@syildiz_koc
|
İnsan insanın kurdudur der Thomas Hobbes. İnsanın doğasını bilmiş gibi unutmaya ve reddetmeye çalıştığımız gerçekleri yüzlerimize vurur. Dosta tutunmak ister insan ama değişen zaman ve imkanlar o dostlardan geriye bir şey bırakmadığında kötülüğün kucağını mesken tutup sakınmak kalır bizim gibilere. Birkaç yıl önce benim de mutlu bir ailem vardı. Saraybosna’daki küçük evimizde ben, annem ve kardeşlerim mutluluk içinde yaşardık. Hemşire olma hayalleri kuruyordum. Diplomamı aldığım gün önce beni her zaman destekleyen aileme ardından da sevdiğim adama sarılmış ve bu güzel günü hep birlikte kutlamıştık. Paskalya tatiliydi sanırım. Hâlâ büyük bir gururla taşıdığım yüzüğümü o gün parmağıma iliştirmişlerdi. Kutlu bir gündü. Maher benim âşık olduğum adamdı. Okulda tanışmış ve ne olduğunu bile anlayamadan aynı ortamda birbirimize âşık olmuştuk. O sıralarda Srebrenitza’da görev yapmaya başlamıştım. Hayatımın hep bu güzel seyirde devam edeceğine inanacak kadar saftım. Her şeyin tersine dönmesi birkaç günü bile almamıştı. Yugoslavya dağıldığında düşmanlarımızın maskeleri de birer ikişer düşmüştü. Dost bildiğimiz, Noel’de çam ağacı süslediğimiz komşularımız bize düşman olmuştu. Başımıza belalar yağmaya başlamıştı. Yana yakıla sevdiğim herkesi kaybediyordum. Evimiz kurşun yağmuruna tutulup yakıldığında Saraybosna’dan kaçmaktan başka bir çaremiz kalmamıştı. Dayım, kardeşim Hana ile beni bir bağ evine getirmiş ve biraz yiyecek bırakıp kendisinden haber beklememizi tembihlemişti. Bodrum katında gizli bir odada dayımdan gelecek haberleri bekliyordum. Kardeşim Muris bizi bırakıp halkı için savaşmaya gitmişti. Kız kardeşim Berina’nın kaçırıldığını ve ölüm kampına götürüldüğünü öğrenmiştim. Annemin akıbeti de ondan farklı olmamıştı. Bize savaş açanlara direnmiş ve kızını teslim etmemek için mücadele etmişti. Ama sonu ne yazık ki karşı koyan diğer herkesten farklı olmamıştı. Ailemden sadece kardeşime ve dayıma kavuşma umudu taşıyordum. Yeniden umut çiçeklerini açtırmak için savaşıyorlardı. Bunu nasıl başaracaklarını bilmiyordum. Bosna halkı çaresizdi. Bosna halkı yetimdi. Avrupa’nın göbeğinde soykırıma uğruyordu ama kendisini bağrına basacak bir yürek bulamıyordu. “Sestra (abla)…” Küçük kız kardeşime yıkılmış yüreğimi hissettirmeyecek şekilde umutla baktım. “Meleğim!” Ürkekçe, halsiz görünmemeye çalışarak bana sımsıkı sarıldı. Elleri kumral saçlarımda dolaştı. Siyah gözlerinde bana baktığında huzurlu bir ifade belirmişti. Minik kalp şeklinde dudakları vardı ve üzülüp ağlamak istediğinde hep büzülür, daha minik, sevimli bir şekle kavuşurdu. 5 yaşında hayatın ağır yükünü omuzlarında bulmuştu Hana ve ne yazık ki benden baka tutunup sığınacağı bir dalı kalmamıştı. Minik başı göğsümün üzerindeki yerine sinerken minik ince parmakları örgülerime sevgiyle dokundu. “Çok açım sestra! Ne zaman yemek yiyeceğiz?” Kalbimin üzerine çöreklenen siyah kaya yerinden oynadı. Dilime hücum eden dikenler söylemek istediğim umut verici sözleri küle çevirip mezarlıkların üzerine savurdu. Dayımın bıraktığı yiyecekler suyunu çekmişti. Çok az beslenmiş, olabildiğince yiyecekleri kontrollü kullanmaya çalışmıştık ama geçen zamana dağ olsa dayanmazdı. Başımı eğmek onu daha da üzmek istemiyordum. Hemen ayağa kalkıp odadaki kapları yokladım. Birkaç parça küflü ekmekten başka bir şeyimiz kalmamıştı. Açlık ve ölüm umurumda değildi ama yaşamak zorunda olduğumu biliyordum. Hana’nın hayatta benden başka kimsesi kalmamıştı. Savaş en çok çocukları öldürüyordu. Bazılarını kurşunla, bazılarını açlıkla, bazılarını da soğukla itiyordu karanlık, dipsiz mezarlara. Bize de sevdiklerimizin yokluğuyla yarım kalan hikayelerimizi buruk bir şekilde tamamlamak kalıyordu. Ekmekleri toparlayıp tek bir kırıntısını bile israf etmeden avuçlarımın içine aldım ve onu Hana’nın bitkin bakışlarının arasında eski bakır bir tepsiye koydum. Bu ekmekler küflüydü. Yenmemesi gerekiyordu ama çaresizlik belimizi büktüğü günden beri temiz pis, bayat taze demeden bizi hayatta tutacak her şeyi yemeyi öğrenmiştik. Açlık öldürücü bir şeydi. İkinci günün sonunda bu hissi dindirecek her şeyi kabul edecek kadar meşrebinizi genişletmiş oluyordunuz. Hayvanlara atılan karpuz kabukları ya da çöpteki bozuk konserveler bile canınıza tak ettiğinde eşsiz bir ziyafete dönüşüyordu. Hana dakikalarca kendisine uzattığım tepsiye baktı. Bunlarla doymayacağını biliyordu ama başka bir çarem olmadığının da farkındaydı. Yüzü maruz kaldığımız hayata isyan eder gibi hüzünle solduğunda ona gelecek baharı haber veren tebessümlerimden birini ısmarladım. “Hani seninle önceden bulutlara bakıp hayaller kurardık ve hayallerimizin gerçek olacağını düşünürdük ya hatırlıyor musun?” Başını yavaşça salladı. Yorgun ses tonumu kuş cıvıltısı gibi neşeli bir tınıya çevirerek elimdeki tepsiyi açlıktan bitap düşen bakışlarının önünde dizlerine bıraktım. “Varsayalım ki bu tatlı patates. Hani şu annemin yaptığı lezzetli yemek var ya! Ondan olsun.” Yutkunarak tabağa baktı. Yüzü biraz olsun aydınlanmıştı. “Peki köfte! Köfte de var mı yanında?” Başımı emme basma tulumba gibi hevesle salladım. “Olmaz mı? Hem de kızarmış, gevrek gevrek…” Kurduğumuz hayale tutunup dudaklarını yaladı. Beni üzmemek için başka bir şey demeden tepsideki tüm kırıntıları bir çırpıda avuçlarıyla ağzına tıkıştırdı. Minik, solgun dudaklarından dökülen parçalara acıyla baktım. Bir zamanlar biz de karşımıza geçip bize acıyan gözlerle bakan diğer insanlardan biriydik. Savaş önce ailemizi dağıtmış ardından da başımızdaki çatıyı alaşağı etmişti. Acılar her birimizi bir yerlere savurduğunda yaşamak için deliklere sinen fındık farelerine dönmek zorunda kalmıştık. Artık doymak için değil ölmemek için yiyorduk. Küçük bir yerde tıkışıp kalmıştık. Üzerimize giyeceğimiz kıyafetlerimiz yoktu. Isınmak için odun veya kömür bulacak kadar şanslı değildik. Birkaç parça kap kacak ve eski bir dolapla, gıcırdayan bir şilteden fazlasını düşünemiyorduk. Bir is tüm duvarları sarmıştı ve küf kokusunu o çatlak, pürüzlü yapıda her an duyar olmuştuk. Gözlerim acı hatıraları önüme düşüren ölüm duvarlarından ayrılıp yeniden Hana’yı buldu. Hana kısmen açlığını bastırmıştı ama bunun geçici olduğunu kısa bir süre sonra yeniden acıkacağını biliyordum. Bu kara delikten çıkmak ve bizi biraz daha hayatta tutacak bir şeyler bulmak zorundaydım. Kardeşimi kaybetmek istemiyordum. Ailemden geriye kalanların ölüp ölmediğini bile bilmiyordum. Birbirimizi koruyup kollamak zorundaydık. Üzerimdeki eski püskü eteği çırparak ayağa kalktım ve kurşun darbeleriyle delik deşik olan minik dolabımı açtım. Bosna’daki Sırpların giydiği erkek kıyafetlerini aceleyle üzerime geçirdim. Örgülü saçlarımı toplamış ve Sırp usulü nakışlı şapkanın altına saklamıştım. Göğüslerimi gizlemek için sert keten bir kumaşı gövdemin çıkıntısını gizleyecek şekilde bağladım. Üzerime geçirdiğim yeşil keten gömleği yine bir tık daha koyu olan keten pantolonla tamamlamıştım. İşlemeli ceketimi üzerime geçirip yeşil atkıyla yüzümün yarısını örttüğümde neredeyse onlardan bir farkım kalmamıştı. Böyle olmaya mecburdum. Bu ülkede kadın olmak sokaklarda dolaşan kuduz bir köpek olmaktan daha değersizdi. Kocaları ve oğulları tutsak edildiğinde sahipsiz kalan kadınlara neler yapacaklarını biliyordum. Namusumu, bedenimi o hainlerden korumak için ölmeye ya da öldürmeye hazırdım. Ölüm bir zamanlar duyduğum selalardan kalan yabancı bir nefes gibiydi. Yakıştıramazdım bedenimi ve sırf bu yüzden küstahça, hayalci bir şekilde uzun bir ömre sahip olacağımı sanırdım. Benden çok daha küçük kızlara yapılanları gördükten sonra ölüm ensemdeki terden, alnıma değen bir tutam saçtan ve boğazımın bir noktasında atan o damardan bile daha yakın gelmeye başlamıştı. Korkmamayı öğrenmiştim. Kendimi ve Hana’yı korumak için aldığım bıçağı gömleğimin manşetlerinden içeri soktum ve olabildiğince sakladım. Kapıyı ardımdan kapatırken ona son kez bakıp veda ettim. Bunu her yaptığımda içimden bir parçayı Hana’nın yanında bırakıyordum. Sindiği yatağın bir ucunda geleceğim anı bekleyerek dua edeceğini ve ağlamamak için saçlarına minik örgüler ekleyeceğini biliyordum. Kendisine bıraktığım bez bebekle biraz olsun sakin kalacağını düşünüyordum ama teselli bu kadar olmayacaktı. Bosna, toprağından ölü fışkıran taze bir mezarlık gibiydi. Bu kapıdan çıktığımda geri dönmeme ihtimalim dönme ihtimalimden çok daha güçlüydü. Düşmanımın eline düştüğümde beni bekleyen son, iç açıcı bir son asla olmayacaktı. Öldürülecek, belki onlarca insanın her gün tecavüzüne uğrayacaktım. Kadınları yakalayıp askerlerin keyfi için odalık haline getiriyor ve esir olarak alıyorlardı. Bunların hiçbirini yaşamaya gücüm yoktu. Bunları yaşamamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Elimdeki bıçağı sineme saplamaktan gocunmayacağımı biliyordum. Başıma gelecekler ölümden beterdi. Şu durumda o hallere düşüp düşmanlarımın heves aracı olmaktansa kendimi öldürmek ibadet gibi geliyordu. Ben eskiden korkardım. Odama giren basit bir böcek, yatağımı titreten küçük bir sarsıntı ya da penceremin kenarında yağmuru izlerken çakan şimşekler… Bunlar bir zamanlar korku verirdi yüreğime. Artık korkmuyordum. En beterini yaşayan bir insan için bunlar artık ürkülecek şeyler olmaktan çıkıyordu. Artık kimseye güvenmiyordum da. En yakınım dediğim insanlar evime, aileme, namusuma saldıralı aylar olmuştu. Şeytan uzakta değildi. İçimizdeydi aslında. Kanımızın içinde dolaşıyor, beynimize hiç kimsenin erişemeyeceği hatıralarımıza bulaşıp kötü sözler fısıldıyordu. Savaş bir cehennemdi ve bu cehenneme düşen insan güç kudret eline verildiğinde şeytanlaşmaktan çekinmiyordu. Karın içinde bata çıka ilerlemeye devam ettim. İnsanlar evlerini bırakmış, kötülükten uzak kalabilecekleri köşelere sinmeye çalışmışlardı. Etrafımda kurt ulumaları baş gösterdi. İnsan sesinden daha çok ürküten bir şey olduğunu söyleyemezdim. Güneş beyaz bulutların arasından yosun yeşili gözlerime veda ederken arkamdaki birkaç gıcırtı yüreğimi ağzıma getirdi. Rüzgâr kıyafetlerimin içinde tenime bir şekilde sirayet edecek kadar güçlüydü. Gökyüzü tükürür gibi kül rengi bulutlara bürünmüştü. Terk edilmiş evlerden birine girip saklandım. İhtiyacım olan tek şey birkaç gün bizi idare edecek kadar yiyecek bulabilmekti. Kimsenin olmadığını anladığımdan sessiz olmaya çalışarak mutfağa girdim. Erzak dolabı ve buzdolabı gözlerimin hevesle açılmasına sebep oldu. Erzak dolabını açıp elime geçirdiğim poşetin içine bulduğum her şeyi sıkış tepiş yerleştirdim. Şanslıydım. Birkaç parça sucuğa bile rastlamış, kavanoz diplerinde kalan reçellerde Hana’nın gülümseyen güzel gözlerini görmüştüm. Mercimekler, pirinç kavanozu, patates, soğan, tandır ekmeği… Burası savaştan kaçayım derken iğneden ipliğe dönen benim için bir cennet olmalıydı. Buzdolabına geçtiğimde peynir, zeytin, helva gibi birkaç parça kahvaltılık yiyecekten fazlasını bulamamıştım. El yordamıyla bulduğum her şeyi poşetin içine sıkıştırdım. Bugün şanslı günümdeydim. Şimdi iş kimseye yakalanmadan kaldığım yere ulaşabilmekti. Atkımı yüzümü tamamen kapatacak şekilde boynuma doladım. Bir Sırp gibi göründüğüm için kendimi biraz olsun güvende hissediyordum. Etrafıma göz gezdirdim. Duyduğum tek şey savaşın ve ölümün sessizliğiydi. Duvar kenarlarına sinerek yeniden geldiğim yola döndüm. Etrafımı kolaçan ediyor, birinin beni takip etmediğinden emin olmaya çalışıyordum ve ne yazık ki korktuğum başıma gelmişti. “Hey!” Duymazdan gelerek adımlarımı hızlandırdım. Karın gıcırdayan sesleri her geçen dakika biraz daha artıyordu. Kirpiklerime düşüp nefesimle eriyen kar taneleri gözlerimi sulandırıp görüş açımı bulanıklaştırıyordu. “Sana diyorum! Sunarodnik (hemşerim)” Durmadan onu duymamışım gibi devam ediyordum. Fakat tek bir farkla artık deli gibi canhıraş bir şekilde koşuyordum. Nefes alışverişlerim tahammül edilemez bir raddeye ulaştığında beni durduran tek şey havaya sıktığı mermi oldu. “Hemen durmazsan seni omurgandan vururum jadan (sefil).” Atkımı düzeltip bana söyleneni yaptım. Elimdeki poşetleri bırakmayı bir anda bile düşünemiyordum. Onlar bizi yaşatacak gıdaydı ve alternatifi ancak ölüm olabilirdi. Koşarak yanıma geldi ve karın üzerinde iri delikler bırakacak şekilde etrafımda bir tur döndü. “Kimsin sen? Adın soyadın ne?” Ona vereceğim en son cevap Alina Mihaloviç olurdu. Konuşmak istemiyordum. Konuştuğumda sesimi tanıyacaklarını ve bir kadın olduğumu anlayacaklarını biliyordum. Her zaman yaptığım gibi işaret diliyle bir şeyler söyledim. Gözlerime bakmalarını istemiyordum. Çünkü gözler yalan söyleyemezdi. “Dilsiz misin?” Başıma evet anlamında salladım. Bu bana biraz olsun zaman kazandırabilecekti. Bana biraz daha yaklaşıp elleriyle yüzümdeki atkıyı gevşetti. Bakışları dik dik üzerimde geziniyor ve benim korktuğum ne kadar mana varsa çıkarmaya çalışıyordu. Eli saçlarımı gizlediğim şapkaya yapıştığında olabilecek en çevik halimle en sert tekmemi bacak arasına yerleştirdim. Bir Bosna kadınına bulaşmanın cezasını çekmeliydi. Karın üzerinde dişlerini sıkıp haykırarak inledi. Onun canını acıttığımdan en ufak bir şüphe duymuyordum. Silahına uzanmak istediğinde tam kulağına gelecek şekilde bir tekme daha savurdum ve bu hamlem onu bayıltmaya yetti. Poşetlere asılıp nefes nefese uzaklaşmaya çalışırken üzerime birkaç el ateş edildiğini fark ettim. Kara sinip kendimi korumaktan başka çarem yoktu. Başımı kaldırdığımda saçlarımı asılan bir çift elle boynumu içbükey olacak şekilde geriye yatırdım. Başımdaki şapka çıkmış ve kumral saç örgülerim omuzlarımdan belime kadar sarkmıştı. “Vay canına! Bakın burada kim varmış? Baliya…” Yanındaki askere dönüp “Şanslı günündesin!” diye sırıttı. Akıllarından ne geçtiğini anlıyordum ve bunu bilmek içimdeki nefreti bir volkan gibi dışarı püskürtüyordu. Saçlarıma yapışıp dudaklarıma abanmaya çalıştığında elimdeki bıçağı olabilecek en hızlı şekilde bacak arasına sapladım. Artık can acısından beni unutmuş kendi derdine düşüp karın üzerinde debelenmeye başlamıştı. O son nefesini veren akbaba gibi karın üzerine kanıyla nefret düşürürken bana silahını doğrultan askere namlusunu çevirecek kadar sert bir tekme atıp kaçmaya çalıştım fakat nafileydi. Haykırışları duyan askerler etrafımda geniş bir çember oluşturmuş ve beni ellerindeki silahlarla kıskaca almıştı. Beni yaka paça bir okulun önüne götürdüler. Muhtemelen oradaki diğer kadınlarla bir araya getirilecek ve hayatımızı mahvedecek korkunç yuvalara satılacaktık. Gördüğüm yüz yumruklarımı sıkmama sebep oldu. Eğer gücüm yetseydi o haini kendi ellerimle parçalara ayırırdım. Karşımda gördüğüm insan savaşın büyük mimarlarından biriydi. Bu insanlık dramının sahibi değilmiş gibi yüreğimizde yanan ateşi umursamadan çocuklara şeker, oyuncak, ekmek dağıtıyordu. Bize destek olmamak için sebep arayan Avrupalı devletlere asayişin problemli olmadığı mesajını vermek için kamera karşısına geçip en çirkin maskesini yüzüne geçirip suçlarını gizlemeye çalışıyordu. İnsan bunca zulmü neden yapardı? Biliyordum! Er ya da geç ilahi adalet yerini bulacaktı. O zamana kadar yaşayıp yaşayamayacağımı bilmiyordum. Ama Allah’ın zalimlere düşman olduğunu, mühlet verse de bedel ödetmekten çekinmeyeceğini kendime her geçen gün onlarca kez hatırlatıyordum. Yaklaşık 1 saat kadar orada silah altında bekledim. Kaderimi değiştiren şey ise askerlerden birinin benimle aynı okuldan mezun olduğu gerçeğiydi. Hemşire olduğum için beni tecavüz dışında bir şey için kullanmaya karar vermişlerdi. Askerlerin yaralarını saracak ve onları tedavi etmeye çalışacaktım. Bu görev bende sadece nefret hissi uyandırıyordu. Yanımıza gelen genç adam beni götürecek olan askerin kulağına bir şeyler fısıldadı. Asker başını küçük tırnak darbeleriyle kaşırken burun deliklerini büyüterek birkaç kez hevessiz hevessiz bana baktı. Başını onaylar gibi salladığında yüreğime ezici, ürpertici bir korku çoktan düşmüştü. Beni çekiştirerek karargâha gönderdiler. Ne yapmaya çalıştıklarını bir türlü anlamıyordum. Burada kimi, neyi bekliyordum? Ne yazık ki sorularımın cevabını bulmam uzun sürmedi. Bıraktıkları odada o an bekleyeceğim en son kişiyi bulmuştum. Kapı gıcırtıyla açıldı. Üzerimdeki erkek kıyafetleriyle bir kenarda oturmuş akıbetimin ne olacağını düşünüyordum. Oturduğum sedyede en ufak bir hareket ibaresi göstermeksizin karşıma çıkan adama gurur ve nefretle baktım. Yerde gezen bakışlarımın odağına ilk askeri botları ilişti. Üzerindeki kamuflaj deseni ve armadaki semboller neyle karşı karşıya olduğumu ortaya koyuyordu. Ağırlıklı yeşil tonlarında bir kıyafet karşımdaydı. Başında bere vardı. Başında ve kollarında kırmızı bantlar göze çarpıyordu. Hâlâ dağılan Yugoslavya devletinin askeri kıyafetleri içerisindeydi. Armasındaki yıldızlardan ve mavi beyaz kırmızı renkteki bayraktan albay rütbesinde olduğunu sezebiliyordum. “Hoş geldin Alina!” Saygıdan ayağa kalkmadığım halde şaşkınlıktan sopa yutmuş gibi dimdik olmuştum. “Radavon!” Nefes alışverişlerim hızlandı. Kızıl saçlarını gizleyen armalı beresini çıkardı ve tok sesler çıkaran botlarıyla birkaç adım öteme yerleşti. “Demek sendin!” Başını onaylar tarzda birkaç kez titretti. Kemikli, sert yüz hatları iğrenen bakışlarımın arasında gerginlikle oynadı. Şekilli bir burnu, sivri bir çenesi ve ağzını daha büyükçe gösteren ince dudakları vardı. Açık teni bana döktüğü kanları hatırlatan saçlarıyla uyum içerisindeydi. “Sonunda seni bulabildim. Artık öldüğünü düşünmeye başlamıştım.” Gözlerim nefret saçıyordu. “Beni neden buraya getirdin?” “Zarar görmeni istemiyorum. Seni yanımda tutmam hayrına olacak! Bilirsin eski dost sayılırız. Aynı mahallede büyüdük, aynı okullarda okuduk. Hal böyleyken seni askerlerin arasında kaderine terk edemezdim.” Gözlerimi gözlerinden bir an bile ayırmadan yüzümü iğrenir bir şekilde buruşturdum. Tiksinen ifademe duyarsız kalmaya çalıştığının farkındaydım ama artık üzülmesi umurumda bile değildi. “Sen bir katilsin Radavon! Hizmet ettiğin insanlar milletimi katlediyor, yuvaları dağıtıyor, Bosna halkanı bitirmek için her türlü adiliği yapabilecek kadar karaktersizler. Ve sen de onların amacının bir parçasısın.” Gözlerimden akıp gitmek isteyen tüm yaşları yutkundum. Hayır hemen şurada ölebilirdim öldürebilirdim. Her türlü hakareti duymaya hazırdım ama asla ağlamayacaktım. Artık gözyaşlarım bu korkunç insanların karşısında akmayacaktı. Güçlü durmak için her şeyi yapardım. “Biz eski dostuz Alina. Maher ile nişanlandığını unutup sana bir şans daha verebilirim.” Demek amacı buydu. En başından beri benden bir yakınlık umuyordu ve savaşı en karaktersiz haliyle fırsata çevirmişti. Sessizliğim şaşkınlığıma eşlik etti. Kendine güveniyor, boyun eğeceğimi sanıyordu! Eğmeyecektim. “Ne dediğini bilmiyorsun!” “İnan bana bir sözümle seni bu cehennemden çekip alabilirim. Benimle gel! Aileni kurtarmak istiyorsan, bana katıl. Küçük kardeşinin hayatta olduğunu biliyorum. Onu da yanımıza alır, birlikte yeni bir sayfa açarız.” İçimden deli gibi haykırarak ağlamak geçiyordu fakat gururluydum. Ağlamayacaktım. Bu hainin hiçbir sözüne inanıp kardeşlerimi ve dayımı ona teslim etmeyecektim. En yakınları tarafından istismar edilen onlarca insan görmüştüm. İnsanlara güven veriyor, akrabalarına çağırıp Sırplara teslim olmaları konusunda onları ikna ediyorlardı. Düşmanlarımız istediğini aldığında ise tüm aileyi gözlerini kırpmadan mermi yağmuruna tutup katletmekten çekinmiyordu. Bu kötü yürekli insanlara güvenip emanet etmektense ailemin açlıktan ve sefaletten ölmesini tercih ederdim. Benden cevap beklediği süre her geçen saniye daha da artıyordu ve sonunda kararını vermiş o gururlu kadın edalarıyla şuh bir kahkaha patlatıp gözlerinin içine bakarak çılgınlar gibi güldüm. Dışarıdaki insanların beni duyup duymaması umurumda değildi. Onunla dalga geçiyordum. Onu aşağılıyordum. Basit bir sokak köpeği olduğunu yüzüne haykırıyordum aslında. Hayatımda hiçbir zaman bundan fazlası olamayacaktı. Eskiden duyduğum saygıyı da savaş alıp götürmüştü. “Alina yeter!” dedi emreder gibi. Sözü beni durdurmak bir yana daha da ateşli bir kahkahanın eşiğine düşürmüştü. Sinirden tüm mimikleri birbiriyle dalga geçer gibi oynuyordu. Öfkeden tir tir titrediğini, yüzünün yangıdan kıpkırmızı kesildiğini görebiliyordum. Kahkahadan gözlerim nemlenirken beni kollarımdan yakalayıp sertçe sarstı. “Sana yeter dedim! Şu şamataya bir son ver!” Gözlerinin önünde yüzümü olabilecek en aşağılayıcı şekilde kıvırdım ve iğrenen bakışlarımı ondan bir an bile esirgemedim. “Sen bir kaçıksın! Bir aptal!” Sözlerimin tetikleyici kibrine dayanamayıp suratıma sert bir tokat patlattı. Burnum kanamıştı ve dişim dudağımı kesip kalın bir kıl inceliğindeki yarığın oluşmasına sebep olmuştu. İki saniye kadar durup yeniden kahkahayı bastım. Bana olan tutkusunu ilk kez fark etmiyordum fakat bu savaşı fırsata çevireceği aklımın ucundan bile geçmemişti. İlkinden çok daha sert bir tokadı yüzüme indirdi ve kahkahalarımı durdurmaya gücü yine yetmedi. Bir adım gerileyip aralık halindeki ağzından yere tükürük saçtı. “Tanrı aşkına! Sen nasıl bir kadınsın?” Örgülerimin arasından firar eden bir tutamı dudağımın kanayan kenarından alayla çektim ve gözlerinin derinliklerine kıpkırmızı kesilen dişlerimden utanmaksızın gülümsedim. “Senin başına bela olacak bir kadınım!” İçimde çağlayan tüm acılara inat gülümsedim. Dişlerimin arasından süzülen kanlar umurumda bile değildi. Suratıma inen darbelerin tenimde bıraktığı izler ve kızarıklık ise onur nişanesi gibi içimde, gurur köşemde yerini almıştı. Birkaç saniye duraksadıktan sonra belindeki tabancayı gözlerimin önünde masanın üzerine bıraktı. Bana gözdağı vermeye çalıştığını anlamıştım. Ondan korkacağımı sanıyordu. Oysa farkında değildi. Ben zaten her şeyini kaybetmiş bir kadındım. Sevdiğim adam belki çoktan ölmüştü. Dayım ve erkek kardeşim firardaydı. Yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmiyordum. Annem evimizi basan terör yanlısı komşularımız tarafından istismar edilip gözlerimin önünde öldürülmüştü. Ve yakalanmadan önce bana yapacakları her şeyin bilincinde olan bir kadın olarak en beterine hazırlanmıştım. Aynaya baktı. Parmakları hevesle kızıl saçlarında dolaştı. Bakışlarından kendisini beğendiğini, içinde bulunduğu konuma hayran kaldığını anlayabiliyordum. “Seni anlıyorum!” Dedi çok daha sakin sayılabilecek bir sesle. “Her şeyini kaybettin! Kimseye güvenmemen çok normal!” Başını çevirip kendisini küçümser bakışlar atan gözlerime çok daha yumuşak sayılabilecek bir tınıyla yaklaştı. “Bana güvenmen zaman alacak! Bunun için sabırlı olduğumu söyleyebilirim. Biraz önce söylediğim her şeyde ciddiydim. Duygularım senin için tanrının bir lütfu olmalı. Eğer karşına çıkmasaydım her gün onlarca erkeğin tecavüzüne uğrayacaktın.” Kalçamı yanı başımdaki masaya yaslayıp kollarımı göğsümde kavuşturdum. O bir masal anlatıyordu ben de acıyarak dinliyordum. Olan eden bundan başka değildi. Sana düşünüp taşınman için bir fırsat daha veriyorum. Kardeşin Hana’nın yerini söyle! Seni savaşın tüm kötülüklerinden koruyayım!” “Sana neden güveneyim?” dedim kaşımın birini kaldırırken. “Biz bu savaşta karşı karşıyayız. Av ve avcı… Neden beni bitirecek olan kişi sen olmayasın?” Yanıma geldi. Elinde büyük boy içki şişesi vardı. Umarım o iğrenç şeyi içmem için beni zorlamazdı. “Bana güvenmekten başka bir çaren yok! Küçük kardeşin açlıktan ve soğuktan ölebilir. Askerlerin eline geçtiğinde başına gelebilecek şeyleri hayal bile edemezsin! İnan bana kimse ona küçük bir çocuk gibi davranmayacak!” Yüzünde iğrenç bir gülüş peyda oldu. “Bilirsin! Bazı insanlar ağaçların dalındaki erikleri ekşi ekşi yemeyi sever. Çoğu zaman olgunlaşmasını beklemez bile!” Düşüncesi midemi bulandırmıştı. Ağzıma gelen bakır tadı kendinden uzaklaştırmak istiyordum ve bunun için seçtiğim yer Radovan’nın yüzünden daha iyi olamazdı. Ağzımda biriktirdiğim tükürüğü hiç ummadığı bir anda suratına püskürttüm. Şimdi onu gerçekten kızdırmıştım. Dişlerini sıkarak elinin tersiyle yüzündeki kanlı tükürüğü sildi. Ve diğer eliyle şişeyi sol yanımdaki aynaya indirip her ikisini de paramparça etti. Çenemden kavrayıp kir pas içindeki kanlı yüzümü aynaya sürtmek ister gibi yaklaştırdı. “Yüzünü darmadağın etmem birkaç saniyemi bile almaz. Hâlâ kiminle dans ettiğini bilmeyecek kadar aptalsın!” Yeniden kahkahalarla güldüm. “Hadi durma yap! Beni buradaki uçkur müptelası askerlerin iğrenip ilişmeyeceği bir kadına dönüştür. Her şeyini kaybetmiş bir insanı korkutmaya çalışıyorsun! Güzelliğimin hâlâ umurumda olduğunu mu sanıyorsun?” Gözlerindeki ateşi hissedebiliyordum. Tırnakları kir içinde simsiyahtı ve yüzüme batıp küçük kırmızı izler bırakıyordu. Birkaç saniye bocaladıktan sonra beni yeniden serbest bıraktı. “Benden başka bir şansın yok!” nefesinden gelen alkol kokusu midemi bulandırmıştı. “Senden medet umacağıma ölmeyi tercih ederim.” Benden uzaklaşıp cebinden eski bir tablet çıkardı. İçinden bir dal sigara çıkarıp bedenimi baştan aşağıya süzerek ucunu yaktı. “Sen başına ne geleceğini hala anlamamışsın! Bu savaşın senden neler alacağını bilseydin elimi eteğimi öperdin!” Üzerine yürüdüm. Tırnaklarımı yüzüne gözlerine geçirmek istiyordum. Üzerindeki üniforma bile ona nefret duymam için yeterdi. “Her şeyin farkındayım. Artık umurumda değil!!” Bana uyguladığı şiddetten sonra ne demek istediğimi anlamıştı. Gözlerindeki tehdide rağmen yüzümü ifadesiz tutmayı başardım. “Kendine büyük bir kötülük yapıyorsun!” “Adi bir köpekten fazlası değilsin!” Bana sert bir yuöruk savurdu. Tekmesi karnımı bulur bulmaz ağzımdan kanlar boşalmış ve kanın bakırsı tadı dilime yapışmıştı. Alabileceğim yeni darbeleri umursamadan bir kez daha suratına tükürdüm. Saçlarıma asıldı fakat ne boynumu eğebildi ne de beni diz çöktürecek gücü dizlerime maruz bıraktı. “Seni ölmekten beter ederim Alina! Kiminle uğraştığını bilmiyorsun!” “Senden korkmuyorum ve inan bana biri birini harcayacaksa o ben olacağım. İntikamım seni şu anları yaşattığın için bin pişman edecek! Adi bir p… olduğun için şansına lanet edeceksin.” “Askerler!” Tüm karargâhta yankılan güçlü, kalın sesi bakışlarımı içeri giren üniformalı zebanilere çevirdi. Yüzündeki tiksinen ifadeyi gözüme sokarak emir bekleyen aynasızlara beni işaret etti. “Onu hemen evime götürün! Bir şeyleri idrak etmesi zaman alacak!”
***
İlahi bakış
Genç kadın elindeki ses kayıt cihazını yapmayı planladığı yeni kayıt için hazırladı. Karşısındaki kahverengi ahşap masaya nefret dolu gözlerle baktı. Yanında eski, demir sandalyeler üzerinde oturan savaş muhabiri dostları vardı. Farklı pek çok ülkeden simaları bu özel toplantıda görmek mümkündü. İngiliz, Fransız, Amerikalı ve Türk pek çok gazeteci savaşın liderinden gelecek cevapları bekliyordu. Adaletsizliğin ve nefretin hüküm sürdüğü bu topraklar bugün büyük bir kavganın nüvelerini dünya kamuoyuna sunuyordu. Arka planda siyah bir perde göze çarpıyor, karanlık ortamda perdenin üzerine yansıyan görüntüler gazetecilerin ilgili bakışlarına sunuluyordu. Hazel orada bekleyen ve savaş liderinin barış seremonisini dinleyen Türk gazetecilerden sadece bir tanesiydi. Bakışları perde ile lider arasında nefretle gidip geldi. Sırp askerlerinin barış güvercini, kurtuluş mücadelesinin neferi gibi kayıtlara işlenmesi dakikalar ilerledikçe sinir bozucu bir hâl almıştı. Liderin çocuklara çikolata, ekmek, şekerleme dağıttığı ve sevgi dolu barış söylemlerinde bulunduğu kısımlar genç muhabirde kahkahalarla gülme isteği uyandırmıştı. En ahmak insan bile Saraybosna’nın perişan halinden burada iyi filmler dönmediğini anlayabilirdi. Bu adam bu söylemlerle BM’yi ve diğer savaş karşıtı ülkeleri kandırabileceğini mi sanıyordu? Propaganda filmi bittiğinde salondan tek bir alkış sesi yükselmedi. Bu durum savaş liderinin bozulmasına sebep olsa da birkaç sahte tebessümle geçiştirmeyi uygun gördü. Yıllar sonra yaptıklarının bedelini ödeyeceğinden habersiz “Bosna Kasabı” imajını yardımsever, barış lideri imajıyla değiştirmenin yüz kızartıcı çabası içerisindeydi. Hazel oturduğu koltukta dikleşip derin, huzursuz bir nefes verdi. Elini kaldırıp söz hakkı istediğinde tüm gözler merakla ona çevrilmişti. Tarih 1993 yılını gösteriyordu. Ve barış yanlısı bir Türk gazeteci ilk kez savaşın karşısındaki güçlü duruşunu tüm dünya kamuoyunda ortaya koyacaktı. “Sizi dinliyorum!” dedi Savaş lideri. Hazel kendisine uzatılan mikrofonu dudaklarına yaklaştırıp, “Tüm bunlar gerçekleri yansıtmıyor!” dedi. Sessiz salon bir anda alkış sesleriyle çalkalandı. Lider etrafındaki kalabalığa tehditkâr bakışlar attı fakat muhabirler ondan korkmuş gibi görünmüyordu. “Anlamadım! Nedir gerçekleri yansıtmayan!” Kükreyişi Hazel’de en ufak bir endişeye sebep olmamıştı. “Burada büyük bir savaş var! Hırvatların ve Sırpların el birliği yaparak Bosna halkını coğrafyadan silme çabaları savaşın değdiği her evde, her caddede, ağlayan tüm çocukların gözbebeklerinde görülüyor. İnsanlar açlıkla ve olumsuz hava şartlarıyla mücadele etmek zorunda. Koruma sözü verdiğiniz insanları ormanlık alanlara götürüp gruplar halinde infaz ediyorsunuz. Kadınlar askerler tarafından tecavüze uğruyor. Yaptığınız şey soykırım! Ve soykırım bir insanlık suçudur!” Liderin ılık yüz ifadesi bir anda kara kışa dönmüştü. Dişleri kibirle gıcırdadı. “Hanımefendi. Burada adil bir dava söz konusudur. Büyük Sırbistan İdeali tüm soydaşlarımızın ortak gayesidir. Dağılan Yugoslavya için yapılabilecek hiçbir şey kalmadı. Artık birbiriyle çatışma halinde olan milletlere yol gösterici bir güce ihtiyaç vardır. Halkının menfaatleri neyi gerektiriyorsa Sırp askerleri onu yapmakla mükelleftir.” Hazel ayağa kalkıp kendisini kayda alan kamerayı solda bırakacak şekilde bulunduğu sandalyeden uzaklaştı. İri kahverengi gözleri uykusuzluktan kan çanağına dönmüştü. Yorgunluk ise yüzünün her santiminden okunuyordu. “Burada Sırplar dışında da insanlar var. Ağlayan bebekler, çaresiz kadınlar ve beli bükülmüş ihtiyarlar var. Etnik temizlik yaparak o insanların yaşama hakkını elinden alıyorsunuz. Burası Sırpların olduğu kadar Boşnakların da vatanı! Avrupa’nın göbeğinde bu insanlık suçuna gerekli müdahale yapılmıyor. Hava sahasını kapatmak, silah ambargosu uygulamak ve sözde güvenli bölgeler ilan etmek BM için yeterli kabul edilmiş olabilir, fakat Bosna için kurtuluş çözümleri üretmiyor!” Lider yumruklarını sıkarken Hazel at kuyruğu yaptığı siyah saçlarını omuzlarının üzerinde geriye doğru itti ve bakışlarıyla kameraya yardım çağrısında bulundu. “Bosna’daki soykırıma sessiz kalmayın! Bosna halkı sahipsiz değildir!” Büyük bir alkış tufanı salonda yankılandı. Türk gazeteciler, avuç içleri karıncalanıncaya kadar alkış tutup salonu terk ederken “Bosna’ya adalet! Bosna’ya barış!” diye haykırmaktan çekinmedi. Kendilerine yöneltilen tehditler hiçbirinin umurunda değildi. Yurtta sulh cihanda sulh anlayışı tüm dünyada egemen olmadıkça gerçekleri yazmaktan ve ortaya koymaktan asla çekinmeyeceklerdi. Hazel Öztürk yorucu bir günün ardından biraz olsun dinlenebilmek için dikkatli bir şekilde kaldığı ucuz otel odasına geçti. Yanında gazeteci arkadaşı Fulya da vardı. Savaşın çığlıklarını insanlara yansıtmak için ajanslarının rehberliğinde soluğu Bosna’da almış, Saraybosna’daki gelişmeleri ilk elden kayda geçirme çabasına düşmüşlerdi. Hazel aldığı duştan sonra biraz olsun kafasını toparlayabildiğini düşünüp masanın üzerindeki kameraya uzandı. Kamerayı kendisini gövdesine kadar çekebileceği açıya getirip kayıt düğmesine bastı. Doğru bildiğini aktarmaktan çekinmeyecekti. Düz fön çektiği simsiyah saçlarını sağ omzunun üzerinden geriye atıp iri gözlerini kameranın odağı haline getirdi. “Merhaba. Ben Hazel Öztürk. Bugün Bosna’da 10. Günüm. 20 Mark ödeyerek bu otel odasına güçlükle yerleştim.” Kamerayı oynatıp odanın zarar gören kirişlerini ve duvarlarını korkusuz yüz ifadesini bozmadan umutsuzca gösterdi. Boğazını ayıklayıp yeniden kamerayı bir dostla görüşür gibi samimi ve ciddi ifade takınarak karşısına aldı. “Bulunduğum binaya defalarca havan topu isabet etti. Camları kırık ve binanın pek çok yeri mermi izleriyle delik deşik edilmiş durumda. Burada açlık ve susuzluk uzun zamandır baş gösteriyor. İnsanlar soğuktan korunamayıp hastalanıyor. Ne doktor var ne de ilaç. İmkânlar çok kısıtlı! Yüksek yerlerde Sniper denilen uzun namluluğu tüfeği olan keskin nişancılar bulunuyor. Rastgele ateş edip sivilleri hem bedensel hem de psikoloji açıdan yaralıyorlar. Bosna’da sıradan bir günde sokağa çıktığınızda kontrolsüz bir merminin hedefi olabilirsiniz.” İç çekti. Bu zulmü anlatmak bu kadar zorken yaşayanlar kim bilir neler hissediyordu. Derin bir soluk alıp kayda devam etti. “İnsanlar karşı atış yaparak ve zikzaklar çizerek kendilerini korumaya çalışıyorlar fakat bu kalıcı bir çözüm üretmekten oldukça uzak! Halk dağlara ve ormanlık alanlara kaçarak kendilerini kurtarmaya çalışıyor fakat ne yazık ki pek azı hayatını milis güçlerden koruyabiliyor. Burada pek çok toplu mezar var. Kasıtlı olarak mezarların yerleri değiştiriliyor ve insanların cesetleri karıştırılıyor. Kemikler birbirine girdi. Artık sevdiklerinin mezarına ulaşmak Bosna halkı için çok daha zor! Ve…” Hazel sözünü tamamlayamadan binaya isabet eden top kulakları sağır eden büyük bir gürültü koparttı. Ardından tüfek sesleri iki arkadaşı yatağın altına sinmeye mecbur etti. Çığlıklarını zapt etmek ve cesur olmak zorundaydılar. Savaşın çirkin yüzünü ifşa etmek artık bir insanlık borcu haline gelmişti. Etrafı saran barut kokusuna karşı kollarını burnuna kapatıp nefes almaya çalıştılar. Göz gözü görmüyor, endişe verici bir duman gözlerinin değdiği her yeri küle boyuyordu. Bulundukları odanın kapısı gürültüyle kırıldığın Hazel eliyle ağzını kapatıp güçlü ve kesik olan nefesini düzenlemeye çalıştı. Her yanları patlamanın etkisiyle toz içinde kalmıştı. Şarapnel parçaları genç muhabirin omzuna isabet etmiş canını dayanılması güç şekilde yakmıştı. Hazel elbisesinden kopardığı parçayla omzunu yattığı yerden sıkıca sardı. Enfeksiyon kapmaması için yaranın kapanması gerekiyordu. “Fulya! Fulya beni duyuyor musun?” Dedi fısıltı halinde. Ne ses vardı ne de ufak bir hareket. Hazel o an dostunu kaybettiğini anlamıştı. Adım sesleri odaya her geçen saniye yaklaşıyordu. Bir el genç kadını yakalarından tutup sertçe yatağın altından çekti. Artık yüz yüzeydiler. Sırp askeri pis pis sırıttı. “zdravo jadan!” (Merhaba ezik)
🦋🦋🦋
13 Şubat 1993 TUNCELİ MUNZUR DAĞLARI
Askeri helikopter kötü hava şartlarıyla mücadele ederek Munzur dağlarının üstünde dolaşmaya başladı. “Yıldırım Timi hazırlığı içerisinde bulundukları operasyona olabilecek en güçlü ve kararlı haliyle katılmıştı. Gecenin en zifiri saatlerinde karşılarına dikilecek, yapmaya çalıştıkları kış hazırlıklarını baltalayıp terör örgütünün daha fazla beslenmesine izin vermeyip terör faaliyetlerine engel olacaklardı. “İstihbarat raporları!” Dedi Üsteğmen Barbaros Ege Demirsoy. Kürşat raporu inceleyip boğaz ayıkladı. Uykusuz hali her halinden belli oluyordu. “Bölge kar, tipi gibi kötü hava şartlarıyla mücadele ediyor. Erişime uzak bir stratejik konumda olduğu için teröristlerin eğitim ve kış sığınağı olma özelliğini taşıyor. Güney kısmının tüm yolları tamamen kapalı. Biz doğudan saldırıya geçeceğiz. İHA’lardan gelen bilgiye göre yaklaşık 30 kişiler. O it sürülerinin komutanı Tekgöz Şerwan. Batı tarafında sert yamaçlar var. Geçebilecekleri köprüler imha edildi. Kuzey ve doğu saldırı için en kritik nokta.” “Geçiş yolları temizlendi mi?” Ozan başını onaylar gibi sallayıp “Sadece doğu bölgesindeki gruba yakın kısım operasyonu riske atmamak için dedektörle taranmadı. Patlayıcı madde uzmanı Erbaş Yadigar öne atılıp “Mayın tespiti yapıldı. O iş bende!” Dedi. Yapılacak tek bir hatanın büyük veballere gebe olduğunu bildiklerinden operasyon için gerekli tüm hazırlıkları yapmışlardı. Üsteğmen Barbaros Ege Demirsoy yorgun ve uykusuz görünen ve bu haliyle güçlü durmaya çalışan Umut’a baktı. “Yeterli mühimmat, yiyecek ve su hazırlığı yapıldı mı?” Umut dirilir gibi “Evet Komutanım!” Diye öne atıldı. “Türkan ve Ferit… Siz timin geçeceği yolun karşı tarafına yani stratejik konumlara mevzileneceksiniz. Timle sürekli irtibat halinde olmanız gerekiyor. Timin güvenliği için olası pusu halinde aktif olmanız çok önemli.” Ferit ve Türkan aynı anda “Emredersiniz komutanım!” Dedi. Barbaros yiğitlerinin her birini cesaretle süzüp gözlerindeki kararlılığa hayranlıkla baktı. “Timin iletişimi operasyon boyunca devam etmeli. Ters bir durum olursa telsizlere asılmaktan çekinmeyin! Bölük komutanı terörist başını canlı istiyor. Onu canlı ele geçirmemiz önemli. Direnirse öldürücü olmayan müdahalelerde bulunulabilir, fakat can kaybı ihtimali doğmadıkça daha fazlasına izin yok. Bu adam örgüt için önemli. Çok şey biliyor. Müzakere işi bende. Onu canlı ele geçirmek için sözlü olarak da gereken yapılacak.” Bal rengi çekici gözleri yorgunluğunu belli etse de kararlı bakışları onu yalancı çıkarmakta mahirdi. 1.90 boyunda güçlü bir delikanlıydı. Biçimli, kemikli bir yüzü vardı. Bakışlarını çevreleyen uzun kirpikleri çekici gözlerini daha çok ortaya çıkarıyordu. Alnına dökülen kumral tutamlar kesilmiş, ciddi yüz ifadesi görevinin başındaki hırslı bir arslan gibi düşmanlarına kükremeye başlamıştı. Üsteğmen timin askerlerini tek tek süzüp gerekli cesarete sahip olup olmadıklarından emin olmak istedi. “Sinsi olacağız. Gereksiz ateş açıp fare ürkütmek yok! Tek bir can kaybı bile istemiyorum. Onlardan çok daha eğitimli ve güçlüyüz. Bunun hakkını vermeyen hemen şu kapıdan atlayabilir. Söz konusu vatan olduğunda gözünüzün önüne ana, baba, evlat, mal mülk gelemeyecek. Üniformanın altından kefen giyerek çıkacaksınız.” Duraksadı. Kendisini büyük bir dikkatle dinleyen görev arkadaşlarına güçlü bir şekilde tek tek baktı. “Ama esas mesele kefeni ruha giymekte. Bizim onlardan en büyük farkımız ne?” Bunun cevaplanması istenmeyen sorulardan olduğunu bilen tim komutanın sözünü bölme gayretine bile düşmedi. “Biz korkmuyoruz. Biz gerçek bir davaya hizmet ediyoruz. Bir hayale değil! Bizim şehitlerimiz göklerdeki al yıldızlı bayrağın kanına kan olup bir mezarın içinde bile vatan aşkıyla cennet gölgeliği yaşarken o leşler sadece pis kokulu çukurlarda günahlarına boğulacaklar. Davasına inanan, güçlü insan başarıya ulaşır. Bu operasyonda başarısızlığa yer yok! Canınız canım. Ananız anam, mücadeleniz davamdır. Yüzümü kara çıkarmayın!” Askerler hep bir ağızdan “Emredersiniz Komutanım!” diye bağırdı. Artık iniş zamanı gelmişti. Helikopterden son 30 saniye atlamak için hazırlığa geçtiler. Ve bir denildiğinde paraşütler olumsuz hava şartlarına rağmen söz konusu bölgeye doğru havalandı. İniş beklenilenden çok daha yumuşak olmuştu. Etraflarını pür dikkat dinlerken dağlık engebeli araziye doğru yürümeye başladılar. Ellerindeki piyade tüfekleri ile birbirlerini kollayıp kendilerini olabildiğince kamufle etmeye çalıştılar. Kar derinliği en az olan noktada diz boyuna ulaşıyordu. Kışlık askeri botlar kısmen korusa da Ege’nin sıcak sahillerinden Tunceli’nin kırç dağlarına gelen komutan soğuğun beynini ve bedenini esir almasına izin vermedi. Asker tıraşı olan saçı ve yüzü en basit bir sesin, tıkırtının izini sürdü. Yoğun kar yağışı görüş açısını olumsuz etkiliyordu. Bu bölgede gerilla eğitimi yapılıyordu. Bu sebeple işi nispeten kolay sayılırdı. Tecrübesiz askerleri ele geçirmek her zaman çok daha kısa sürerdi. Esas iş, başlarındaki vatan hainini ele geçirmekteydi. Üsteğmen bunun en zorlu eğitimlerden geçen askerleri için kolay olduğunu biliyor, onlara çok güveniyordu. Derin mağarayı andıran oyuklardan birine yaklaştığında arkasında kendisini takip eden Cihangir ve Umut’a kendisini gözlemeleri için işaret verdi. Üsteğmen hedefe doğru sinsice yaklaşırken Cihangir ve Umut gözünü dört açmış en ufak bir adım sesine aslan kesilmişti. Üzerlerine geçirdikleri çelik yelekler hayati organlarını korusa da dikkatli olmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Mevzilenen Türkan bulunduğu konumda “Temiz komutanım! Bir hareketlilik yok!” diyerek uzaktaki gelişmeler hakkında bilgi verdi. Siyah saçlarını tepeden sıkı bir topuz yapmış, ela gözlerini tüm hareketi gözleyecek şekilde elindeki keskin nişancı tüfeğinin dürbününe odaklamıştı. Barbaros tüfeğinin tetiğine yapışan parmağını sabitleyip namluyu daha kararlı bir şekilde hedefe doğrulttu. Gözleri oyuğun içini defalarca taradı. Karın altına gizlenen muşambayı gördüğünde “Dikkatli olun!” diye emretti. Muşambayı temkinli bir şekilde kaldırır kaldırmaz buradaki patlayıcıları fark etmesi uzun sürmedi. “Yadigar! Kızlar seni bekliyor!” Yadigar ince dudakları düz bir çizgi alacak şekilde sessizce gülümsedi. Siyah saçları ve esmer yüzü maskesinin altında gizlenmişti. Öne geçip oyuğun içindeki bomba düzeneğini inceledi. “Kızlar güzelmiş!” dedi büyük bir dikkatle düzeneği incelerken. Saatli değildi. Patlayıcıyı tetikleyen kabloları bulup kestiğinde işi tamamlanmıştı. “Artık kızlar bizi üdemezler komutanım. Kendimizi cennetteki hurilere saklayalım!” Ekip kısık kısık güldü. Bu imha işleminin tamamlandığını haber veriyordu. Yadigar için bu işi haklamak hiç de zor olmamıştı. EOD eğitimlerini en yüksek derece bitirmiş, baş aşağı bir şekilde, amuda kalkarken, dumura yatarken, kafasına sert tekmeler yerken, pislik dolu bir kanalizasyon çukuruna boğazına kadar batarken, üzerinde fareler cirit atarken ve daha nicelerine maruz kalırken bundan çok daha güçlü bombaları imha etmeyi öğrenmişti. Ferit’in sesi telsizde duyulduğunda ekip yeniden ciddiyet kisvesine büründü. “Kuzey doğu tarafında bir hareketlilik var komutanım. Mağaranın içinde 4 it görüyorum. 1’ i kadın üçü erkek! Üç kişi de dağın doğu tarafındaki yamaçta yemek yiyor. Silahları bırakmışlar.” Barbaros “indir!” diyerek ilk emrini verdi. Ferit, Dragunov SVD isimli tüfeğini hazır konuma getirdi. Mesafesi uygun olduğu için dürbünü hata şansını en aza indirecek şekilde ayarladı. Sabit bir şekilde nefesi tutup saniye arayla 3 hedefi de alaşağı etti. “Leşler avlandı Komutanım. Doğu yamaç temiz!” Türkan, “Beşerli gruplar halinde sığınaklarda dolaşıyorlar. Hareketlenme var. Adamları hakladığım doğu tarafının 400 metre kadar kuzey doğusunda sığınaklar var. Askeri mühimmat ve yiyecek depoları o tarafta. O şerefsizlerin lideri de orada.” Barbaros, Cihangir’e sığınaklara hareket etmelerini emretti. İşini sağlama almadan sıcak çatışmaya girmek istemiyordu. Kendisi yanına Zeren, Ozan ve Umut’u alarak arka tarafta kıskaca almaya çalıştı. Dakikalar ilerledi. Bulunan leşler teröristleri tedirgin etmeye yetmişti. Karşılarında güçlü bir bordo bereli asker timinin olduğunu anlamış ve bu sessizlikten daha fazla korkmaya başlamışlardı. Barbaros ateş emrini verdiğinde az ama dolu atışlar yapan tim iyice hareketlenmişti. Düşmanlarının ummadığı bir saatte akla zarar bir baskın düzenlemişlerdi. Ateş hattı oluşturulmuş ve acemi erlerden oluşan ve delicesine bir korkuyla nişan bile almadan sağa sola ateş eden grupla çatışma başlamıştı. Kısa sürede yeterli temizlik yapıldı. Saklanıp sinen ve teslim olan teröristler silahları alınmak suretiyle teslim alındı. Lider arkasına taktığı 3 itiyle dağın yamaçlarına doğru kaçmaya başladı. “Allah kahretsin! Elinde rehine var. Bu kaçırıldığı yönünde ihbar aldığımız kız!” Dedi Türkan tırnaklarını geçirdiği keskin nişancı tüfeğiyle hareket halindeki gruba nişan almak için çabalarken. Ve sonunda “Görüş açımdan çıktılar. Atış sende badi!” diyerek Ferit’i telsizle uyardı. Ferit tüfeğinin dürbününü gruba atış yapacak şekilde ayarlayıp tetiğe iki kez seri atış şeklinde dokundu. Leşler liderinin iki adamını da kanlar içinde yere yığmayı başarmıştı. Tekgöz Şerwan’ı hedef almak istediğinde cesareti soğuk havada karın üzerinde yalın ayak dolaşmak zorunda kalan zavallı genç kıza odaklandı. Şerwan başına gelecekleri anlamış gibi kızı mermilerin geldiği yerden tarafa tutup kendini korumak için rehinenin arkasına siper oluyordu. “Komutanım! Kız Şerwan’ın önünde. Ateş edemiyorum.” “İkisini de canlı istiyorum!” diye atıldı Barbaros. Bal rengi gözleri kinle kısıldı. Siyaha yakın koyu kahverengi saçlarının dipleri çoktan terle sırılsıklam olmuştu. Şerwan’ın yanındaki acemi terörist sağa sola ateş etmiş ve sonunda tüm şarjörünü bitirmişti. Daha fazla direnemeyeceğini anladığında secde eder gibi yere kapanıp “Teslim oluyorum!” diye bağırdı. Leş liderinin tek gözü nefretle iri iri açıldı. Ayaklarının dibindeki askere sert bir tekme savurup “Hain” diye tısladı. Saniyeler içinde asker yaklaşamadan kendi adamını başından vurmuş ve kanını beyaz karların üzerine akıtmıştı. “Bila ez herim ez lava dikim! (Bırakın beni yalvarırım!)” dedi kız deli gibi ağlarken. Siyah saçları kirden bir tabakayla solgunlaşmış, açlık toz içindeki kirli yüzünün sapsarı kesilmesine sebep olmuştu. Hali günlerce maruz kaldığı durumu ortaya koyacak kadar acıklıydı. “Sus!” Diye haykırdı Şerwan. Bu kötü durumda bir de onun sızlanmalarını dinleyemezdi. Timi saniyeler içinde rehineyi kurtarmak üzere harekete geçti. Teslim olan teröristleri almak üzere helikopter çağrılmış ve kalan tek kişi ele geçirilmek üzere timin görev alanına girmişti. “Uzak dur asker! Buradan ancak cesedim çıkar!” Barbaros zavallı kızcağızın perişan haline öfke dolu bir yüzle baktı. Onu bu hale getirenlerin sözde kurtarıcı kisvesine büründükleri biliyor ve bu durumdan iğreniyordu. “Gidecek hiçbir yerin kalmadı! O zavallı kızı bırak! Buradan senin için tek çıkış teslim olmak!” “Teslim olmaktansa ölmeyi yeğlerim.” Barbaros gücün kendinde olduğunu hissettirir tarzda dudaklarını yayarak güldü. “Öleceğini nereden bilebilirsin ki? Aşağısı dik bir uçurum. Yer jilet gibi kaygan ve buzlu. Etrafımız vahşi hayvanlarla dolu. Buraya gelmeden önce kaç tane kurt, çakal, tilki gördüğümü bilemezsin. Neredeyse bir parça et için birbirlerini boğazlayacak hale gelmiş, saldıracak yer arıyorlardı. Onlar için harika bir ziyafet olacaksın Şervan!” Şerwan dik uçuruma göz ucuyla bakıp titreyen mimiklerini zapt etmeye çalışarak yutkundu. Kendine yakıştırdığı son elbette bundan çok daha farklıydı. Soğuk ciğerlerine işlerken aldığı her nefes boğazını yakıyor, ciğerlerinde öksürme hissi uyandırıyordu. “Ölmeyi planlıyordun değil mi?” dedi Barbaros rahat duruşundan hiç taviz vermeyerek. Başını kınar gibi sallayıp gülümsedi. “Hiç sanmıyorum. Aşağıya bir bak! Muhtemelen yere düştüğünde seni öldürmeyecek bir mesafede yara alacaksın ve kaygan zemin seni diğer kayalıklara doğru çarpa çarpa indirecek. Kırçlar bir bıçak gibi tenini paramparça edecek. Karnına, başına, sırtına derin yaralar açacak. Etrafı kan kokusu saracak. Kan kaybından ölmek senin için büyük bir lütuf olurdu sanırım. Fakat bunun için de zaman gerekiyor. Kanının kokusunu alan yırtıcılar etrafını sarmaya başladığında ölmeyi daha fazla arzu edeceksin.” Şerwan yakın gelecekteki akıbetini daha fazla dinlemeye tahammül edemiyordu. “Yeter sus asker! Beni bunlarla korkutamazsın!” Barbaros oldukça sakin bir şekilde derin bir iç çekti. “Donmuş filmini hiç izledin mi? Oradaki delikanlı senin gibi yüksek bir yerden atlıyordu. Tek amacı teleferikten kurtulup zemine inmekti. Birilerinin gelip kendisini bu şekilde kurtarabileceğini zannediyordu saf! Ama işler umduğu gibi gitmedi. Zemine çakıldığında bacakları kırıldı. Kemikleri etini delip dışına çıktı. Diğer insanların gözlerinin önünde kurtlar tarafından bütün etleri lime lime edilerek canlı canlı yenildi. Bence sen onun kadar bile şanslı olamayacaksın! Etini parçalayıp seni canlı canlı yedikleri anı düşününce leş kokusu burnuma kadar geliyor. Sence bu kötü sonu yaşamak zorunda mısın?” Şerwan terleyen alnının omzunun üzerinden silip titreyen elleriyle zavallı kızcağızı biraz daha kendisine yaklaştırdı. “Bak ne diyorum. Bu k… canlı bir şekilde istiyorsanız siz benim önümden çekilin ben de kendime yeni bir yol çizmek için burayı terk edeyim.” Barbaros kahkahalarla güldü. “Sen hayalci bir şerefsizsin! İkimiz de biliyoruz ki o kızı asla öldürmeyeceksin! Bunu yaptığında biraz önceki kaderi sana bizzat benim yaşatacağımı biliyorsun! Seni öldürmememiz için hiçbir sebebimiz kalmayacak!” Ekip aynı şekilde komutanlarına katılarak gülümsedi. Rehineye karşı duydukları endişeyi Şerwan’a asla belli etmemeleri gerektiğini kavrayacak akıldaydılar. “Bir sevgilim var! Çok güzel, tatlı bir kız! Görevden döndüğümde ona evlenme teklifi edeceğim. Her şeye rağmen hayat güzel inan bana! Burada kuduz bir köpek gibi ölmek dışında da şansın olabilir.” Barbaros kendisine yutkunarak bakan Şerwan’a acır gibi aşağılayarak güldü. “Hâlâ düşündüğüne inanamıyorum!” “Pişman olmak için çıkmadım dağa komutan!” “Pişman olacaksın ama… Sona son bir şans veriyorum. Kuduz bir köpek gibi sürünerek ölmemen için Allah’ın belası bir şans… Beni dinle! Çekersin cezanı s… olup gidersin yoluna. Bir aile, bir yuva kurmak senin için de şu ankinden daha iyi bir tercih olabilir.” Barbaros zavallı bir şekilde titreyen kızı kızıl saçlı, güzel kızı işaret edip başını dikleştirdi. Zavallı henüz 18 yaşında görünüyor, muhtemelen düştüğü cehenneme lanet ediyordu. Barbaros kıza güven verir gibi gözlerini açıp kapadı. Genç kızın başını hüzün ve korkuyla sallaması uzun sürmemişti. Şerwan’ın hiddetinden ve deliliğinden korkuyor, kolunu dahi kıpırdatamıyordu. “O kızı bırak! Boşuna yanında tutuyorsun! Sana hiçbir faydası olmayacağını bilecek kadar akıllı olduğunu düşünüyorum. Teslim olup devlete güvenirsen, omzundaki yarayı tedavi ettirir yaşaman için bir şans veririz. Bunun aksini yaptığında hiçbir şey teklif ettiğimden daha iyi olmayacak. Kimsenin umurunda değilsin! Yerini doldurmaları inan bana hiç zor olmaz! Memleket şerefsiz dolu! Bir tane eksilse ne olur?” Şerwan yere nefretle tükürüp şansına lanetler etti! Kimse bunun güzellikle olmasını beklemiyordu zaten. Teslim olduğunda kendisini başka örgüt elemanlarının hainlik ettiği gerekçesiyle öldüreceğine inanan Şerwan teslim olmayı aklının ucundan bile geçiremiyordu. Devletin kendisini koruması ihtimali onun için bir hayal bile değildi. Simsiyah kesilen kalbi hiçbir gerçeğe kapı aralamıyordu. Genç kız deli gibi ağlarken birkaç silah sesi tüm dikkatleri dağıttı. Bu aralıktan faydalanan genç kız çığlık atarak kendisine doğrultulan tüfeğe dirseği ile bir darbe indirdi. Şerwan afallamış ve burnuna yediği namlu ile karın üzerine devrilmişti. Tek kozunu kaybetmenin acısını okkalı bir küfürle dışa vurdu. Askerler üzerine atılmak isterken kendini geriye doğru itip uçuruma doğru kaydı. Onu bileğinden yakalayan Üsteğmen Barbaros Ege Demirsoy’dan başkası değildi. Şerwan Türk Komutanı ile uçurum arasında bakışlarının dolaştırdı. Düşmanı bilip kanını akıtmaya çalıştığı insana canı için yalvarmak zoruna gidiyordu. Ama iğrenç bir leş gibi bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde paralanmak da pek iyi bir tercih gibi durmuyordu. “Hareket etme! Seni çekip çıkaracağım!” dedi Barbaros eliyle kavradığı teröristi çekmek için bileklerine asılırken. Şerwan elinden kayıp uçurma yuvarlanan kalaşnikof tüfeğinin paramparça oluşunu korkuyla izledi. Kızaran gözlerine hırslı yutkunuşu etki etti. “Kurtar beni komitan! Ölmek istemiyorum!” Diğer askerlerin de yardımıyla terörist başı ele geçirilmişti. Temkinli olmaya çalışarak bölgeden uzaklaşıp kendilerini almak için gelecek helikopterleri beklemeye başladılar. Dağda kurt ulumaları duyuluyordu. Soğuk bir tipiyi de beraberinde getirmiş, poyraz en sert haliyle insanların tenlerinden gövdelerine sirayet etmişti. Genç kız korku dolu gözlerle bir kenara sinmiş bir an önce bu cehennemden kurtulmanın hasretini çekiyordu. Her gölge onu korkutsa da biraz önceki girdaptan daha kötüsüne düşeceğini düşünmüyordu. Kızıl saçlarını göğsünün üzerinde toplayıp kirpiklerine konan kar tanelerini gözlerini kırparak gidermeye çalıştı. Çevresindeki insanların bu dağ koşullarına rağmen temiz olan giysilerine ilgiyle baktı. Onların karşısında bir kadın olarak bu kadar zavallı bir halde olmak gururunu incitiyordu. Kürşat elinde matara ile genç kızın yanına geldi. Ona su uzatmak için cılız bir hamle yaptığında genç kız ürkerek biraz daha kendi kendine sokuldu ve küçüldü. “were vexwe! Em zirarê nadin we! ( Hadi iç! Bizden sana zarar gelmez!)” Genç kız hızlı bir şekilde matarayı dudaklarına götürüp kana kana suyu içerken nasıl göründüğünü çoktan unutmuş ve ihtiyacına yönelmişti. Biraz olsun rahatladığını hissettiğinde matarayı Kürşat’a yeniden uzattı. Genç kız kirli kızıl saçlarından utanıp başını eğdi ve karşısındaki Türk askerine utangaç bir şekilde kaçamak bakışlar attı. Uzun boyu ve kısa, parlak saçları genç kızın bakışlarının değdiği ilk yer oldu. Kahverengi, siyah, yeşil tonlarındaki kamuflaj desenini sarışın, açık tenli delikanlıya çok yakıştırmıştı. Üzerindeki soğuk hava parkası Kürşat’ı daha da çekici kılıyor ve kızıl saçlı genç kızı daha da utandırıyordu. Uzaktan gördüğü ve cesaret ve gücünü her yerde duyduğu o askerlerden biriyle konuştuğuna inanamıyordu. “Te zimanê min li ku hîn bû? (Sen dilimi nereden öğrendin?)”dedi dudaklarını hafifçe ısırıp titreyip birbirine vuran dişlerini zapt etmeye çalışırken. Kürşat dik duruşunu bozmadan “Karê min e ku ez bi gelê herêmê re ragihînim. (bölge halkıyla iletişim kurmak benim işim!” Diye cevap verdi. Timde başka Kürtçe bilenler olsa da onun görevi rehber ve yerel dil uzmanlığıydı. Genç kız utangaç bir bakış atıp gözlerini kaçırdı. Kürşat’ın kısa kesilmiş saçlarının, siyah gözlerinin asla aklımdan çıkmayacağını bilerek deli gibi atan kalbini susturmaya çalıştı. Kürşat titreyen genç kızın ince giysilerine gerginlikle bakıp bakışlarını kaçırdı. Hava soğuktu. Tilki olsa şu havada dik tuttuğu kuyruk bile donardı ama şimdi nezaket gösterse yanlış anlaşılmaktan korkuyordu. Daha fazla düşünmeyip sırtındaki soğuk hava parkasını genç kızın üzerine bıraktı. “Tu sar î, vê li xwe bike! (Üşüyorsun bunu giy!) Kız mahcup mahcup parka ile delikanlı arasında bir süre gidip geldi. Reddedecek gibi olduğunda Kürşat eliyle onu durdurdu. “ev ji bo we pêwîst e! Ji we re hat dayîn. (Bu sana gerekli! Sana verildi.) diye itiraz etti genç kız fakat Kürşat hassas bir kadın üşürken sıcak kalmayı gururuna yedirebilecek biri değildi. “İdare ederim ben alışkınım! Daha zor koşulları da gördüm.” dedi Kürtçe. Kız teşekkür ederken onu daha fazla rahatsız etmemesi gerektiğini düşünüp yanında uzaklaştı. Kim olduğunu söylemeyi unutmuştu ve hatta konuştuğu kıza bir veda bile edememişti. Genç kız parkaya sımsıkı sarılırken büyüleyici kokunun etkisiyle gözlerini huzurla yumdu. Yüreğinin çarpıntısını hiç bu kadar derinden hissetmemişti. Bu güzel kokuyu üzerinden atmak ve parkayı sahibine vermek istemiyordu. Bir gün yeniden yollarının kesişeceğini düşünüp yüreğini bu kısacık zamanda kaptırdığı adama bakarak iç çekti. Kürşat kendisini izleyen güzel bakışların farkında bile değildi. Erkin, açlıktan karnı kazınan Time kumanyalarını dağıtırken Zeren çoktan Şerwan’ın omzuna dikiş atıp pansuman yapmaya başlamıştı. İlk yardım onun işiydi. Yıldırım timinde herkes görevini biliyor ve vatan aşkıyla elinden geleni ardına koymuyordu. Nihayet helikopter geldiğinde herkes derin bir nefes aldı ve gerekli işlemler bölgeyi terk etti.
***
Alay komutanlığı 1993
Barbaros gerekli iş ve işlemleri üstlerine bir rapor halinde bildirmek üzere Yüzbaşı Rıdvan Bozkurt’un karşısında yerini aldı. Selamlaştıktan sonra operasyonla ilgili tüm detayları, sonuçları, elde edilen verileri raporuyla birlikte amirine açıkladı. Genç kız güvenli bir şekilde köyüne bırakılmış ve askerler köyden hayır dualarıyla uğurlanmıştı. Zavallı köy halkı terörden en çok çeken insanların başında geliyordu. Terör örgütlerini beslemek istemedikleri halde ellerinden ekmekleri alınıyor, kızları teröristleri dağda tutmak için zorla alıkonuluyordu. Bu zorbalıkları reddedenler ise cezalandırılmaktan kurtulamıyordu. Terörün bitmesi birbirine can kan olmuş, kız alıp vermiş bu iki millete yapılabilecek en büyük iyilikti. Barbaros dosyayı inceleyen komutanına göz göze gelmeksizin son bilgileri verdi. “Sığınaklardan her zamanki gibi pek çok mühimmat ve yiyecek ele geçirildi. Yüklü miktarda doğum kontrol hapı da bulunanlar arasında. Eğitim verilmek üzere köylerden kaçırılmış çocuklar kurtarıldı. Terör örgütünün elebaşı şu anda birliğe teslim edildi. İlk sorgunun ardından MİT’e oradan da savcılığa teslim edilecek. Gerekli güvenlik önlemleri alındı. Kullanılan mühimmat ve iş ve işlemleri raporda detaylı bir şekilde açıkladım. Ziyan olmadan bir operasyonu daha başarıyla tamamladık.” Rıdvan komutan Üsteğmen Barbaros Ege Demirsoy’a odasındaki minik ekran televizyonunu işaret etti. Barbaros büyük bir merakla televizyondaki haberi takip ederken komutan kumandayla sesini açtı. “Bu nasıl olabilir?” diye şaşkınlıktan titredi Barbaros. “Oldu! Bosna’ya ajans pres aracılığıyla giden savaş muhabirleri ne yazık ki Sırp ordusu tarafından esir alındı. Beş Türk gazeteci üç gündür esaret altında yaşıyor. Diplomatik süreç başlatıldı fakat savaş hali olduğu için olumlu bir netice beklenmiyor. Birleşmiş Milletler bu konuda yeterli çalışma yürütmüyor. Aldıkları önlemler Bosna halkını bile koruyamazken onlardan yardım dilenmek akıl kârı bir iş değil.” Yüzbaşı dertli bir nefesi ciğerlerinden savdı. Elleri ahşap ceviz masasını birkaç kez gerginlikle tıklattı. “ Bize Bosna yolları göründü Barbaros. Bize ait olanı canına, namusunu zarar gelmeden onların kirli ellerinden çekip almamız gerekiyor. Bu gizli görev için engin istihbarat bilgisi ve tecrübesi olan en başarılı askerlerden birisin. Bu sebeple görev için üstler seni düşündü. Sen ve timin farklı bir kimlikle gidip suya sabuna dokunmadan vatandaşlarımızı kurtaracaksınız. Gazetecilerin yanı sıra Interpol tarafından aranan bir istihbarat ajanı da birincil hedeflerimiz arasında. Vladimir Karadzic… Bu adamın Türkiye’de büyük eylem planlarının kilit noktası olduğunu biliyoruz. Bosna’ya sinip bu zamana kadar sade bir hayat yaşıyordu. Artık ininden çıktı! Onu ele geçirmeli ve ülkemizi dış düşmanlara karşı korumalıyız. Bizi Bosnalı bir Lawrens bekliyor.” Yüzbaşı Rıdvan Bozkurt elindeki dosyayı Barbaros’un önüne bıraktı. Dosyadaki resimde istihbarat ajanın Vladimir’in büyük boy bir fotoğrafı bulunmaktaydı. Fakat genç adam o fotoğraftan çok televizyon ekranına yansıyan güzel, genç kadının fotoğrafıyla alakadardı. Duyduğu isim ifadesiz yüzüne rağmen kalbini paramparça etmiş, tenine sert mızraklar geçirmişti. Hazel Öztürk… Evlenmek istediği kadın Bosna’da esir düşmüştü. Nefes almakta güçlük çekerken kalbi bir bilinmeze doğru savrulup duruyordu. Ya göreviyle kalbi arasında bir tercih yapması gerekirse! Şimdi ne olacaktı?
|
0% |