Yeni Üyelik
4.
Bölüm

  4. BÖLÜM: ARTEMİSİN GÖZYAŞLARI 1 FİGAN 🪻 KELEBEĞİN KALBİNE SAPLANAN HANÇER

@syildiz_koc

4. BÖLÜM: KELEBEĞİN KALBİNE SAPLANAN HANÇER

Seni kaybettiğim gün önce anneme ağladım.
Sinesine sarılıp haykıra haykıra ağlamak istedim.
Küçülüp, masum bir oğlan çocuğu olduğumda üflese geçer miydi bıraktığın yaralar?
Silseydi tüm yaşları, gözlerimin feryadı diner miydi?
Ve siner miydi küskün yağmurlarım yuvalarına.
Başım arşa yükselir miydi? Sessizliğin büktüğü boynum eskisi gibi dimdik durur muydu?
Baharının esip tarumar ettiği bir çınar olabilir miydim?
Bin yıl daha yaşasak sana kanabilir miydim?
Titremelerimi dindirir miydi gönül duvarıma çarpa çarpa pişen sevdan?
Diyorum ya! Fazla hüzünlüyüm bu aralar!
Sensizlikten olsa gerek! Yüreğimi koyacak bir yer bulamıyorum!

O eski oyuncak arabama sarılıp ağladığım günü hatırlıyorum.
Hani kırılmıştı da feryadı basıp çocuksu bir öfkeyle haykıra haykıra ağlamıştım ya.
İşte öyle çaresizce, öyle kızgın…
Sana ağlamak ihanet gibi gelmişti.
Ben de biriktirdiğim tüm yaşları senden ayrı kalan her şeyle tüketmiştim.
Gidişini kabullenmek asla eskisi gibi olamamaktı.
Bir kez daha deyip küf kokulu yeni bir sayfa açmak gibiydi.
Korkuyordum… Fakat artık yorganı başıma çekmek korkularımı dindirmeye yetmiyordu.
Yokluğun gerdanıma dolanan yağlı urganken kaçmak kime gerekti?
Barbaros Ege Demirsoy

Alina’nın Kaleminden

Günah insanı kancasına alıp sürükleyen yüreksiz bir cellat gibiydi. İnsan hem ondan nefret ediyordu hem de ona kapılmaktan kurtulamıyordu. Karanlık ölümü ıslıkladığında korkak öfkem kaçıp kaderimin yazıldığı yere saklandı. Ellerim kana bulanmıştı. Bu duruma alışmıştım. Birini öldürdüğünüzde cesedini topraktan önce yastığınıza yaslanan başınızın içine gömerdiniz. Solan o gözler, o çürüme kokusu ve şişen deri gözlerinizi her kapattığınızda karşınıza gelip dikilirdi. Artık farkına varmadan onun sizinle yaşadığını düşünürdünüz. Bu duygu duyarsızlaşana kadar böyle devam ederdi.
Savaştan önce herkes gibi hayatı olan sıradan bir insandım. Birilerini öldürmek uzak yakın planlarım arasında yoktu. Tüm ailem bu savaşta yitip gittiğinde gönlümde asla sönmeyecek bir ateş yandı. Masum birini değil belki ama bize bu zulmü yapanları yaşatmayacaktım. O hainler ellerinde silah olduğu sürece tüfeğimin namlusundan gelen mermiyle alaşağı edileceklerdi.
Bugün hayatımın en zor sınavlarından birini verecektim. Radavon’la kaldığım süre içinde yapacakları bazı sevkiyatları öğrenmiş güzergahını tespit etmek için defalarca konuşmalarını dinlemiştim. Bugün hayatımı riske atarak en büyük oyunlarımdan birini oynayacaktım. Sırp milislerinin iletişim hatlarına zarar vermiştim. Mühimmat depolarını patlatmış ve komutanlarını acınası bir hale sokmuştum. Ve bugün köylerden topladığı zavallı kadın ve çocukları ölüm kampına götürmek için sinsi bir plan yapan Radavon’u kendi planında yok edecektim. Bu konuda bana yardımcı olabilmesi için dayıma haber verdim. Ona ulaşmam zor olmuştu fakat bunu başarmıştım.
Dayım İmran Borya dış görevlerde Bosna için çalışan değerli bir askerdi. Ülkesi için savaşmaya gitmiş ve bizim güvenliğimiz için o evde kalmamızı uygun görmüştü. Bu iş için takviye istemiştim. Her yer devriye ekiplerle ve nöbetçi güvenlik elemanlarıyla doluydu. Artık işim etkisinden çok daha zordu.

Sindiğim ormanlık alanda beklediğim yüzle karşılaştım. Duygusuz ruh halimden sıyrılıp bana doğru telaşla gelen dayımın boynuna sımsıkı sarıldım. ““Hvala Bogu, dobro si! (Tanrıya şükür iyisin!)” Bana güçlü elleriyle karşılık verdi. “Evet! Merak etme Alina’cığım! Çok iyiyim.” Barut kokusu ona sarıldığım dakikalar boyunca burnumda keskin bir sızı bıraktı. Yosun yeşili gözleri, keskin ve güçlü bakışları ruhumdaki ıstırap hendeklerine ay ışığı gibi düştü. Sığınacak bir liman aradığımı biliyordum. Kardeşlerimden haber alamamış, yaşayıp yaşamadıklarından bile emin olamamıştım. Dayım kıyamet günü sığındığım hırçın dağlar gibiydi. Bana güvenli bir liman olmuştu.

“Berina ve Muris’ten haber var mı?” Dayım başını eğip küskünce soludu. “Hiçbir haber yok. Berina’yı ölüm kamplarından birine götürmüş olabilirler. İçeri sızdırdığım adamlar onu bulmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Muris ise İslam ülkelerinden gelen mücahit ordusuna katılmış. Onlarla ortak hareket ettiğini duydum. Ne yazık ki bağlantı kurmakta zorlanıyorum.” Sözleri başımın biraz daha eğilmesine sebep oldu. Elleri yüzümde, saçımda sevgiyle dolaştı.

“Sen iyisin değil mi Srce moje! (Yüreğim) Sana bir zarar vermediler.” Hüzünlü gözlerimi gizlemeye çalışarak acıklı bir şekilde başımı salladım. “Bana bir şey olmadı. Radavon…” Onun adını duymak bile gözlerinin iri iri açılmasına sebep olmuştu. “Beni birkaç gün tutsak etti.” Dedim kızgın ifadesine bakarken. “Onu etkisiz hale getirip yanımdan kaçtım. Bana zarar veremedi.” Yüzündeki telaşlı tebessüm yutkunmama sebep oldu. Gür sarı saçları ve sakalları diğer askerlerin aksine oldukça bakımlı ve güzeldi. Henüz 40 yaşında olduğunu biliyordum. İyi bir savaşçıydı ve ülkesi için pek çok fedakârlığı yapacak kadar cesurdu.

“Bunu nasıl başardın Srce moje!?”
“Onu zehirledim!” Dedim tek bir saniye bile pişmanlık duymaksızın. Gururlu ifadem önce duraksamasına ardından da güç de olsa gülümsemesine sebep oldu. “Aslında iyi bir ölümü çoktan hak etmişti fakat zehir onu felç edince aciz bir insanı öldürmenin doğru olmayacağını düşündüm. Eğer buldularsa uzunca bir süre toparlanamayacağını biliyorum. Konuşma yetisini şimdilik kaybetti. Bu yüzden kendisine yaptıklarımı ve planlarımı kimseye ifşa edemez.” Kısa bir duraksamanın ardından tereddütlü de olsa gülümsedi.

“Vay canına! veoma impresivno! (Bu çok etkileyici!) Yeğenim sonunda koskoca bir kız oldu. Ya da boş ver koca kızı! Sen güçlü bir savaşçısın! Daha iyi şeyler başarabileceğini biliyordum.” Ondan bu övgüleri duymak gururumu okşamıştı. Beni yetiştirip silah kullanmayı öğreten dayım İmran’dı. Bu yüzden övgüleri gurur vericiydi. “Benden ne istiyorsun?” dediğinde daha fazla esas meseleyi geciktirmek istemedim.

“Bir tır hazırlanıyor dayı! Trnopolje ölüm kampına yeni insanlar götürmeye çalışıyorlar. Tamamı kadın ve çocuk! Onları engellemek zorundayım. Yapacakları şeyi bilip de susmak doğru değil.” Dayım yüzünde güçlü bir tebessümle başını iki kez salladı. “Haklısın. Onlar bizim insanlarımız! Güvenliklerini sağlamak zorundayız.”

“Ne yapacağız?” Elleri kestaneye yakın sarı saçlarında dolaştı. Kararını vermiş bir şekilde başını salladığında rahatlamış bir şekilde nefeslendim. “Sana planladığın baskın için iki tane asker göndereceğim. Bu iş için yeterli olur sanırım!”

“Evet, sanırım!” Cebinden bir paket sigara çıkarıp içinden bir dal aldı. “Radavon nerede?” Sorusu yüzümde küçük bir şaşkınlığa sebep olmuştu. Bocalayarak da olsa “Patlattığım mühimmat deposunun arka tarafındaki ormanlık alanda? Onu çoktan bulmuş olmalılar.”

“Hımmm!” diyerek başını salladı. Yüz ifadesindeki sevecenliğin benden uzaklaştığını görmek üzmüştü. Ellerimi avuçlarının arasına alıp dostane bir şekilde sıktı. “Srce moje! (Yüreğim) Belki de kendini daha fazla tehlikeye atmamalısın Alina’cığım! Boşnak halkı için çok fazla şey yaptın! Fakat biliyorsun, koruyup kollaman için bıraktığım dünyalar güzeli Hana’mız var. Onunla ilgilenmelisin!” Hana’nın adını duymak kalbimdeki tüm bombaları infilak etse de sözleri içimdeki boşluğu doldurmaya yetmemişti.

“Boşnak ordusu ARBH savaşı bir an önce bitirip yurttaşlarını korumak için elinden geleni yapıyor. Tek başına yaptığın şeyler ülkemize ve insanlarımıza daha fazla zarar verebilir.” Yanlış anlaşıldığımı düşünüp huzursuzca bir adım geriledim.

“Anlamıyorsun! Ben kimseye zarar vermeye çalışmıyorum. Yaptıklarım Bosna halkı içindi. Bundan çok daha fazlasını yapmak için hazırım. Beni orduya al dayı! Silah kullanmayı, bomba imha etmeyi ve diğer pek çok şeyi biliyorum. Her ne kadar annemin isteğiyle hemşire olsam da en başından beri asker olmak istediğimi biliyorsun. Bunun için hazırım! Sadece bana destek ol!” Burun deliklerini büyüterek sigarasından ciğerlerine keskin bir nefes çekti. Bakışlarındaki umutsuzluk ve rica canımı yakıyordu. Elinde büyümüştüm. Bu korkunç savaşta ondan başka kime gücenecektim?

“Üzgünüm Alina moja (Alinacığım). Savaş kanlıdır. Ve sen tertemiz bir kızsın. Ne elini o insanların kanıyla kirletmene gönlüm razı olur ne de birilerinin sana zarar verebileceğini düşünerek bu hamlene izin verebilirim. Bu yapacağın son şey olmalı. Hana’yı da alıp güvenli bölgeye git! Benden haber bekle! Bu herkes için daha iyi olacak!”

Dayımın sözleri kalbime büyük bir ok saplamıştı. İstediğim yanıt asla bu olamazdı. “Yapamam dayı! Radavon’un planladığı operasyonları biliyorum. Bize büyük zararlar verebilecek operasyonlar bunlar! Onu engellemek zorundayım.” Cebimden çıkardığım emir kağıtlarını dayıma gösterdim.

“Bunlar bana yardımcı olacak! Girişlerimi kolaylaştıracak şeyler! Gereken neyse yapmaya hazırım. Bu uğurda ölmek umurumda bile değil!” Dayım açık renk olan seyrek sakallarını parmaklarının arasına geçirip sıvazladı. Onu izlerken benim ellerimin de karıncalandığını, ensemin terlediğini hissettim. “Srce moje! (Yüreğim) Beni zor durumda bırakıyorsun!” Kısa bir duraksamanın ardından sigarasını yere atıp kışlık, kaba botlarıyla izmariti ezdi. Kırgın bir bakışın ardından duymak istediğim sözleri yüreğinden dökmüştü. “okej ok, buntovna devojka (Peki peki, asi kız) Madem öyle diyorsun! Tamam! Bir defaya mahsus askerlerimden destek alabilirsin.” Başımı güvenle sallayıp boynuna sarılarak teşekkür ettim. Uzun zaman sonra bir erkeğe güven duyarak sarılmak iyi gelmişti. Yalnızlık bana güç vadetse de huzur ve mutluluk vermiyordu.

“Hana’yı kime bıraktın?” Beklediğimden daha kısa tutmuştu sarılmamızı. “Onu senin yanında görmeyi umuyordum!” dediğinde ona timden bahsedip etmeme konusunda kararsız kalmıştım. Suskunluğum sabırsızlığını fark edilir biçimde arttırdı. O yeni bir sigara yakarken, “Hana iyi!” dedim teskin eder gibi. “Güvenilir insanların yanında!” Kaşları alın çizgilerini belirginleştirdi. “Kim bu iyi insanlar! Senden başka direnişçiler de mi var?” Dudaklarımı hafifçe kıvırdım. “Hayır! Onlar Boşnak değil, Türk! Rehin alınan gazetecileri kurtarmak için gelmişler. Radavon beni yakaladığında Hana’yı yalnız bırakmak zorunda kalmıştım. Onlar bana yardım etmeseydi belki de Hana çoktan ölmüş olurdu.”

Hana ile ilgili söylediklerimi es geçip askerlerle ilgili kurduğum cümlelere odaklandı. “Neredeler şimdi?”

“Onları köy evine yönlendirdim. Operasyondan sonra oraya dönmüş olabilirler.” Yeniden saçlarımı okşayıp gülümsedi. “Anladım Alina moja (Alinacığım)! Allah muvaffak etsin!” Vedalaşıp ayrıldığımızda dayımla aramızda geçen konuşmaları defalarca zihnimden geçirmiştim. Beklediğimden çok daha farklı karşılıklar vermişti. Benim tanıdığım İmran Borya mücadelesinde yeğenini engellemez bilakis destek olmaya çalışırdı. Onun elinde yetişmiştim. Eğer annem izin vermiş olsaydı deneyimli ve başarılı bir asker olabilirdim. Bu tuhaf davranışlarının sebebi savaşın kendisinde bıraktığı izler miydi? Yeniden düşüncelerimden sıyrılmaya çalışarak Radavon’un askeri aracının içine yerleştim. Adamlar arka koltukta sessizce otururken ben ön koltukta heyecanımı yenmeye çalışıyordum.

Askerlerden biri yüksekçe bir mevkiye keskin nişancı silahıyla yerleşip pozisyon aldı. Kar maskemi yeniden yüzüme geçirmiş geçeceği yola yaklaşan tırı durdurmak için sinsi bir plan yapmıştım. Araç yola yaklaştığında askeri aracı önlerine koyduk. Ve bu sayede durmak zorunda kaldılar. Yanımdaki adama işaret eder etmez kurye emir talimatını tırı yöneten askere verdi. Asker kısa bir süre tereddüt yaşasa da Radavon’un imzasının ve mührünün olduğu emir kağıdına inandı. Bu onun hâlâ bulunmadığının bir göstergesiydi. Askerleri araçtan indirip aracı bize teslim ettiğinde daha fazla kan dökmek zorunda kalmadığım için mutlu olduğumu söyleyebilirdim. Direnmeleri halinde kurşuna dizmem gerekecekti. Bu işin bu kadar çabuk çözüleceğini düşünmemiştim. Burnuma kötü kokular gelse de bu olumsuz düşüncelerin beni yolumdan çevirmesine izin vermedim.

“Bizden bu kadar!” dedi dayımın adamları. Çekip gitmek istiyorlardı. Onlara teşekkür edip gitmelerine izin verdim. Tırın ön koltuğuna geçmeden önce kasayı açıp içeride sıkış tepiş olan insanlara göz gezdirdim. Bu kadar insanın tıra hayvan gibi tıkıştırılması korkunçtu. Uzun zaman yıkanamadıkları için kötü kokuyorlardı. Kıyafetleri kış şartları düşünüldüğünde çok ince sayılırdı. Çocukların akan burnu, titreyerek birbirine vuran dişleri canımı acıtmıştı. Gitmeyi planladığımız yerde biraz olsun dinleneceklerini, daha iyi şartlarda ve daha güvenli yaşayabilecekleri biliyordum. Bu konuda içim rahattı. “Zaboga, nemoj nas povrijediti. (Tanrı aşkına bize zarar verme!)” sözleri içimi acıtmıştı. Kimseyi korkutma gayesi taşımadığım için başımdaki kar maskesini çıkarıp onlara yüzümü gösterdim.

“Kadın… Kadınmış!” Boşnakça sayıklamalar duyuyordum. Dost ya da düşman olup olmadığıma dair çıkarımlarda bulunuyorlardı. Onlara Boşnakça “Sakin olun!” dedim. “Ben de sizlerden biriyim. Tırı güvenli bir yere götürmek için geldim. Sessiz olun! Olabilecek en hızlı şekilde sizleri Goražde’ye götüreceğim. O bölgenin coğrafi konumu çok daha elverişli ve Bosna kuvvetleri daha organize bir şekilde savunma yapıyor. İnsani yardımlar daha hızlı ulaşabildiği için Goražde’de kendinizi açlık ve soğuktan korumanız daha kolay olacak.” İnsanlar bana korku ve ümit arasında dilimlenen gözlerle bakıyordu. Pişman olmaktan korkuyorlardı. Güvendikleri dağlara ilk kez karlar yağmıyordu.

“Sana neden güvenelim?” dedi biri öne atılarak. Omuzlarına kadar dökülen siyah saçlara, iri siyah gözlere sahipti. Esmer bir teni ve kalın dudaklarıyla uyum içerisinde elmacık kemikleri vardı. Su damlası şeklindeki yüzü günlerce aç ve susuz kalmanın verdiği kötü etkiyle sapsarı kesilmişti. Güzel bir kızdı fakat diğerlerinden farklı bir dilde konuşuyordu. O da komutan gibi benimle İngilizce konuşmuştu.

Kararlı duruşumdan ödün vermeden, “Çünkü başka çareniz yok!” dedim ve bence geçerli bir sebepti. Cümlemi tamamlar tamamlamaz birkaç kurşun sesi vızır vızır etrafımızda dolaştı. Tırın kasasına isabet etmesiyle metal bir çınlama kendimi siper olmak üzere yere atmama sebep oldu. İnsanlardan yükselen çığlıklar herkesi daha da panikletmişti. Düştüğüm yerden doğrulup tırın kasasına yöneldim. Kaybedecek dakikamız bile yoktu. Benimle aynı şeyi düşündüğünü fark ettiğim kız benden önce davranıp kasayı kapatmaya girişti. Çok ağır olduğu için ona yardım ettim ve açık hedef olmaktan kurtarma adına kendimizi güç bela ön koltuklara attık.

Anahtara asılıp arkamı ve önümü kollayarak gaza bastım. Bu tarz araçlar sürmek benim için kolay sayılmazdı ama denemeden pes edemezdim. “Yaralanmışsın!” Bacağımdan sızan kana huzursuzca baktım. Dikkatimi yoldan ayırmamak için büyük çaba sarf ediyordum. “Sadece dikişlerim açıldı. Yeni değil!” Kurşun yağmuru devam ediyordu ve sohbet etmek için hiç de iyi bir zaman seçmemiştik. “Sen buralı değilsin!” dedim sesimi duyurmak için bağırırken. Aynı anda direksiyonu dağ yollarına doğru sağa kırmıştım. Bu hamlemle birlikte ikimiz de yana doğru savrulduk. “Evet! Boşnak değilim ben! Türk’üm! Savaş muhabirliği yapıyorum! Rehin alınan gazetecilerden biriyim.” Aklıma gelenler bakışlarımı hayretle ona yönlendirdi. “Sen o komutanın bahsettiği gazetecilerden olmalısın!”

Bir mermi güç bela sürdüğüm tıra isabet edip ön camı tuzla buz etti. Yüzümüzü korumak için bir kolumuzla geriye doğru sinmeye çalıştık ve ne yazık ki saçlarımızın arasına giren cam parçalarından kurtulamadık. “Buraya tim göndermiş olmalılar! Bizi almak için geldiler!” Çocuksu telaşına ve sevincine göz devirdim. “Şu an hevesle gülümseyeceğimiz bir durumda değiliz. Aklın varsa yere yat çünkü o şerefsizler bu arabadan sağ çıkmamamız için ne gerekirse yapacak!” Kaşının birini kaldırıp duygusuzluğuma dudak ısırdı ve neyse ki dediğimi yapmakta gecikmedi. Tırın kasasına onlarca mermi isabet etmişti. İnsanların ne kadarını kurtarabileceğimizi bilmiyordum. Bu kadar çabuk her şeyin tersine dönmesi akıl alır gibi değildi.

Bakışlarım korkuyla yanı başımdaki araca odaklandı. Direksiyonun başındaki adamı tanımıştım. Bu bal rengi gözleri nerde olsa bilirdim. Bana işaret etti. Aracı ormanlık alana doğru çekmemi istiyordu. Bu şekilde içindeki insanların güvenliğinden emin olabilecektik. Üzerimize öyle yoğun bir şekilde kurşun yağıyordu ki değil ormanlık alana yönelmek kurşun yağmurundan nefes bile alamıyorduk.

“Yapamıyorum!” dedim İngilizce. Komutan gerginlikten aracının göğsüne sert bir şekilde yumruğunu indirdi. Açılan ateşler dengemi iyiden iyiye kaybetmeme sebep olmuştu. Yoldan çıkıp boş dağlık araziye girdiğimde yanımdaki kızla birlikte deli gibi çığlık attık. Tırı durdurmayı başaramazsam ölümümüz kaçınılmaz olacaktı. Arka kasa başına kadar insan doluydu ve eğer isabet eden kurşun darbelerinden ölmedilerse bu kazadan kesin olarak öleceklerdi. Güçlükle çevirdiğim direksiyona yapılan müdahale gözlerimi korkuyla açmama sebep oldu. Heyecana kapılan kız bana direniyor ve direksiyonu çok ters bir istikamete çevirerek bizi ölüme itiyordu.

“Yapma dur! Duuuuur!” Direksiyon hakimiyetimizi tamamen kaybetmiştik. Araç birkaç kez devrilecek gibi yalpalamış ve sonunda bizim çığlıklarımız eşliğinde büyük bir kayanın üzerine devrilmişti.

Gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Etrafımda pek çok uğultulu ses vardı fakat hiçbir şeyi duymuyor, duysam bile algılayamıyordum. Benzin kokusunun ciğerlerimde dolaştığını hissedebiliyordum. Bu bende ciddi bir kusma isteği yaratıyordu. Ellerimi başımın sağ şakak yönünde dolaştırdım. Kanın kekremsi tadı midemi bulandırmıştı. Avuçlarımın ıslandığını hissedebiliyordum. Fakat ortamda dolaşan bu kokunun tek sahibi ben değildim. Başımı güç bela çevirip yanımdaki kıza baktım. Kirli saçları tüm yüzünü kapatmış kan yüzünde ikinci bir deri halini almıştı.

“İyi misin? Bana cevap ver!” Diye sayıkladım. Elimi ona uzatmaya çalıştığımda hâlâ nefes aldığını fark edebiliyordum. Nabzı zayıf da olsa atıyordu.

“Lütfen gözlerini aç! Çıkmak zorundayız.” Onu birkaç kere dürtmeye çalışsam da bedenen çok zayıftım. Aracın patlaması ihtimali kalbimin deli gibi çarpmasına sebep olmuştu. Buraya sadece insanları kurtarmak için gelmiştim ve şimdi hepsi korkunç bir şekilde ölmek gibi bir gerçekle yüzleşiyordu. Takırtı seslerinden kamyon kasasının açıldığını duydum. O komutan ve arkadaşları burada olmalıydı. Kurtulmak için onlardan başka bir şansımız olduğunu düşünemiyordum.

Bir el içinde bulunduğum kamyonun sol kapısını zorladı. Kim olduğunu bilmiyordum fakat tek dileğim bizi kurtarmasıydı. Kapı güç bela açıldığında sesler kulağımda biraz daha netleşmeye başlamıştı. Beni belimden yakalayıp çıkarmak için uğraştıklarını hissedebiliyordum. Başım bir omzu kaygısızca buldu. Bu kokuyu tanımıştım. O komutan buradaydı. Ters dönmüştük. Ve bacağım kapıya fena halde sıkışmıştı. Başıma omzuyla destek verirken o demir bölmeye ulaştı. Ve bacağımı kurtarmak için ayaklarıyla demiri ayırmaya çalıştı. Ona yardım etmek için zihnimi açık tutmaya gayret ediyordum fakat tüm gücüm bedenimi terk etmiş gibiydi. Yüzüme değen yüzü tüm gücünü kullandığını ve bunu yaparken dişlerini sıkıp çenesindeki o kasları şişirdiğini ele veriyordu. Sıcak bir teni, insanın ruhuna işleyen samimi bir kokusu vardı. İyi değildim galiba! İlk kez bu kadar yakın oluyorduk!

“Hadi ama! Bana yardım et!” dedi sıktığı dişlerinin arasından.

Telaşlı bir ses, “Burada bir kız daha var komutanım!” diye bağırdı. Sonunda bacağımı bölmeden kurtarabilmiştim. Beni cam kırıklarının arasından çıkarıp bacaklarımı kavrayarak kaldırdı ve koşar adım kenardaki çimlerin üzerine bıraktı. Başım toprağı bulduğunda atıştıran o hafif yağmurun ruhumdaki acıya derman olmasını umdum. Her şey bir hayali andırıyordu. Etrafımızdaki askerler kendi canlarını hiçe sayarak tırın kasasını açmaya ve içerdeki insanları çıkarmaya çalışıyorlardı. İçlerinde yaralıların ve ölülerin olduğunu biliyordum ve buna sebep olmak canımı yakıyordu.

“Sesimi duyan var mı? 13 ölü var! Tekrar ediyorum 13 ölü var! 75 kişiden 26’sı yaralı. Diğerleri ise açlık ve hastalıkla cebelleşiyor. Acil yardım istiyorum! Güvenli bölgeye çok yakınız! Buraya Boşnak halkı için ilk yardım ve tahliye aracı gönderin! Tekrar ediyorum en kısa sürede yardım kuvvetleri istiyoruz! Ben David Collen! İnsani yardım temsilcisiyim.” Bu sesi tanımıştım. Bal rengi gözleri olan komutanın en yakın dostlarından biriydi. Radavon’un evine gelip saman altından su yürüterek gizli işler çevirmişlerdi.

“Hazeeeeel!” Gözlerim korkuyla aralandı. Yaralı kan içindeki ellerimi titrek bir şekilde toprağın üzerinde gezdirdim. Demek benimle bu ölüm yolculuğuna katılan kişi komutanın sevgilisi olan gazeteci kızdı. Ve ne yazık ki benim hesapsız kitapsız müdahalem yüzünden şu an ölümle pençeleşiyordu. İçin için ağlamaya başladım. Kalbime çöreklenen tüm korkular bedenimi ve ruhumu sakat bırakmıştı.

“Yalvarırım ölmesine izin vermeyin!” Daha fazla vicdan azabını kaldırabilecek gücüm olduğunu zannetmiyordum. “Ne olur kurtarın onu!”

Kimsenin beni duyamayacağını bile bile uzaktan ölü bir zihinle zavallı, genç adamın çırpınışlarını görüyordum. Eline aldığı kayayla tırın ön koltuğunda sıkışmış olan sevgilisini canhıraş bir şekilde kurtarmaya çalışıyordu. Askerler olabildiğince soğukkanlı davranarak ona yardım ediyordu ama manzara hiç de iç açıcı değildi. “Rehineleri uzaklaştırın! Mazot kokuyor! Araç patlayacak!”

“Hayır! Hayır!” Komutanın feryatlarını daha fazla duymaya dayanamıyordum. İnsanların güvenliğini sağlamak için ekip büyük bir iş birliği içerisindeydi fakat komutan kimseyi görecek durumda değildi. Patlamak üzere olan aracın içinde gördüğü tek kişi sevgilisiydi. “Yalvarırım uyan Hazel! Böyle gidemezsin! Sana ihtiyacım var!” Haykırışlarının ve feryatlarının boşuna olduğunu biliyorlardı. İki arkadaşı onu çekiştirerek tırdan uzaklaştırmaya çalıştı. Komutan hiçbirini görecek ve dinleyecek durumda değildi.

“Hazeeeel!” Feryatları beni hıçkırıklara boğmaya yetmişti. Duygusuz görünüyordu fakat sevdiği kadını kaybederken yüzüne geçirdiği o soğuk maskeyi istese de takmayı becerememişti. “Öldü o! Öldü!” diye bağırdı yanındaki. “Bırak beni!” diye öne atıldığında birkaç kişi onu güçlükle zapt edebilmişti. İçlerinden yumruk yiyenler bile olmuştu. “Öldü diyorum! Öldü!”

“Hayıııır!” diye bir feryat koptu dağlara ulaşan. Komutan başını reddederek sallarken hâlâ kamyonun içindeki zavallı cesedi çıkarmak için çırpınıyordu. Isınan araca aldırmadan defalarca koltuğun bulunduğu metal parçalara tırnağını geçirmiş, canının acısını unutarak bizi uçuruma düşürecek olan kaderi değiştirmeye çalışıyordu. Arkadaşı yumruklar gibi canhıraş bir şekilde onu tüm cüssesiyle itti. “Araç patlayacak Komutanım. Uzaklaşmak zorundayız!” dedi çatlayan sesiyle. Ağızlarında dumanlar çıkıyordu fakat yüzleri cehennem kuyusundan çıkmış gibi kıpkırmızıydı. Komutan donuk bir şekilde “Hayır! Hayır!” diye bağırdı. Sevdiği kadının öldüğünü kabullenmekte zorlanıyordu. Onun büyük bir şok geçirdiğini gören arkadaşları yaka paça zorla sürükler gibi kamyondan uzaklaştırdılar. Ve yaklaşık üç saniye sonra tır büyük bir gürültüyle patladı.

Gökyüzü kızıl alevlerle farklı bir renge bürünmüş siyah dumanlar ve yanık et kokusu ciğerlerimize kadar ulaşmıştı. Ortalık mahşer meydanı gibiydi. Büyük bir can pazarı yaşanıyor, çığlıklar her an kulaklarımıza ölüm serenadı yapıyordu. Haykırışlar komutanın feryatlarını bastıracak kadar güçlüydü. Nefes almakta zorluk çekiyordum. Savaş için de savaş yaşıyorduk. Bu ihanet sarmalında payımın olması utanç vericiydi. Artık hiçbir yere sığamayacağımı biliyordum.

Komutan birkaç adım önümde diz çöküp sarsılarak ağlarken bugünü yaşadığım için ve bu insanlara yaşatmak zorunda kaldığım için kendimden nefret ettim. Nerede hata yaptığımı bilmiyordum. Bu baskın planlarımın içinde değildi. Her şeyi düşünmüş ve aksilik bırakmayacak şekilde boşlukları doldurmuştum. Kimsenin haberi olmadığı halde nasıl böylesi bir kaosa düşmüştük? Tıra pusu kurup bizi ölüme sürükleyen kimdi? Bölgeye hâkim olan kişi Radavon’du. Radavon değil bunları planlamak sidiğini tutmaya bile güç yetirecek durumda değildi. Planımdan kimsenin haberi yoktu. Tüm bunlara sebep olan neydi?

Bilincim kapanmak üzereydi. Etrafımızda saran yardım araçlarını görüyordum. Bunlar ARBİH’e ait araçlardı. İçlerinde BM’ye ait yardım personelleri de bulunuyordu. (ARBİH Bosna halkını korumak için bir araya gelen yerel milis güçlerinden ve gönüllülerden oluşan asker grubudur. Goražde’de daha organize bir halde oldukları için o bölge, halk için güvenli bir sığınak olmuş ve Sırplara karşı düşmemiştir.)

Gelen Boşnak askerleri ölüleri toplayıp yaralılara yardım ederken bakışlarımda sadece komutanın kanı çekilmiş ruhsuz yüzü vardı. Gözyaşları dinse de yanakları hâlâ nemliliğini koruyordu. Bakışları yüzümü mızraklarla parçalar gibi dolaştı. Kini ve nefreti yutkunmama sebep olmuştu. Sanki ciğerlerindeki nefes bile canıma düşman kesilmiş ve atan kalbime meydan okumuştu. Halsiz, kanlar içindeki zavallı yüzüm sol yanağımın üzerine düşmüş gözlerim ruhsuzca ona sabitlenmişti. Öldürücü bir nefretle beni sardığını hissedebiliyordum. Gözlerim yüzünden yumruklarına düştüğünde beyazlayan parmak boğumları beni öldürmek için ne büyük bir heves duyduğunu ortaya koyuyordu. Sanki hemen şuracıkta canımı alsa acıları bir nebze de olsa hafifleyecekti. Titreyen yüzü perçemlerini harekete geçirdi.

Yağmur hafifçe atıştırmış ve gözyaşlarının bıraktığı izleri temizlemişti. Gri bulutlar her yerdeydi. Bir sis ki neredeyse göz gözü görmüyordu. Bana sorsalar mahşer ne diye yaşadığım şu andan başka bir şey değil derdim. O günlerde mahşerin sonsuza dek süreceğini sanıyordum. Oysa mahşer çoktan bitmişti. Biz cehennemdeydik.

Kan kaybım her geçen dakika artarken kendimi saniyeler içinde sedyede uzanmış bir şekilde buldum. Beni sağlık aracına doğru sürüklüyorlardı ve ben her geçen saniye ondan biraz daha uzaklaşıyordum. Nefret dolu bakışlarını görmeyeceğim o anları iple çekiyodum. Ceset torbalarının çekilen fermuarlarının sesi gözlerimi sımsıkı yummama sebep oldu. Her gece bitmek bilmez kabusların enseme tüneyeceğini bilerek bilincimi kaybetmiştim.
🦋🦋🦋

İlahi bakış

Hayat bazen insanlara hiç olmadığı kadar acımasız davranırdı. Bosna ölüm kokuyordu. Evler, insanlar yanıyordu. Bir hiç uğruna kanla sulanıyordu o topraklar ama küresel güçler sessiz kalmaya devam ediyordu. Ölen birkaç Müslüman kimsenin rahatının kaçmasına değmeyecek kadar önemsizdi(!) Alina hayatında ilk defa başkaları için ölümü kucaklamıştı. Kaderin önüne getirdiği o zalim adam başkaları için umut olmasını sağlamıştı. Fakat o kıyamet günü işler hiç de sandığı gibi gitmemişti. Nerde hata yaptığını bilmiyordu.

Gözlerini araladı. Bir hastane odasındaydı. Kulağını dolduran kalp ritmi sesi sinir bozucu bir seyirde devam ediyordu. Ağzındaki oksijen maskesi yaralı başının sanki daha fazla zonklamasına sebep oluyordu. Ne kadar zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Vücudundaki morluklar hareket etmeye çalıştığında sızım sızım sızladı. Yüzünün ne halde olduğuysa tam bir merak konusuydu. Ağzındaki kötü tadı gidermek istedi. Birkaç damla suyu dudaklarına değdirmek için delice bir heves duydu fakat bu kadarcık gücü bile yoktu.

Gözlerini araladığında bal rengi bir çift bakışla karşılaştı. Koyu kahve saçları yorgunluk emareleriyle hemhal olurken gözleri nefretle Alina’nın üzerinde dolaşıyordu. Aklından neler geçtiğini kestirmek zordu. Genç kızın gözleri genç üsteğmenin sağ elinde oyalandı. Kendisine doğrultulmak üzere gelen o silahı hemen fark etmişti. Namlu başka yöne baksa da burada iyi bir amaçla bulunduğuna inanmıyordu. Gözleri yeniden o solgun, bitap yüzü buldu. Dudaklarından dökülen tek kelime zayıf bir ses tonuyla çıkan “Üzgünüm!” Oldu. Yaralı kişi kendisi olduğu halde odadaki nefes sesi Barbaros’a aitti.

“Üzgün olmak için geç kaldın! Hazel öldü.” Genç adam bu sözleri ölür gibi söylemişti. İçindeki yangın öyle büyüktü ki bunu cümlelere dökmek kırılıp darmadağın olmuş bir bardakla su içmeye çalışmak gibiydi. Suyu deli gibi istese de içemiyordu. İçmeye kalktığında ağzını ve dudaklarını kırılıp dökülen parçaların tarumar edeceğini biliyordu. Bu yüzden kerbelada su bekleyen bedevi gibi suskunluğu tercih ediyordu.

“Böyle olmasını istemedim. Pusu kurulacağından haberim yoktu. Sadece masum insanlara yardım etmek istiyordum.” Barbaros yumruklarını sıktı. Bir yanı görevine sadakatle bağlı kalmasını söylerken diğer yanı sevdiği kadının intikamını alması yönünde telkinlerde bulunuyordu. Titreyen silahı iki düşünce arasında bocaladı. Odanın kapısında beliren küçük kız namluyu yeniden gizlemesine sebep oldu.

“Abla!” Küçük Hana koşarak Alina’nın boynuna sarıldı. Alina, Barbaros’a bakarken küçük kız sevinçle aynı yatağa uzanmış ve başını Alina’nın göğsüne yaslayarak gülümsemeye başlamıştı. Barbaros daha fazla orada kalmaması gerektiğini anladı ve odadan çıktı. Türkiye’ye dönmek zorunda olduklarını biliyordu. Alina bir Türk vatandaşının ölümüne sebep olmuştu. Onu tutuklamaları ve mahkemeye havale etmeleri gerekiyordu. Apar topar hastaneden çıkarılması ve kendisi için hazırlanan helikoptere binerek ülkesini terk etmesi planlanıyordu. Türkiye’de yargılanacak ve gereken cezayı da orada alacaktı. Gizli bir operasyon olduğu için kimseye duyurmadan genç kadını kardeşiyle birlikte alıp Türkiye’ye getirdiler.

Barbaros’un kalbindeki yangını söndürecek tek şey onun hak ettiğini cezayı çekmesiydi. Artık bunun için yaşayacak, kanının son damlasına kadar onu ve dayısını mahvetmek için çalışacaktı. Hazel’le bir gelecek kurmak istemişti. Tek istediği sevdiği kadınla birlikte olmaktı. Bütün hayalleri zavallı, güçsüz bir bina gibi başına çökmüştü. Alina’yı bir düşman gibi görüyordu. Dayısının Türkiye’de kaos yaratacak terör eylemleri planladığını biliyor ve artık Alina’nın da bu eylem planlarının bir parçası olduğunu düşünüyordu. Her ne kadar Hazel hariç tüm gazeteciler kurtarılsa da görevini başarmış sayılmazdı. O örgüt lideri ya da ajan her kimse peşine düşen birileri olduğunu öğrenmiş ve duyumlarına göre Türkiye’ye gelmişti. Sahte yaşantısı deşifre olsa da henüz yolun çok başındaydılar. Vlademir Karadzic artık deşifre olmuştu. Artık İmran Borya sahte kimliğinin ardına saklanamazdı.

Üstlerine rapor vermesi gerekiyordu. Barbaros komutanın karşısına çıkmadan önce aynadaki zavallı yüzüne baktı. Uykusuzluk, bitmek bilmez gözyaşları, yorgunluk ve tükenmişlik yüzünün tüm çizgilerine sirayet etmişti. Komutan hiçbir şey bilmiyordu. Ona Hazel’in sevgilisi olduğunu söyleyememişti. Komutanın bunu öğrendiğinde araya giren duyguların görevin başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olacağına inanıp kendisini azletmesinden çekinmişti. Haklı olduklarını biliyordu. Orada Hazel’i kurtarmaya çalışırken pek çok kişinin ölümüne sebep olabilirdi. Bunun manevi yükünü taşımak ise Barbaros için çok zordu.

Komutana rapor verip ondan epey azar işittikten sonra daha da köpürmüş bir şekilde Alina’nın tutulduğu karakola gitti. Cumhuriyet başsavcılığı Alina Mihalovic hakkında soruşturma başlatmıştı. Alina bir süre gözaltına alınacak ve söz konusu deliller incelenerek yargılanması sağlanacaktı. Adımları genç kadına yaklaştıkça ruhunun kızgın bir ejderha gibi ateş püskürdüğünü hissedebiliyordu.

Asker kimliğini gösterip kendisini durdurmaya çalışan polis memurlarının önüne geçti. Burada olması insanları şaşırtsa da sorgu odasının aynasından sorguyu dinlemesine izin verildi. Barbaros orada Alina’yı yakalayan Üsteğmen Barbaros Ege Demirsoy olarak değil evlenmek istediği kadının hakkını korumaya çalışan aşık bir sevgili olarak bulunuyordu. Çok öfkeliydi. Alina’yı oracıkta öldürmediğine şimdi bile hayret ediyordu. Eli kolu bağlı durmak, sevdiği kadının gözlerinin önünde ölüşünü izlemek asla izleri geçmeyecek büyük bir yaralar demekti. Alina olmasaydı belki de Hazel hâlâ yaşıyor olacaktı.

Kendisini ayakta karşılayan bazı memurları başıyla selamlayıp istifini bozmadan sorguya odaklandı. Önündeki büyük cam aynanın ardında hayatını çalan o kadını görmek yumruklarını sıkmasına, çene kaslarını sıkıştırmasına sebep oldu. Büyük bir bedel ödemişti ve karşılığında bedel ödetmekten çekinmeyecekti.

Kollarını birbirine kavuşturup sorgu odası aynasının ardında sessizce konuşulanları dinlemeye koyuldu. Alina’nın başında kocaman bir yara vardı. Sargı bezleri alnının büyük bir kısmını kapatmıştı. Yüzündeki çizikler ve parçalanan tırnakları ne büyük bir savaşın eteğinden düştüğünü ele verir cinstendi. Üzerindeki erkek kıyafetleri Bosna’dakiyle aynıydı. Fakat bir şartla, artık kumaşında Hazel’e ait bazı kan izlerini taşıyordu. Odanın nemli duvarları ağır bir havayı da beraberinde getirmişti. Metal bir masadan ve iki sandalyeden başka göze çarpan bir şey bulmak güçtü. Alina’nın gözleri yabancı bir ülkede hiç tanımadığı insanları görmenin heyecanını taşısa da başı dik, gururu ise engin dağları hatırlatacak kadar hoyrattı.

“Bana olay gününü anlat! Gazeteci Hazel Gültekin ile aynı araçtaymışsınız!” Yanındaki çevirmen polisin Türkçe ifadelerini Boşnakça’ya çevirdi. Her ikisi de suçlunun tüm suçlarını ifşa etmeye hazır bir yargıç gibi pozisyon almıştı. Alina başını sallayarak, Boşnakça, “Evet! Birlikteydik!” Dedi.

“Daha önce tanışıyor muydunuz?”
“Hayır! Onu tırda gördüm!” Alina suçsuzluğunu haykırır gibi gururlu bir ifade ile konuşuyordu. “Neden aracı kaçırmaya kalktın?” Dedi memur. Cümleleri kurarken bile kadının cesaretinden etkileniyordu. Esmer yüzünü tepe lambasından başka aydınlatacak bir şey bulunmuyordu. Alina yorgun ve soluk yüzünü hüzünlü bir şekilde buruşturdu.

“Orada masum insanlar vardı. Tecavüz ve ölüm kamplarına götürülüyorlardı. Yaşamalarını istedim. Elimde Radavon’a ait imzalı emir belgeleri vardı. Aracı kan dökmeden bu sayede kurye kimliğimle kaçırabildim. Baskın yiyeceğimizi düşünemedim.” Alina gözlerini sıkıp o anları tekrar yaşamanın sarsıcı etkisine tutuldu. Artık kabuslarına tahammül edemiyordu.

“Baskının kimden gelmiş olabileceğine dair bir fikrin var mı? Böylesi bir baskın yapacağını daha önce birine söylemiş miydin?” Alina başını reddeder gibi salladı. Dayısına güveniyordu ve bu baskında herhangi bir suçu olabileceğini en ufak bir ihtimal vermiyordu. “Hayır yoktu!” Barbaros bilgisayarın bulunduğu masanın üzerine yumruğunu sertçe indirdi. Yalan söylediğini biliyordu. Bu Alina’ya duyduğu öfkeyi daha da arttırıyordu. “Yalan söylüyor!” Diye sayıkladı. “Bir şeyler gizliyor!” Odaya girip bu kıza hayatının en büyük hesabını sormamak için kendini zor tutuyordu. Dişleri birbirine baskı yapmaktan çenesinin ağrımasına sebep olmuştu.

“Kazayı nasıl yaptın? İhmal olduğunu düşünüyor musun?” Alina kaza anını bir kez daha hatırladığında dudaklarını kanatırcasına ısırdı. Bileklerindeki kelepçelerin metal ve sert yapısı değdiği yerde mora çalan kırmızı bir iz bırakmıştı ve sızlayan iz canını çok yakıyordu. Düzensiz nefes alışlarını kontrol altına almaya çalıştı. Yanlış bir şey söylemekten çekiniyordu. Tek bir yanlışı her şeyi tersine döndürüp haksız çıkmasına sebep olabilirdi. Yaşadığı korku kendisinden çok etrafındaki diğer insanlar içindi. Onları kurtarmak istemiş ve ne yazık ki bu girişimi ile birlikte her şeyi daha da berbat etmişti.

“Aracı devraldığımda üzerimize doğru ateş edildiğini fark ettik.” Dedi sesli bir boğaz ayıklayışın ardından. “ Büyük bir şoka uğrayıp kendimi yere atmıştım. O sırada söz konusu gazeteci kız öne atılıp insanlar zarar görmesin diye tırın kasasını kapatmaya çalıştı. Bunu tek başına yapmakta zorlandığını fark ettiğimde kasanın kapağını yukarı doğru iterek ona yardım ettim. Kendimizi korumak için hemen ön koltuklara yerleştik ve gaza bastım. Daha önce bacağımdan bir yara almıştım ve dikişlerim patladığı için canım çok yanıyordu. Bana yardımcı olmak istedi ama buna vaktimiz yoktu.” Alina, çevirmenin sesi odada yankılanırken Hazel’in solgun yüzünü hatırladı ve sebep olduklarından büyük bir utanç duydu. Bir damla yaş gözlerinden süzüldü. Barbaros bu yangını görüyor fakat Alina’nın samimiyetine zerre kadar inanmıyordu. Alina’nın yaptıklarını bir tiyatro oyuncusunun perdenin önündeki gösterisine benzetiyordu. Samimiyetsiz ve kurmaca… Ona bundan fazlasını yakıştıramazdı.

“Uzaklaştığımızda silah atışlarının duracağını düşündüm. Ve yanılmıştım… İleride bize bundan çok daha büyük bir pusu kurulmuştu. Kurşun yağmuruna tutulmuştuk. Direksiyon hakimiyetimi güçlükle sağlıyordum. Ona yere yatmasını söyleyip kendisini koruması yönünde telkinlerde bulundum. Dediğimi yaptı. Kamyon sürmeyi biliyordum ve iyi bir şoför sayılırdım, fakat üzerimize yağan kurşunlar tüm konsantremi dağıtmıştı.” Alina gözlerini kısıp o ana dönmenin ürpertisini yaşadı. Çevirmen duraksamadan son sözlerini de Türkçe’ye çevirdi. Bu sayede Barbaros gerekleri aynı yönde farklı bir sesten duyup anlayabiliyordu.

“Yollar çok kötüydü ve dışarıda delici bir yağmur vardı. O sırada Türk askerlerinin bulunduğu timi gördüm. Beni yönlendirmek için ellerinden geleni yaptılar fakat biraz önceki hengame yanlış yollara girmemize sebep olmuştu. Bu yollarda araç sürmek imkansızdı. Gazeteci kız direksiyona atılıp bizi taşlıklara sürükledi.” Barbaros yumruk olan ellerini sert bir şekilde masaya indirdi. Ölümcül bakışlarında keskin bir kararlılık ve tehdit yuva yapmıştı. “Yalaaan! Kendisini aklamak için böyle söylüyor.” Öfkesi kalbinden yükselen alevler gibiydi. Bir suçlu arıyordu. Biri yıkılan hayallerinin hesabını vermeliydi.

“Gazeteci kız da olanlar karşısında büyük bir şok geçiriyordu. Ne yaptığını bildiğini sanmıyordum. Öleceğimizi düşünmüştüm fakat tim güç bela beni araçtan çıkarmayı başardı. Gazeteci kız bu kadar şanslı olamamıştı. Kamyonun aldığı darbeler aracın içerisinde sıkışıp ölmesine sebep oldu.”

Barbaros öfkeyle ellerini birkaç kez daha sertçe masaya indirdi. Alina şu an karşısında olmadığı için şükrediyordu. Acısı o kadar tazeydi ki şu koşullar altında yüz yüze gelmemeleri genç kadın için büyük bir şanstı. “Onu kurtarmak ve kazayı engellemek için bir şey yaptın mı?”dedi memur. Bu hikayeye inanıp inanmamakta kararsız kalmıştı. Alina dolan gözlerini gizleyerek başını titretir gibi birkaç kez salladı. Bunları konuşmak canını yakıyordu.

“Direksiyon hakimiyetimi korumak için elimden gelen her şeyi yaptım.” Bir hıçkırık ruhundan dökülen binlerce feryada karıştı. Ağlamaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. “Her şey çok kötüydü!” Burnunu çekip hıçkırdı. “Başımı direksiyondan kaldıramıyordum. Yollar kaygandı. Kar ve buz aracın kontrolünü zorlaştırıyordu. Çok darbe almıştık. Araç aldığı darbelerle birlikte kontrol edilemez bir hale gelmişti. Direksiyona gazeteci kızın müdahalesi bizi ölüme götüren şey oldu. Ben orada kendimden çok yanımdaki insanları düşünüyordum. Eğer hayatıma çok fazla değer vermiş olsaydım böyle bir işe kalkışmak yerine Bosna’dan kardeşimle birlikte kaçıp gitmeyi düşünürdüm. Elimde bir şeyleri az da olsa değiştirme şansı vardı ve ben ölebileceğimi bilerek o yola girdim. Eğer kurtarmasalardı ben de yanan araçta can vermiş olacaktım. Bile isteye neden kendi hayatımı tehlikeye atayım?”

Barbaros çatık kaşlarını havalandırdı ve gözlerini kısıp Alina’nın yorgun, hassas yüzünde bakışlarını dolaştırdı. “Yalancı! Suçları üzerinden atmaya çalışıyor!” Memur ekrana bakıp burun kemerini kaşıdı. Tüm deliller ve şahitler sözlerini onaylayacak şekildeydi. “Hazel Gültekin ile daha önce tanışmış mıydın?” Alina başını salladı. “Hayır!” Memur elindeki dosyadan birkaç resim çıkardı. Alina’nın önüne koyup “Bu adamı tanıyor musun?” diye sordu.

Alina gözlerine inanamıyordu. Bakışları korkuyla soluklaşsa da yutkunmaktan fazlasını yapamadı. Suskunluğundan sıkılan memur onu hareketlendirmek için tam karşısına oturdu ve tırnaklarına ahşap masaya birkaç kez tıklatır tarzda vurdu. “Bu adam “hayalet” lakabıyla bilinen “Vlademir Karadzic! Sana bir yerlerden tanıdık geldi mi?” Alina bakışlarını resimden çevirip avuçlarının içine sabitledi. Farkında olmadan gerginliğini parmak boğumlarını sıkarak ortaya koyuyordu. Tüm bu saçmalıklara inanmak istemiyor kendisine bir oyun oynandığından şüphe ediyordu.

“Hâlâ cevap bekliyorum. Vlademir Karadzic’i tanıyor musunuz? Bir yerlerde daha önce gördünüz mü?” Alina güçlü görünmeye çalışarak kararlılıkla başını salladı. “Bu ismi daha önce hiç duymadım!” O ciğerlerindeki nefesi titrek bir şekilde bırakırken Barbaros yumruklarını sorgu odası aynasına vurmamak için çıldırıyordu. “Kendi dayısını inkâr etti. Onu tanımaması imkânsız. Birlikte çekilmiş fotoğrafları var.” Alina onu yalancı çıkartır gibi “B-ben bilmiyorum. Bu isimde birini tanımıyorum.” Dedi. Bu insanların iyi niyetinden henüz emin olamıyordu. Bu sebeple dayısı hakkında bilip bilmeden bilgi vermesi sakıncalı olabilirdi. Sonuçta dayısı da bir askerdi.

“Ne işler çeviriyorsun göçmen kızı? Kimi koruduğunun farkında mısın sen?” Barbaros sirke küpü gibi köpürürken Alina. “Ben kimseye zarar vermek istemedim!” dedi. Memur son notlarını hazırlayıp dosyasını toparlamaya başladı. Ardından nemli bakışları kendi haline bırakıp odayı seri bir şekilde terk etti. Barbaros yıkılmış bir şekilde sorgu odasının aynasından onu izliyor, davranışlarından zihnindeki düşünceleri haklı çıkaracak demler yakalamaya çalışıyordu. Alina ayağa kalkıp sorgu odasının aynasına yaslandı. Başını eğip hüngür hüngür ağlarken Barbaros’un nefret dolu gözlerinden habersizdi.

“Ben kimseye zarar vermek istemedim!” dedi kısık cansız bir sesle. Barbaros, gözlerini kısıp, “Yalan!” diye sayıkladı. Bu beş harfi yüreğindeki kinle cilalamış ve bakışlarından intikam alevleri kusmuştu. Genç kadının tüm bedeni yorgunluktan bitkin bir haldeydi. Çöken omuzları sert zemine yaslanarak gücünü toplamaya çalışır gibiydi. Aynada beliren yansımaya bile zamanla yabancılaşmıştı.

“Böyle olacağını bilemezdim. Sadece…” Genç kadın cümlesini tamamlayamadan gözyaşlarına boğuldu. Barbaros aynaya biraz daha yaklaşıp kendisini görmeyen dalgın bakışlara öldürür gibi baktı. “Beni mahvettin sen! Hayatımı çaldın!”

“Kaza… Her şey bir kazaydı!” Alina kimseyi görmese de kendi kendini iyileştirmeye çalışıyordu. Tüm duyguları bulamaç olmuş benliğinden taşıyordu. “Yemin ediyorum suçlarını ortaya çıkarmak için her şeyi yapacağım. Yalanların ardına saklanarak hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edemeyeceksin.” Dedi Barbaros. Affetmek onun kitabında yazmazdı. Alina’nın duymadığı bu sözleri dudaklarından bırakırken yüreğindeki ölü ruh intikam ateşiyle dirilmişti.

Birkaç dakika sonra odanın kapısı aralandı ve içeri iki kadın polis girdi. Barbaros odadan çıkıp Alina’nın tutuklu yargılanmak üzere cezaevine götürülüşünü izledi. Önce genç adamın gözlerinin önünde nemli bakışlarının arasında koluna iki kadın memur girdi. Ardından sürüklenir gibi cezaevi aracına doğru zoraki bir şekilde götürüldü. Sisli soğuk bir hava vardı. Göz gözü görmüyordu. Alina aracın tam karşısında kendisini bekleyen Barbaros’a yorgunca baktı. Düşüncelerini bilmek içini burksa da yanlış bir şey yapmadığına inandığı için başını eğmiyor, karşısında dimdik duruyordu. Barbaros’un bal rengi gözleri onun yosunlarına her çarptığında kararıp siyah bir ise boğuluyordu.

Alina, araca bindirilirken üsteğmen suskunluk orucunu bozdu. “Yaptıklarının bedelini ödeyeceksin göçmen kızı! Benden çaldığın hayat yanına kalmayacak!” Alina onu umursamadan araca bindi. Bakışları istem dışı aracın ızgaralı penceresine kaydı. Gözleri parmaklıkların arasından bal rengi öfke dolu gözleri buldu. Orada bir yangın vardı. Bir ceset… Asla bitmeyecek bir öfke ve nefret hükümranlık kurmuştu ve Alina ne kadar güçlü olursa olsun vicdanındaki depremle baş etmekte zorlanıyordu. Ne yaparsa yapsın asla silinmeyecek büyük bir kin aralarına ilmek ilmek işlenmişti.

Siyah kıvırcık saçları olan küçük bir kız aracın önünde kısık kısık ağlıyordu. “Sestro, neoj me ostaviti. (Abla bırakma beni!)” Kız ellerini uzatıp ablasına dokunacakmış gibi heyecanlandı, fakat görebildiği tek şey cezaevi aracının egzoz dumanları oldu. Barbaros, Alina’nın gözlerinden dökülen yaşlara duygusuzca baktı. Hislerinin cenaze namazını Hazel’i kaybettiği gün kılmıştı. Araç uzaklaşırken küçük kız ardından giderek yükselen bir ses tonuyla bağırdı. Kimse onu duymuyor, durdurmak için de bir hamle yapmıyordu.

Barbaros, bacaklarına asılan küçük elleri hissettiğinde gömüldüğü intikam uykusundan uyandı. Dizlerini kırıp küçük kızla yüz yüze gelecek kadar eğildi. “Korkma!” Hana, acem kaldığı bu memlekette tanıdık gördüğü tek kişiye sıkı sıkı sarıldı. Ablasını neden götürdüklerini bilmiyor, onu bir daha görememekten deli gibi korkuyordu. Başını genç adamın omzuna yaslayıp kendisini alıp götürmesine izin verdi. Gözyaşları dinmiyor, ağlamaktan kısılan sesi artık hiç çıkmıyordu.

Barbaros onu askeri araca bindirip emrindeki askere lojmana doğru hareket etmesini söyledi. Aklında sadece Alina ve günahları vardı. Burayı seviyordu. Çatılı küçük içten merdivenli evler vardı. Üst üste binen apartman dairelerinden birinde kalmadığı için şanslı sayılırdı. Bungalov tarzı evlerin nefis bahçeleri stresli bir işle meşgul olan lojman sakinlerinin biraz olsun sakinleşmesini sağlıyordu. Kahverengi krem tonlarındaki evin küçük bir garajı ve bahçesinde hoş bir kamelyası vardı.

Küçük kız merakla kendisini beklerken kapının kilidini açıp küçük misafirini içeri aldı. Evin tozlu olması biraz canını sıksa da yoğun çalışma saatlerinden temizlettirmeye bir türlü fırsat bulamamıştı. Küçük kıza şefkatle baktı. Erkek çocuğu kılığındaki hali ona çok yakışmıştı. O da tıpkı ablası gibi saçlarını örüp erkek beresinin altına gizlemişti. Yüzü toz içindeydi. Şeritler halinde inen saydam gözyaşlarının izleri bulunuyordu. Günler sonra Barbaros merhamete dair bir şeyler hissettiyse bunun sebebi Hana’nın varlığıydı.

“Kusura bakma bıldırcın. Bekar evi burası öyle çok lezzetli bir şeyler bulamayabilirsin. Bu kadar geç kalmasaydık belki marketlerden, bakkallardan bir şeyler bulabilirdik ama… Ama işte!” Hana minik, siyah gözlerini anlamadığını hissettirerek birkaç kez kırptı. “Boş ver! Dediğimde bazen bende bir şey anlamıyorum.” Sahanı çıkarıp içine biraz zeytin yağı damlattı ve yağ kızınca üç yumurtayı birbirine tokuşturarak içine boşalttı.

“Bununla idare edeceksin artık! Söz yarın hamburger alacağım. Şu Zeren izne çıkmasaydı dolma bile yiyebilirdin. Türkan’ın da kızamık olacağı tuttu.” Hana yarım yamalak dönen diliyle “Tutu, Zizi!” diye mırıldanarak gülümsedi. Yabancı bulduğu isimlere alışması zaman alacaktı. “Sidikli!” Barbaros kaşının birini kaldırıp, “Unut onu! Hıyarın tekidir. Hem kendin dedin sidikli diye. Boş ver, başımıza hiç bela etmeyelim!” diyerek minik kızın lafını ağzına tıktı. Hana parmaklarıyla ağzını kapatarak mahcup mahcup güldü. Bunu her söylediğinde renkten renge giren insanları görüyor ve adeta çocuk aklıyla mest oluyordu.

“Sidikli!” Barbaros tavadaki yağı yumurtaların üzerinde sallayarak dolaştırmaya çalışırken bir dili dışarda bir şekilde Hana’ya göz ucuyla baktı. “Sende öğrene öğrene sidikliyi öğrendin. Başka laf bilmez misin bıldırcın sen?” Hana ellerini çırparak bozuk Türkçesiyle bir kez daha, “Sidikli! Hi hi!” dedi. Bu sözü söylediğinde Barbaros’un yüzünün aldığı ifadeler keyiften dört köşe olmasına yetmişti. Barbaros tavayı masanın üzerine koyup dilimlenmiş ekmekleri küçük kızın önüne yerleştirdi.

“Yoksa bana mı söylüyorsun! Bak bıldırcın! Seninle şu konuda anlaşalım. Ben ters adamım. Öyle isim takayım falan anlamam. Kızdım mı Gargamel’in şirinlere sardığı gibi sana bulaşır pişirmeyi bile beklemeden yerim!” Yüzünü huysuzca burkup kaşlarını çatması Hana’yı daha çok eğlendirdi. “Hi hi! Sidikli!” Genç adam başını kaşıyıp minik kızın inatçılığına göz devirdi. “Sen de ablan gibi inatçısın! Anlaşıldı. Bosna’dan buraya başıma bela olmak için geldiniz siz!”

Alina’yı anmak kısa bir süreliğine de olsa unuttuğu o korkunç günü genç üsteğmenin yadına düşürdü. Alevler içindeki tır, yanmakta olan bir ceset ve etrafa yayılan yanık et kokusu… Orada yanan sadece Hazel değildi. Barbaros’un hayalleri, geçmişi, onunla geçirdiği iyi-kötü günler ve bundan çok daha fazlasıydı. Ömrü küle dönmüştü ama kimse halinden anlamıyordu. Gözleri doldu. Dudaklarının kaymasına izin vermeden bakışlarını kaçırdı. Minik kız yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu sezmişti. Barbaros bir şey söylemesine izin vermeden derin derin soluklandı.

“Ne yaramaz şeysin sen! Hadi ye artık şunları! Yoksa benim yedirmemi mi bekliyorsun? Eğer öyleyse havanı alırsın! Ben de bebek bakıcılığı yapacak göz yok Bıldırcın Hanım.” Hana ekmeği yumurtanın yarısı pişmiş sarısına banıp ağzına götürdü. Birkaç kez ağzını yumup açtığında Barbaros yumurtanın sıcak geldiğini anlamıştı. Hemen portakal suyunu alıp küçük kızın ağzına götürdü.

“Minik bıldırcın!” Bir parça ekmek alıp yumurtaya batırdı ve üfledikten sonra küçük kızın ağzına bıraktı. “Haylaza bak. Yine ne yaptı etti kendisine yemek yedirmeye beni ikna etti. Ablası kılıklı!” Hana gülümseyerek kendisine uzatılan ekmeği yedi. Söyleşe söyleşe yumurtanın yarısını tüketmişlerdi. Barbaros küçük kızı lavaboya götürdükten sonra yatması için küçük kanepeyi açtı. Hana birkaç mırıltının ardından başını yastığa koyup Barbaros’un kavradığı eline sıkı sıkı tutunarak uyuyup kalmıştı.

Genç adam pencerenin önüne gelip sallanır sandalyesine sırtını yasladı. Burada sadece kendi acısını yaşamak istiyordu. Kin ve nefret benliğini ele geçirmiş ve ona kâbus gibi nefret sözleri fısıldamıştı. Artık tek isteği Alina’nın hak ettiği cezanın karşılığını bulmasıydı. Zil sesini duyduğunda minik kıza göz ucuyla baktı. Neyse ki derin uyuyordu. Top patlatsa uyanmazdı.

Kapıyı açtığında gördüğü yüz afallamasına sebep oldu. “Komutanım!”

“Merhaba! Seninle konuşmam gereken önemli bir mesele var.” Barbaros, “Buyurun!” diyerek yol gösterdi. Bu saatte böylesi bir ziyareti beklemiyordu. “Kusura bakmayın! Etraf biraz dağınık!”

“Sorun değil! Fazla kalmayacağım!” Barbaros koltuğun üzerine öylece bırakılmış olan eşofman altını aceleyle tor top yapıp kanepenin arasına kıstırdı. Bu eve el atmanın zamanı çoktan gelmişti. “Ne içersiniz?”

“Hiçbir şey!” Komutan eliyle kanepeye birkaç fiske vurup oturmasını işaret etti. Bu bile küçük bir toz bulutunun havalanmasına sebep olmuştu. Üniformasını çıkarmaya ikisi de vakit bulamamıştı. Barbaros kendisine söylenileni yapıp albayın tam karşısına kuruldu. Bugünün kaderinin değiştiği gün olacağından habersizdi.

“Vladimir Karadzic aracılığıyla Türkiye’de pek çok eylem planı yapılacağının haberini aldık. Etnik çeşitliliği kullanarak milletimize büyük zararlar vermeyi planlıyorlar.”

“Şerefsiz vatan hainleri.” Komutan Rıdvan Bozkurt tırnaklarını saçlarına geçirerek efkârlı efkârlı soludu. “Bu adam bizim için çok önemli. Kod adı Hayalet! Tasarlanan tüm oyunu sinema perdesine düşürecek olan o! Bu adama ulaşıp engellemenin bir yolunu bulmak zorundayız. Gereğinden fazla zeki!” Rıdvan komutan başını gergince sallayıp, “Kilit isim Alina Mihalovic!” diye sayıkladı.

Barbaros duyduğu isme hiç şaşırmamıştı. Yüzünde nefret dolu bir ifade belirdi. “Dayısıyla birlikte hareket ediyor. Sorgu odasında onu ele vermedi. Tanımıyormuş gibi davrandı. O da bu işin içinde!”

Barbaros gözlerinin önüne üşüşen kareleri hatırladığında yumruklarını sıktı. “Alina’yı yanımıza çekmemiz ve kontrol altında tutmamız önemli.”

“O hapiste! Uzunca bir süre istese de dışarı çıkamaz.” Albay başını salladığında üsteğmen gerginlikle parmaklarını çıtlattı. “Deliller Alina’nın lehine Barbaros. Olayda planlı bir şey olmadığı aşikâr. Aynı araçta Alina da ölümle burun buruna geldi. Deliller kaza da Hazel’in de etkisinin olduğunu gösteriyor. Kızın sözleri telsiz konuşmalarına bakılacak olursa sapına kadar doğru.”

“Buna inanmıyorum. Dayısını inkâr etti. Hana Vladimir’in dayısı olduğunu itiraf etti. O evde birlikte çekilmiş fotoğraflarını gördüm. Bir işler çevirmese neden Vladimir’i tanımadığını söylesin?” Komutan şakalarını ovup omuzlarını dikleştirdi. “Bunu öğreneceğiz. Dayısıyla ilgili işimize yarayacak bir şeyler söylemek zorunda. Onu yakınımızda tutmalıyız. Vladimir yani sahte ismiyle İmran Borya bir şekilde Alina ve Hana’ya ulaşmaya çalışacaktır. Onu yakalamak için bu insanlar bize yardımcı olabilir.” Barbaros suskunluğu içine işledi. Bir yanı nefret bir yanı vatandı. Aklı ve duyguları ne zaman savaşı bırakıp ona yol gösterecekti?

“Alina oradan çıkacak.” Dedi Albay. Üniformasının ön düğmelerinde ikisini Barbaros’un yıkılmış gözlerine aldırış etmeden açtı. “Bunun kaçışı yok. Bizim için esas mesele onun burada kalması. Sırplar BM’ye Alina’nın geri verilmesi konusunda baskı yapıyor. BM’nin bu konudaki duruşu ise hiç iç açıcı değil. Alina oraya gittiğinde infaz edilmek istenecek. Savaşta karşı tarafa büyük zararlar verdi. Gitmemesi gerekiyor. Can güvenliğinin tehlikede olduğunu söyleyerek bu istekleri diplomatik krize neden olmadan bertaraf edebiliriz fakat daha güçlü bir bağ gerekiyor. Onun burada mülteci olarak değil TC vatandaşı olarak kalmasını istiyoruz. O zaman kendi vatandaşımızı dış politikada savunmamız çok daha kolay olacak.”

“Ne demek istiyorsunuz? dedi Barbaros. Bu sözlerin nereye varacağını merak ediyordu. Rıdvan Komutan sırtını kanepeye yaslayıp, “Onunla evlen!” diyerek eteğindeki taşları bir çırpıda boşalttı. “Ne?!”

Albay başını sallayıp ciğerlerindeki nefesi bıraktı ve sırtını kanepedeki iri yastıklardan birine yasladı. “Alina’yı yanımızda tutmak ve diplomatik krize engel olmak için daha iyi bir fikrin var mı? Onu buraya gizli bir operasyonla getirdik. Deliller suçsuzluğunu kanıtlıyor. Onu ve kardeşini koruyacağız, Vladimir’i ele geçireceğiz ve planladığı eylemleri iç karışıklık çıkmadan bertaraf edeceğiz. Kısacası evleneceksiniz. Ona bu lojmanda bir ev ayarlayacağız. Hissettirmeden dinlenecek. Ve zamanı geldiğinde o hainlerin ensesinde biteceğiz.” Barbaros vurgun yemiş gibi kesik kesik soludu. Nefret ettiği o kadınla evli olmaya nasıl dayanacaktı? Bu kadar kin duyarken, ona baktığında Hazel’i hatırlarken nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı?

“Ya Vladimir onunla irtibata geçmezse. O zaman ne olacak?” Rıdvan komutan keskin keskin güldü. “Geçecek Barbaros. Yeğeni onun hakkında çok şey biliyor. Bundan eminiz. Onu boşuna yem yapmadı.” Barbaros irileşen gözbebeklerini Komutanına dikti. “Ne demek istiyorsunuz?”

“O gün Alina’nın tırı alacağından Vladimir’in haberi vardı. Kız dayısına ulaşıp sorunsuz devralmak için yardım istedi. Dayısı da yardım amaçlı göstermelik iki asker gönderdi. Asıl amacı pusu kurup hem ele avuca sığmayan yeğenini hem de tırdaki Bosnalıları ortadan kaldırmaktı. Alina’nın kendisini deşifre edebileceğini biliyordu.” Barbaros yerinde dikleşip düşündü. Ülkesi için her şeyi yapmaya hazırdı.

“Ne diyorsun üsteğmen? Sence formalite evliliğin buna değmez mi?”

“Değer komutanım! Milletim için canımı vermeye hazırım.”

🪻🪻🪻🪻🪻

 

Sonunda dördüncü bölüme de kavuştuk. Dün gece biraz uykusuz kaldım ama değdi. ☺️ Devam bölümerini de sizlerle en yakın zamanda kavuşturmaya çalışacağım. Sizce Alina dayısının gerçek yüzünü görebilecek mi?

Peki Barbaros Alina’yı affedebilecek mi? Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız ☺️🥲

Loading...
0%