5. Bölüm

4.BÖLÜM: SOYDAN BÜYÜK KAN

Siyavuş
syavus

 

4. BÖLÜM : SOYDAN BÜYÜK KAN

 

~Tez canlıydım, eksiklerim olduğunu kabul etmezdim.~

 

Giray Hanlığı, dibi görünmez bir karanlığa gömülmüştü. İçerden gelen ihanet öyle şiddetliydi ki hiçbir plan işe yaramamıştı...Ortalık kan gölüne dönmüştü, can korkusu her yeri sarmıştı. Saraydan kaçan onlarca insan, yolu tamamlayamadan öldürüldüler.

Uzun bir mücadele vardı sarayın içinde. Misafirlerin ayaklarından kalkan toz henüz yere konmuştu. Ama hain planlar ve ihanet hiç beklenmedik bir anda gelmişti. Herkes, içindeki şeytanı serbest bırakmıştı. Direniş çok uzun sürmüştü... Ama hiçbir şanlı direniş bir yenilgiyi hak etmezdi...

Kağan Börü Giray’ın bir anda çıkan ölüm haberi bir yıldırım hızıyla doğuya, batıya, kuzeye ve güneye dağılmıştı. Kimsenin bilmediği şeylere sahne olan saray sırrını herkesten saklayacaktı ama her sır bir gün açığa çıkacaktı... Ama, en hüzünlü ayrılıklar ölümü kabullenmeyenlerle yaşanırdı. Şüphesiz yıkılan ortadaydı. Bozkırdaki aileler, çadırlarını toplayarak başkente akın ederken bir hata yaptıklarını anladıklarında çok geç kalmışlardı.

Toplum yapısı hızla bozulmuştu. Başı bozukluklar boy göstermişti. Girayhan’ın ve komşu devletlerin deniz kıyılarında meydana gelen olaylar sonucunda onlarca can yanıyordu. Obalar başıbozuk yöneticilerle kavgalar ediyor kaybeden çok uzaklara, yaşamak için sürülüyordu.

Tamda bu esnada dağılan birliği düzeltmek adına Ural Bey adında bir Bey diğer ailelerin üstünde hakimiyet kurmaya çabaladı. Ülkenin geneline hakim olan bu yönetme ve yalnız kalma çatışması içinde gelebileceği yer sınırlıydı elbette. Bu sebeple her bey gibi hileye ve karanlığa elini bulaştırmaktan geri durmadı. “ Kara” adını alan bir diğer kişiyse tamamen kendi krallığını kurmaya adayacaktı kendini.

Ülkedeki kaosu işine geldiği gibi kullananlar yarattıkları vahşet ortamını en yüksekten izlemekteydi. Kargaşadan yararlanarak insan avına çıkmak için pek bir hevesliydiler. Ülke büyüktü ama maalesef ki insanının aklı küçüktü...

Kuzeyliler, olay yaşandıktan bir hafta sonra aldıkları bu haberle bir kafa karışıklığı yaşarken Ragnar’ın yapabileceği tek şey gitmek olmuştu hem de onu görmeyen bir çift gözü, arkasında bırakmanın verdiği acıyla. Balamizlerin attığı kahkaha saraydan bile duyuluyordu.

Bankizler, simsiyah giysileri içinde hiçbir şey duymamış gibi yüzlerini dönmüş, Kızıl Kum Hanlığı bilmezden gelerek olası kargaşadan uzak durmak istemiş, Yakut Hanlığı öfkelense de sebebi henüz bilinmeyen bir olaydan ötürü öfkeleri bastırılmış aksi hareket etmeleri engellenmişti.

O günlerde saray, yeni yönetimi pekiştirmek amacıyla daha önceden hazırlığı yapılmış bir katliamın liderliğini üstlenmişti. Hesap edemedikleri şeyse sivrilen adamların olmasıydı... Kadınlar, kız çocukları, oğlanlar ve yaşlılar birer birer ıslah çayırlarına götürülüyor, türlü çirkinliklerle aşağılanıyor, öldürülüyor, obaları sürülüyordu.

Canını korumak isteyen Giray Hanlığı insanları başka şehirlere akın ederken aynı zamanda öldürülüyordu. Ama sonra ne olduysa bir anda tüm saray işkencesinin sonunu getirdi. Sarayın kötülüğü büyük oranda dinmişti.

Birkaç hafta sonunda sağ kalabilen ama köleleştirilen insanlar yeni devlet adamları tarafından yönetilmeye başlanınca bir ay içinde saray eski ihtişamı ve gücünden düşüvermişti. Herkes, intikam hırsıyla harlanan Kılıç Giray’ın bu olağanüstü halini anlamlandırmaya çabalıyordu.

Ta ki dört yıl sonra, kölelerinin önünde kırmızı boyalarını sürünen Kılıç Giray, geriye en çok istediği kişiyi nihayet öldürmenin zevkiyle dönene kadar... Kan, asla tek elden akmaz, katil cinayeti her zaman iki eliyle işler ve aynı anda iki kişiyi öldürür ama bunu o da dahil kimse bilmez.

Laneti sırtlamıştı. Elini kardeşinin kanına bulaştırmıştı. Bir kağanı tahtından bu şekilde indirmek ve öldürmek ona yapılan bir saygısızlıktı ve sonucunda Gök Tanrı bunu ona layık göreni laneti ile sırtlamayı uygun görürdü. Kılıç Giray’ın dudağında sersem bir gülüş vardı, kılıcını gökyüzüne kaldırıp “Sen kimsin ki beni lanetleyebileceğini sanıyorsun?” diye bağırdı.

Herkes, gözlerini kapatmıştı o günlerde. Lanet gelmiş saraya girmişti. Bir devletin en parlak yılları onun dibe en hızlı vuracağı andır derdi atalar sözleri. En parlak dönemini Kağan Börü Giray ile yaşayan Giray Hanlığı, gözünü taht hırsı bürümüş bir kardeş yüzünden kendi sonunu yazar gibi acımasız ve hoyrat zamanlar geçirmeye başladı.

Kimse bu darbe ne ara geldi, nasıl gerçekleşti tam anlamıyla bilmiyordu. Kurt Kağan, Kağan Börü’nün kardeşi ile konuşmaya gittiği gecede ölüsünün kara döşlü dağlarda murdar edildiğini duydu. Vahşeti görmeye cesaretli yiğit yaşamıyordu bu topraklarda. Koca koca beyler, ozanlar ve daha birçok insanı yasa boğan bu ölüm, bir kurdun son nefesini bıraktığı uluması kadar acı vericiydi.

Kurt, etrafı sarıldığında ulumazdı. Kanının son damlasına kadar savaştıktan sonra bir kez derince ulurdu. Ve o uluma, bir intikamın ahdi olurdu. Duyanın duymayana yetiştirme zorunluluğu olan bir vasiyetti. İntikam! En acı çekene kalan tek mirastı. Miras, sahibinin eline ulaşmazsa volkan olur patlardı.

Bu bir ayın içinde ne olduğu bilinmeyen ve adı sanı gökyüzünden duyulmayacak türlü prenslikler, dostlar, ittifak sahipleri ülkenin altını üstüne getirmişti. Yağmalar artmış, şehirler berbat bir hale gelmiş, madenler, kervanlar ve işlek yollar birer birer hükmetme yetkisi devletin kontrolünden çıkmıştı.

İpek Yolu’ndan geçen karakollar ve topraklar son direnişini yaşıyordu. Dağılan bir imparatorluk vardı. Yıkılmış bir aslan gibiydi devletin hali. Hem kudretli hem de büyüktü. Ama kudreti ve büyüklüğü yine onu kuranın kanını taşıyan bir şeytan ruhlu bey ele geçirivermişti.

Yaşlı kadınlar, ağlarken lanet savuruyordu. “Seni de kanında boğacak bir Kurt çıkacak elbet! Sanma ki, başsız kalıyoruz! Sanma ki senden daha iyisini bulunca sen tahtta kalacaksın! Evlatlarım üstüne yemin ederim ki, en ön safta duracağım! Kağan Börü Giray’ı elimizden aldın ama sana tek bir hançer darbesi yetecek!”

Ne o kadın, sözlerinin devamını getirebildi ne de ailesi gelecekte en ön safta yer alabilecekti. Ve hiçbir zaman, o kurdun kim olduğunu öğrenemeyeceklerdi. Bir ayın sonunda tüm bunları yapanlara emri verenin de kim olduğunu bilemeyeceklerdi. Nefesleri kesen sinsi adam gelmişti. Saraya ayak basmadan başlamıştı kan akıtmaya. Kadının bağırışı ailesini kana boğmuştu. Biri vardı işte o kan deryasından sağ kurtulan, midesini tutan bir evlat... Ve bir sürü insan vardı ki bu intikam elbet alınacaktı.

 

 

     ***

Herkes etrafta koşturup dururken Yesügey Baycu, sivri bıyığını uzun uzun sıvazladı. Çekik gözlerinden ve kara yüzünden yayılan sinsilik ilk adımını attığı anda herkesçe fark edilmişti. Onunla göz göze gelen kadınlar ve erkekler bu gözleri tekrar görmemek için başlarını öne eğerlerdi.

Geniş ve güçlü adımlarla doğruca divan odasına girince herkes suspus olmuş sadece kapıcının gür sesi duyulmuştu. “Yeni ve daimi vezirimiz, Vezir Baycu !” göğüslere yumruk olup çarpan eller yeni vezirin pek bir hoşuna gitmişti. Saray kan kokuyordu, harikaydı! Doğruca adımlarını Kılıç Giray’ın önüne attı. Karşısında durup sert ve adanmışlık şuuruyla dolu bir selam çaktı. Onun selamı? Ve zekası, geleceği parmağı ucunda oynatmaya yetecekti.

Başını içtiği şarap kadehinden zar zor çeken Kağan Giray çarpık bir gülüşle kadehini havaya kaldırdı. “Geriye sadece ben kalana değin, tüm hanedana ölüm!” Vezir Baycu’da onun gibi bir kadeh kaldırmıştı. Gülen gözlerinde kan vardı.

“Sayın Kağan’ım, o halde Kara Orman ailesinin lanetini de ortaya çıkararak kız kardeşiniz Adar Hatun ve oğlu Altuğ’u da ortadan kaldırabiliriz. “ Kağan Giray, neşeyle ellerini çırptı. “O, lanet cadının da sonu gelmişti zaten. Bitirin işini.”

İlk işi, ormanın etrafını çevirmek ve ormanı ateşe verip içine de tüm halkını atmasını istediği adamdan beklenen işaretti. Ve o işaret geldiğinde bir baba oğlunu kendi elleriyle annesinin elinden tuttuğu esnada ateşe attı. Bu da böyle bir satılmışlıktı.

 

***

 

Saraydan kaçış

Gecenin en koyu zamanında, arka surlardan kaçmak zorunda kalan ikiliye bir muhafız eşlik ediyordu. Muhafız Uruz, ciddi bir öfkeyle hareket ediyordu. Hançer’e olan sevgisi ve gidişinin hüznü, sarayının alçak bir saldırıyı göğüsleyememesi gözü kara yiğidin gururuna dokunuyordu.

Muhafız Uraz, onları surlardan aşağıya indirdiğinde kalanın gidenden çok canının yandığını deneyimlemişti. Hançer babasını, kuzenlerini ve annesinin mezarını görmek istediyse de hiçbirini elde edememişti. Saatler süren koşturmacayla başkenti terk etmiş obaya yol alıyorlardı.

Gerçekte göz yaşı dökemeyen ama içinde yanan Hançer için Alemdar Bey, susmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu. İki aydan uzun bir süredir obadaydılar lakin hiçbiri o yolculuğu unutamıyordu...

Beyler Birliği, Ural Bey tarafından ele alınmak istendiği günden beri ortalık karmakarışıktı. Bu karmaşanın kokusunu alan deli kız obada duramıyordu. Gizli gizli dışarıya çıkıyordu ama sonra ordan burdan duyduğu asılsız haberlerle gerçeği bulmaya çabalıyordu.

Ortada bir savaşın olduğunu düşünen Hançer, hakikatin bir olduğunu ve bunca ayrılığın olduğu yerden uzak durması gerektiğini bildiğinden dimdik duruyordu. Çocuksu parlak gözleri etrafına hem kederle hem de şüpheyle bakıyordu. Kağan kızı, savaştan korkmazdı. Belki de babası savaşa gittiği için yoktu, ona da beklemek düşerdi. Öldü iddialarına inanmıyordu.

 

 

***

 

Dört yıl sonraki Oba.

Günler geçmek nedir bilmiyordu. Aylar rüzgara direnemeyen yapraklar gibiydi. Her zaman kış gelir ardından baharı hediye ederdi ama bu sefer gitmeyen tek mevsim kış olmuştu. Öyle canı yanıyor öyle üşüyordu ki, obanın ani bir savaşa karşı hazırlıklarına rağmen üzerine titremeleri bir işe yaramıyordu.

Çadırın her köşesini ezbere izliyordu artık ama hala içindeki o boşluk hissi bir türlü geçmiyordu. Boş bakışlarla kapısını açan kişiye döndü.

Alemdar Bey, kederli gözleri ile ona doğru adımladı. Yanına oturup elini tuttu. Hançer’in bakışlarındaki yokluk Atabey’i eline sıcak bir öpücük kondursa da değişmemişti. Bir süre yere baktı, kapıya, üstünde su kaynatan ocağa... Nefeslenip başını çevirdi, uyumaya çalıştı.

“Kendini heder ettin kızım. Kalk biraz hava al.” Alemdar Bey, dinlemediğini biliyordu. Kulaklarına seslerin çalınmasında bir mahsur görmedi. “Bugün senin için güzel bir haber getirdim.“ Hançer içinde uyanan umutla başını çevirdi. Yüzüne yayılan saçlarını eliyle usulca arkaya attı.

“Güzel haberi duyunca uyku tutmadı sanki.” Hançer tepki vermedi. Kapının ardından koşuşturan alplerin sesleri ve açılan kapının sesiyle Alemdar Bey ayaklandı. Kurt Ata, doğruca yanına geldi. İkisi de Hançer’in duyacağı hususunda endişe etmeden konuşmaya başladı.

“Sorun ne dostum?”

“Alemdar, şunu oku.” Alemdar Bey eline aldığı pusulada yazanları dikkatle okudu. Son harfin ardından kaşlarını çatarak kapıya baktı. “Anlaşma bu şekilde. Sence ne yapmalıyız?” Hançer ikisi arasında gidip geliyordu.

“Kurt, anlaşmada karşılıklı uzlaşma olur. Bu bir emir pusulası! Bizden böylesine alçakça bir şeyi istemeleri aklıma hayalime sığmıyor!”

“Çok doğru söylüyorsun. Bunca yıldır yönetimde söz sahibi olan Girayoğuşları obasının liderliğini ne olduğu belirsiz bir tüccarın obasına teslim etmek kadar saçma bir şey yok! Ne hanedan değişti ne de soyumuz tükendi. Ural da kimmiş?!” Alemdar Bey başını aşağı yukarı salladı.

Kurt Ata. “Sanki cenazeleri kendileri vermiş gibi de anlaşmaya kalkıyorlar!” diye mırıldandı. Ama Alemdar Bey bu dediğini duymadı. Sinirle ellerini ovuşturmaya devam ediyordu. “Cenazeleri verdiler mi?” derken öfke doluydu. Kurt Ata obadan sürekli çıkıp onlara haber getiriyordu.

“Evet...” dedi hemen.

“Bize bir anda herkesin cenazesini teslim etmelerinin altında başka bir şey aramamak gerekmiş. Akıllarınca öldürülen hanedan üyelerinin bir mezarı olması karşılığında gücümüzü devredeceğiz... Ural kendini pek bir zeki sanıyor!”

Kurt Ata, hüzünle onları dinleyen Hançer’e döndü. Bembeyaz suratı yaşam umudunu yitirmişti. Bakışlarını hızla dostuna çevirdi. “Ne yapacaksın? Bu mezarlara karşı hükmetme yetkimizi mi vereceğiz?” Alemdar Bey, dostu gibi Hançer’e baktı. Gerçekten yaşam emaresi veren tek özelliği nefes alıp göz kırpmasıydı. Kararını düşünerek verdi.

“Eğer mezarları seçmezsek bu, onun için,” bakışları uzun saçlarında ve bembeyaz teninde hızla gezindi ve çenesini havaya kaldırıp bakışmayı kesti. “ömür boyu vicdan azabı çektirmek olacak... Bilirsin en büyük ölüm, seni kabul etmeyen yargılayan içindeki sestir.” Kurt Ata, yönünü kapıya döndü.

Omzunun üstünden arkasına baktı. “Bir anda, hanedanımız baştaki kişi yüzünden katledildi. Karşı çıkmak isteyen tüm askerlerimiz içimizdeki hainler tarafından aileleriyle beraber katledildi. Kağan Börü Giray ve baştakinin tüm ailesi öldürüldü. Kız kardeşleri Adar ile ailesini de tüm halkını da yaktı! Ülke onlarca beyliğe bölündü. Her biri kendi hükmünü ilan etti.”

Kurt Ata etraftaki devletlerin başlarına açacağı belaları saymıyordu bile.“ Ölülerimizi aldık diye sevinirken şimdide obamız yeni bir tehlikenin uçurumunda sallanıyor... Büyük büyük amca ve sağ kalan ‘Hatun anneler’ kaldı hayatta. Onlardan birini değil de ne olduğu belirsiz bir tüccarın başa geçeceği emri veriliyor. Üstelik seçme şansımız yok!”

Alemdar Bey, onları duvara yaslanıp dinleyen Hançer’e kederle baktı. Giray Hanedanı son kırk yıl içinde yapılan onlarca savaş sonucunda hızla azalmış, akraba evliliği ile hep korunan soyları azalmıştı. Diğer hanedanların binlere yakın üyelerine nazaran onlar kırkı bulmuyordu.

Büyük büyük amcaları ancak bir sonraki baharı görürdü. Onun ailesiyse girdikleri savaşlar, sınır kavgaları gibi sebeplerle erkeklerini kaybetmiş tükenme raddesine gelmişti. Çok yaşlı, ancak kızları olan birkaç kadın hayattaydı.

Zamanında Hançer’in dedesinin kan kardeşliği ilan ettiği bazı beylikler, hanedan arasında resmî olmasa da yer alıyordu ama bu şuanki düzende bir önem taşımıyordu. Başını dostuna geri çevirdi. Sesinde kararlılık vardı. “Kurucu Oba’yı yıllarca hak ettiği yerde tutan bu insanlar bu gün, ölüsünü kurtarmak istediğimiz insanlar için yine fedakarlık yapacaktır Kurt. Git. Kararımız kesindir. Kimseye hiçbir yetkiyi vermiyoruz!”

Kurt Ata diri adımlarla çıktı. Hançer, buruk bir dudak hareketi gösterdi. Atabey’i önünde diz çöktü. “Baban ve tüm ailenin olduğu bir mezarlık yapacağım. Sana söz veriyorum! Artık onların ziyaretine gidebilirsin kızım. Bu pişmanlığı da içinden at artık.” Hançer’in gözünden damlayan yaş, dudağının kenarında asılı kaldı.

“Ya annem?” Kırk gecenin ağıdını taşıyan bu cümle, asılı kalan gözyaşını intihara sürüklemişti. Boğulan boğazından güçlükle çıkan söz, geceyi kırk bir parçaya ayırmıştı.

“Yüzünü hiç göremediğim ama babamın canından çok sevdiği annemden ayrılmasına izin mi vereceksiniz? Üstelik annemin mezarı, Girayhan’ın içindeyken?” Alemdar’ın eli kolu bağlanmıştı. Şimdi el değiştiren Kağan’ın hükmü altında kalan o mezar, belki de sonsuza dek orda ziyaretçisiz kalacaktı...

“Gideriz, her iki mezarlığa da gideriz. Mesafeler üzülmeyi gerektirmez. İnsanın yoğrulmasını sağlar.” Hançer başını eğdi. “Ben ailemin katiliyim Atabey’im. Ne zaman eskisi gibi hissederim işte o zaman, belki o zaman mezarlarına giderim...”

Hala hiçbir şeyi atlatamayan Hançer Giray, dört yıl önce obaya geldiği anı yeniden yaşamaya başladı.

 

 

***

 

Obaya geliş

Alemdar Bey’in babasının yok olduğu yalanına inanmıyordu. Kağan Börü gibi birinin öleceğini hiçbir zaman düşünmezdi. Gülerdi. Amcasının ettiği her zulmü büyük küçük demeden dinliyordu. Onunla hesaplaşacağı günü iple çekiyordu.

Ama kuzenleri ve orada yaşayan insanlar için endişeleniyordu. İnkarı kuvvetliydi, onların bile öldüğünü içten içe reddediyordu. Gürkan Bey, onları korurdu değil mi? O henüz obaya dönmemişti. Bu da demekti ki bir şeyleri kurtarmaya çabalıyordu.

Her şeye bir kılıf buluyordu ama içindeki kötü histen uzaklaşamıyordu. Gözleri sızlarken etrafında birkaç askerin at sesi duyuluyordu. Kara Orman’ın güneş geçirmez ağaçları arasında kurt kadar sessiz ilerliyorlardı.

Alemdar Bey ile aynı atın üstündeydi. Arada sırada atın yelesine dokunarak oyalanacak bir şeyler yapıyordu. İçindeki gerginlik dinmek nedir bilmiyordu. Arkasındaki adamsa ısrarla susuyor, dalgın gözleriyle yolu seyrediyordu. Gidiyorlardı.

 

Sıfır noktasına...

 

Dünyalarının sıfır noktasına, Giray Hanlığı Kurucu Obası’na gidiyorlardı. Aralarındaki korkutucu gerginlik ve üzüntü uzayıp gidiyordu. Hançer üzgün ve kaygılı bir şekilde yanı başından geçip gittikleri ormana ve ormanda nefeslerini dahi duyabildiği yabani hayvanları izliyordu. Eski zamanlarını, hayatını, babasını, Berk’i, Kutlu’yu, Uldız’ı düşünüyordu. Onlar artık yoktu. Ama onlar neden onunla gelmemişti? Yaptığı hata aklına geldikçe acıyla kıvranıyordu.

Kalbi onlar için derin bir endişe duyarken başını Alemdar Bey’den yana çevirdi.

“Bana neler olduğunu demeyecek misin Bey amca? Kuzenlerim neredeler? Yoksa onları da Gürkan Bey mi getiriyor? Neden bana bakmıyor, gözlerini kısıp kısıp iç geçiriyorsun? Söyle bana, neler olduğunu söyle! Onlar neredeler? Babamı istiyorum! Benim babam beni bırakmaz, benim babam yok olmaz! “

Titreyen ellerini hırsla bacaklarına vurdu. “O çok büyük bir savaşçı beni anlamıyor musun? Sen beni dinlemiyor musun! Duyuyorsun, biliyorum. Peki, neden ağlıyorsun? Üzülme, bana sadece neler olduğunu anlat? Babam nerede, kuzenlerim... ağlama... bana... cevap ver...” pes etmişti Hançer. Gözlerinde biriken gözyaşı içine doğru akarken başını dudaklarını sarkıtarak ormana doğru çevirdi.

Alemdar Bey, zehir kadar acı veren gözyaşlarını akıtmış olmanın elemini tüm bedeninde bir sıtma gibi hissederken nihayet obaya yaklaştığını görerek sevindi.

“Bak çocuk, sen henüz yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyorsun. Bu dünyada hayatta kalmak çoğu kez savaşmak ve kaçmakla olur. Sana ne şimdi ne de başka zaman cevap verebilirim. Sırların var, benim dahi yetişemediğim bir sürü sırrın var. Uyanık ol, çocuk! Yıkılma. Sen yıkılırsan Hanlık ’da yıkılır. Güçlü dur çocuk. Güçlü durursan eğer, tüm sevdiklerinin intikamını alırsın.”

Hançer, gözlerinden düşen damlalarla sözlerinden süzülen bilinmezliğe odaklandı. Zihninde kalan ve uzun süre hatırlayamayacağı birçok bilginin içinde sıkışmıştı. Vurulan köslerin gür sesinden geleceklerinin haberi alınmıştı.

Obanın giriş kısmında ona yakın alp, yüzlerinde keder, kalplerinde intikam ve hüzünle Alemdar Bey’i ve alplerini meydana kadar yürüyerek ağırladılar. Hançer, neredeyse ilk defa bir oba görmüştü. Alemdar Bey, bunca sene aldığı dersleri bir kenara ilk defa bırakarak atından aşağıya Hançer için indi.

Hançer atın başında tek başına kalınca ve meydana doluşan binlerce insanın sessiz, kederli ağlayışlarıyla karşı karşıya kaldığı. O anda derin bir düşünceyle baş başa kalmıştı. Sırtında bir soğuma, ellerinde bir uyuşma, körpecik duran, merhameti öfkeyle karıştıran aklı bulanmaya başlamıştı.

Ne olması gerekiyordu şu anda? Kim olmalıydı? Bunu daha önce hiç yaşamamıştı. Alemdar Bey’e baktığında, “Ben şimdi ne yapacağım?” diye sordu. Alemdar Bey, “Ben de dahil herkes sana saygı duyacak. Güçlü ol yeter. “ diyerek atının yularını meydana doğru çekti. Atı meydana gelince eşelenip kendi etrafında birkaç tur dönmüş, ayakları değiştirerek hareket arzulamıştı ama Hançer bir ağaçtan farksızlaşmıştı.

Kara giyinen kadın erkek herkes ona bakıyordu. Kara, yas demek değil miydi? Ağaçlar, gökyüzü ve insanlar birer daire şeklinde gözü önünde dönmeye başladı. Kalbi hiç olmadığı kadar yüksek atarken yaşadığı bu üşütücü hisle ellerini kollarına koyup göğsüne yaklaştırdı. Kalbi, yaşadığı bu ana isyan ediyordu.

Böyle bir an, karmakarışık zaman ve belirsiz hayatla ne yapacaktı? Başını kaldırdığında önlerde bir yerde kendi boylarında bir kız ve bir oğlanın kendisine merak ve endişeyle baktığını gördü. Gözlerini ikisine birden çevirirken ona karşı yumuşakça davrandıklarını fark etti.

“Hey, sen Hançer Giray olmalısın. Yuvana hoş geldin.”

“Hançer Giray! Gök Tanrı sana güç versin.” İki genç, ona yakın dururken sözlerini anlayamıyordu. Gözlerinde saklayamadıkları bir hüzün varken Hançer ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

Yas gününde obaya gelmiş de olabilirdi. Ama hayır, kendisinin buraya gelişi ve tüm sevdiklerini geride bırakması, babasının yok olduğunun amcasının bir savaş başlattığı ihtimali hepsi bir savaşın içinde olabilecek şeylerdi ama yas bunun neresindeydi?

Dili, aklı ve yaşından büyük iradesi bir anda kesintiye uğramıştı. Büyük sözler söyleyen dili, hinlik düşünen aklı yok olmuştu adeta. Burada bir kağan kızı yahut kağan veliahttı değildi, ona acıyarak ve ağlayarak bakan bu insanların arasında kim olduğunu asla bilmiyordu.

Kız gülümseyerek öne çıktığında oğlan da onu takip etti. Atın önüne geldiklerinde büyük olan oğlan, Hançer’e doğru elini uzattı. Hayır, bu oğlan Berk gibi değildi.

Onun gibi her kötülüğünü alttan alabilecek şekilde bakmıyordu. Onun gibi, onu rezil etse de akşam olunca sarılacak biri gibi durmuyordu. Bunlar daha çok, daha çok, çocuk gibi duruyordu.

Farkına vardığı hakikatle beyninde beyaz şimşeklerin gözüne doğru çarptığını hissetti. İçindeki ses bas bas bağırdı. Kulakları duyduğu sesle sağır olmayı diledi. “Onlar çocuksa sen kimsin!” Hançer cevabı düşünemedi, elini uzatan oğlanın nasıl biri olduğunu bilmek ve bastıramadığı uğultuları yok etmek için sendeleyerek elini tuttu. “Aynen böyle, korkma. Biz yanındayız.” dedi oğlan.

Attan inerken titrediğini oğlanın anladığından bir haberdi. Başı, önüne düşüp yere bastığında elini geri aldı. Onlar hakkında bildiği tek bir şey varsa hiçbiri Berk gibi olamazdı! Başını Bey otağısına çevirince kafa karışıklığı ile beraber Alemdar Bey’e doğru döndü. O an, sendelediği için genç kız uzanıp onu kolundan ve belinden tutmuştu.

Giray Hanlığı Kurucu Obası’nın arkasında kalan ve halasının yuvası olan Kara Orman’ın üstündeki kuşlar çığlıklar atarak gökyüzüne dağıldı. Kaşları kaygıyla dalgalanmıştı gördüğü manzara ile. Kara Orman’ın güneşi batmıştı. Işık almıyor dahası obanın da bundan kalır yanı yoktu.

Babası yoktu, Berk yoktu, Kutlu ve Uldız yoktu, şu anda ona ne olacağını hiç bilmiyordu. Herkes bir şeyler biliyordu ama obaya gelene kadar tüm detayları kaçırmıştı. Aslında o da çok iyi biliyordu neler olduğunu. Saatler öncesinden gördüğü rüyayı hatırladığında Alemdar Bey’e doğru koştuğunu bilmiyordu.

Genç kız onu tutamayıp arkadaşının adını bağırmıştı. “Timurtaş! Onu yakala!” Hızlı alıp verdiği nefesleriyle koştu Hançer, bağırmaya başladı. “Benim babam ölmedi! Kağan babam ölemez! Bana babamı geri verin! Duydun mu beni bey amca?! Bu obadan beni çıkarın bana babamı geri verin!”

Alemdar Bey, onu koltuk altından sıkıca tutup ileriye savrulmasın diye kendine doğru çekiyordu elem dolu bir yüzle. Canının yandığını kadarıyla başka canlarında yandığını biliyordu. Çünkü Hançer önce annesiz şimdide babasız kalmıştı.

Henüz annesizliği onarılmayan bu küçük kızın bir de babası ölmüştü. “Annemi kaybettim ben! Babamı kaybedemem! Babalar ölmez!” İnsanlardan birinin fısıltısı tüm bedenini titretmişti. “Keşke ölen sadece o olsaydı...” Göz kapakları titremeye başladı. Boğazı yanmaya başladı. Titreyen birkaç adım attığında, “ Bana gerçeği söyleyin! Başka kim, öl-”

Gözlerini kederle yumdu Alemdar Bey. Koca devletin babası öldüğü gibi zayıfların ve muhtaçların da babaları ölmüştü. Ama en çok, Hançer’in babası ölmüştü.

Devlet, en büyük adamını kaybetmişti. Devlet, aklını ve sağlığını da kaybetmişti. Hançer bir kez bile babasına doyasıya sarılamadan, aile gibi hissedebildiği tek adamı, babasını sonsuza değin kaybetmişti. Sonsuza dek... Genç kız ve oğlan, süratle onun kollarına yapıştı.

Onu sakinleştirmek çok zaman almıştı. Gençlerin arkadaşları da gelmişti ama hiçbiri hiçbir şey yapamadan öylece bekleyivermişti işte. Herkes gözyaşları ile ıslatmıştı meydanı. Hançer zorda olsa otağıya geçirilmişti. “Berk nerde! Halam yok! Uldız yok Kutlu yok ! Bırakın beni, bırakın! Burda duramam ben! Bırak!”

Gençler ve alpler onu o kadar zor zapt ediyordu ki bağırıyor, çağırıyor, ağlıyor, susuyor sonra tekrar aynı şekilde devam ediyordu. İçeriye giren bir şifacı kadın türlü zorluklarla ona uyumasını kolaylaştıracak aynı zamanda sakinleştirici şurubu içirdi. Yine de uzun ve zorlu bir mücadelenin sonucunda uyumuştu. Etrafını saran gençler birer birer yere düşmüştü.

Bu kızda on aslan gücü vardı neredeyse! Hançer, kendini savunmasız hisseder gibi kollarını bedenine sararak uyumuştu. Gençler, bir an dahi olsa başından ayrılmamıştı. İçeriye giren ve tüm zorluğa şahit olan Oba Beyi Büyük Ata, keder ve öfke dolu gözlerle halılara bakıyordu.

Aradan üç hafta geçmişti. Ortalık daha da karışırken Kurt Ata öyle şeylere vakıf oldu ki anlatması için hayli zamanın geçmesi gerekiyordu. Kimse yaşananlar hakkında tek kelam edemiyordu. Öyle kalleşçeydi ki bu yaşadıkları tarihe geçirmeye utanıyorlardı.

Oba beyi Büyük Ata, harap olmuş Alemdar Bey’in omzunu dostça sıkıp nefeslenmesi için onu kızın başından alıp dışarı çıkardı. Alemdar bir an tereddüt etsede onun itimat veren bakışları sonucunda otağıdan çıktı.

Boş adımlarla aşevine doğru yürürken az öteden kendisine doğru koşturan dostunu gördü. Yanına gelen ellilerinin başındaki bu savaşçı bilge ile kol kola tokalaşırken ikisi de pek tabi üzgün ve bitap görünüyordu.

İki eski dost çadıra girdiklerinde dışarıda bir gurup alpin dehşetli koşuşmalarını duyuyorlardı. Kurt Ata ona bir kağıt uzattı. İkiside sessizce o kağıda baktı ve Alemdar Bey, o kağıdı kuşağına atıp unutmayı diledi. Aralarında hayli büyük bir sessizlik oluşunca bunu bozan ilk kişi kadim dost, Kurt Ata olmuştu.

“Bu başımıza gelmesi muhtemel bir olaydı. Lakin, bu kadar kanlı olacağını hiç düşünmemiştim. ” Alemdar Bey’in de anlamadığı çok şey vardı. “Kurt, Kılıç Giray bunu neden yaptı? Börü’nün gelişimi erkene çekmesiyle bir şey olduğunu anlamıştım zaten ama kendini kardeşinin önüne atması bana, doğru gelmiyor. Sanki birazdan çıkıp gelecek gibi!”

Kurt Ata, çatık kaşları ile aşlara bakıyordu. “Zaman kazandırmak istedi. Yılan oyununun farkındaydı. Engelleyemediği hiçbir şey olmadı ama kahpece düştüğü pusuyu ben gördüm dostum.” Alemdar’ın yükselen sesi dışarıya kadar duyuldu.

“Neden yahu neden! Kılıç Giray neyi paylaşamadı! Hançer ne halde görmez misin?” Kurt Ata başını başka tarafa çevirip uzun süre sustu.

“Nasıl? Sustu mu hiç?” dedi Hançer’i kasteden derin bir hüzünle lafı değiştirerek. Buraya acele ile gelmişti ve yetişmesi gereken mühim bir yer vardı. “Hiç iyi değil. Zapt edilemez yılkı gibidir aynı. Babasını ve Berk’i sayıklayıp durdu.” dedi hiddetle.

“Kız, çelişkinin göbeğinde Kurt. Ölüp ölmediğini bilemiyor. Canı yanıyor. Duramıyor! Hanedan gibi devlet de baş aşağı oldu! Ona neyi miras bırakacağız?” Kurt Ata, nemli bakan gözlerini Alemdar’ın gözlerine dikti.

“Ona gerçekleri ne zaman söyleyeceksin? Hakikat daha şimdiden seni yaşlandırmış. “ Alemdar Bey, kuşağına sıkıştırdığı mektubu can havliyle tuttu.

“Susmak zorunda olduğumu biliyorsun dostum. Yaşı küçük. Öfkeyi merhametle , sevgiyi hırsla karıştıran bir çocuktan babasının intikamını almasını bekleyemezsin. Demir kılıcı bile doğru düzgün kullanamıyordur eminim. Kaldı ki biz ondan bir intikam bekleyelim. Yaşı ve zamanı gelmeden hiçbir şekilde onunla konuşamam.”

“Ama bu ilerde her şeyin sebebinin amcası olduğunu öğrenmesiyle beraber kazanacağı öfke ve parçalama arzusuna kurban olabileceğin gerçeğini değiştirmiyor. Mektubu en kısa sürede eline ver Alemdar. Onun boğuşmakta zorluk çekeceği çok şey olacak. En azından onun için, iyiliği için basit bir dille anlat. Herkes her şeyi konuşur. Sen acele etmezsen gözüne giremezsin. Savrulur gider. Hem mektup, gelecek için yol gösterici olabilir. Eminim ki mektupta senin dahi bilmediğin sırlar yazmakta.”

“Ne dememi bekliyorsun? Ona baban öldü dememi mi? Babanı da tüm kuzenlerini de öldüren amcan mı diyeyim? Bu mektupta senin geleceğin yazıyor mu diyeyim? Kendi içinde ölüp ölmediğini düşünmesi gerek. Sonucunda ölmediği hakikati daha ağır basacak. Bundan eminim. Kaşla göz arasında elimizde kalan emaneti pusuya yollayamayız. Fazla kurcalamanın bir anlamı yok. “

“Ordu, Kılıç Giray’a isyan dahi etmedi. Resmen minnettar gibi sustular. Bu töre bu hale nasıl geldi Alemdar? Sen, farklı bir diyardan farklı bir insansın. Görmüş yaşamış birisin. Adının anlamını bana açıkladığın o gün tek bir şey diledim Gök Tanrı’dan. Adının anlamı hayatına yapışmasın. Sürekli bir bayrağın savunuculuğunu, korumacılığını yapmamanı diledim. Bu yol, çetindir diye ömründen ömür eksilmesin diye!” İki dost, yaşadıkları onca şeyi yeniden hatırlarken gözlerini yerden kaldıramadılar bile.

“Kurt Kağan Postu’nu isterdi benden. Ben de vermezdim. Demezdim ona post ağabeyin Börü Giray’dadır diye. Kan dökülmesin yine diye sustum. Ama gördüm ki ben ona postu vermesem de kanı yine döküldü. Sen ben değilsin Alemdar! Senin susacağın hiçbir şey yok! Eğer bu yolda Hançer’de ölecekse bırak ölsün! ”

“Hançer’in kanını ona döktürmeyeceğim!”

“Ne desem ki eski dostum? Başa geçen her iyi insan, ya kıskanıldığı için ya da basiretsizlik gösterdiği için öldürülüyor. Kağan Börü Giray ise tahtı kendi çocuğundan dahi kıskanan bir kardeşe sahipti. O asla, aptal bir adam değil! Başına gelecekleri biliyordu sadece, kabullendi. Dostum, Kağan birini sır küpü yaparak bu dünyadan göçtü. Onu bulmadan ölemeyiz. Her şeyin geleceği o kişiye bağlı. Dilerim ki Kılıç yaktığı ateşte yansın. “

“Onu bulmamız bir ömür sürer Kurt. Eğer ki Börü Giray birini görevlendirdiyse vaktinden önce asla ortaya çıkmaz. Kılıcın ölümünü bile biliyor olabilirler. Şimdi gitsek belkide bizi öldürmeyelim diye durdururlar. Kılıç Giray için bir ölüm dahi planlamış bile olabilirler.” Kurt Kağan elinde bir parşömen tutuyordu. Aralarında havaya kaldırdı.

“ Az önce, generalden bir mektup aldım. Söylediğine göre, her yerde tuzaklar hazırlatıyor. Neden? Çünkü Hançer’in huyunu biliyor. Bir çocuk olsada içinde yatan, damarlarında dolaşan Kağan kanını ilk bakışta anladı. Kini ve hırsı ona benziyor. Ele geçireceğini düşünüyor.”

Kurt Ata, gözlerini yere dikti. Kendisinin bile farkında olmadığı kaşlarını daha da çok çattı. Alemdar susuşu ile hırsla konuşmaya başladı.

“ Dilediği kadar tuzak hazırlasın! Hançer hiçbir yere gidemez. Onu da babası gibi harcatmam. Eğer buna yeltenirse kılına dahi zarar gelirse sırf bu yüzden onu kalpsiz bir kötüye dönüştürebilirim. Onu, Kılıç Giray’dan daha kötü biri yaparım. Ona karışmaz, kan akıtmasını izlerim. Bir kız çocuğu olması dahası kıskanılacak meziyetlere sahip oluşu karşılığında öldürülmesi planlanıyorsa onsuz bir hayatı herkese dar ederim! Esas yüzümü o zaman herkese gösteririm! O, bana emanet!”

Kurt Ata, yüzünde acı gerçeklerle gülümsedi. “ Hançer’in veliahtlık tercihini Berk’e vermesi yüzünden geldi tüm bunlar başımıza. Babasına kafa tutmaması gereken en mühim noktada harekete geçti. Berk’e olan sevgisinden yaptı. Yaşasaydı belki de bir gün onların evliliğini dahi görebilirdik... Çok güzel olurdu. Yiğit bir Bey ve Hatun!”

Gözlerine keder oturdu yeniden. “Her ne kadar onun seçimlerinin bedelini ödesek de bunu ona yansıtmamalıyız. Üstelik, saray halihazırda kıyamet meydanı gibiyken... “

“O kan deryasında odalarına vardığımda meğer odaları karıştırmışım. Berk’in üstü başı hazır bir şekilde buldum. Berk de tıpkı Hançer’in yaptığı gibi onu sordu. Dünya yıkılsa ikisi birbiri olmadan duramazdı ama... Ona, Hançer’i kurtarmam gerektiğini söylediğimde derin bir üzüntüyle başını yere eğdi. Savaşacaktı kesin. Yağmur Ata ona ulaşmak üzereydi. Söyle eksi dostum... Hançer iyi olur mu?”

“Ah, eski dostum... Giray Hanedanına mensup olmak öyle zor ve öyle kötü bir şey ki... Bazen bazı babalar hayatlarını adadığı çocuklarını göremez hale geliyor. Çocuklar babaları daha hayattayken babasızlık, anneleri henüz hayattayken annesizlik çekiyor. Tonla kural ve düzenin arasında yitip gidiyorlar tıpkı ufuktaki şu güneş misali. ”

“Kendine dikkat et Kurt, post için seni çok sıkıştırır.! ”

“Dostum, Kılıç Giray... Ağabeyini öldürüp bir Kağan katili olduktan sonra boynuna dolanan laneti engellemek için, çocuklarını feda etti.” Alemdar Bey’in gözleri kıpkırmızı oldu. Yaşla dolan gözleri, güçlü bedeninin sarsılmasıyla kapandı. “S-senin ağzından çıkanı kulağın duyar mı?” Yaşlar hızla akmaya başladı gözlerinden. Kendisi böyle bir şeyi içinde böyle acı yaşarken Hançer’i düşünemiyordu.

“Sakin ol. Alemdar! Sakin ol! Onlar senin çocukların yahut senin öğrencilerin değil. Buraya odaklanmaya bak! Sen, Hançer Giray’ın Atabey’isin. Onun, öğretmeni ve savaşçısısın. Berk Giray, Kılıç Giray’ın en evvelinde de Hançer Giray’ın rakibiydi. Acını yaşamana izin yok, toparlan. Hayallerimiz... Güzeldi ama kendini toparlamaya bak. Onlar öldüyse geride kalana sa-“

“Onlar daha bir çocuktu!”

“Ama onların gözünde bir hanedan rakibi!”

“Evladıydı!”

“Kan akıtacak kadar zekiydi!”

“Birbirini çok seviyorlardı. Hep beraber o sarayda dört çocuk büyüdüler!”

“Kan, gücün karşısında yenildi!”

“Umurumda mı sanıyorsun? Onlar daha çok küçük! Az önce büyüselerdi ne güzel eş olurlardı diyordun! Bir elin parmağını geçmeyecek kadar çocuk vardı o sarayda. Hanedan yok olmanın eşiğindeydi! Şimdi hepsi ölerek bu hanedanı dahası mutlu bir hayatı göremedi! Hançer ne kadar üzülüyor bilmiyor musun? Berk... Hançer onsuz yaşayamaz...”

“Neden sadece Berk’i düşünüyorsun? Diğerleri ölmedi mi sanıyorsun? Sen, tüm bunları nerden biliyorsun Alemdar! Sen o sarayda dahi yaşamazken nerden bu kadar bilgiye vakıfsın?”

“Ben öyle bir şey demedim! Benim üzüntüm hepsine! Ama Berk... O Hançer’i değiştirebilecek tek kişiydi! Ona belki de bu dünyada annesizliğin geçtiğini gösterebilen tek kişiydi. Rekabetin, koca yürekliliğin örneğiydi! Dostum... onlar ezelden sevdalı iki farklı iklimin insanı gibiydi... Kağan Börü, bana sürekli onları anlatan mektuplar yazıyordu... Hançer’in daha iyi olacağına inandığı için her şeyini unutmamak istercesine bana yazıyordu...”

Alemdar Bey, Kağan Börü’den çok dinlemişti iki çocuğun birbirine olan sevgisini. Bu sebeple gözlerinde canlanan her anda yeniden içine bir ağırlık düştü. Sırlı mektup... Hangi ara bunu Hançer’e verecekti? İki dost sustular. Kalpleri de dudakları gibi bildikleriyle mühürlendi. Alemdar Bey’e dünya dar geliyordu! Yıllar böyle nasıl geçecek, Hançer etrafındaki herkesin yokluğuna nasıl bir anda alışıverecekti?

Tam bu olayların olduğu esnada Hançer, Alemdar Bey’in arkasından uykusundan hızla uyanmıştı. Açtığı gözleri ile etrafına bakmadan doğruca tanıdığı tek kişi Alemdar Bey’i aramaya koyuldu. Uyumadan önce etrafına doluşan çocukları görmediğine şükretti. Dağınık görüntüsü yüzünden kimse kalkıp da ona bir şeyler diyememişti.

Acısını yaşamasına izin veriyorlardı. Hançer dışarıya çıktığında etrafa baktı, sordu soruşturdu. Tetik üstünde duran alpler onu izliyordu. Nihayet bir kapının önüne durduğunda duyduğu her bir cümle ile beyninin uyuştuğunu hissediyordu.

Her şeyi duyamasa da, ölüm haberi yetmez miydi? Berk Giray sonsuza dek gitmiş miydi? Babasına alışamadan bir de onun ölüm haberini mi almıştı? Hiddetlenen kalbi için gerçekler bir anda ortaya serilince aslında hayatının dönüm noktasının ne babasının ne annesinin ne Berk’in ne de kuzenlerinin ölmesi olmadığına hükmetti.

Asıl dönüm noktası, buradan sonra hırslı ve soğuk birine dönüşerek intikam için mi savaşacaktı yoksa kalbini dinleyip sıfırdan başlayacağı bu dünyada, ölümü mü bekleyecekti?

Karar vermek, öyle zordu ki bunun yıllarını elinden alacağını hesap edememişti. Çadırına geri dönüp başını yastığına koydu. Bir kişi hariç hepsinin öldüğünü düşünüyordu. İnsan, babasının, bu hayatta onu tutan tek desteğin yıkılmasından daha ağır ne hissedebilirdi ki? Berk’in acısı böyle çetinken, kalbi yere düşercesine sızlarken babası her hücresini ele geçirmiş ona dehşetle ağlayacağı bir acı bırakıp gitmişti.

Hıçkırarak son defa ağladı Hançer Giray. Yine Berk’i beklediğini anlayınca çığlığını bastı. Uzun boylu alpler, gözlerindeki yaşlarla küçük Hançer’e sarılıyor ama onun feryadını söndüremiyordu. Alemdar Bey, koşarak dışarı çıktı. Hançer’in feryadına diz üstü yıkıldı. Kollarını ona uzatıp göz yaşı akıtmaya başladı.

“Gel çocuk, bugün yenilgimizi en büyük şekilde yaşayalım. Yaşayalım ki yarın bizi diz üstü düşürmeye çalışanların eline koz vermeyelim!” Hançer tek başına olduğunu biliyordu. Ona uzatılan kollar, eski hayatı ile kalan tek bağıydı. Hızla o kollara sarılıp acılarını akıtmaya başladılar.

Saatler sonra yorgun düşüp uyuyan Hançer’i yerine yatıran Alemdar Bey, kederle harmanlanan Kurt Ata’yla göz göze geldi.

 

 

***

 

4 Yıl Sonra

Mavi gökyüzü sapsarı bozkır boyunca uzayıp gidiyordu. Aynı göğün altında hasret gönüller çarpıyordu. İki büyük bey, yan yana karşılarındaki gençleri süzüyordu.

“Görünmediğini sanıyor.” dedi Büyük Ata. Alemdar başını usulca salladı. “Burda tanıdığı kimse yok. Dışarıya çıkıp kafasını dağıtmaya çabalıyor.” Büyük Ata muzipçe kıstığı gözlerini Alemdar Bey’in yorgun gözlerine çevirdi. “Kiminle konuştuğunu da bilirsin sen şimdi?”

Alemdar Bey başını gülümseyerek iki yana salladı. “Hançer’e dostlar edindirmeliyiz. Yıllarca tek başına, oradan oraya dolaşıp durur. Aklını kaybeder diye korkarım yiğit dostum. Bir bakıyorum ormana doğru at sürer de akşama anca gelir. Bir gün izini bulurlar da pusuya düşer diye korkar oldum. Kılıç Giray şu son iki senedir anlam veremediğimiz bir sessizliğe büründü.” Sertçe ellerini sakalına daldırdı.

“Yaptığı onca pusulardan sonra hala Hançer’i ağına düşüreceğini sanıyor. Gelip de öldürmeye gücü yetmiyor! Etrafa dağıttığımız adamlarımız buraya yaklaşmalarına müsaade etmiyor. Hançer’i onlara yem etmeyeceğimi anladılar. Ama onlarca oba nasıl olduysa Ural’ın elinde geçti, geçtiği gibi de eriyip gidiyor. Korkarım zamanında bu işe el atmazsak her şey buhar olup uçacak. “

Alemdar Bey göz altlarında nişan gibi taşıdığı morluklarını dostuna dikti sonra devam etti. “Her yolu denerim dostum. Ama öyle bir içine kapandı ki, korkarım zamanında yetişemedik. Ne önermeyi düşünüyorsun?” Büyük Ata, omzunu sıkıp kafalarını tokuşturdu. “Bunun için iyi bir fikrim var.”

Eliyle az ötede duran bir gurup erkeği ve bir diğer tarafta kız erkek karışık duran iki farklı boyun çocuklarını işaret etti. “Hançer, diken üstünde yaşıyor. Ona destek olacak çok iyi yürekli çocuklar bunlar. İçini kolayca onlara açar. “ Büyük Ata, Alemdar Bey’e gösterdiği çocuk guruplarını heyecanla izledi.

Hançer’e iyi gelen her şeye vardı. Büyük Ata, çocukları anlatmaya başladı. “Bu gruptaki herkes erkek. Çünkü onlar savaşçı olmak için çabalıyor. Hepsinin farklı aileden geldiklerini bilirim. Biri aynı Hançer gibi kimsesiz. O sebeple anlaşmaları en azından bu yönden kolay olur. Adları ise, Demirdöğen, Darulgan, Ediz. Ediz, kimsesiz ve obaya dört yıl önce geldi. Kana bulanmış bir halde avare avare bir yıl dolaşmış bozkırı. En son burayı bulup gelmiş.”

Alemdar çocukların temiz yüzlü olduğunu düşünüp bir diğer tarafa döndü. “Ya onlar?” dedi bir diğer çocuk grubunu işaret ederek.

“Onlar da Börü Giray’ın eski komutanlarının çocukları. Birkaç yıl önde ordudan gönderip obayı geliştirsinler istediği yiğit adamların evlatları. İçlerinden biri sadece dışarıdan geldi. Adı da Gökçe. Bir Kuzey Hanlığı halkından. Annesi burada, babası yok. Diğerleri ise, Timurtaş, Yiğitcan, Aslantaş ve İynem. Babaları gibi yiğit birer evlatlar. Gökçe belkide en yiğitleri bile denebilir. Lafı fazla uzatmaya gelmez bilirim Alemdar. Gönlün ferah olsun diye uğraşırım.”

Buruk bir selamla Büyük Ata’nın yanından ayrılıp gece gündüz kendini otağıya kapatan Hançer’in yanına vardı. Üzerindeki örtüsü artık ona kısa geliyordu. Elbiselerin yenileri dikiliyor ama o hala börk takmıyordu. Reddetmişti tümüyle.

Yanına oturdu. Uyanıktı ama onunla konuşmuyordu. Tüm gücünü toplayıp lafa giren o oldu. “İntikam istiyor musun Hançer? Eğer istiyorsan, sana inandığım yaratıcı üstüne yemin ederim ki seni çok iyi eğitip bu yolda çok başarılı olmanı sağlarım. Bana inanırsan, acılarını dindirmek için her türlü kanı dökmeni sağlarım.”

Hançer ilk defa yatağa oturup ona bakmıştı. Yanakları kıpkırmızı olmuştu ağlamaktan. Sessiz ağlar olmuştu o günden beri. Aylar sonra belki de ilk defa bugün yüz yüze bakıyorlardı.

“Söz mü?” diyerek göz yaşlarını sildi. Alemdar Bey verdiği kararla asla pişmanlık yaşamadı. “Şeref sözü!” dedi. Hançer sırtını tahtaya yaslayarak gözlerinin içine acıyla baktı.

“Babam, amcamın katliamında can verdi. Kuzenlerim, Uldız, Kutlu ve Berk... Halam ve oğlu, hepsi bir anda yok oldular değil mi?” Boş vermiş gibi nefesini bıraktı yıllardır yaptığı gibi.

“ İntikam mı? Alsam ne olacak? Alemdar Bey, ben ölüyüm. Ölüler intikam alsa ne yazar?” Başını yere erdiğinde omzuna konan koca elle yüzünü hafifçe kaldırdı. Hem savaşmak istemek hem de boş vermek bu demekti.

Alemdar Bey, güçlü ve inanç dolu bakışlarını yüzünde dolaştırdı. “ Eğer ayağa kalkmak istiyorsan yaşadığın hiçbir şeyin senin suçun olmadığını bilmen gerekir.” Hançer hızla araya girdi. “Ama o gün babama ihanet etmeseydim bugün hepimiz yaşıyor olurduk. Anla Atabey’im, her şey benim yüzümden!” Alemdar Bey, esefle başını sallayıp Hançer’in kalbine dokundu. İşaret ve orta parmağını birleştirip tık tık yaparak kalbini işaret etti.

“Burası hala ses veriyorsa sen ölü değilsin demektir. Her şeyden kendini mesul kılıyorsan da bu senin suçsuz olduğunu gösterir. Çünkü asıl suçluları görmüyorsun. Bunu aklından çıkar. Bak, kızım hayatının çok iyi bir başlangıcı olmadı. Şu anda öyle ama geleceği düzeltmek şimdiden başlar. Şimdi dediğim an dahi hemen geçmişte kalıyor. Zaman işte bu kadar hızlıyken senin çok daha hızlı olman gerekiyor. Taşımaman gereken üzüntüleri kendine yüklersen yolda bir at gibi çatlarsın. Sen yıllar önce, küçük ve deneyimsiz bir çocuktun. Bugünse acıyla olgunlaşmış bir genç kızsın. Hayatının çok iyi bir başlangıcı olmadı ama çok iyi bir savaşı olması için tüm sebeplere sahipsin. Önemli olan da bu değil mi? Haklı olmaktan ziyade sebeplerinin olması. O zaman haklı da haksız da kalmaz.”

       

 

      ***

Ona söylediği tüm sözleri uzun uzun düşünmüştü. Her şey onun suçuyken değilmiş gibi yapmayı deneyecekti. Olduğu kadar yapacaktı işte... Hançer, başını arkasına yaslayıp derin nefesler alıp verdi. Saçları çok hızlı uzuyordu. Artık bir çocuk değildi. Genç kız olmuştu. Atabey’i son sözlerini söyledikten sonra gitmişti ve yıllar herkesi onun gibi büyütüp besledi. Kötüler de buna dahildi.

Hançer toplamda dört yıldır buradaydı. Boyu uzamış, kilo almış ve değişmişti. Eskisine nazaran daha uzun ve güzel olan Hançer, yıllar geçtikçe delici bakışlara ve hep bakılası güzel bir yüze sahip olmuştu. Ata, üstün bir maharetle biniyor, okunu en uzağa atıyor, avdan bir gün olsun boş dönmüyordu.

Ama kendini kapatılmış kısıtlanmış gibi hissediyordu. Atabey’ini göremiyor neler yaptığını bilmiyordu. Bu yüzden yıllardır ava gider gibi etrafı dolaşmaya çıkıyordu. Ne kadar etrafına ilgi göstermeye çabalasa da yine yarımdı yine kusurluydu. Davranışlarında ölçü yoktu. Çocuksuluk gitmiş yerine fevrilik ve başına buyrukluk gelmişti.

Türlü alp koruması eşliğinde bazen yan boylardan bazen kervansaraylardan yağma elde edip topladığı ganimetlerle Atabey’inin sözüne uyarak alp yetiştiriyor, kendine güzel kumaşlardan, keçelerden yapılmış bir çadır yaptırıyordu.

Bu hareketleri görünmez gözlerle onu izleyen Ural Bey’i öfkelendirdiriyordu ama uzun süredir kimsenin konumunun ne derece büyük olduğuna dikkat etmiyordu. Asilik damarlarında kan gibiydi. Adı geçen birkaç obaya sözünü geçiren bir adamı kale almayacaktı.

Bugün bunları düşünmeyecekti. Ormanda biraz daha ilerledi. Ve nihayet o yere geldi. Arkası ona dönük biri vardı. Hançer kılıcını kınına geri soktuğunda o kişi kıpırdadı ve ona döndü. Sadece gözlerini gördüğü bu peçeli adam Hançer için müthiş merak uyandırıcı bir durumdu.

Çünkü burada peçeyi ancak çok yakışıklı olan erkekler takardı. Öyle bir büyüleri olurdu ki tüm obaların kızları kadınları onlara aşık olurdu. Bu yüzden yüzleri peçe ile gezerlerdi. Hançer o peçeyi kaldırıp bakmak istiyordu. Berk kadar kimse yakışıklı olamazdı gözünde. Bunu kıyaslamak için son birkaç aydır sürekli buraya geliyor, zümrüt yeşili gözlerini izleyip birkaç cümle konuşuyor sonra geri gidiyordu.

Garip olan şuydu ki Hançer’in kalbi onun yanında sıcacık oluyordu. Bu durum binlerce acıyı sığdırdığı kalbini unuttururken daha yüksek şiddette de hatırlatabiliyordu da.

Kaybettiği nice insanı sanki onun bir çift gözünde atlatabiliyordu. Yine gelmişti. Kendisinden birkaç yaş büyük olduğunu düşünüyordu. Uzun boyluydu, yiğit bir vücudu vardı. Hançer onun yanında biraz sahi olsa kısa kalıyordu. Alaycı sesini duyunca yine kalbi güvende hissetti. Ses toktu, güçlüydü ve gerçekten acımasızdı.

“Kimseye görünmeden geliyorsun ama bu gidişlerinin sebebini bir gün keşfedebilirler.” Hançer omzunu kaldırıp indirdi. “Öğrenseler ne olacak ki? İşim var gücüm var. Sana da yine yüzünü açıp açmayacağını sormaya geldim. Bu senin kaçıncı reddedişin olacak bilmiyorum ama ben fazla uzatmak da istemiyorum. Ya aç ya aç!”

Genç adam güldü. Hançer bu gülüşle sıcacık oldu. “Sana dedim Hançer. Açamam. Benden fazla şey istiyorsun. Ama şimdi istesem de kalamayacak gibiyim.” Hançer asla şaşırmadı. Haftada iki kere bu şekilde kısa kısa konuşup ayrılıyorlardı. Hançer elbette bir şey diyemiyordu. Başını sallayıp ondan önce arkasını döndü.

Adımını atıyordu ki durdu. Çünkü o tok sesin anlattığı bir şey ilgisini çekmişti benziyordu. “Kendine dikkat et. Kurtarıcılık yapmak zorunda kalmayayım.” Hançer gıcık olmuş bir şekilde gözlerini devirdi. “Asıl sen işine bak! Kimse beni kurtarmak için vakit ayırmıyor. Çünkü herkes canını benden kurtarmanın derdinde.” Genç adam, adımlarını durdurup ona döndü.

“Ne demek bu?” dedi. Hançer onu konuşturmanın sevincini dahi yaşamıyordu şimdi. Gözlerindeki yıkıntıları toplayıp adamın önüne döktü. “Duydun. Eğer bunca zamandır beni tanımadığını söyleseydin seni kılıcımla öldürürdüm. Ben, Hançer Giray. Ölmeyen son veliaht. Hadi, bilmiyorum desene? Güvenim hiç yok biliyor musun?”

Hançer başını dereye çevirince genç adamın dibine kadar girdiğini ondan aldığı bir tür çiçek kokusundan anlamıştı. Gözlerine acımasızca baktı. “Duyamıyor musun yoksa uzaktan?” diye terslendi. Adam, onun çenesini tutup gözlerini hizaladı. “Tek acı çeken sen değilsin biliyorsun değil mi? Bu bencillik de ne?”

Hançer acı dolu bir gülüşle gözlerini gözlerine kenetledi. “Ne var biliyor musun? Tanıdığım ve bana bu şekilde konuşmasına müsaade ettiğim tek erkek bile bana bencil dememişti. Ve ben hep inadına bencillik ediyorken bile hiç bir şey demedi. Sen, bu gücü nerden alıyorsun ha?”

Genç adamın gözlerinde gördüğü dalgalanma bir kıskançlıktı. Ama sesini mesafeli tutması ve düz konuşması gözlerinden evvel kendini ifşa etti. “Belki o zamanlar senin bencilliklerini dahi sevip affedecek kadar çocuksuydu. Yaşıyor muydu bu tek erkek?” Hançer kılıcına davranacakken eline kapanan büyük elle öfkesi taştı. “Sen böyle zalim miydin? Öldüğünü bildiğin halde ne diye can yakıyorsun?”

Genç adamın yeşil gözleri kederle parlasa da sertliği azalmamıştı. “Bazen senin canını yakınca rahatlayacağımı düşünüyorum. Ama sonra bunun için geç kaldığımı düşünüyorum.” Bir anda geri çekilip doğruca ordan uzaklaşmıştı. Hançer öfkeyle bağırıyor çağırıyor ama geri dönmüyordu.

Ve Hançer aylarca yollarını gözlese de ne gelen olmuştu ne de giden.

 

 

***

Ne kadar zaman geçerse geçsin kimse kararından dönmemişti. İntikam, hiç beklenmedik bir anda üstlerine doğru gelen yıldırımı andıracaktı. Bunun hayali içinde yaşıyordu. Birkaç yıldır obada koruma üst düzeydeydi. Öyle ki, tanımadığı birçok halktan kendisine destekçi geliyordu. Değer gördüğü ve sevildiği kadar nefret de edilmiyor değildi ama Alemdar Bey, onları hemen göz önünden savuşturuyordu.

Ayaklanan birkaç beylik aralarına katılmış Ural Bey ise buna ses çıkarmamıştı. Lakin bir gün sonra oba beyleri yataklarında ölü bulununca obada kargaşa başlamıştı. Her şey Hançer’in serpilen gençliğini görmek ve eski kağanlarının emanetine destek olmak içindi.

Başını yastığından kaldırıp obada yapılacak işlere göz gezdirdi. Sorumluluk sahibi ve dik kafalının tekine dönüşmek farkında olmadığı özelliğiydi. Arkadaşları olmuştu ama onlarla da gün içinde çok denk gelmezdi. Çünkü, göz göze gelmek gibi bir korkusu olmuştu artık. Ve bağlanmak en büyük korkusuna dönüşmüştü.

Bu sebeple bir gün hayvan çadırlarında, bir gün nehir kenarında arta kalan zamanlarında Atabey’i ile bey otağında çalışıyordu. Çalışmak ona iyi geliyordu. Yine arkadaşlarından kaçarak ve birinin yolunu bekleyerek geçmişti. Nihayet kendi çadırına girince dar gelen meskenden ötürü kendini yine dışarıya attı. Hava epey kararmıştı.

Aklına Berk, Uldız, Kutlu, babası, annesi ve hiç görmediği ve suçsuz olduğunu düşündüğünü halası ve oğlu Altuğ gelmişti. Ne kadar garipti artık hayat.

Zaten uyku düzeni diye bir şeyi de yoktu. Hakikat öyle ağır gelmişti bünyesine. Babası, ölmüştü. Bunu biliyordu. Ama kimler ne için böyle bir darbe girişiminde bulunabilirdi ki? İşin içinde amcası olan adamın da bulunduğunu o gece öğrenmişti. Ama asıl mesele, bunu planlayanlardı...

Kurt Ata denen kurtlarla konuşan ve onlara emir verebilen o adam, o kanlı günden birkaç gün sonra gelip intikam yemini etmişti. Onu koruma yemini etmişti. Ve ona, Kurt Kağanlığı denen bir güç bahşetmişti lakin Hançer bundan geri durmayı seçmişti. Güvensizlik koca bir diken gibi insanlarla arasında büyümüştü.

Atabeyi her ne kadar bu gücü eline almasını istese de onun gibi kabul etmemişti. Hançer de onun sözünü emir sayardı. Bu sebeple almıyordu. Bildikleri birçok şeyi yavaş yavaş anlatacaklarını bu sebeple onlara güvenmesini istiyorlardı.

Öylede yapmıştı ama aklı her defasında olduğu gibi düşüncelerle dolduğu için siniri hayli yüksekti. Sinirle çıktığı yolunu oba meydanına doğru çevirdi... Meydanda bir bey otağı vardı. Gelen geçeni ilk burda ağırlarlardı. Hançer, bey olmayı da henüz kabul etmiyordu. Tecrübeliler, işlerin altından kalkarken Hançer’e düşen de her boşlukta araştırma yapmak, çalışmaktı.

Oba meydanına doluşan bir küme gençle bir an durakladı. ‘Benimle konuşmak isteyecekler. Ben, harika deneyimleri olan yahut güzel bir göç düzeni olan bir aileye mensup değilim. Neler konuşabilirler ki benimle? Denk değiliz... Denkleri olamayacak kadar kötüyüm...” diye içinden söylendi. Omuzları düştü. Böyle biri olacağını hiç düşünmemişti ki? Hala, buraya geldiği ilk günkü gibi onlardan kaçıyor, konuştuklarına ise bir tepki vermiyordu.

Ama bugün gitmek istiyordu. Atabeyi onlarla eğer arkadaş olursa acısından azalma olacağını söylüyordu. Ona inanmayı seçti. Ayaklarında prangalar varmışçasına güç yürüdü tüm yolu. Kafası çok karışıktı ve meydana asılan kurt kafasına bakarak içindeki cesareti körükledi. Lakin işe yaradığı söylenemezdi.

Omuzlarını arkaya atarak yürüdü. Her adımı biraz daha uzun ve genişti. Adımları bile bir alp gibi güçlü ve korkusuzdu. Gençler onu görünce sustular. Hançer yere bakarak bir baş selamı verip ortalarına oturdu. Kısa süren sessizliğin sonunda birçok genç kalkıp gidince orada sadece İynem ve Timurtaş kalmıştı.

Gidenlerin arkasından kendini çok köyü hissederek başını iyice yere eğdi. Elleri uyuşuyordu. Kalbi niçin böyle vuruyordu? İynem, onu adım adım heyecanla takip ediyordu. Nihayet sabırsız kişiliği sebebiyle çok sustuğunu düşünmüş olacak ki konuşmaya başladı. .

“Dört yıl oldu. Hala böyle sessiz ve öfkeli mi kalacaksın Hançer?” Hançer hiçbir şekilde konuşmadı. Tepki vermedi genç kıza. “Bari, yaran acıyor mu onu söyle?” diyen genç kız merak ve merhametle yüzüne doğru eğildi. Yanlarında oturan genç adamın homurtuları duyuluyordu.

“Baksana, hiç konuşmayacak gibi duruyor. Bırak, sonsuza kadar sussun! Söyler misin Beykız, obanın ortasına dikilen kurt kafasında ne varda hala ona bakıp duruyorsun?” bahsettiği yara araştırmaya çıktığı gün bileğine aldığı bıçak yarasıydı.

Hançer uzun süredir baktığı kurt kafasından bakışlarını çekti. Doğrudan genç adamın gözlerine baktı. Kafasındaki börkün siyahlığı gibiydi aynı içindeki öfke. Rahatsız edildiği için öfkelenmişti. “Kaybettiğim her şeyi görüyorum!” dedi aksi bir edayla. Başını Kurt kafasına çevirdiğinde, yanında oturan ve gece karanlığında önlerinde yanan ateşten ötürü kızıla benzeyen teniyle yine İynem atıldı.

“Bizimle içindekileri konuşursan seninle o zaman çok daha iyi anlaşabiliriz. Böyle sadece susuyoruz. Hala, senin en sevdiğin şeyin ne olduğunu bilmiyoruz mesela? Yaran acıyor mu ya da Oba Birliği senin savaşmakla ilgili önerilerini neden dikkate almıyor? Hepsi senin çok yetenekli olduğunu söylüyor ama kararlarını dinlemek gibi bir yüke giremeyeceklerini söylüyorlar. Nasıl dengeleri yerinden oynatacak kadar mühim ama aynı zamanda da elini bu işlere sokmayan biri gibi durabiliyorsun? ”

Hançer durgunlaştı. Dalgınlaştı, başını kırılan inadıyla genç kıza çevirdi. Kin, kırgınlık, hüzün birbirine girmişti Hançer’in yüzünde. Yanaklarını içine çekip onları ısırırken bir an derin bir nefes aldı. Güvenmeli miydi? İynem haklıydı. Onlarla kötü anlaşıyordu. Timurtaş’a döndü.

İnanç ve sakinlik dolu kısık gözlerini izledi. Dudaklarını nemlendirdi, ateş yüzüne vururken o daha çok ateşe hükmeden gibi geliyordu arkadaşlarının gözüne. Kafasını aşağı yukarı sallarken genç adam hemen önüne bağdaş kurdu.

Onlara inanmalıydı, gözlerinin önünden on dört yaşına kadarki hayatı dizilirken konuşmanın bir zararı olmayacaktı. Meraklı ama ağır başlıydı Timurtaş. İynem ise baskın olmayı seven meraklı biriydi. Kalbi yumuşadı. Hançer tam ağzını açıyordu ki, bir ses duydu. Davullar ve borazanlar acı acı dehşetle obayı inletiyordu.

Meydanda öylesine gür bir şekilde geliyordu ki bu feryatla Hançer ve gençler, endişe içinde irkildiler. Gençler neler olduğunu anlamadan, bir ses bağırdı. Bu obanın şifacı genci Yiğitcan’dı. Hançer, yüzünü nadir gördüğü bu çocuğun onlara doğru koşmasıyla ayaklandı.

“Baskın var!” Onun sesinden sonra genç erkek ve kızlar, tecrübeli Beylerin emrinde yıllardan beridir süre gelen savunma noktalarına doğru koşturmaya başladı. Tüm oba kılıç kalkan kuşanarak, çadırından çıkarken, Hançer garip bir heyecan ve korkuyla elini sol göğsünün üstüne koydu.

Tıpkı yıllar önce henüz sarayda yaşadığı önemsiz bir günde başına gelen talihsiz gündeki gibiydi her şey. O, - her ne kadar gururuna yediremediyse de korkunç bir gündü!- günü hatırlayınca Hançer, sanki sol göğsüne bir kez daha hançer sokmuşlardı. Yarası renkten renge girse de hala orada duruyordu. Başını iki yana salladı, geçmişi ardında bırakarak belindeki kılıcını ateşin ışığı altında hiddetle çekti.

“Çocukları ve yaşlıları saklayın!” dedi bir komutan edasıyla. Timurtaş ve İynem, onun bu garip cesareti ve korkusuzluğu karşısında kalpleri tatmin olarak başlarını hızla aşağı yukarı sallayıp yanından ayrıldılar. Bebekler dehşetle ağlıyor yaşlılar yine de kılıç tutabileceklerini söyleyerek ayak diretiyordu. Ama hepsi Hançer’in emriyle obanın kıç bölgesinde kalan sığınağa indirildi. Hançer bir deli tay gibi obanın girişine doğru koştuğunda adının yankılandığını duydu ve durdu.

Birileri ona sesleniyordu. Vakit savaş vaktiydi! Ama şuanda oluşan kargaşa öfkeden delirmesine sebep oluyordu. Dişlerini birbirine sürterek kendisinin bile farkında olmadığı bir aslan sırıtışı ile ileri atılacak anı kollamaya başladı. Bu kargaşa bitmeliydi. Yaşlı ve çocukları bekleyemeyecekti.

Dişlerini sıktı. Tam o anda da bir ses duydu. Saray onu ikinci kez öldürmeye gelmişti. Bu bir yağma baskını değildi. Bu bir infaz baskınıydı. Babasının ani ölümün ardından canını almak için kana susamış cellatlar ordusu obaya dayanmıştı.

“Öleceksin Hançer Giray! Bu sefer elimden kurtulamayacaksın! Seni de o lanet baban gibi yok edeceğim! ” Hançer bu sesi tanıyordu artık. Babasının konusu geçtiği an kalbinden vurulmuş gibi sarsıldı. Sanki yarası kanıyordu. Bu oydu. Vezir Yesügey Baycu! Haberini aldığı tüm kötülüklerin baş mimarıydı o cani! Daha fazla yaşlı ve çocuklara zaman ayıramazdı! Hançer, savaş borusunun ötmesi ile kılıcını havada çapraz tutup girişe koşmaya başladı.

İğrenç çığlıklar, kötücül kahkahalar ve neredeyse herkesin ağzından dökülen Hançer Giray ismi! Kulakları uğulduyordu. Hançer, meydana kadar gelen askerlerle kılıç kılıca mücadele ederken Oba Birliği için başta duran birkaç ihtiyar savaşçının da kılıç salladığını gördü. Yaklaşık on dakika kadar kanlı ve ölüm dolu bir şekilde insanların arasında kaldı. Kılıcını uzun uğraşlar sonucunda karnına sokmayı başarabildiği adamdan ayrılırken zaten açık olan saçı kan ve kir dolu yüzüne döküldü.

Oba Birliği, onun bu vahşi kuvveti ve azmi karşısında baskını unutacak kadar şaşırmıştı. Az önce devirdiği adam, bir tepegözdü! Hançer onlara statülerini unutturan bir kibirle gülümsedi. Tepki vermelerini beklemeden hafiflemiş kadar hissederek doğruca obanın girişine doğru ilerlemeye başladı. Önüne çıkan her düşmanı yere sererken yanan birkaç çadırı fark etti. Şükürler olsun ki içinde kimse yoktu. Mal geri gelirdi can gelemezdi. Meydanda kendi etrafında birkaç tur döndü. Dehşet burada yaşanıyordu!

Birinin daha kafasını uçururken her seferinde aklına babası, Berk, Kutlu ve Uldız geliyordu. Bu onu dehşet bir şekilde mutlu ve motive hissettiriyordu. Normalde üzülürken böyle anlarda mutluluk veriyordu. Şuanda yanında olmasalar da, onlar için çırpınmak, çatışmak kendini iyi hissettiriyordu.

Canını vereceği başka bir amacı dahi yoktu... Omzunun yanından geçen okla kendine bir at aramaya başladı. Herkes, can ve kan meydanında çatışırken gözünü kararttı ve atların olduğu yere doğru koşmaya başladı.

Dizlerine kadar gelen mor bir kumaş elbisesi vardı üzerinde. Başında börkü yoktu ve doğruca saçlarını salıvermişti. Hedefine yaklaştığı anda nerden geldiğini bilmediği bir atlı ile yukarıya doğru çekildi. İçinde garip bir kargaşa yaşarken kolundan tutan kişi onu önüne oturttu.

Kılıcını arkasında kalan kişiye saplamak isterken bir ses geldi tam kulağının dibinde, bedenini esir aldı ve tüm endişesini yok etti. Kalbi duyduğu sesle yine ve yine ılık bir hisle çarptı. Yanakları alev alırken gözlerini belli belirsiz yumdu.

“Kılıcını sallamaya devam et, dişli savaşçı! Arkanda ben olduğum müddetçe asla ama asla ölmeyeceksin!” Hançer, güvende olduğunu bilerek içindeki sevinçle kılıcını salladı. Bu oydu, aylardır yanına gelmiyordu. Onu özlemle cezalandırıyordu. Ne adını söylerdi ne de yüzünü gösterirdi.

Ona ancak Kara Yürek adını takabilmişti. En sonki buluşmalarında bir anda yedikleri baskında ayağına hançer saplanmıştı. O günü hatırlıyordu şu anda adeta.

O gün, yediği yumrukla kapanan gözleri onu görmemişti , sadece sesini duymuştu. Ama o her anında yanında olmuş bu anlara tanıklık etmişti. Onu yalnız bırakmayacağını söyleyen gür sesini en yakınından duymuştu . Ondan birkaç yaş büyük olduğunu iyi biliyordu. Hançer, insanlar konusunda yanılmazdı. Duyguları hakkında yanılırdı.

Ama şimdi eskisinden daha cesaretliydi.

Şimdi, o hançer darbesinden sonra daha hırslı ve gönlü yanıktı. Kalbi ile aklı duyduğu heyecan ve sevinçle gökyüzünde dolaşıyor gibiydi. Genç adam bir elini beline sarıp onu önünde muhafaza ederken, “Neredeydin bunca zamandır?” diye soran Hançer’in sert sesiyle bir süre sustu.

O anda bir kelle kestiğini anlamıştı Hançer. Tam susmasından ötürü arkasına dönüyordu ki, sesinin öfkeli ve çaresiz tınısını boynunda hissetti.

“Senin ve benim için alacağım bir intikamım olduğunu unutmuşa benziyorsun? “ Hançer, küçük bir bıçağı ileriye doğru savurdu. Bu mızraklı bir süvariydi. Onu etkisiz hale getirince Hançer sebepsizce gerildi. İntikam alanın bir tek o olduğunu düşünmüştü şu ana kadar.

“Yaralarım varken, ben böylesi bir haldeyken, senin alacağın intikam beni mutlu mu eder sanıyorsun? Beni geride bıraktın, bana yüz çevirdin. Gözlerimi kapatırken yanımda var mıydın yok muydun sonrasına dair hiçbir şey bilmemek kadar lanet bir şey yoktu! Gidince geri gelmen uzun sürüyor. En son beni bırakıp yok oldun! Bir de intikam yolculuğuna çıkarsan...”

Belini saran eli, boşta kalan elini alıp karnının üstüne koyup sıkıca sardı. Susmaya devam ettiğinde yenilmiş gibi davranması dikkatinden asla kaçmamıştı. Aynı anda kılıçlarıyla bir başka askerin boynunu kesip onu yere sererken genç adam, atı sakin bir alana çekiştirdi. Hançer öfkeleniyordu. Ama konuşmaya başlaması ile sustu.

“Acını paylaşacağım güzel günler gelecek. İntikamımızı ise bugün olmazsa ileride mutlaka alacağız. Ama sen, ne olursa olsun benden yüz çevirme Hançer. Yıllar geçer, aldığımız nefes biter ama umut ve iyilik içimizden asla geçip gitmez. Buna müsaade etme. Ona sıkıca tutun tamam mı? Öfken kadar sevgin de büyük olsun ki ben geri döndüğümde başa dönmeyeyim. Seni, duygularını birbirine karıştıran biri olarak görmeyeyim. Yüz çevirmedim sana, sadece... Bazı insanlar sevdikleri sadece tehlikede olduğunda orada olur. Çünkü,” boynuna doğru sıcak bir nefes işitti.

 

Çok kötü olduğunu hissetti o anda. Kırmaktan vazgeçti anında onu ama sözleri bitmemişti. “ Onlar, asıl tehlikenin kendileri olduğunu henüz sevdiklerinin başına dehşet olaylar gelmeden anlarlar. Ben özür dilemem Hançer... Çünkü sen beni anlarsın. Bırak, bende giderken bana kırılmadığını bileyim. Gideceğim, yine ama senin için.” Hançer gözlerini sıkıca birbirine bastırdı. Gitmesi gerekiyordu! Ona tehlikenin kendisi olduğunu söylüyordu.

 

Kimdi, neyin nesiydi ki onun canını yakacağını söylüyordu?! Başını arkaya doğru yatırdı. Dudakları titriyordu. “Bir gün, bir gün bana kim olduğunu anlatacak mısın? Bana neden beni terk ettiğini anlatacak mısın?” sesinin gelmiş geçmiş tüm kırıkları ile zoraki mırıldandı.

En nefret ettiği şeydi, terk edilmek! At harekete geçti. Meydana döndüğünde yine hiç kimsenin onun yalnızlığı ile alakadar olmayacağını anlamıştı. Ya can ya da özgürlüktü her daim öncelikleri. Bu öyle bir dünyadır ki, kişioğlu sadece kendi bedeninin geleceği için çalışırdı.

Genç adamdan çıkmayan ses, atın kişnemesi ve ayak değiştirmesiyle bozuldu. Belini daha çok sardı o kol. Sıcak nefesini daha derinlerden hissetti. Zoraki bir ses kulağının yanından geçti. “BİR GÜN... O GÜN... BENİ EZİP GEÇME...” Emin olamadı Hançer. Onu seviyordu! Ona doğru düzgün cevap vermesi gerekirdi! Tüm dünyayı susturdu ve sırtı şimdi hiç olmadığı kadar dik ve umursamazdı.

Başını sallamakla yetindi. İkisi için önemli bir intikam alacaktı ve bu yüzden gidiyordu... Hakkında hiçbir şey bilmiyordu sadece bildiği tek şey onun yalnızlığının aynısını kendi kalbinde tattığıydı. Elini belinden çekti. Atını kanlı meydana çevirdi, ardından bir hareketlilik sezdi. O esnada genç adam, atın kıç bölgesine doğru kaydı. Sonra kendi kılıcını çıkarıp attan atladı. Hançer ona bakmak gereği duymadı.

Atla en öne geldiğinde buranın bir kan gölüne döndüğünü fark etti. Derin bir ulumayı andıran sesiyle bağırdı. “İntikam!” Onun sesiyle kendine gelen bir sürü alp, eski şevkleriyle Vezir ’in adamlarını biçmeyen başladı. Hançer atıyla süvarilerin üstüne yürüdü. Az önce yaşadığı acıyı atması gerekiyordu. Kararan gözüyle havada karşısına çıkan ilk kılıçla vuruşmaya başladı. Sağ, sol derken havada bir daha çarpıştı kılıçları sonra Hançer aklına gelen hinlikle atını arka ayakları üstüne kaldırdı.

Karşısındaki adam bununla kılıcını ata saplamayı düşünürken atın üstünde yok olan kızla neye uğradığını şaşırdı. Atı acıyla kişnerken İki yana bakmaya kalmadan biri ayaklarını tutup yere çekti. Aldığı son nefes o olmuştu. Hançer, ustalıkla atının karnına saklanmıştı oysaki. Ağzına aldığı hançeriyle adamın atını yaralayarak onu yere çekmişti. Yüksek ayak boyuna sahip atının altından kendini bırakıp doğruca adamın üstüne indi. Ve hançerini çenesinden geçirip burnundan çıkardı.

Hızla kalktı, etrafına baktı. Herkes kanlar içinde savaşırken gözüne İynem ve Timurtaş takıldı. Vezir ’in adamları demek ki yollarına çıkmamıştı. Onları gördüğüne sevindi ve amansız aşkını bir anlığına unuttu. Atına tekrar atladı, doğruca onların yanına kılıçla vuruşarak ilerledi. Bir ara nefes nefese onlara döndü. Aklına gelen fikirden başkası buradakileri püskürtmelerine yardımcı olmazdı.

“ İynem! Timurtaş! Kayın ağaçlarına tırmanın! Sadaklarınıza oklarınızı doldurun. Emir verdiğimde üstümüze ok yağdırın!”

“Ama siz?” dedi İynem endişe ile. Timurtaş, sessiz ve merakla Hançer’e bakıyordu. “Sende yaralanabilirsin! Beni bu yükün altına almaya hakkın yok!” Hançer bilmişlikle reddetti. “Ölen bugün her türlü ölecek! Ama en çok da onlardan ölecek! Buraya benim için geldiler, daha fazla insanın canına kıydırtmam!” Timurtaş, hemen arkasını dönüp koşmaya başladı. Onunla tartışamazdı. Hançer tekrar kılıcını yerdeki bir adamla dövüşmek için kaldırdı atından inmeden.

Bir yaya ve atlının görüp görebileceği en kısa savaş o anda oldu. Kılıcını kaldırdı ve doğruca boynuna vurdu. Fışkıran kandan nasibini alan İynem anlık bir donukluk yaşasa da hızlıca toparladı ve koşa koşa Timurtaş’ın arkasına vardı. Birkaç kör ok yanından geçerken burada dikilmenin doğru olmadığını o anda anladı. Atının karnına indi ve ustaca orada saklandı. Bir ayağı atın üstüne gerilmiş diğer ayağı yere atının karnına doğru kavislenmişti.

Atının siyah olmasıysa pek bir iyi olmuştu. Yuları çok sert çekince atı korkmuş ve paniklemiş bir şekilde kalabalığa özellikle atının üstünde şeytansı bakışları etrafı izleyen Vezir Baycu’ya doğru yol almaya başladı. At, panik içinde ve boş göründüğü için kimse ona dikkat etmiyordu. Gözünü kararttı. Bugün intikam alacaktı!

Giderken kılıcını kiminin karnına sokuyor, kiminin ayaklarını kesiyordu. Başını hafif kaldırdığında kayın ağaçlarına çıkan birkaç karaltı gördü. Gür sesini kullandı. “Şimdi!” Hançer, atının altında daha hızla ilerlemeye başladı. Gökten yağan ucunda ateş olan oklar içinde Vezir ’in olduğu yere doğru ilerledi.

O kadar kalabalık gelmişlerdi ki Hançer yaşlı ve çocukları eğer kaçırtmasaydı şuanda hepsi ellerinde rehin olarak kalacaktı. Bir ara elini saklanan bıçaklarına götürdü. Vezir pek bir şaşırmış ve öfkelenmişti. Hançer’in dudağının bir kenarı usulca yukarıya kıvrıldı.

Ama bir ses duydu. Bazı ihtiyar heyetinden bey kavgada alta düşmüştü. Ve gördüğü şeye inanamadı. Atabeyi! Yaralı bir kaplan gibi bağırıyordu. O anda atından aşağıya atladı. Etrafta yanan insanlar, tutuşan çadırlar ve büyük oranda üstünlüğü ele alan Hançer ve takımı ilk defa saldırıya geçti. Gizlediği bir bıçağını doğruca sol tarafındaki üç kişiyle boğuşan Atabey’inin üstündeki birine fırlattı.

Gibi hissediyordu. İkinci kez, kendini koruyamadığını anladı. Hançer’in ela gözleri etraftaki ateşlerden bir sürü gölge seçti. Sonra karanlık, onu tamamen yuttu. Koca bir keşkeyle...

Alemdar Bey ile sevdalandığı genç aynı anda oraya doğru koştuğunda bu anı daha önce yaşadıklarını biliyorlardı. Vezir Baycu pis bir kahkaha atarak narasını koparttı. “Bu sefer Hançer Giray diye biri yok! O öldü!” bir emirle geri çekilen düşman birliği Hançer’i tekmeleyerek gidiyordu.

Genç adam ve Alemdar Bey öfkeyle birçok kişinin önüne geçtiyse de tam kalbine hançer saplanan Hançer darbelerden korunamamıştı. Cansız bedeni ve oluk oluk akan kanlarla gökyüzünü yararcasına haykırdılar.

"Hayır!"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 25.02.2025 23:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...