da korunaklıydı.
Nihade, ona dokunmak için adım attığı vakit üç büyük adam önünü kesmişti. “Bana neden cevap vermiyorsun baba? Kızınım ben senin! Eniğin değilim! Bana bir kez olsun kızınmışım gibi davran!” Ama Ptifordy ve Kara Ozan gibi cellatlar yetiştiren bu adam gerçekten mesleğinin hakkını veriyordu.
Başını başka tarafa çevirip onunla göz göze dahi gelmedi. Nihade için hayatının en kötü anıydı bu an. Acıyla yanan yüreğini babasının avuçları arasına bırakıp gerisin geri ordan ayrılmıştı. Şehri geçtikten sonra kendini tepelere vurmaya başladı. Öyle hızlı koşuyordu ki nefes alamıyordu. Koştukça ağlayışı şiddetleniyordu. En sonunda saraya tepeden bakan, sağa doğru vadileri gördüğü o tepeye çıktı.
Tüm hiddetiyle bağırdı. Ağladı, nefeslenmeye çalıştı ama bir cellat olup içinden söküp atamadığı yüreği hala kan ağlıyordu. Bir kız çocuğu kolay kolay babasını unutamazdı. Hele ki kadın olup, ayakları üzerinde durmaya başladığı vakit ardında bir dağ arardı. Arardı da herkes o kadar şanslı olamazdı. Nihade ağlamaya da yaşamaya da lanet ederek oradan uzaklaşmaya başlamıştı.
İşte tam o anda, ölüm gibi kokan Kara Ozan’ı gördü. Bu şekilde bir araya geldikleri o anda kendinden geçmişçesine ölmeyi öldürülmeyi arzuluyordu genç kız. Ama şimdi, Kara Ozan’ın o sakin ve karanlık varlığına baktığında ona kapılmak isteyen deli cesaretine inanamadı. Bu mümkün olamazdı!
Tam o anda Kara Ozan’ın gözleri Nihade’yi adeta eksiltircesine izliyordu. Gözleri cesaretle ona karşılık verince Kara Ozan’ın dudağında hafif bir gülüş belirdi. Bu gülüş içinde bir kıvılcım yanmasına sebep olmuştu. Bu gülüş, onu gözünde öyle bir yere çıkardı ki buna Nihade de inanamadı. O anda, onun karanlık gözlerinden kurtulması gerektiğini tüm iliklerine kadar hissetti. Aynı şeyleri kara yürekli Kara Ozan’da hissetmişti. Onu gülümsetmişti! Gülümserken acı çekmemişti... Nihade gözlerini hızla kaçırdı.
Kara Ozan, gözlerini ondan çekip en karanlığından bir bakışla Berk’e döndü. George tam da o anda anılarından sıyrılıp Berk’e baktığında ikilinin arasındaki kan çıkartan sürtüşmeyi fark etti. Eli yumruk olurken, ayağa kalktı. Gözleri özellikle ikisi arasında gidip geliyordu. “Herkes anlaması gerektiğini anladı, alması gereken dersi aldı diye düşünüyorum. Daha fazla öfkelenmeye gerek yok. Dostum, lütfen.” Dediğinde eliyle Berk’in oturmasını istedi. Berk, yüzüne alaycı bir gülüş kondurup yerine çöktüğünde bu sefer yanına gelen İynem olmuştu.
Onun heybetiyle heyecanlanmıştı. Devrilen bardağını şerbetli doldurmaya başladığında gözlerinin kenarıyla Berk’i süzüyordu. Sırasıyla kızlar bardakları yeniden doldurmaya başladıklarında artık kaşık ve çiğneme sesleri duyuluyordu odada. Nihade döndü döndü ve son bardağı boş kişiye yaklaştı. Kara Ozan, eline aldığı bardağı ona doğru kaldırdı. Hareketlerindeki yavaşlık Nihade’yi gıcık eden cinstendi.
Uzanıp bardağını almak isteyince Ozan, bardağı sıkıca tutup onu durdurdu. Nihade gözlerini kısarak bardağı işaret ettiyse de Kara Ozan’ın gözlerindeki karanlık daha baskındı ki yutkunarak bardağı doldurdu ve geri çekildi. George yemek değil de daha çok kendi etini çiğniyor gibiydi. Bardağını tekte içip arkasına yaslandı. Bir kez hafifçe öksürüp konuşmaya başladı.
“Bugün var olan bağlarımızı kuvvetlendirmeye geldik. Benim en büyük düşmanım bildiğiniz gibi Hançer Giray. “ Berk’in dudaklarına götürdüğü bardağı durdu. Kılıç ve Kara Ozan’ın gözleri üzerine döndü ve sinsice sırıttılar. Kara Ozan elbette sırıtmadı sadece -mış gibi yaptı. George, duraksamadan devam etti.
“Tarafımda olmanız beni çok onurlandırıyor. Bu sebeple sizinle onu yok etmek üzerine konuşmayı daha uygun buluyorum.” Kılıç bardağını başına dikti. Nihade bardağı doldurmak için mecbur harekete geçti zira İynem orada durup kocaman gözlerle yere bakıyordu. Sanki nefesi kesilmiş gibiydi. Bardağı doldurduktan sonra Kara Ozan bir anda bileğini tutup onu yanına çekti. Bunu ne için yaptığını bilmeyen Nihade endişeli bir şekilde gözlerine bakıyordu ama Ozan asla oralı değildi.
Eğilip George ile göz göze geldi. Tok ve güçlü sesini elinin üstünden bile hissetmişti Nihade. “Sen evvela aşığının olduğu bu masada bunu konuşmayacağını öğren George. “ George kocaman olan gözlerini herkesin üzerinde gezdirdi lakin tek bir kişiye çevirmedi. İhtimal vermiyordu bile! Berk, Ozan’a sert bakışlarını çevirdi. Anlaşılan aralarında çekişmeli bir savaş onları bekliyordu...
Herkes birbirine öfke ve ihanet edilmiş gibi bakıyordu. Bir tek Kral Petro, gülen gözlerle Berk’e baktı. Kara Ozan, Nihade’nin elini daha fazla sıkmaya başladı. Ama Nihade tek laf bile edemedi. “Yanlış kişilere bakıyorsun George. O kişi tam karşında oturuyor.” Dedi öfkeyle. George bir kolunu bükerek masaya koyup öne doğru eğildi. “Bu gerçek mi?” dediğinde Berk için çoğu şey yer değiştirmeye başladı.
Onlarla aynı masada olmasaydı başka planları vardı lakin madem beklentisi gerçekleşmemişti başka yollar bulmaktan vazgeçmeyecekti. Bardağındaki suya uzandı. Ardından o da aynı şekilde masanın üzerine doğru eğildi. “Hakkını vermeliyim, bana biri Hatun olacaksa onun kadar becerikli ve dişlisini bulamazdım. Hem, “ bakışları iğrenerek Kılıç Giray’ın üzerinde gezindi. “Herkes onunla nasıl uğraştığını ve ailesine neler yaptığının farkında. Ayrıca, tek veliaht. “ Ellerini iki yana açıp arkasına yaslandı muzaffer bir edayla.
“Kanındaki savaşçılık benden sonraki nesillere ancak bir zafer olur. Bunu mu sorgulayacaksınız?” Kuzeyli ailelerden biri sandalyesinden hızla ayağa kalktı. İşaret parmağını yüzüne doğrulttu. “Bu masada bizlere ahkam keserken sana gerçekten saygı duymuştum ama dostunun düşmanını koynuna almayı hesaplayacak kadar gözünün döndüğünü bilmiyordum.”
Bir anda gürültü koptu. Kimse ne oldu neye yardım etti anlamadı. Zira Berk, bir anda yerinden kalkıp Kuzeyli liderine sert bir yumruk çaktı. Masaya düşen adam masadan da sandalyelere düştü. Kimse ne oldu neyi tutup durdurdu anlamadı bile. George içinse bu daha önce asla görmediği bir şeydi. Berk az önce Hançer’e laf edildiği için mi bu yumruğu bir lidere atmıştı?
Berk, elindeki kanı masanın beyaz örtüsüne sürerken zevkle sırıtıyordu. Bu hareketi George’a ve Kılıç Giray’a aynı günü anımsatmıştı. Hançer’in müttefiklik yemeğini böldüğü ve Vezir Baycu’yu öldürdüğü geceyi...
Devrilen bardakların ve tabakların sesiyle Nihade tamamen bilmeyerek Kara Ozan’ın bileğini tuttu. Daha önce böylesine bir karmaşa ve gerginlik yaşamamıştı. Lanet olası kalbi insan öldürürken asla böyle değildi! Kara Ozan, tüm sakinliğini koruyordu ama bir anda ince elin bileğine dolanması ile derisinde bir yangındır başlamıştı.
Elini bir anda Nihade’nin elinden çekti ve ayağa kalktı. Arkasını dönüp sandalyeden çıkıyordu ki bu sefer burun buruna geldiler. Nihade elini ovuştururken kocaman gözlerini kara gözlerine dikmiş, ağırca yutkunmuştu. Kara Ozan, gözlerini sertçe kapatıp ondan kurtuldu ve Berk’in tam yanında yüzünün yarısını ona çevirdi.
“Sana benimle uğraşmaman gerektiğini söyledim. Ama sen beni dinlemeyip yakıp yıktın her yeri,” sesini kıstı. “Berk Giray...” Berk ona dönüp hırsla yanan gözlerini gösterdi. Ama Kara Ozan susmadı. “Şimdi, sıra benim Berk... Bu masada daha fazla kalamayacaksın. Ve sonunda o çok istediğin ve harladığın yangında yanacaksın. “ Berk’in yüzünde alay dolu bir gülüş büyüdü. Ellerini yumruk yaparak beline bağladı. Başını geriye atarak nefes alıp verdi.
“Sen değil, senin gibi bin tanesi gelsin Kara! Ben yanacağım ateşe odun atmam.”
***
OBA
“Gökçe!” Aslantaş sabahtandır iki yanda onu arıyordu. Çadırda Gökçe’nin annesi vardı. “Ana!” diye bağırdı bu sefer bari o duyar diye. Gökçe’nin annesi hızla dışarı çıktı. Başında karalar vardı ve onu bir sene sonra çıkaracağını biliyordu Aslantaş. “Ne oldu oğul?” dedi ellerini beline astığı beze silerken. Aslantaş sinirle yüzünü ovaladı. “Ana, bu kız nerde ben bulamıyorum sabahtan beri?” kadının yüzünde hin bir gülüş belirdi. Elini kalın koluna koyup pat pat vurdu. “Obanın alpleriyle at yarışı yapardı en son. Hançer’in yokluğunda kimse paslanmasın dedi. Senin nasıl haberin yok a deli oğul?”
Aslantaş’ın sinirle gözleri büyüdü. “Ben gösteririm ona at yarışını!” dedi ama annesinin sinirli sesiyle duraladı. “Yavaş gel! Kırarsan, kırarım Aslantaş bilmiş ol!” dedi. Gökçe’nin annesi öyle otoriter bir kadındı ki bu Gökçe’ye de yansımıştı. Bir alpten hiçbir farkı yoktu annesi elbette,Aslantaş el mecbur başını sallayıp ordan uzaklaştı. Az ötede düz yeşilliklerdeki alpleri görünce hızla oraya doğru koştu.
Ama vardığında kılıç yarışı yaptıklarını gördü. Gökçe, ellerini belinde kavuşturmuş dimdik ayakta alpleri pür dikkat inceliyordu. Aynı hareketlerle o da yanına geldi ve hata yapan bir alpe bağırdı. “Beceriksiz!” Gökçe bir anlık ürken yüzünü ona döndürdü. Sinire dönen halinin ardından Aslantaş’ın omzuna vurdu. “Kulağımın dibinde bağıracağına git aralarında bağır!”
Aslantaş gevşeyerek güldü. “O kadar seni aradım, bu sesi hak ettin!” Gökçe kollarını göğsünde bağlayıp ona döndü. “Yoksa yeni doğmuş tay mıyım da beni arıyorsun beygir gibi!” Aslantaş yüzüne doğru eğildi. “Sana laf söylenmeye gelmiyor ki? İnsan der neden çağırıyorsun ne oldu diye.” Gökçe yanaklarını havayla doldurup yüzüne doğru üfürdü sıkılarak. “He he, ne oldu da beni arıyorsun?”
Aslantaş hin bir gülüşle alplere döndü. “Yeter bu kadar, obanın çevresinde Tulpar Alp ile nöbet değiştirin. Darulgan ve Demirdöğen size esas alplik nedir orada öğretir.” Alpler sesli bir şekilde ellerini göğüslerine vurup koşar adım oradan uzaklaştılar. Gökçe hızla sırtına atladı. Kafasına, boynuna, yanaklarına vurmaya başladı.
“Seni muzır köpek! Seni şeytan!” diyerek ince kıyafetlerinden faydalanıp omzuyla boynu arasındaki derisini ısırdı. Aslantaş ise sadece gülüyordu! Sessiz gülüşü Gökçe’yi delirtiyordu. “Koskoca kız oldun hala beni ısırıyorsun! Dur, bak üşeniyorum diyorum!” diyerek Gökçe’nin başını geriye çekiyordu ama Gökçe bana mısın demiyordu. Aslantaş düşmesin diye bacaklarını tutup diz kapağının arkasını gıdıklamaya başlayınca Gökçe süratle yere inmeye çalıştı. Gülüşünü kulağının dibinde duyması Aslantaş’ın kalbini yumuşacık ediyordu.
“Bırak, bak ölürüm. Aslantaş! Ağlarım dur!” Gökçe oradan gıdıklanmayı nasıl başarıyordu bilmiyordu ama fazla gülerken ağlaması işten bile değildi. Aslantaş en nihayetinde ağlamasına göz yummazdı. Yere indirdiği Gökçe hızla sırtüstü yere uzandı. Hala gülüyor ama nefes nefeseydi.
Aslantaş’ta onun yanına uzandı. Bir süre gökyüzüne baktılar. Uzun uzun nefeslendiler. Gökçe başını yanına çevirdi. Gözleri yüzünde yavaşça gezindi. “Bana hala neden beni aradığımı söylemedin?” dediğinde Aslantaş yutkundu. “Özledim.” dedi. Gökçe yerinden hızla doğruldu. Kalbinin cayır cayır yanarak atmasındaki sebep ne olaydı ki?
Aslantaş da doğruldu. Elini toprağa geçirirken gözlerini kaçırdı. “Yani, çocukluğumdan beri herkesi özlerim.” Gökçe’nin kaşları hayal kırıklığı ile düştü. Gözündeki ışık bile sonsuza değin yok olmuş gibiydi. Aslantaş öyle hızlı sözünü çevirdi ki Gökçe bile afalladı. “Ama en çok sen!” Dizlerini altına alıp Gökçe’nin karşısına geçti. Uzanıp elini elinin arasına alınca tırnaklarına bulaşan topraklarda elleri arasında yer buldu.
Gözlerinde artık cesaret vardı Aslantaş’ın. Hazırdı. En azından, kendisini biliyordu. “Gökçe, ama en çok seni böyle özlüyorum...” ellerine baktı. “Çocukluğumda da şimdi de en çok seni özlüyorum. Ve çok korkuyorum... Ya bize de bir şey olursa? O zaman yüreğim, ne olur...” Gökçe gözünden akan yaşa engel olamadı. Doğru duyduğunu biliyordu artık...
“Gökçe... Ben bir tek seni özlüyorum... Bir tek sen bana kızınca karanlığa düşüyorum, sen uzaklaşınca yönümü kaybediyorum... İçimde sana ait kocaman bir yer var.” Birleşen ellerini kalbine yasladı. “Bak, orası küçücük ama öyle bir atıyor ki...” Gökçe adını dilinden ancak ölüm düşürebilirdi.
“Aslantaş...” Aslantaş güldü. “Dur Gökçe. Sana diyeceklerim bitmedi.” Ellerini tekrar kucaklarına indirdiler. Aslantaş, nefeslenmeye çalıştı ve devam etti. “Senin de eğer yüreğin böyle atıyorsa, sen de bir tek beni böyle özlüyorsan, alsam seni ben ya? Otağıma direğim, ocağıma hatunum olsan ya? Nere dönsem sana baksam ya?” Gökçe, gözyaşları içinde başını salladı. Ellerini birbirine daha sıkı sardı. Aslantaş durdu.
Ağzı açık kalmıştı. Bu kadar hızlı mıydı? Gökçe gülerek bir daha başını salladı. “Olur Aslantaş, olur. Bizimde bir çadırımız olsun, ocağı yansın, balalarımız olsun. Olur, ne yana dönsem seni göreyim... Ama olmasın, ölüm bizi ayırmasın unut bunu...” Aslantaş ağzını güç bela kapadı. Gökçe’nin ellerini çektiği gibi sıkıca ona sarıldı.
Ölüm yokmuşçasına değil, varmışçasına..
***
Ural Bey, postuna kurulmuştu. Elleri yumruk halinde bağdaş kurduğu ayaklarına yaslıydı. Karşısında mızrak gibi dik duran genç adama gururla bakıyordu. Elini açıp boyunu baştan aşağıya gösterdi. “Senin gibi bir yiğidin kıymetini ancak onun gibi bir basiretsiz bilmezdi! Var olasın, çok yaşayasın! Şen geldin otağıma!”
Timurtaş, gözlerini kapatıp açarak gülümsedi. Elini göğsüne koyup bir miktar eğildi. “Ne demek Beyim. Sen var olasın asıl!” Ural’ın yanındaki diğer boy beyleri ile Timurtaş’ın babası gururlanır bir şekilde kendi aralarında konuşuyorlardı. “Doğru yolu seçti.”
“Tabi ya! O benim oğlum!”
“Bunca yıldır ne deyin övünür sanırdınız? Bakın meğer arkasını toplayan bir yiğit varmış!”
“Yiğittir, Timurtaş evladımız! Ayıbını bilmeyiz. Bize de en büyük destek onun gelişi oldu.”
“Şu andan itibaren o kadının burda yeri yok!”
“Zaten dedesini ailesini yok sayandan torun mu olur?”
“Az Timurtaş’ı örnek alsınlar.”
“Aslan gibidir oğlum, var olasınız sizlerde.”
“Bakalım dayıları ve teyzeleri yüzüne nasıl tükürecek?”
Konuşmalar uzayıp giderken Timurtaş’ın alnındaki kırışıklıklara teri doldu ve yüzünden aşağıya doğru akmaya başladı. Ural Bey elini kaldırıp herkesi susturdu. O anda teri yeniden soğumaya başladı. “Biline ki bundan sonra Timurtaş benim kurduğum orduda yüzbaşıdır! Gücü eline ben veriyorum. Gerisine itiraz eden var mı?”
Herkes kesinkes olmadığına dair konuşmaya başladı.
“Olur mu hiç Beyim, biz ondan razıyız! “
“Babası yiğit olanın evladından zarar gelmez.”
“Yüz değil binbaşı da olsa yakışır.”
Ural Bey ayağa kalktı. Yanındaki alpi dallarla bezenmiş, içinde doğan güneşin resmi olan bir armayı göğsüne taktı. Ellerini omuzlarına koyup pat pat vurmaya başladı. “ Sana olan güvenim damarlarındaki asil kandan geliyor. Senin baban bir komutandı şimdi sen de komutan olarak bize hizmet edeceksin!”
Timurtaş elini sertçe göğsüne vurdu. Yüzündeki kararsızlık yok yok olup uçuştu. Artık, kıymetinin bilindiği asıl hak ettiği yerdeydi. Geride kalıp arkayı toplayan değil, ileride olup leş bırakan olacaktı.
***
Yasta yedinci gün de bitmişti. Aslantaş, nefes nefese çadırın önüne gelmişti. Sesini öksürerek düzeltti. Sonra da, “Gökçe!” diye bağırdı. Gökçe börkünü kafasına henüz takmıştı ki dışarıya çıktı. “Ne bağırıyorsun böyle! Anam duydu, niye öküz gibi bağırıyor diyor?”
Aslantaş, utandı. Bakışlarını kaçırıp ağzında sözleri geveledi. “Ben, destursuz kapıda dikilmek istemedim. O yüzden bağırdım.” Gökçe ona bıyık altından güldü. Bir elini yanağına bastırıp gözlerine baktı. “Hep böyle akıllı ol, hatun dayağı yemezsin sonra.“ Aslantaş, hin gözlerle baktı. Yüzüne doğru eğildi. “Sen, beni dövebileceğini nerden çıkarıyorsun? Bak bakalım şu ere de yere düşer mi bir düşün?”
Gökçe, hızla parmakları üzerinde yükselip yanağına sıcacık bir buse kondurdu. Aslantaş donakalmıştı. Gökçe geri çekildiğinde gözlerinde bir hüzün vardı. “Beni öptün diye üzüldüğünü söyleme sakın! “ Gökçe bakışlarını kaçırıp güldü. Başını iki yana salladı. Göz göze geldiklerinde, “Senin sırtın hiç yere değmesin. Sen olmazsan ben yaşayamam.” dedi ve hızla göğsüne sarıldı. Aslantaş, kederle gözlerin yumup sevdalısını gönlüne sakladı.
“Bugün ne yapacağız?” Gökçe geri çekildi. Aslantaş gözlerini meydana çevirdi. “Kurt Ata, Doğu Obaları Zaferi’nde esir olan askerleri buraya getiriyor. “ Gökçe bir an durup düşündü. “Neden ki?” Aslantaş onu kolunun altına alıp yürümeye başladı. “Çünkü, orada bir adam vardı Gökçe. Hançer’in bahşedeceği ölümü zevkle ve hatta zorla istedi. Ama Hançer ona bu fırsatı vermedi. Kurt Ata’ya göre bu adamları kazanabilirmişiz.”
Gökçe’nin düşen yüzünü görüp durdu. “Neyin var niye böyle üzüldün ki?” Gökçe obayı kısa bir an seyretti. Ağırca yutkunup Aslantaş’ın güzel gözlerine baktı. “Biz yeni insanlar kazanırken eskilerimiz bir bir gidiyor... Baksana, Timurtaş yok. Yağmur Ata yok. Debret gider mi kalır mı belli değil. Hele Berk Bey de gelirse neler olur Gök Tanrı aşkına! “
Aslantaş’ın ellerini tuttu. “Ya sıra bir gün bize de gelirse? Canımı en çok onlar sıkıyor... “ Aslantaş, çenesini okşayıp obayı şöyle bir süzdü. “Askerler getiriliyor ama Hançer gitti. Yiğitcan ile dolaşacakmış.” Gökçe, başını salladı. İkisi beraber Kurt Ata’nın yanına doğru sessizce adımladılar.
***
“Kara bağlamadın Hançer?” Yiğitcan merak etmezdi, soru sormazdı. Yiğitcan, sorarmış gibi yaparak cevapları isterdi. Hançer gözünde kuruyan göz yaşlarının ardından dereye baktı. Hızla akan serin suyu izledi. Eli saçlarına gitti. “Ben, ne zaman istenileni yaptım ki? Börk bile takmayana kara bağlamadın denir mi?” Yiğitcan gülümseyerek yanında durdu. “Sen Hançer, ne ateşsin ne su. Sen sadece gözlerinin elasısın. Ela gözlerin, sen demek. “
Arkalarında onlarla beraber gezen kurtları oynaşıyordu. Birbirlerine naz yağınca çıkardıkları iniltiler, oyunbaz hırıltılar, yaramazlıklar içinde ağaçların dibinde vakit geçiriyorlardı. Hançer bir an kurtlarına dönüp baktı ve yandan bakış attı ona. “Bana en çok ela mı yakışıyor? Ben yeşil dersin sanmıştım.” Yiğitcan gülerek reddetti. “Sen elasın, yakışması için değil. Biri senin hayatına adım atacaksa ilk önce gözlerine bakar. Orda yaşam varsa yaşar. Yas varsa ezilir, öfke varsa ölür.” Hançer’in gözlerinin önünden bir ölüm geçti. Eğilip suyu avuçladı.
“ Ölüm düşünüyorum, birinin zamanı daraldı. Zaman, daraldı.” Yiğitcan az ötelerinde bulunan bir ağacın altından yapışkan yapraklı bir ota dikkat kesildi. Onunla derideki kaşıntı ve kızarıklık kolaylıkla kesilirdi. Hançer’in omzunu tuttu. “Hadi gel, sana biraz otlardan ve şifalarından bahsedeyim.” Hançer buna itiraz etmedi.
Uzunca bir süre, Yiğitcan engin bilgilerini anlattı karşısındaki bundan gurur duydu. Kendilerini iyice kaptırdıkları bir anda askerlerinden biri telaşla selam durdu. “Beyhatunum! Yakut Hanlığı bayraklı bir ulak ve askerler yaklaşıyor. Ne emredersiniz ?” Askere cevap verene kadar obanın askerleri çevrelerine savunma çemberi açmıştı. Tam bu esnada uzaktan bir atın kişneme sesi ile tüyleri ürperdi. Gözlerini kapattığı o anda ulağın askerleri etraflarını çevirmeye başladı.
Yiğitcan, en öndeki heybetli ama uzak duran adamı görünce geri çekildi. Etrafına şaşkın gözlerle baktı. “İşte o gün geldi...” diye düşündü.
***
HANÇER GİRAY
Elimde Yiğitcan’ın bana şifasını anlattığı çiçeği uzanıp yere koydum ve bende etrafıma baktım. İlahi bir kudretin ağırlığı altında ezilirken kalbim ağzıma gelecekti. Kurtlarım sus pus olurken ne yapmam gerektiğine hükmedemiyordum. Çevreme bir bakış attığımda onlarca Yakut askerini el pençe gördüm. Ellerim titremeye başladığında üzerime çöken ağırlık altında ezilmeye başladım. Yiğitcan bana doğru adımlarken onu durdurdum. Gözlerim askerlere değdi.
“O burda mı?” Yakut askerleri aynı anda bana selam durunca en öndeki üç iri yarı adama başımı salladım. Yiğitcan’a döndüm. “O halde, gidin. Onunla yalnız konuşmaya... ihtiyacım var.” Bu cümleyi kurabilmek için ne acılar çekmiştim ne hayatlar dinlemiştim... Şimdi sırada onun hayatı vardı. Şimdi sırada hüzün vardı. Yıllar önce onu dinlemedim, babamı dinlemedim ve hepsinin ölümüne sebep oldum.
Beni acıtmayacağına dair söz veren her daim Berk’ti. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda beni en çok o acıtmıştı. Bana gelirim, seni hep yanımda güvende tutarım diyen o çocuk ölmüştü. Yerine, bir adam gelecekti... Buna hazır mıydım? Bir hafta değil bir asır geçse hazır olmayacaktım. Ama en azından boğazımdaki ağrıyı, kalbimdeki hasreti ve ruhumun üşüntüsü aile sıcaklığına geç olmadan ulaşabilirdim?
En öndeki üç adam bana baş selamı verip geriye çekildiler. Orman onları adeta yuttuğunda gözlerim Yiğitcan’a döndü. Yüzümde artık celladını bekleyen bir mazlumun gülüşü vardı. Savunmasızdım ve yalnızdım... “Hadi git, obaya bak. Benim yokluğumu aratma.” Gözlerindeki o endişe daha da arttı. “Seni kim olduğu belli olmayan bir adamın yanında koymam! Bunu benden isteme!”
Ona doğru adım atacak hiç halim yoktu. “Git, Yiğitcan! Ben, yıkıldığımı görme istiyorum, git! “ gözleri yaşardı. Sesi kısıldı. “Hayır... Canın yanacak, yine.” dudağımda bir gülüş belirdi. “Siz yokken canımı hep o avuttu.” Gözleri artık sadece bana bakmıyordu. Arkama bakmaya başladı.
O anda, geldiğini anladım. Yaşlar duramadı gözünde. “Aynı yerden yara almaktan öleceksin.” Artık arkamda olduğunu bilmenin verdiği buruk bir heyecan vardı. Ama yine de yokmuş gibi konuşmama devam ettim. “Her seferinde o sağalttı Yiğit... Yine yapmak için burda.” Çenesi titreyince gözlerini avuç içleriyle sakladı. Dişlerinin arasından nefesler çekiyordu. Gitmez sandım, ama yanıldım. Yiğitcan koşarak orayı terk etti.
Biz arkadaş olarak çok doğru bir şey yapmıştık... Kesik kesik nefesler aldığımda rüyamda bile duymadığım adım seslerini duymaya başladım. Bastığımız toprak bizi birlikte mi yüklenecekti şimdi? O yer altında ben üstünde olmayacaktık değil mi? Vicdan azabı çekmeden, sadece ayakta duracaktım değil mi?
Belim büküldü bir anda. Gözlerimden yaş gelmiyordu. Sadece acıyordum, benim canım çok yanıyordu... Dizlerime tutunup dikleşmeye çabaladım. Artık aramızda birkaç adım vardı. Onun yüzünü görmeye cesaretim kalmamıştı. Yıllardır içimde bana kızmaya, boyun eğdirmeye alışan demirden yüreğim çalkalanmaya başlamıştı.
Üzerindeki kıyafetlerin sürtünme seslerini duydum. Gözlerim önünü görmemeye başladı. Nefes sesini duyunca belim yine büküldü. Adım atabilir miydim sahiden? Her acıdan sağ kurtulan, her savaştan galip çıkan Hançer Giray, en azından adım atabilir miydi? Kıyafetlerinin ve nefesinin sesinden kalbim ağzıma gelmiş gibiydi.
Elimi kaldırıp onu susturdum. “Canım sensizlikten yanmayı kaldıramıyor... “ Havada titreyen elimi bir sıcaklık kavradı. Ona dair düşlediğim şey bu değildi. Elinin elime değmesini beklemiyordum. Uzundu parmakları... Oysa en son çok bir farkı yoktu... Elim elinde kayboldu. “Canına can olmaya geldim, Yürek.” O çocukluğumda alıştığım, rüyalarıma giren ses bu değildi!
Ben bir çocuk gömdüm sandım ama o karşıma koca bir er olarak çıkmıştı... Gözlerimi kapatıp sesindeki ahengi dinledim. Mazimizdeki yaraları ve bugünün yangınını... Güçlü tınısında özürler saklıydı, benim küçük Berk’im saklıydı, Yürek’ine hasreti saklıydı... Ne oldu, nasıl oldu asla anlayamadım. Sırtıma değen sert göğsünden sonra boynuma değen sıcak nefesi...
Dizlerim zelzeleye tutulmuş gibi titremeye başladı. Bir yere tutunmak istedim de bulamadım, sözlerime tutundum bir ümit... “Bana her acıyı yaşattın...” nefesimi toplayamadım çünkü sesimin dermanı kesildi. Son bir güçle devam ettim. “Çökmek üzereyim Berk... Tut beni...” Dudaklarımdan kopan hıçkırıklarla yere bıraktım kendimi. Ama belime dolanan kolları ile göğsüne yaslandım.
Saçlarıma karışan nefesi, boynuma dökülen gözyaşı ile bana arka çıkıyordu. Uzundu parmakları. Bunu bir daha düşündüm çünkü bir eli hem yüzüme hem gözyaşlarıma hem de saçlarıma yetebiliyordu. Berk’ti işte benim her şeyime yetişebilen tek kişi...Aklım durmak üzereydi. Ağlamak ve düşünmek aynı anda yaptığım bir şeydi.
Berk yanımdaydı, bana sarılıp ağlıyordu, ölüm yoktu, ayrılık yoktu... O dik durdukça dik duracağımı biliyordum. Başımı göğsüne doğru yaslayıp yüzümü gökyüzüne kaldırdım. Ne diyecektim nasıl davranacaktım bilmiyordum... Hızla alıp verdiğim nefesimle yetişemiyordum yine de. Yaşamaya... Çenemin titremesi çocukluğumdan beri hep vardı.
Bunu da hatırlıyor muydu? Yanağımda elinin sıcaklığını hissettim. Elinin ayasıyla yanağımı okşadı. Daha sonra çenemi parmaklarıyla durdurdu. Kalbime söz geçmiyordu, ağlarken düşünmek istemiyordum! Titreyen çenem elindeyken de devam etti. Kulağımda kısık ve tarazlı sesini duydum. “Hala aynısın, çocukluğumuzdaki o masum Yürek gibi...”
Gözlerimi biraz çevirsem yılların büyüttüğü yüzünü görebilecektim. “Sen?” dedim yaşlarım yanağımdan ellerine akarken. Sustu o anda. “Sen, değiştin mi?” dediğimde artık kendimi hissetmiyordum. Başım dönüyordu, gözlerim açılıp kapanmak arasında gidip geliyordu. Ona daha çok ağırlığımı verdiğimde bir anda yere oturtuldum.
İşte o an, endişeyle büyümüş gözlerini gördüm. Kara Yürek’in gözleri mi demeliydim yoksa Berk’in gözleri mi demeliydim? Dudakları büyümüştü, sertçe yüzündeki yerini koruyordu. Zümrüt yeşili gözlerini simsiyah uzun kirpikleri kaplamıştı. Gözünün kıyısına doğru bazı kirpikler iç içe geçmişti. Her zaman sağ tarafında küçük bir beni olan burnuna baktım. Sonra kaşlarına. Uzun ve gürdü. Simsiyahtı. Çatılınca heybetli duruşuna ürperti katıyordu. Saçları kıpkısaydı.
Ne saç bağı ne de örgü olabilirdi bu saçla. Sakalı vardı. Gür ama kısa sakalı dudaklarını çevrelemişti. Gözlerimi kapadım. Yıllarca hatırladığım Berk Giray bir anda aklımdan silinip gitmişti. O vardı her yanda. Büyük Berk. Endişeli sesini duydum. Beni kendisine yaslayıp adımı söylüyordu. “Yürek! Aç gözünü hadi! Yürek, korkutma beni...” elini sol göğsüme bastırıyordu. “Acıyor mu?” Korkutulmak hoşuna gitmiyordu. Titreyerek aldığım nefes ile gözlerini araladım. Ve o anda anladım, bir insanın aslı içinde hep aynı kalırmış.
Zümrüt yeşil gözlerinde küçüklüğümüzü gördüm. Bana hep derinden ve hisli bakan gözleri... “Berk,” elimi yanağına uzattım. “gerçekten sen misin?” tenine dokunan parmaklarım yanıyordu. Gözlerini hızla açıp kapattı. Elime elini kapatıp yanağını elime yasladı. “Benim, benim al yanaklım! Benim, üzülme. Topla kendini hadi.”
Yüzünün her bir zerresine hızlı hızlı bakıyordum. Tanıdıktı ama büyümüştü. Gözümden yaş kuruyabilir miydi hiç? Gözlerime baktı. “Akmasın, yeteri kadar aktı. Akmasın artık.” Kendi gözleri kan çanağıydı. “Sen akıttın.” Yüzü yüzüme yaklaştı. Alnımı alnına koydu. Sırtıma dolanan eli beni göğsüne bastırdı. “Ağla... Bazen çabalamak, mücadele etmek imkansızdır. Bazen, sadece ağlaman gerekir.”
Kollarım boynuna dolanıp içimi hafifletene kadar ağladım. Kokusu aynıydı, kokusu çocukluğumdu. Gücü artmıştı ama o da çocukluğumdu. Gücüm kalmamıştı işte. Her zaman ayakta kalan ben, en sevdiğim insanın önünde yıkılmıştım. Ama o da yıkılmama müsaade etmemişti. Sıkıca sarılıyorduk. Evet... Nihayet onunla yüz yüze gelecek cesareti kendimde bulmuştum. Beni, çocukluğumda hep kaçtığım dere kenarında bulmuştu. Acım vardı ama gözlerimden mutluluğumun nişanı yaşlar süzüldü. Bir öğle vaktiydi, aşkına kapıldığımda. Kaptırdım kendimi... Acı, tatlı ne varsa her silüette yaşadım onun kanatları altında. Ama şimdi, tamamen kendisi olarak vardı yanımda. Yüzünde peçesi, ağzında bezi olmadan, çocuk olmadan tamamen büyümüş bir Berk’ olarak gelmişti...
Ellerimle yaşlarımı silecek dermanım yoktu. Zamana bıraktım, o silsin istedim yaşlarımı. Sevmek ve sevilmek, daha önce cesaret edemediğim, içten içe kanadığım dalımdı ama şimdi en canlı en güzel dalımdı. Hayata yeniden tutunmuş olmak, arınmak beni bu kadar iyi nasıl hissettirmişti inanamıyordum. Yüksek dağlara doğru haykırmak istiyordum onu nasıl özlediğimi... Karşıma nasıl çıkacağını hiç bilmiyordum ama o her zaman benim Berk’im olacaktı ya işte en çok buna güveniyordum.
Beni kendisine yaslayarak ayağa kaldırdı. Ellerini belime sarınca ağırlığımı ona verdim. Başımı göğsüne yasladığım vakit kokusunu içime çektim. Yaşlarımı durduramazken , nihayet sesini duydum. “Evime geldim.” Sanki yabancı diyarlarda harap olmuştum da o gelince tesellimi bulmuştum. Ellerim nereye gideceğini bilemeden titrerken iri eli elimi kavrayıp göğsüne bastırdı. O anda yuvasını bulmuş kuş gibi huzurluydum. Dudaklarımla şimdiye kadar çok emir verdim, çok hayat bitirdim ama hiçbir şeyin bitmediğini daha söylenecek çok sözüm olduğunu, varlığını ve gölgesini üzerimde, tenimde hissedince anladım.
Başım, onu görmek istemiyor gibi eğiliyordu ama hayır! Ben yıllar sonra yaşadığım sevgi ve hasretin altında parça parça oluyordum... Beni anlıyor muydu? Anlardı, o beni hep anlardı... Ne ailesini öldürdüğüm o gün bana sırtını çevirdi ne de onsuz bir hayat yaşamaya çalıştığımda bana sırtını çevirdi... Tam o anda, yüzümü parmakları ile yüzüne doğru çevirdiğinde sakallarını seçebildiğimde bana kıyamayan kişiye zamanın ne de güzel kıydığını fark ettim...
Siyah kısa sakallarını izledim. Boynundan aşağıya doğru seyrekleşen kılları boğazından sonra yok oluyordu. Uzun, güçlü ve yanık bir boynu vardı. Sakalının çevrelediği dudaklarına baktığımda değişmeyen benliğiyle göz göze geldim. Hep aşina olduğum, güldüğü vakit incelen güzel dudakları hala aynıydı...
Ama iki kaşı ve o hangi kılığa girerse girsin aşina olduğum zümrüt yeşili gözlerinde yine durduğumda dudaklarım daha çok titremeye başladı. Onu derince incelemek öyle bir histi ki susuz kalmış bir çöl insanı gibiydim. Sıkı sıkıya tutunmak istiyordum her bir yanına, bırakmamak istiyordum! Bana durgun şefkatle bakan o gözleriyle karşı karşıya geldiğimde gözümden akan yaşları artık zapt edemiyordum.
Gözlerimi sık sık açıp kapatıyorum ki onun bir anını dahi kaçırmayayım! Gözlerimden gözlerine giden saf sevgiyi okuyabiliyor muydu şimdi? Çocuk Berk büyüyüp Yürek’in yaralarını sarmak için yeniden mi gelmişti? Sanki ne hissettiğimi bilmişti ki başını salladı. “Ben geldim Yürek, her şeyimle... Sadece sana!”
Sesi öylesine derinden ve öylesine bana aitti ki hangi ara cümlesini bitirmesine bile izin vermemiş ona sarılmıştım bilmiyordum. Bedeni öylesine iri ve kalıplıydı ki onun yanında küçücük kalıyordum. İlk defa güçsüz göründüğüm, küçük göründüğüm bir göğse sıkıca sarıldım. Örtündüm sevgisiyle... Bir eli belimi kendisine yaslarken bir eli beni saklarcasına göğsüne bastırıyordu. Başını yokluğundan sonra örtmediğim saçlarıma ve onun açıkta bıraktığı boynuma yaslamıştı.
Tamamlanmıştım sonunda. Sesiyle, bedeniyle, dokunuşuyla... İnsan sevdiğini öldürürdü ama kim sevdiğinin geri dönmesiyle öldürüldüğü yerden dirilmezdi? Uzun bir süre öldüğüm yerden ağıt yakmış, göz yaşı dökmüş ve kendimi her doğan güne kurban olarak bir daha öldürmüştüm. Şimdi, affetmem dediğim, dönmem, bakmam dediğim yerdeydim. Başımı boynuna gömdüğüm vakit, aslında beni yaşamaya başlatan asıl şeyin kokusu olduğunu anladım.
Bir kuşun ötüşü, gür bir ağacın sallanan yapraklarından taşan huzur gibiydi kokusu... Ellerim sırtında kavuşamasa da o beni böyle içten kucaklayabiliyordu ya, işte tüm acılar son bulmuştu. “Burdayım Yürek... Burdayım her şeyim, ailem...” Göz yaşlarım hıçkırıklarla akarken beni kendinden uzaklaştırıp elleriyle yüzümü kavradı. İlgiyle, şefkatle, sevgiyle bakıyordu bana. “Geldim artık, ağlama.”
Başımı iki yana salladım ama o benden daha canlıydı. Hevesle atıldı. “Konuş Yürek, konuş sesinle can bulayım. Şimdi sadece bana konuş, sana geldiğim farklı kişilere değil, sadece Berk’ine konuş.” Başımı hafifçe salladım ama yüzümdeki yaşları silmek için elini kaldırmasaydı yine ona sarılıp ağlayacaktım. “Konuş hadi, artık burdayım.”
“Geç kalmadın Berk. Bu sefer tam zamanında geldin.” Gözleri güneş gibi aydınlattı her yanı. Saçlarımı geriye atıp alnını alnıma yasladı. Hevesle atıldı. “Bu sefer, geldim değil mi? Bu sefer seni sarmaya yetiştim değil mi?” Dudaklarıma sonsuza kadar silinmesin diye dua edeceğim bir rahatlama geldi, gülümseme koydum adını. Ona bakınca büyüsün istedim yüzümde.
Başımı iki yana salladım, ellerinin üzerine ellerimi yaslarken. “Korkma, yetiştin Berk...” Uzanıp alnıma sımsıkı bir öpücük bıraktı. “Her şeyine, her anına yetişmek tek dileğim.” Geri çekilip gözlerime baktı. Ama bu sefer ışıltısı yok olmuştu o gözlerin. “Bana çok kırıldın değil mi güzel gözlüm? Benim, neler yaşadığımı ama sonra ne için yaşadığımı sana teker teker anlatmak istiyorum Yürek... Asla, asla ama asla seni yalnız bırakmadım. Başka bedenlerde dahi olsam vardım. Bunu biliyorsun değil mi?”
Gözlerimi parmaklarıyla sildi, artık göz yaşı izlerime bakıyordu. Yüreğimi eline alıp sıkıyordu da haberi yoktu. “Ama, özür dileyecek tek bir hareketim var Yürek. Sana çektirdiğim vicdan azabı... Bunun için keseceğin her cezaya boynum kıldan incedir. İster beni kanat ister yak ama senden ayırmayı asla düşünme.” Yüzüne nefes nefese bakıyordum. Başımı salladım. “Seni affetmemi istiyorsan, bana bir gölgeden de yakın ol. Bana, aile sıcaklığını geri ver.”
O anda çocukluğumdaki gibi güldüğünü gördüm. Gözlerinin içinden güneş çıkmıştı. Hayat vardı gözlerinde. Yıllar önce sönen hayatımın parlaklığı vardı. Uzanıp ellerimi yanaklarına bastırdım. Alnımı çenesine yasladığım vakit ihtiyacım olan tek şeyi yaptım. Kokusunu içime çektim. “Yaşadığına inanmak istiyorum... Beni bir daha bırakmayacağına inanıp mutlu olmak istiyorum...” Alnıma sımsıcak bir buse bıraktı. Kolları beni kendine daha çok çekti.
“Seni kendimden asla ayıramayacağım maral gözlüm...” Uzanıp bu seferde yanaklarıma buseler bıraktı. Her defasında da canım canına karışıyor gibiydi. Yaşıyor gibiydim. İçimde çağlayan bir vicdan azabı yoktu artık... Gözlerimi açıp gözlerine baktım. Bir damla yaş akmıştı gözünden. Uzanıp onu sildim. “Neden yaşlar döküyorsun? Beraberken ağlamak yasak.”
Başını iki yana sallayıp yanaklarımı avuçları arasına aldı. “Senin kalbine ırmaklar, nehirler akıtır bu gözler canım... Sen kalbini bana verdin ya, daha önemli hiçbir şey olamaz!” Gözlerimi kocaman açtım. “İntikam ve savaşta mı önemli olmaz?” Başını kesinkes iki yana salladı. “Tek sen, sadece sen Yürek’im. Senden başkası benim gözümde yok.” Buna hazırlıklı değildim. Hayatımda en büyük öncelik diyebileceğim hep bir şeyler vardı ama bu kesinlikle kendi canım olmazdı.
Ben ona böyle bakarken o bana gülümsüyordu. Parmakları yanaklarımı okşarken uzanıp beni öptü. Kalbim, bedenim ve ruhum altüst oldu. Canım bedenimden taşmıştı adeta. Nefesi ve sevgisini öylesine içime işliyordu ki bu hale gelen ben miyim diye düşündüm. Böyle sevilen ben miydim? Elleri saçlarımı, sırtımı, kolumu usulca okşadı. Tüm acım, kırgınlığım, vicdan azabım yok olup gitmişti.
Geri çekildiğimizde muzır gülüşü yüzündeydi. “Yıllarca yanıp tutuştum! Ama sana söz, bir hatunu eri ne kadar sevebilirse öyle seveceğim... “ uzanıp gözlerimi öptü. “Her gözüne canımı ayrı ayrı veririm. Beni sadece sen bu kadar güzel seversin. Beni böyle bir adam, ancak sen edebilirdin. “ Sözleri içimde kanayan bir yeri susturdu.
Kanat açtım gökyüzüne. Artık kulaklarım bambaşka şeyler duyuyordu. Dudaklarıma manasız şımarık bir gülüş yerleşti. Gözlerinin içine baktığımda, “Beni böyle sevebilecek tek kişi sendin Berk... Hep sendin.” Göğsüne sokulup nefeslendiğimde içimde çığlık atan o yere ben de gülerek eşlik ettim. “Mutluyum! Huzurluyum! Acılarımı dindiren bir şifacım var! Adı da, sevda!”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |