3. BÖLÜM: SAVAŞÇI ZEYNA
medya: Demet Tekin (Eklemedir Koca Konak)
Sana gitme demiştim,
Sen gittiğinde üşüyorum.
Rüzgar bile alıp götüremiyor senden arta kalan külleri
Deniz dalgalanmıyor ve ufuktaki tüm dümenler yanlış limanlarda bombalanıyor,
Aidiyet nedir unuttum
Tüm cephanemi sensizliğin arşın arşın yaktığı köksüz sevdaların küstah ormanlarında harcadım,
Bir kez daha koşmaya mecalim yok
Dolunayın saçaklarını tutup senden arta kalan renksiz tablolarla yaşamaya hevesim yok
Gel desem de gelmeyeceksin biliyorum,
Ben yüreğimden düşen senle yaşamaya korkuyorum.
Yaralı, ıssız ve olabildiğince siyah…
Alina’nın kaleminden
Savaştan önce sıradan her vatandaş gibi hiçbir suça bulaşmadan, kimseyi incitmeden, kitap okuyarak ve film izleyerek günlerimi geçirirdim. O günlerde biri beni kolumdan tutup her şeyin değişeceğini, bir gün elime silah alıp benimle aynı ülkede yaşayan başka insanları öldüreceğimi söyleseydi ona tımarhane kaçkını muamelesi yapardım. Bir gün bir sebeple birilerini öldürmek zorunda kalacağımı düşünmek bile kalbimin sıkışması için yeterdi. Artık bu fikirlerin hiçbiri beni rahatsız etmiyordu.
O gün hayatımın en büyük mücadelesini verecek ve beni yaşadığım topraklardan kaçmaya sevk edecek büyük işler yapacaktım. Canım yanıyordu. Sevdiğim herkesi kaybetmiştim. Savaş benden öyle çok şey almıştı ki artık bu korkunç hayatı yaşamamıza sebep olanlardan intikam almaksızın yaşama fikrini kaldıramaz olmuştum.
Bosna’daki halk sıradan vatandaşlar olmaktan çıkmış imkânı olanlar asker olarak kendi milletini, insanlarını savunma derdine düşmüştü. Onlardan biri de kardeşimdi. Evdeki silahlardan birini alıp bu zorbalığa karşı durmak için halkın içinden çıkan milis güçlerle bir araya gelmişti. Şimdi nerede olduğunu bilmesem de bir gün yeniden karşı karşıya geleceğimizi biliyordum. Bir amacım vardı. Radavon beni yosması yaptığını sanıyordu. Oysa buraya geldiğim ilk günden beri düşüncelerim çok farklıydı.
Dün gece odasından çıktıktan sonra yaptığı telefon görüşmesini dinledim. Radyo bağlantılarını ve telsizleri güçlü bir şekilde kullanıyordu. Bazı kuryelerle mesajlar gönderiyor ve halkıma zarar verecek eylem planları yapıyordu. Daha çok havan topu ve keskin nişancı ateşi ile insanlara korku salsalar da bir bomba eylemi hazırlığı içerisinde olduklarını anlamıştım. Bir şeyler yapmak zorundaydım. Onların bu korkunç çabalarına engel olmalı ve işleri aleyhlerine döndürmek için elimden geleni ardına koymamalıydım.
Dün Radavon kartlar açık oynamıştı. Nişanlım Maher’in kendisine teslim olduğunu ve emrindeki diğer askerler gibi komut beklediğini söylemişti. Ve bugün kendisini her şeye rağmen yalancılıkla suçlayan beni Maher’le yüzleşmek üzere söz konusu bölgeye götürecekti. Hazırlığımı yapıp beni askeri aracına bindirmesine izin verdim. Bugün kafamdaki planları harekete geçirmek hayatıma mâl olabilirdi. Buna rağmen inandığım şeyi yapmaktan asla çekinmeyecektim. Uzun sayılabilecek bir yolculuk yaptıktan sonra kırsal bir bölgeye gelmiştik. Üzerimde askeri yeşil bir gömlek ve siyah pantolon vardı. Saçlarımı Radavon’un sert bakışlarına rağmen yine arkamdan mısır örgüsü yapmıştım. Ulaştığımız yerin bir yeraltı sığınağı olduğunu fark ettiğimde buranın hedefim haline geleceğini biliyordum.
Sisli bir hava vardı. Kar dizlerime kadar ulaşmış, beyaz köpüksü kar taneleri ise kirpik uçlarımdan yanaklarıma düşerek üşüme hissimi arttırmıştı. İnsanların burayı keşfetmesinin ne kadar zor olduğunu biliyordum ve Radavon’un kafasındaki eylem planını neden burada başlattığını anlamıştım. Ayak bastığımız yer bilinen bir bölge değildi ve korumak için çok fazla asker yığmasına gerek yoktu. Bu yüzden bombaları alacak olan ekip buraya gelecekti.
Etrafımızdaki askerler beni Radavon’un yanında gördüklerinde yüzlerinde iğrenç bir sırıtış peyda oldu. Beni onun yosması olarak görmeleri midemi bulandırsa da dik duruşumdan ve kararlı bakışlarımdan asla ödün vermedim. Onca yolu iki araç halinde gelmiştik. Radavon’un çevresi kendisini korumak için görevlendirilen askerlerle doluydu. Kimse kafamdaki planın kolay olacağını söylememişti ve ben bu uğurda ölmeyi bile göze almıştım.
“İşte sevgili nişanlın Maher! Bu günkü planı hayata geçirecek olan askerlere gerekli mühimmatı o teslim edecek!” Bakışlarım dolu dolu Maher’in üzerinde dolaştı. Kahverengi saçlarını kısaltmıştı. Ela gözleri esen rüzgârın etkisiyle kısılmış ve dolu dolu olmuştu. Beni gördüğünde başını eğip bakışlarını kaçırdı. Giydiği kıyafet kimin üzerine ölüm saçtığın ortaya koyuyordu. Radavon’un söylediği hiçbir şeye itiraz etmiyor olması yuva kurmak için ne kadar yanlış bir insanı tercih ettiğimi belgeliyordu.
“Demek onlardan biri oldun!” dedim yazık eder gibi. Hiçbir tepki vermemiş ağzından çıkan dumanlarla sessizlik yeminine sadık kalmıştı. “Demek var olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bu insanlara ölüm kusmak için görevlendirildin!” dediğimde eğik başının izin verdiği ölçüde gözlerini, sıkarak o göz yuvalarına yaptığı baskıyı fark edebiliyordum. Maher benden uzaklaşmak istediğin de önüne geçip korkusuzca üzerine yürüdüm. Radavon bu seyirliği uzun zaman beklemiş gibi heyecanlıydı. Yüzündeki pis sırıtış benim nefretşme rağmen savaş naraları atıyordu. İntikamını sonunda almıştı. Maher kendisinde cevap bekleyen bana rağmen arkasını dönmeye yeltendiğinde ellerimle yüzünü kavrayıp elmacık kemiklerini sıktım.
“Nasıl bu kadar aşağılık olabilirsin? Sen vicdanını nerede kaybettin Maher?” Başını hüzünle salladı. “Başka çarem yoktu. Ölmemek için onlardan biri olmaya mecburdum!” Yüzüm iğrenir gibi kırıştı. Dolu gözlerimden tek bir damla yaş yanaklarıma süzüldü.
“Hiçbir şeye mecbur değildin!” Acıyla gülümsedim. Yüzüm alaylı bir hal almış, kaşlarım çatılıp yukarı doğru kıvrılmıştı. “Tabi! Annen bir Bosnalı olsa da sonuçta baban Sırptı değil mi? Sana bir tercih yapma hakkı verdiklerinde güçlü olanı seçmek istedin. Allah’ın adaleti bizden yana olsa da rüzgâr onlardan yana esiyordu. Sen de babanın kanının gereğini yaptın.” Burnunun dibine kadar yaklaşıp işaret parmağımın boğumuyla üç kez sözlerimi heceleyerek onu ittim. “Yaşatmak yerine öldürdün Maher!”
“Ölmek istemedim ben…” Başını eğdi cümlesini tamamlayacak cesarete bile sahip değildi. Daha fazla karşımda durmaya cesaret edemedi. Bana sırtını döndüğünde onunla konuşmamın yersiz olduğunu anlamıştım. Radavon, yüzündeki nefret dolu ifadeyle pis pis sırıttı.
“Dilerim ölmeden senin ölüm haberini alırım! Dilerim hainliğinin cezasını mahşerden önce çektiğini bilirim.” Radavon kahkahalarla gülerken Maher’den uzaklaşıp Radavon’un yanına gittim. Bana güvenmesini istiyordum. Kafamdaki planları harekete geçirmek için buna mecburdum. “Maher konusunda haklıydın Radavon!” Bakışlarım nefretle bir zamanlar sevgilim olan adamın üzerinde dolaştı. Bana bakamayacak kadar utanç doluydu fakat bu kalbimde kırılıp dökülenler için bir şey ifade etmiyordu.
Radavon’un parmakları örgülerimin arasından firar eden o tutama iliştiğinde ciğerlerimdeki nefesi efkarla bıraktım. “Haklıydın! O aslında beni hiç sevmemişti.”
“Bunu anlaman güzel!” dedi Radavon sıktığı dişlerinin arasından. “Keşke bunu daha önce fark edebilmiş olsaydım!” diye ekledim. Bu sözlerimin Maher’i ne kadar incittiği umurumda bile değildi. Dudaklarımı birbirine bastırıp bocalar gibi başımı salladım. “Belki de en başından yanlış bir tercih yapmıştım.” Başını sallayıp çenemi kavradı ve yüzümü kendine yaklaştırdı. Bakışlarının milim milim mezar kazdığı hınç ve hayranlık arasında gidip gelen yüz ifadesini değiştirmek için yüzümü olabilecek en masum hâle getirmiştim.
“Beni suçlayamazsın!” dedim bakışlarımdaki sahte hasretle. Ona duymak istediği her şeyi söyleyecektim. “Benimle konuşmamıştın! Sen bize bir şans vermedin bile!” Ellerim ilgiyle omuzlarına iliştiğinde nefesini tuttuğunu, heyecandan titrediğini fark ettim. Düşündüğümden çok daha fazla bana tutuktu. Aksi taktirde o bıçak hadisesinden sonra kendi ölüm fermanımı çoktan imzalamış olurdum. Ya da hırslı Radavon… İkisinin de bir önemi yoktu! İstediğimi alacaktım.
“Haklısın! Sonunda gerçekleri görmeye başladın!” Başımı onu onaylar gibi sallayıp ceplerinde duran bileğini kavradım. Bakışlarım rica ve duygu yüklüydü. “Evet! Gerçekten bu kadar geç gördüğüm için pişmanım fakat her şeye yeniden başlayabiliriz.” Etrafımızdaki askerlerde dolaşan gözleri sonunda yine beni bulmuştu. Bu özel meseleleri burada konuşmak istemediğini anlamıştım.
“Belki çok daha uygun bir ortamda bu konuları gözden geçirmeliyiz.” Başıyla askerlerinden birini işaret etti. Asker öne geçip jipin kapısını binmemiz için araladı. İşareti üzerine arabaya yerleşmek için bir hamle yaptım. Bizi korumakla görevlendirdiği askerlerin de aynı şekilde araca yönlendiğini gördüğümde kısık bir sesle “Onlar da mı bizimle gelecek?” diye sordum.
Bakışları önce askerleri ardından beni buldu. “Böyle olması gerekiyor! Savaştayız!” Mutsuz bir şekilde bakışlarımı kaçırıp huzursuzca kıpırdandım. Bu düşüncesinden hoşlanmadığımı anlamıştı. “Anladım!” dedim belirgin bir gerginlikle. Zoraki gülümsemeye çalışarak, “Haklısın! Yalnız olacağımızı sanmıştım.” Diye devam ettim.
“Neden av köşküne gitmiyoruz? Orası bunun için…”
“Hayır!” Sözünü tamamlamasına izin vermedim. “Ne kadar uzun zamandır hapis hayatı yaşadığımı bilmiyorsun. Gökyüzüne, ağaçlara, çiçeklere hasret kaldım.” Başımı geriye doğru yaslayıp bana ilgiyle bakan gözlerine davetkar bir şekilde gülümsedim. “Artık savaşın izlerini taşıyan sokaklarda ya da senin silahlarla dolu, kan kokulu evinde dolaşmak istemiyorum. Hiç değilse birkaç saat nefes alabileceğim bir yerde olmak istiyorum. Askerlerin, barut kokusunun olmadığı bir yerde…” Askerler akıllarında düşen pis sahnelerle sinsi bir şekilde sırıtırken Radavon çabuk gelişen bu olaylara karşı biraz şaşkındı.
Kaşımın birini kaldırıp “Korkuyor musun?” dedim. Maher yumruğunu sıkarken diğerleri ona yan bir bakış attı. Bu Radavon gibi rütbeli bir pisliğin dayanacağı tarzda bir fikir değildi. Bir süre kendini ölçüp tarttı. Bakışları birkaç kez arabanın içinde parlayan gözlerle kendisini süzen bana ve dışarıda kara saplanan askerlerinde dolaştı. Yüzü yumuşadığında nihai kararını verdiğin anlamıştım.
İri, kalın parmaklarını sinek kovalar gibi ileri doğru sallayıp, “Siz devam edin!” diye emir verdi. Aracın şoför koltuğuna geçip baş başa kalabileceğimiz sakin bir yere doğru tekerlekleri kaydırdı. Yol boyunca hiç konuşmamıştık. Araç birbirine omuz atan askerlerin arasından yavaş yavaş dağlık arazilere doğru yol almaya başlamıştı. Yol boyunca sessiz ve ilgili görünmeye çalıştım. Yüz ifadesinde belirgin bir rahatlama olsa da her an tetikte olduğunun farkındaydım. Bana güvenmesi için henüz çok erkendi.
Sonunda ormanlık bir alana geldik. Ağaçların bittiği yer derin bir vadiye bakıyordu. Uzaklardan Mostar Köprüsü’nü görüyordum ve o köprü üzerine and içmiştim. Milletimi bu hale getirenlerden intikamımı alacaktım. Yeterince uzaklaştığımızdan emin olduğunda aracı durdurdu ve kararlı adımlarla kapımı açıp çıkmama yardım etti. “Buralarda kafa dinleyebileceğini sanıyorum.” Gülümseyerek başımı salladım. Gözlerim nefretle bakarken bunu ne kadar başarabildiğimden şüpheliydim.
Bulunduğum mevkiden uzaklardaki manzaraya büyük bir mutlulukla baktım. Başım o şaşkınlıkla irkilirken geniş omuzlarını buldu. “Bu yaşananlar çok üzücü!” Bir iç çekiş dudaklarımdan firar edip önüme düşen kumral tutamları dalgalandırdı. Omuzlarının sarsılışından onun da iç çektiğini ve nefes almayı bile yavaşlattığını hissedebiliyordum. “Başka türlü yeniden bir araya gelmek isterdim.” Dedim başımı kaldırıp burunlarımızı her zamankinden daha fazla birbirine yaklaştırdım. Şaşkınlığı her geçen dakika biraz daha artmıştı. “Bö-Böyle olması gerekiyordu. Her şey geride kaldığında yaşadıkların için şükre edeceksin!” Onu hemen şuracıkta öldürmeme dirayetini gösterdiğime inanamıyordum. Yaptığı zorbalıkları mücadele ve ideal olarak gören birine ne denirdi ki?
“Sana kırgınım!” dedim sesimi olabildiğince masumlaştırmaya çalışarak. Yüzümde açan sevgi dolu bir tebessümü esirgemeden başımı biraz daha yaklaşarak heyecanlı bakışlarının arasında göğsüne yasladım. Bu pozisyon bana istediğim fırsatı verecekti. “Beni sevdiğine hiçbir zaman inanmamıştım. Bunu öyle çok gizledin ki şu an bile gerçek olduğuna düşünemiyorum. Birbirimize bu kadar geç kalmamızın sebebi senin ketumluğun oldu.”
Sıktığı yumrukları serbest bırakıp sırtımı okşadı ve belimi kavradı. “Bana yakınlık duyduğunu bilmiyordum!” dedi ciğerlerine derin bir nefesle şişirirken. “Maher’i sevdiğine öyle çok inanmıştım ki!” Elleri rahatsız olabileceğim bölgelerde dolaşıyordu. Bu hareketlere bile tahammül edip tırnaklarımı avuç içlerime bastırıp içimde biriktirdiğim tüm nefret söylemlerimi yuttum.
“Sen olmasaydın onun gerçek yüzünü belki de hiç göremeyecektim! Yanına gittiğimde bana bir yabancı gibi davrandı. Beni alıp götürmen onun için sorun bile olmadı. Kim böyle korkak biriyle birlikte olmak ister ki?” Histerik gülüşü yaşadığımız ana karşı büyülendiğini ele veriyordu. “Haklısın! İnsanın hayatta idealleri olmalı! Uğruna ölmek isteyeceği değerli bir şeyler!”
“Evet! Her kadın güçlü bir erkeğe ait olmak ister.” Ellerimi Göğüs kafesinde gezdirip heyecanlanıp ısınan bedenine, fethedilmiş iradesine yeni bir darbe daha indirdim. “Senin gibi…” Ona duymak istediği sözleri hiç esirgemeden fısıldıyordum. Bu yaptıklarımın karakterimden bir şeyler alıp götürmesi artık bir sorun değildi. Çünkü biliyordum pek çok insanın canını kurtarmamın tek yolu değişmekti. Elleri gömleğimin arkasındaki düğmelere iliştiğinde aklındaki tek şeyin varlığı beni harekete geçirdi. Cebimden çıkardım şırıngayı içindeki sarı sıvı ile birlikte boynuna enjekte ettim. Kendini ani bir refleksle geriye attı. O an bunu asla beklemediğini biliyordum. Gafil avlanmıştı!
“Sen!” dedi acıyla kıvranırken. Saniyeler içinde dizlerini kırıp yer düşmüş ve bana daha fazlasını yapmam için fırsatlar yaratmıştı. Dizim kırarak ona doğru eğildim ve bir ağız dolusu nefret kusacak şekilde sırıttım.
“Sana bu kadar çabuk teslim olacağımı düşünmüyordun değil mi? Eminim ailemin, vatanımın, sevdiklerimin katili olan bir adama Âşık olduğuma da inanmamışsındır.”
Çatallanan sesiyle kıvrandı. Yerde yuvarlanıp tırnaklarını toprağa geçiriyor ve terleyen alnını gözlerimin önünde toza toprağa buluyordu. “Sen bir k…’sın!” Dizlerimin üstüne çöküp suratına tükürdüm. “Seni eğlendiren bir k… olmaktansa seni cehenneme gönderen bir k… olmayı tercih ederim.”
“Bunun bedelini ödeyeceksin!” Kesik konuşmaları ve zavallı hali beni ürkütmekten öyle uzaktı ki kontrolün bende olduğunu hissettirecek şekilde nefes alıp gözdağı vermekten fazlasını yapmadım. Kontrolün bende olduğunu hissettirerek ses tonumu düşürdüm.
“Şimdi sana söylediğim her şeyi yapmak zorundasın Radavon! Bu insanlara işkence etmek için kullandığınız ilaçlardan biri. Daha doğrusu bir zehir! Şimdi Boşnak erkeklerini vatanlarına ihanet etmeye zorlamak için kullandığınız bu yönetimi bizzat senin üzerinde deneyeceğim. Bakalım sende ne kadar etki edecek!”
Hırlayarak kanına karışan zehrin verdiği acıya teslim oldu. “Kurtar beni, ölmeme izin verme!” İşaret parmağımı reddeder gibi salladım. “Önce benim istediğim bazı şeyleri yapmak zorundasın! Planladığınız eylemlerden haberdarım! Sivillerin yaşadıkları bölgelere bomba bırakacaksınız! İnsanlar sizin yüzünüzden ölecek! Köylerden topladığınız kadınları askerlerimize yem etmek için hazırladığınız kamplara göndereceğinizi biliyorum.” Eğilip ayaklarımın dibinde kıvranan adamın başından beresini aldım ve bereyle alnına aşağılayan bir fiske savurdum.
“Bunlara engel olmak zorundayım Radavon! Bu insanlar sizden gelen bu zulümleri hak etmiyor! Kendi vatanında namuslarıyla yaşama haklarına engel oluyorsunuz. Elbette bunun bir bedeli olmalı!” Radavon elindeki son mecali telsizle anons geçmek için kullanmaya yeltendiğinde ayağımla telsizine okkalı bir tekme savurup kendimden uzaklaştırdım.
“Hayır bu o kadar kolay olmayacak!” Radavon titrek elleriyle çırpınırken cebinden silahını çekip aldım. Gözlerimin önünde felç geçiriyordu. Koynumdan çıkardığım kağıtları ona gösterdim! “Bu kağıtları tanıdın mı? Çok gizli operasyonlarda kendi el yazınla bu kağıtlara emirler yağdırır ve mührünü basıp gönderdiğin habercilerle insanlara kan kustururdun! Senin el yazını taklit edip mührünü bastım. Senin mahvettiğin her şeyi yine senin mührünle düzelteceğim.”
“Hayır!”
“Evet Radavon! 4 ya da 6 saat içinde öleceksin! Sana tetradoksin zehri verdim. Bu zehir sodyum kanallarını bloke edip sinir sistemini yavaş yavaş bitirecek. Sinir hücrelerin kaslarına sinyal göndermeyi bıraktığında felç başlayacak. Ve sanırım çoktan başladı bile.” Eğilip dağılan yüzüne nefretle baktım. “Önce yüz bölgesi, sonra da tüm vücut! Diyaframın ve solunumun felç olacak. Solunum yetmezliği birkaç saat içinde kalp durması ve ölümle sonuçlanacak.” Yüzü kıpkırmızı keserken gülümsedim. “En güzel olan da ne biliyor musun?” Birkaç kıkırdama… “Tüm bunlar olup biterken bilincin asla kaybolmayacak.” Kahkahalarımın arasından geveleyerek dalga geçer gibi konuştum. “Yavaş yavaş öleceksin! İnsanlara acı verdiğin gibi! Hak ettiğin gibi Radavon!”
Telsizini alıp jipine yöneldim. Jipin içinde uzun namlulu tüfeğiyle birlikte yedek askeri üniforma da bulunuyordu. Ona son kez dönüp baktığımda “Zbogom Radavon! Zbogom (elveda)” diye bir baş selamı verdim. Her geçen sanye durumu daha da kötüye gitmişti. Araca binip el ayak çekilinceye kadar sakin bir yerde bekledim. İlk hedefim bombaları lehimize çevirecek o ilk hamleyi yapmaktı. Bombaları taşıyan aracı görür görmez saklandım. Kimsenin beni fark etmesini istemiyordum. Rütbeliler Suikasti gerçekleştirecek askerlere direktifler veriyorlardı. Önce sızma operasyonu yapılacak ardından da bombalar patlatılacaktı. Hedef noktaların toparlanmasına fırsat vermemek için bölgelerde saldırılar devam ettirilecekti. Olabilecek şeyleri düşünmeye tahammül dahi edemiyordum.
Mühimmat deposunun içine girmeli ve o bombalar için gerekeni yapmalıydım. Kapının önündeki nöbetçi askeri fark ettiğimde Radavon’dan aldığım silahın susturucusunu taktım. Nefesimi tutup ona nişan alırken bir yılan kadar sinsi ve bir karınca kadar sessizdim. Olabilecek tüm ihtimalleri düşünüp ateş ettim. Onu başından vurmayı başarmıştım. Üzerimde erkek kıyafetleri ve başımdaki yüzümü gizleyen kar maskesiyle tehlikeli görünüyordum. Adamı koltuk altlarından tutup deponun kenarındaki tuvalete doğru taşıdım. Kapıyı ardından kilitlediğimde son kez etrafı kontrol ettim. Neyse ki geride herhangi bir iz kalmamıştı.
İçeride beni bekleyen bir başka asker olduğunu fark eder etmez duvarın ardına sinip siper oldum. Bazı milisler kıpırdanmaları fark etmiş ve kolaçan etmek için bana doğru gelmeye başlamıştı. Yakın mesafeden diğerini ensesinden vurdum. Devrilmesine fırsat vermeden aynı tuvalete onu da kapatabilmiştim.
Bombalar hazırlanmış ve deponun dışındaki kutuların içine konulmuştu. Kutuyu açıp bomba düzeneğini çıkardım. Mekanik bir zamanlayıcısı vardı. Yapmam gereken şey patlama süresini değiştirip saati kurmaktı. Onlar bombaları günün hareketli saatleri için hazırlamışlardı, fakat bana gereken yarım saatlik bir süreden fazlası değildi. Burası dağlık bir arazi olduğu için çıkmaları yaklaşık 1:30 saatlerini alacaktı. Bu sebeple saatleri erken bir zamana ayarlayıp depoyu koruyucu askerlerle birlikte patlatabilirdim. Böylece mühimmat deposundan isteseler de faydalanamayacak duruma gelirlerdi.
Saat mekanizmasının üstündeki kadranı yarım saat süre olacak şekilde ayarladım. Kadranı çevirip zembereği gevşetmem yeterli olmuştu. Artık planlarını alt üst etmek için kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Bomba düzeneklerini yeniden kutulara koyup fark edilmeden depodan uzaklaştım. Sadece tek bir bombayı yanımda götürmüş kalanlarını depoda bırakmıştım. Uzaktan olacakları izlemeye başladım.
Askerler görev yerini terk eden nöbetçileri fark etmiş ve içeri girme ihtiyacı hissetmişti. Etrafa göz gezdirip başına sıktığım arkadaşlarının izini sürmeye çalıştılar. Ne yazık ki tuvaletin altından sızan kan beklediğimden daha erken duruma uyanmalarına sebep olmuştu. Bomba kutularının etrafında dönüp durdular. Böyle bir girişimde bulunacağımı kimse düşünememişti. Bu depoya zarar vermek stratejik açıdan önemliydi. Araçlar gecikse de beklediğim zamana yakın sayılabilecek bir şekilde toparlanmış. Dakikalar sonra üst üste olan patlamalar karanlık gökyüzünün kızıl alevlerle aydınlanmasına sebep oldu. Bu patlamalar diğer askerlerin de dikkatini çekmiş ve bu bölgeye yönelmelerine sebep olmuştu. Etrafta müthiş bir can pazarı yaşanıyordu.
500 metre kadar ileride bir radyo-telsiz iletişim deposu bulunuyordu. Bu bölgede ne kadar önemli olduğunu biliyordum. Toparlanmalarına fırsat vermeden aralarındaki güçlü iletişimi çözmem gerekiyordu. Radavon’dan aldığım jipe atlayıp elimdeki mühürlü emir belgeleriyle söz konusu alana yöneldim. Bomba dikkatlerini dağıtmak için iyi bir taktik olacaktı.
İrice bir kayanın arkasında düzeneği hayata geçirdim. Yarım saat sonra büyük bir patlama olacaktı ve insanlar harekete geçip o tarafa yönelecekti. Boşalan hatta geçip tüm aletleri kullanılamaz hale getirerek aralarındaki iletişimi bitirecektim. Her şey tam da tahmin ettiğim gibi olmuştu. Onlar bombanın patladığı alana yönelirken az miktarda kalan askerler şaşkınlıkla hata üstüne hata yapıyordu. Susturucu taktığım silahla kalan iki adamı da etkisiz hale getirdim. Elimde tabancanın dışında Radavon’dan aldığım uzun namlulu bir de silah vardı. Ortamdaki cihazlara gelişi güzel atış yapıp tüm iletişim mekanizmalarını alt üst ettim. Araca binmek için yöneldiğimde bir silah sesi duyuldu. Hemen akabinde bacağımda büyük bir yangı hissettim. Acı yere düşmeme sebep olmuştu. Erkek kılığında olduğum için sesimi çıkaramıyordum.
Açık hedef halindeydim. Aracın yanına siper olup beni vurmamaları için ateş ettim. Canım öyle çok yanıyordu ki silahın tetiğine basacak gücü bile kendimde bulamıyordum. Acele etmek ve bir an önce buradan uzaklaşmak zorundaydım. Kendimi aracın içine yüzü koyun attım. Anahtarı kullanarak aracı çalıştırdım ve gaza bastım. Arkamdan hâlâ birilerinin ateş ettiğini biliyordum. Yaralıydım. Bu şekilde ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum. Gorazde’ye varmam iki saati bulacaktı. Alnımda biriken terler yüzüme akmaya başlamıştı. Gözlerim her geçen dakika biraz daha bulanıklaşıyordu. Yitip gitmek için deliren zihnime güçlü olmak zorunda olduğunu hatırlattım. Burada durduğumda kimse bana merhamet etmeyecek, iyileştirmek için bir şey yapmayacaktı. Yaptıklarım çoktan öğrenilmiş olmalıydı. Artık en büyük düşmanlarıydım. Kan kaybını önlemek için bacağıma müdahalede bulunmuş ve biraz daha zaman kazanmıştım.
Başım direksiyona düşmemek için direniyordu. Hızlı olmak zorundaydım. Geçen her dakika gücüm tükeniyordu. Sonunda istediğim adrese ulaştığımda biraz olsun rahatladığımı hissettim. İnlemelerim arasında o küçük evin bahçesine yöneldim. Gözlerim pencerelerdeki gölgelere takılmıştı. Buradaydılar. Kim olduklarını bilmesem de o Türk olduğuna inanmak istiyor, kardeşimi bulup kurtarmış olmasını ümit ediyordum. Evin içinde ve dışında mevzilenen insanları görür görmez vur emrini beklediklerini ve beni bir tehlike olarak algıladıklarını anlamıştım. Pencereden namluların ucunu göremesem de orada olduklarını biliyordum. Aracı durdurup o derin bir sessizliği iliklerime kadar hissettim.
Bu aracın Sırplara ait bir askeri araç olduğunu bildiklerini düşünüyordum. Muhtemelen içinde bir Sırp askeri bulacaklarına inanıyorlardı. Aracın kapısını araladım ve indim. Bana ateş etmek için bekleyen insanların gözlerinin önünde tüfeğimi karlı zemine bıraktım. Mecalsiz, zayıf adımlar atıyordum. Ve sonunda güçsüz dizlerim kendini sertçe yere bırakıp teslim oldu. Aracın kapıları açıktı. İçeride benden başka kimse olmadığını anlamış ve biraz daha hızlı hareket etmeye başlamışlardı. İçlerinden uzun boylu kar maskeli biri bana temkinli bir şekilde yaklaştı. Bacağım boydan boya kan içindeydi.
“Yaralı!” İnlemelerimi duydular. Canlı bomba olma ihtimalime karşın aceleci davranmıyorlardı. Karı kırmızıya boyayan kanım tükenmek üzereydi. Gözlerimi arandığımda kar maskesinin ardındaki bal rengi gözlerle afalladım. Bu gözleri tanıyordum. Dudaklarımdan belli belirsiz inlemelerin dökülmesine engel olamıyordum. Elleri yüzümdeki kar maskesini çekiştirip çıkardığında ilk örgülerim düştü bileklerine. Artık aramızdaki tüm perdeler kalkmıştı. Gözleri kısılırken elleri bana bakan gözlerinin aksine diğerlerine işaret verdi. Beni kollarının arasına almıştı. Bir eli bacaklarımı kavramış, diğeri ise belime tutunmuştu. Artık güvende olduğumu düşünüyordum. Duygusuzca eve yöneldiğimizde dudaklarından dökülen sözcüklerle afalladım. “Kurtuldun göçmen kızı!”
***
Üzerime tonlarca ağırlık bindirilmiş gibi yorgundum. Gözlerimi aralamak için birkaç kez kıpırdandım. “Hareket etme!” Dudaklarım dişlerimin arasında yer buldu. Korkunç bir sızının bacağımdan kanıma hücum ettiğini ve oradan da tüm bedenimi esir aldığını hissedebiliyordum. Boşnakça, “To boli! (Canım yanıyor!)” diye sayıkladım. Bakışlarım sisli bir tülün ardından bakıyormuşçasına kayıptı. “Sakin ol! Dikiş işlemine yeni başladım. Şanslısın! Kurşun sıyırmış! Sadece kan kaybetmişsin.”
Zihnim aydınlanıyordu ve o soft iklimin arasında karşımda gördüğüm ilk şey bal rengi bir çift göz oldu. O siyah kar maskesinin altında kim olduğundan emin değildim. Saniyeler içinde yanı başımdaki şifonyerin üzerinde bulunan silahıma davrandım. Bu beklediği bir şeydi! Çok hızlı hareket edememiş beni engellemesini sağlayacak o şansı istemeden de olsa ona vermiştim. Engelleme imkânı varken kayıtsız kalarak böyle davranmama izin verdi.
“ko si ti? (Kimsin)?” dedim yine aynı telaşlı ses tonumla. Elleri ürkmemi önemsemeyerek başındaki kar maskesini bir çırpıda çıkardı. Kendimi eskiye nazaran çok daha güvende hissettiğim halde silahımı indiremedim. Öyle kötü şeyler görmüştüm ki birine güvenmem için bedenimdeki tüm acı hatıraları siyah bir kâğıt gibi buruşturup yakmam gerekiyordu. Güven dediğim duygu artık ruhumda asla yer bulamayacaktı.
“Yaralısın! Biraz daha debelenmeye devam edersen kanaman yeniden başlayacak!” Gözlerim sağ baldırıma iliştiğinde yüzümü saran utanç duygusuna engel olamadım. Pantolonum çıkarılmıştı. Pansuman yapıldığını yanı başımdaki kanlı pamuklardan anlıyordum. Çok kan kaybetmiştim. Başım dönüyor, gözlerimin önü kararıyordu. Midemdeki bulantı kendimi korkunç hissetmeme sebep olmuştu.
“Silahını indirirsen pansumana devam edebilirim!” Gözlerimin önü yavaş yavaş yeniden kararmaya başlamıştı ve başım istem dışı aynı yastığın üzerine devrilmekten kurtulamadı. Nefes alışverişlerim sıklaşmış dudaklarım acı ve inleme ile aralanmıştı. O dikme işine geçerken acımın daha da arttığını hissettim. “Bana bir söz vermiştin!” dedim sıktığım dişlerimin arasından. Boşnakça bilmediği için İngilizce konuşmaya başlamıştım.
“Sözümü tuttum. Kardeşin bizimle ve gayet iyi durumda!” Bu duyduğum ve duyabileceği en muhteşem haberdi. Hana’yı kaybetmekten korkmuş ve bunun için kendimi de onu da riske atacak bir karar vermiştim. Yine de tetikte olmam gerektiğini biliyordum. Bal rengi gözleri ter içinde kalan yüzümde birkaç saniye duraksadı. “Peki ya sen! Sözünü tutacak mısın?”
Ceketimin ön cebinden bir kâğıt çıkardım. “İşte! Gazetecilerin tutulduğu yerin adresi…” Kâğıdı elimden alıp göz gezdirdi. Yazılan şeylerin Boşnakça olduğunu görüyor ve bana doğruluğunu ölçmek ister gibi bakıyordu. “Beni yanıltmadığına inanmak istiyorum! Eğer bu işin içinden yanlış bir şeyler çıkarsa bedeli ağır olur!”
“Çıkmayacak! Sen kardeşimi kurtardın! Ben de sözümü ne pahasına olursa olsun tuttum!” Şüpheli gözlerini çevirerek yeniden önüne konsantre oldu ve bacağımdaki dikiş işlemini tamamladı. Sarma işine başlamıştı ve ben hâlâ utanç duygusunu iliklerime kadar hissediyordum. Arkasını döndüğünde bunu fırsat bilip güçlükle pantolonumu vücuduma geçirdim ve fermuarını çektim.
“Neden erkek kılığında dolaşıyorsun?” Sırtımı yastığa yaslayıp ona dalga geçer gibi baktım. Cevap basitti. “Savaşın olduğu bir ülkede kadın olarak yaşanmıyor!” Omzunun üzerinden bana acır gibi baktığında kafasına bir şey geçirmemek için kendimi zor tuttum. Zorda kalsam da henüz ölmemiştim. Dimdik ayaktaydım. Bize bunu yapanlara kan kusturmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordum. Bakışlarına ve düşüncelerine dikkat etse iyi olurdu.
“Savaştan kurtulmak için düşmanının yanına sığınmayı mı tercih ettin?” Kaşlarımı çatmama aldırmadan devam etti. “Seni koruması için onun sana olan saplantısını kullandın yani!”
“Ben kimseyi kullanmadım!” Sesim tahmin ettiğimden çok daha yüksek ve kararlı çıkmıştı. Beni aşağılamasına asla izin vermezdim. “Beni yanında zorla tutuyordu. Gün ışığına, insan sesine hasret kalmıştım. Benden defalarca faydalanmak istedi. Ölmek pahasına kendimi korudum. Utanılacak bir şey yapmadım ben.” Ayağa kalkıp yavaş yavaş sendeleyerek yanına gittim. Şimdi konuşmak için çok daha iyi bir pozisyondaydık. Hâlâ bana bir suçluymuşum gibi bakıyordu. İşaret parmağımı büküp boğumunun sert kemiğiyle kalbinin iki kez sertçe vurdum. Gözlerimi bir an bile kaçırmamıştım. Orada olanları görmüş ve bilgi sahibi olmuştu. Bu yüzden yorum yapmadan önce haddini bilmek zorundaydı. Aksi taktirde ona haddini bildirme işlemini ben devralacaktım.
“Ne yaşadığımı bilmeden beni yargılama cüretini nasıl gösterebilirsin?” Titrek nefesini ciğerlerinden bıraktı. Bileğimi tutup gözlerini gözlerimden ayırmadan indirdi. “Yargılamıyorum. Umarım ne yaptığını bilecek kadar akıllısındır. Bana boyundan büyük işlere kakışıyormuşsun gibi geldi.” Bileğimi sertçe çekip sıktığım dişlerimin arasından gözdağı verdim. Bu hareketim yaralı olduğum için geriye doğru hafifçe sendelememe sebep oldu.
“Neyi yapıp neyi yapmayacağımı bilecek yaştayım.”
“Öyle olsun!” diye kestirip attı. Benden uzaklaşmasına fırsat vermeden, “Şimdi soru sorma sırası bende!” dedim. “Kimsiniz siz? Neden bu ülkedesiniz? Neden kılık değiştirip kendini İngiliz barış elçisi olarak tanıttın?” Suskundu. Bana bilgi vermek istemediğini en başından beri anlamıştım. Buraya gazetecileri kurtarmak için gelmişti ve Türk’tü. Muhtemelen gizli bir istihbarat servisinde çalışıyordu. “Sana bilgi vermek zorunda olduğumu hiç sanmıyorum!” Sırtımı yasladığım duvardan uzaklaşmak için çırpındım, fakat şifonyere tutunarak güç bela harekete geçebilmiştim.
“Ayağa kalkmasan iyi edersin! Dikişlerin henüz çok yeni, hareket etmek daha fazla canının yanmasını sebep olacak!” Bakışlarım ters bir şekilde üzerinde dolaştı. “Beni düşünmene gerek yok!” Ters cevaplarım kızdırmıştı. Gözlerime öfke soluyan bir canavar edalarıyla baktı. O an sessizliğimizi bölen tek şey Radavon’dan çaldığım telsizin sesi oldu. “Ovde Zvezda 1, operacija nije uspela. Ponavljam, operacija nije uspela. (Savaşçı’dan Yıldız 1’e, operasyon başarısız oldu. Tekrar ediyorum. Operasyon başarısız oldu)” Bakışları üzerimde tekinsiz bir şekilde dolaştı. Tek bir söz dahi söylemeden ikinci telsiz anonsu duyuldu.
“Osoba u uniformi oficira digla je u vazduh skladište municije. Napala je radio-vezu. Među onima koji sumnjaju, smatra se da je ta osoba žena koja se pretvara da je muškarac! (Rütbeli asker kıyafeti giymiş bir şahıs mühimmat deposunu patlattı. Radyo Telsiz hattına saldırıda bulundu. Şahsın erkek kılığında dolaşan bir kadın olduğu düşünülüyor.) Sırpça bilmediğini düşündüğüm için kendimi rahat hissediyordum. Ta ki kapı aralığından bizi dinleyen bir başka maskeli adam söze dahil olana kadar.
“Asker kılığına girmiş bir kadının radyo telsiz hattını ve mühimmat deposunu patlattığını söylüyor.” Dudakları hayranlık ve alay arasında birkaç kez gidip geldi. “Bu işlerin senin başının altından çıkmadığını söylemeyeceksin değil mi? Neden erkek kılığında dolaştığın anlaşıldı.” Suskundum. Bir zamanlar ben de herkes gibi yaşardım. Artık yaşayamıyordum. Radavon’un yanındayken kapalı kapılar ardında plan dışı intihar eylemlerini duymuş ve halkıma inecek bu korkunç darbelerden rahatsız olmuştum. Ben asker değildim ve onlar kadar başarılı silah kullanamıyordum. Bu yüzden beni keklik gibi avlamaları çok olası bir sonuçtu. İstesem de sonumun ölüm olmasını değiştiremeyecektim.
“Korkmuyor musun!”
“Korkmuyorum!” dedim hiç düşünmeden. Kaybedeceğim tek şey Hana’ydı. Ben onu korumak için yaşıyordum. “Neden? Seni yakaladıklarında onlarca insanın tecavüzüne uğramaktan, kamplarda mahvolmakta çekinmiyor musun? Seni öldürmek onlar için bir zevk!” Yüzümde acıklı bir tebessüm peyda oldu. “Umurumda mı sanıyorsun? Bu vahşete herkes gibi susmamı nasıl bekleyebilirler? Bu daha hiçbir şey! Henüz yapacaklarım bitmedi.” Yüzünde beliren gururlu ifadeyi görmezden gelip kalkmaya yeltendim. Pencere kenarına gelip dağılan örgülerimi omzumun üzerine iliştirdim. “Silah kullanmayı nerden öğrendin? Savaşla ve kanla işi olmayan insanlar bu tarz şeyleri genellikle bilmez.”
“Size bir açıklama yapmak zorunda değilim.” Resmileşen ifadem gerginleşip dudaklarını kıvırmasına sebep oldu. “Belli ki ailende bu konuda yardım alacağın birileri var.”
Sıkılganlıkla iç çektim. “Neden bu kadar çok soru soruyorsunuz? Benden öğrenmek istediğiniz tam olarak ne?” Yanıma gelip pencerenin perdesini açtı. Karşımdaki karlı dağlar bakışlarımın mıhlandığı tek odak noktasıydı. “Neden rahatsız oldunuz? Sadece sohbet ediyoruz! Mesela Radavon’a ne yaptığınız benim için iyi bir merak konusu! Üzerinizde hâlâ onun üniformasını taşıyorsunuz.” Ellerimi öne getirip kollarımdan gövdeme ardında da bacaklarıma uzanan bir seyirliğe gözlerimi mecbur ettim. Üzerimdeki kıyafetlere baktığında aklından neler geçtiğini anlamam uzun sürmedi.
“Ondan ihtiyacım olacak bazı şeyleri alıp kaçtım. Eğer merak ettiğiniz hayatta olup olmadığıysa müjdeli haberi alabilirsiniz. Onu öldürmedim.” Radavon’a ait silahı gözlerine nişan alır gibi yaklaştırdı ve incelemeye başladı. Bu kadarla sınırlı kalmayacağını biliyordum.
“Neden öldürmedin? Bosna halkına soykırım yapmayı amaç haline getirmiş birini öldürmek senin için çok zor olmasa gerek.” Silahı alıp yeniden belime yerleştirdim. Bana yaptığı yakıştırmalar iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı. “Radavon kendisine verdiğim zehir sayesinde felç geçirdi. O bu kadar zavallı bir haldeyken kafasına sıkmam doğru olmazdı. Uzun bir tedavinin ardından yeniden eski sağlığına kavuşabilecek ve ben bu süreçte amaçlarıma ulaşabileceğim. Ölmekten korkmasın istiyordum. Bu yüzden zehrin öldürücü olduğunu söyledim.”
Etrafımda yarım daire çizip alçak bir ritimde alkış tutturdu. Diğerleri de bizi izliyor ve kendi aralarında Türkçe söyleniyorlardı. “Bravo! Müthiş bir oyun sergilemişsin. Ne yazık ki onun için üzüldüğümü söyleyemeyeceğim!” dedi alaycı bir ifadeyle. Zaten samimi olmasını beklemiyordum.
“Ben de!” diye karşılık verdim. “O pislik, kadınlara tecavüz etmelerini istiyor ve halkına soykırım yapıyordu. Havan toplarıyla, sniperlarla insanlarımıza saldırdılar. Sevdiklerimizin mezarını bile bulamayacağımız bir kader yaşattılar bize. Ölmesini isterdim fakat yerde can çekişirken, o kadar aciz bir haldeyken bunu yapamazdım.” Kafasının allak bullak olduğunu biliyordum.
“Ben bir asker değilim ve bu davranışlarda bulunmaya yetkim yok. Fakat savaş bizi öyle bir zamanda öyle ummadığımız insanlar tarafından vurdu ki hepimiz birer asker, savaşçı olduk. Kendimizi korumak için bundan başka bir yol bulamadık.” Başını sallayıp pencereden uzaklardaki dumanlara baktı. Yakılıp yıkılan evlerin dumanı her yanı sarmış, gri bir örtüyü milletimin üzerine düşürmüştü. Yardım çığlıklarını duymamak için kulaklarımı kapamaktan yorulmuştum. Artık ben de bir şeyler yapmalıydım.
“Gazetecileri kurtarmak istediğinizi sanıyordum. Sizi durduran nedir?” Elleri sakallarını düşünceli bir şekilde sıvazladı. “Operasyon için belki de hazırlık görüyorumdur. Plansız programsız iş yapmak bize yakışmaz.” Daha fazla bir şey söylememin yersiz olduğunu anladım. Bu adam sadece kendisine ait olan bir şeyleri almak için gelmişti. Kapının aniden açılması ve ardından duyduğum o neşe dolu ses yüreğime ılık bir meltem esirmişti. “Hana!”
Minik kardeşim Boşnakça “Ablacığım!” diyerek boynuma sarıldı. Yüzümdeki gergin ve endişeli ifade bir anda silinmişti. Onu kollarımın arasına alıp saçlarını sevgiyle öpüp okşadım. Ona kavuşacağım bu anları defalarca hayal etmiştim. Güzel kıvırcık saçları örülmüş, siyah gözleri tatlı bir uykudan uyanmış gibi mahmur bir şekilde bana göz kırpmıştı. Etrafımızı çeviren diğer insanları gördüğümde kardeşim adına huzursuz oldum. Onları tanımıyordum fakat kötü insanlar olsalardı Hana bu kadar mutlu bir şekilde bana sarılmazdı. “Ah çok duygusal!” dedi bir kadın. Yüzü maskeliydi VE Türkçe konuştuğu için ne dediğini anlamamıştım.
“Sonunda kavuştular!” dedi bir tok erkek sesi. Muhtemelen 35 yaşlarındaydı. “Yine çok hoş görünmüyor mu? Tıpkı o geceki gibi yırtıcı ve bir o kadar da zarif!” Diğerleri her ne dediyse ona ters ters bakıyordu. İfadelerini duyuyor, onlara anlamsız bir şaşkınlıkla bakıyor ama kullandıkları Türkçe kelimeleri anlamıyordum.
Hana “Sidikli bana çikolata verdi.” dediğinde kaşlarımı çatıp dudaklarımı ısırdım. Bu kelimenin Türkçe ne manaya geldiğini biliyordum fakat Hana’nın nereden öğrendiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Etrafımızdaki insanların kıkırdamaları doğru duyduğumu belgeliyordu. “Aman be aman ya! Sizin dilinize düşeceğime damdan düşseydim keşke!” Delikanlının sözlerini anlamasam da Komutanın gevşeyen yüz ifadesinden ortalıkta ilginç bir şeyler döndüğünü anlamıştım. Ciddiyetimi kaybetmeden bakışlarımı kaçırarak hafifçe tebessüm ettim. Esmer çok güzel bir kız elinde tepsiyle yanıma geldi. Beni tehlikeli bulmamış olacak ki maske takmamıştı. Güzel bir sandviç ve yanında limonata vardı. O kadar açtım ki belki de şu an ihtiyacım olan tek şey yemek yemekti.
Bakışlarım yarama pansuman yapan genç adamda kısa bir süre duraksasa da gurur yapamayacak kadar iştahlıydım. Maskeli adamlardan biri, “Hana karnını doyurdu. Bu sizin!” dedi Boşnakça. Daha fazla dayanamayıp elimdeki sandviçten irice bir ısırık aldım. Zeytinin lezzeti peynirle birlikte damağıma bıraktığı şölen kelimelere dökemeyeceğim kadar rahatlatıcıydı. Radavon’un evinde ölmeyecek kadar yemiş ve yediğim her lokmada ondan bir kötülük ummuştum. Ama aynı duyguyu bu insanların yanında hissetmiyordum.
“Komutanım, bölgeyle ilgili önemli istihbaratlar elimize ulaştı!” Dedi içlerinden biri. Hitap ettiği yarama pansuman yapan genç adamdan başkası değildi. Komutan gözlerini devirip, “Sana kimliğimiz hakkında bilgi vermeyeceğimizi söylemiştim Ferit! Yine aklın nerelerde senin!” diye bağırdı. Muhtemelen Türkçe bir şekilde karşısındaki genci haşlıyordu. Zaten komutan olduğunu hal ve tavırlarından anlamıştım.
Genç adam itiraz etti. “Siz de kimliğim hakkında bilgi verdiniz Komutanım!” Cümlelerin sahibi çocuksu bir masumiyetle dudaklarını büktüğünde bıyık altından güldüm. Komutan da ağzından kaçırdığı cümlenin altında haylaz bir çocuk gibi ezildi. Onun o halini görünce bir kez daha kıkırdamaktan kendimi alamadım.
“Komik olan ne? Yarından sonra bir daha görüşmeyeceğiz nasıl olsa! Gidip beni birilerine şikâyet edecek değilsin ya!” Bu sözlerin muhatabı bendim ve anlamam için İngilizce söylemişti. “Tek derdim siz değilsiniz Komutan! Sizden daha önemli pek çok şeyle zaten uğraşıyorum. Bütün şecerelerinizi önüme dökseniz umurumda olmaz!”
Gururlu bir şekilde aşağılar gibi güldü. “Sanki siz benim çok umurumdasınız. Küçük kızı sadece iyi niyetimden kaynaklı olarak kurtardım. Yani sizinle hiçbir ilgisi yok!”
“Ben de benimle ilgili olduğumu söylememiştim zaten! Basit bir anlaşmaydı hepsi bu! Kimsenin kimseye minnet borcu kalmadı. Ödeştik!” Yüzünü yapmacık bir şekilde kastı. “Ben de öyle düşünmüştüm zaten. Kimseye borçlu kalmayı sevmem! Biz gittikten sonra istediğiniz kadar savaşçı Zeyna rolleri kesip oyun oynayabilirsiniz. Sizi bundan alıkoyacak değiliz!” Benimle dalga geçmesi ve ironi yapması sinirlerimi bozmuştu. Elimdeki sandviçin son lokmasını yemeden hırsla ayağa kalkıp üzerine yürüdüm. Kimse beni üzemezdi. Komutan mayına basıyordu ama kimle uğraştığından haberi bile yoktu.
“Ben Zeynacılık oynamıyorum Komutan. Burada yaşananlar gerçek! Elimdeki su tabancası değil! Patlattığım bombalar misket değil!”
“Fakat siz elinizdekinin tabanca olduğunu biliyormuş gibi davranmıyorsunuz. Hiçbir tecrübeniz olmadığı halde yeterli bilgiye sahip olup olmadığınızı sorgulamadan kendinizi ateşe atmanızın makul hiçbir açıklaması yok!” Histerik bir şekilde güldüm. Dalga geçme sırası bendeydi. Kollarımı birbirine bağlayıp hayalci düşüncelerine eşlik etmekten çekinmeyecektim.
“O pislikler bize saldırıp soykırım yaparken bizim neyi bilip bilmediğimizi sormadılar! Şu saatten sonra ben kimseye neyi bilip bilmediğimin hesabını vermem!” Kaşlarını havaya kaldırıp alın çizgilerini belirginleştirdi. Tebessümü dudaklarına gururla yayılmış ve keskin yüz hatlarını ortaya çıkarmıştı. “Ortalık kızıştı” dedi bir erkek sesi. “Allah belamızı vermeden şu yerden bir defolup gitseydik!” dedi bir başkası. Ne dediklerini anlamıyor, komutandan başka kimseye odaklanamıyordum.
Komutan onları konuştuklarına pişman edecek şekilde ters ters süzdü. “Pardon komutanım! Siz devam edin!” diye vızıldanan ses bile başımı ondan çevirmemi sağlayamamıştı. Bana yeniden döndüğünde ilkinden çok daha hırslı bir kadınla karşı karşıya kalmıştı.
“Anladım! Ölüm sizin için bir değer ifade etmiyor sanırım.” Kollarımı göğsümün üzerinde indirip hesap sorar gibi karşısında dimdik durdum. “Evet bir değer ifade etmiyor! Savaşsam da savaşmasam da öleceğim. Onurlu bir şehadet zavallı bir böcek gibi ölmekten daha değerlidir.” Hayranlık ve öfke arasında bocalayan yüzü keskin bir şekilde yana döndü ve bakışlarıyla Hana’yı işaret etti.
“Anlaşılan ona ne olacağı da sizin için bir sorun değil. Ölmesi ya da yalnız kalması sizin için bir şey ifade etmiyor Bayan Alina Mihalovic.” Gözlerim bizi şaşkınlıkla dinleyen küçük kardeşime odaklandı. Bakışlarındaki masumiyet canımı acıtıyordu. Ne söylediğimi anlamıyordu. Ölmek kelimesine de savaşmak kelimesine de yabancıydı Hana. İngilizce bilmediği için şanslıydık. Bu yersiz tartışma sadece asker olduğunu düşündüğüm bu insanların zihninde yer bulacaktı.
“Yarın ilk iş ne yapacağım biliyor musunuz?” dedim meydan okur gibi. Kadınları ve küçük çocukları hayvan yığar gibi doldurdukları o tırı Trnopolje esir kampına gitmeden durduracağım. Oradaki askerleri öldürüp esir kampına gönderilen o insanları ölümden ve tecavüzden kurtaracağım. Neden? Neden biliyor musunuz? Çünkü orada da Hana gibi masum çocuklar var. Ve o çocuklar da Hana gibi anne-baba hasreti çekiyor. Aç kalıyor, üşüyor… Bunlar sizin için bir şey ifade etmeyebilir ama benim için çok şey ifade ediyor. Onlarca hayatı bir ihtimale kurban veremem.” Deli gibi haykırmış, inandığım değerleri alabileceğim tepkileri umursamadan diş başlılıkla dile getirmiştim.
Komutan sessizce zihnindeki duyguları anlamlandırmaya çalışırken askerlerin bakışları da ikimiz arasında gidip geliyordu. Tartışmanın galibini onlar da merak ediyor olmalıydı. Komutan şifonyerin üzerindeki silah ve telsizi alıp kapıya yöneldiğinde Hana’nın da ardından ağlayacakmış gibi baktığını hissettim. Onunla bu kadar kısa zamanda bağ kurması şaşırtıcıydı.
“İstediğinizi yapmakta özgürsünüz. İdealleriniz ve diğer hiçbir şey benim sorunum değil. Benimki sadece dostça bir uyarıydı.” Elindeki aletleri havaya kaldırıp bana gösterir gibi hafifçe salladı. “Bunlar bu geceki operasyondan sonra size teslim edilecek. Operasyonu riske atmanıza izin veremem. Şimdi yemeğinizi yiyip biraz dinlenin! Burası güvenli bir bölge.”
Komutan odadan yüzünde sevimsiz bir ifadeyle çıkmış ve diğerleri de ardından benim gibi alık alık bakmıştı. Esmer kara gözlü bir kız yanıma geldi ve bir şişe kadar su uzattı. “Aldırma ona! Sevdiği kız savaş muhabiri olarak buraya gelmişti. Kısa bir süre önce Sırp milisler tarafından rehin alındığını öğrendik. Komutanım yüzüğünü bile almıştı. Sevgilisiyle evlilik hayalleri kuruyordu. Bu kadar mutsuz ve öfkeli olması çok normal.”
Yüzümü ifadesiz tutmakta zorlanıyordum. Bu sözlerin beni neden rahatsız ettiğini anlamıyordum. Tanımadığım biriydi. Beni mutlu edecek herhangi bir görev için değil kendi ülkesinin menfaatlerini korumak için gelmişti ve yollarımız çok kısa bir süre sonra zaten ayrılacaktı. İri, siyah gözleri olan genç kız dudaklarını sağa doğru seğirterek yarım bir şekilde gülümsedi. Düşüncelerimi hissetmiş olma ihtimali beni huzursuz ediyordu. Ondan bir adım uzaklaşıp elimdeki şişeye odaklandım ve suyu bir dikişte bitirdim.
“Bana biraz kendinden bahsetsene!” dedi İngilizce. Yatağa oturup kollarımdaki güzel kardeşimin saçlarını sevgiyle okşadım. Saçlarının uçlarına birkaç küçük öpücük bıraktıktan sonra “Ne anlatmamı istiyorsun?” dedim yumuşak bir ses tonuyla. “Mesela kimsin? Amacın ne? Bilmek istiyorum!”
Sırtımı yastığa bırakıp, “Eskiden bir amacım vardı!” dedim efkârlı bir ses tonuyla. “Hemşireydim! Mezun olduğumda sevdiğim adamla evlenme planları yapıyordum.” İç çektim. “En büyük planı kader bize yaptı. Savaş dediğin bütün güzellikleri benden aldı. Ben de bir ceset gibi yapayalnız yok olma mücadelesine başladım. Ailemi yok eden insanlardan bu savaşın intikamını alıp masumları korumak istiyorum. Bunun için yeterli gücüm yok, biliyorum fakat tercihimin zavallı bir yatalak gibi hiçbir şey yapmadan durmaktan daha iyi olduğunu söyleyebilirim.” Hana kollarımda tatlı bir uykuya dalarken bakışlarındaki cesaret hoşuma gitmişti.
“Çok cesursun.” Bana Hana’yı işaret edip “Ona ne olacak?” diye fısıldadı. Gözlerim nemli bir şekilde kardeşimin ipeksi saçlarına dokundum. Ondan ayrılmak ölüm gibiydi fakat ben zaten ölmek için yaşıyordum. Burada kaldığım sürece ya ölecek ya da savaşın bıraktığı izlerle akıl sağlığımı korumak için mücadele edecektim.
“Onu dayıma bırakacağım. Hana’yı dayımdan başkasına emanet edemem!”
“Dayın nerede? Hakkında bilgiler verirsen belki küçük kızı ona ulaştırmanda sana yardımcı olabiliriz.” Sözün sahibi komutanın yanında gelip Radavon’la yemek yiyen genç adamdı. Maskesini çıkarmış ve kimlik endişesi hissetmeden soluğu yanımda almıştı. “Ona ulaşmaya çalışacağım. Yerini bilmiyorum. Savaş başladığında bizi güvende olabileceğimiz bir yere bırakıp gitti.” Hepsi ilgiyle birbirine baktı. Bakışlarındaki merak dikkatimden kaçacak gibi değildi. Bir başka delikanlı öne atılıp, “Ne iş yapar bir bilgin var mı?” diye sordu. Kararsızca birkaç saniye durakladıktan sonra, “O emekli bir polis!” dedim. “Bosna’da başka bir şehirde askerlik yapıyor. Halkımız için mücadele ediyor. İşleri çok yoğun olduğu için fazla görüşemiyoruz. Sürekli göreve gidiyor.”
Siyah saçlı genç kız, “Neden bizimle kalmıyorsun? Hepimiz silahlıyız. Burada güvende olacağından şüphen olmasın. Dışarıda neler olup bittiğini iyi biliyoruz. Ne seni ne de kardeşini tehlikeye atmak istemem!”
Yaşadıklarımızı düşününce onlara hak vermeden duramıyordum. Ben neysem ama Hana çok küçüktü. Başına gelebilecek şeyler aklıma her düştüğünde bir canavar keskin tırnaklarını göğsüme saplayıp bana olmadık acılar yaşatıyordu. “Benim küçük bir işim daha var. Bu işleri halletmeden gidemem.” Ortama çöken sessizlik Hana’nın kıpırdanmasına ve iç çekmesine sebep oldu. Üzerimdeki asker ceketini minik kardeşimin üzerine örtüp boşluğa derin derin baktım.
Başımla pencereden dışarıyı işaret ettim. Ortamdan uzaklaşan komutana benim işaretimle dönüp baktılar. “Onun burada kalmamı istediğini hiç sanmıyorum.” Genç kız gülümsedi. “Sadece boyundan büyük işlere kalkışıp kendini tehlikeye atmanı istemiyor. Sen bir asker değilsin! Yakalandığında büyük işkenceler görebilirsin.” Ayağa kalkıp kucağımdaki kardeşimi kenardaki tek kişilik bazaya yatırdım ve onların anlamsız bakışları arasında üzerini örttüm. Hâlâ benden cevap bekliyorlardı. Oysa ben cevabımı çoktan vermiştim. “Başıma gelebilecek her şeyi göze alarak bu işe giriştim. Yarın sabahın ilk ışıkları ile çıkacağım. O zamana kadar Hana size emanet!”
🦋🦋🦋
İlahi bakış
Gece zifiri karanlığını dünyaya sunarken barut kokularının arasında yaşayan savaşın evlatları korkuyla bir kenarda ağlıyordu. Hava çok soğuktu. Kar diz boyunu aşmış, soğuk insanları dayanılmaz derecede yıpratmıştı. En son ne zaman düzgün bir yemek yediklerini bile hatırlamıyorlardı. Gazeteciler bellerine kadar suyun içerisindeydiler. Artık bu duruma dayanmak eskisinden çok daha zordu. Saatlerce soğuk suyun içinde beklemiş başlarına silah dayayan Sırp milislerin duygusal şiddetine maruz kalmışlardı. İçlerinde donarak ölenler olduğu gibi mücadele edip hayatta kalmak için savaşanlar da vardı. Tek dilekleri ülkelerinin kendilerini kurtarmak için bir şeyler yapmasıydı.
Zavallı hasta çocukların çığlıkları annelerin dayanma gücünü her geçen dakika biraz daha kırıyordu. Hazel suya çocuğuyla birlikte batmış bir halde olan kadına baktı. Zavallı kadın başlarda göğsünde biriken sütle çocuğunu emzirmeye çalıştıysa da beslenmediği için kısa sürede sütü bitmiş ve çocuğa da açlık derdiyle kıvranmak kalmıştı. Çocukların günler süren perişan hali yüreğine dokunuyordu. Ölmemelerini sağlayacak kadar yiyecek verilse de birçoğu soğuk ve açtığın pençesinde kıvranıyordu. Geçen her saat, her gün kurtuluşa dair umutlarını da öldürüyordu.
Gözlerini kapadı. Gözyaşlarını zapt edip güçlü durmakta artık çok zorlanıyordu. Çığlıklar duymamak için defalarca kulaklarını tıkamış ama yine de bu ıstırabı dindirememişti. Çocuklu kadınların yavrularını susturmak için gözyaşları içinde söylediği ninniler o çaresiz hali daha da acınası bir duruma düşürüyordu. Elinde kalan tek şeye hüzünle baktı. Barbaros’un fotoğrafına… Hazel’in buraya gelmesine herkesten çok karşı çıkmış bunun için defalarca tartışmayı göze almıştı.
Hazel güçlü bir kadındı. Burada kadınlara ve çocuklar zulmediliyordu ve milisler bu zulmü gizleyebilmek için sahte provokasyon içerikli videolar yayınlıyorlardı. Genç kadın daha fazla dayanamadı. Bosna’ya gelip gerçekleri görmek, belgelemek ve tüm dünya kamuoyuna sunmak istiyordu. Her şeyi göze alıp ardında sadece basit bir mektup bırakarak savaşın ve ölümün kol gezdiği bu evlatlık ülkeye geldi. Eline geçen her şeyi belgelemiş ve basının susturulamayacağını insanlara kanıtlamıştı.
Hazel sevdiği adamın yüzüne hasretle baktı. İnandığı şeyi yaptığı için pişman değildi ama bir gün Barbaros’u yeniden göremeyeceğini düşünmek canını yakıyordu. O hüzünlü gözyaşları dökerken Barbaros hiç vakit kaybetmeden sevdiği kadının ve vatandaşlarının peşine düşmüş, görevini layıkıyla yerine getirebilmek için kolları sıvamıştı.
Umut’tan istihbarat raporlarını almıştı. Fabrikayı koruyan üç devriye ekip vardı. 15 dakikada bir fabrikanın yakınından geçiyor ve olası bir ters durumun olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Fabrikanın arka tarafı büyük bir ormandı. İnsanlar kaçıp ormanda kendi yaşama şanslarını bulabilirlerdi fakat muhtemelen bu kurtuluşu engellemek için başlarına silah dayanmış bir şekilde tüm hareket kabiliyetleri ellerinden alınmıştı. Barbaros zamanın geldiğini anladığında keskin nişancılarına “Kartal 1 Yıldırım. Konum alındı. Hedefe 300 metre mesafedeyiz. Hedefi gözetliyoruz. Saldırı için hazırız.”
Ferit Türkan’dan gelen telsiz anonsunu dinleyip onayladı. “Baykuş Kartal 1 hareketlilik görüyorum. İki adam Güney girişte nöbette. Ateş izni verildi.” Barbaros dürbünüyle hareketliliği gözledi ve telsizi dudaklarına yaklaştırdı. “Kartal 1 Baykuş 1 ateş izni verildi. Hedefi etkisiz hâle getir.” Ferit Güney’deki 2 adamı temizlediğinde hareketlilik son bulmuştu. “Kartal 1. Hedef etkisiz… Temiz…”
Barbaros zamanın geldiğini anladığında “Kartal 1 Yıldırım. Konuşlandık, saldırı için hazırız. Gölge ve Simsar çevreyi güvene alın. Kapalı alan baskını yapacağız. Sinsice yaklaşıp siper alarak saldırıya geçin!” Hedefe yaklaşıp Barbaros yeniden telsize yönelir. “Kartal 1 Baykuş rapor ver!”
Umut telsize yönelip “ Baykuş Kartal1, hedef iki kilometre mesafede.” Barbaros yeniden telsize anons etti. “Kartal 1 Gölge, önden git. Keşif raporu ver.” Öncü birlik emri uygulayıp binanın nabzını tuttu. “Gölge Kartal 1, Dört nöbetçi var. İkisi ana girişte, diğer ikisi çatıda. Sessiz giriş yapmamız mümkün.”
Barbaros öncü birliğe yönelip “Kartal 1 Gölge, ana girişe yönelin. Nöbetçiler etkisiz hale getirilsin.” Yadigar ve Umut sessizce içeri sızıp çatıdaki nöbetçiyi etkisiz hale getirdi. “Gölge Kartal 1, nöbetçilerden biri uyandı.”
Barbaros Ferit’i harekete çevirecek emri verdi. “Kartal 1 Baykuş, hedefi görebiliyor musun?”
“Baykuş Kartal 1, hedef görüş alanımda. Ateş izni bekliyorum.”
“Kartal 1 Baykuş, Ateş izni verildi.” Ferit hedefi yok edip telsizle Barbaros’a anons geçti. Barbaros’un talimatıyla fabrika kapısının kilidi kırıldı. Umut ana kapıdan girip soldaki duvara mevzilenerek ateş açtı. Yadigar ise sağdaki duvara yöneldi ve diğerleriyle birlikte üç milisi çapraz ateşe maruz bırakarak vurdular. Yüzlerindeki maskeler ve çelik yelekleri kendilerini korusa da siper pozisyonundan ayrılmıyorlardı. Kürşat ve Zeren, çatıdan temkinli adımlarla içeri sızmış ve kaşla göz arasında kendilerine ateş eden beş milisi indirmişti.
“Bıçak Kartal 1 milisler uyandı. Üst kat temiz… Birinci katta rehineler var. Yaklaşık 15 kişilik bir grup…” dedi Kürşat.
“Kartal 1 Bıçak, sivillere zarar gelmeyecek.” Dedi Barbaros. Görevini tehlikeye atmamak için titizlikle çalışıyordu. Kalan üç adam sivilleri rehin almak için suya yanaşsa da Barbaros ikisini vurmuş diğeri ise siper olmaya fırsat bulamadan temizlenmişti. Ardı ardına gelen anonslar operasyonu bittiğini haber veriyordu. Tehlikenin geçtiğine emin olunca Barbaros sivillerin sudan çıkarılmasını emretti. Kendilerini gözyaşlarıyla karşılayan gazetecilerin perişan hali herkesi etkilemişti. Barbaros’un tek düşündüğü ise Hazel’i bulmaktı. Taktik ışıkla çıkan gazetecilere göz gezdirdi. Işık gazetecileri rahatsız etmiş, elleriyle gözlerini korumaya itmişti. Barut ve kan kokusu rutubetle birleşince daha da itici bir hal almıştı. Giriş için atılan sis bombası göz gözü görmesin diye hala hünerlerini sergiliyordu. Timin askerleri Barbaros’daki telaşı görmüş ve ona yardımcı olmak için gazetecileri araştırmaya başlamıştı.
“Bir kişi eksik!” Barbaros’un güçlü çıkmaya çabalayan sesi ürkek bir halde titreşen zavallı sivilleri korkuttu. Bir tanesi öne çıkıp “Onu götürdüler. Esir kampına götürüldü. Trnopolje esir kampı için bir tıra bindirildi.” Dedi nefes nefese. Barbaros birkaç adım sendelerken zavallı kız hâlâ gülmek ve ağlamak arasında şok geçiriyordu.
“Yemin ederim direndik! Ama silahlıydılar. Kimse karşı koyamadı.” Barbaros başını duvara yaslayıp omuzlarındaki yükün altında ezildiğini hissetti. Sanki göğüs kafesindeki tüm kemikler bu darbeyle kırılmış ve kalbine batmıştı. Zeren ayağının altındaki yanık, teneke kutusunu sertçe devirdi. “Allah kahretsin!” Bunun ne demek olduğunu biliyorlardı. Özellikle kadınların ve çocukların götürüldüğü bu kamp, tecavüz ve insanlık suçlarıyla bilinen bir cehennemdi. Hazel’i sözlerinden ötürü cezalandırmak istiyorlardı.
“Ne zaman gittiler!” Dedi Barbaros! Öfke kulaklarından fışkırıyordu. “Bir saat oldu. Bir tır tüm kadınları ve çocukları alıp gitti. Eski, boyası yanmış, kırmızı bir tırdı. Teslim alan beş asker saydım.”
Barbaros başını yaslandığı duvardan uzaklaştırdı. Sıklaşan nefes alışlarını kontrol etmek için yoğun bir çaba verdi. Kendisine hüzünlü gözlerle bakan askerlerine son emrini verdi. “Binayı tahliye edin. Ardımızda hiçbir iz bırakmayacağız.”
“Emredersiniz Komutanım!” Bina tahliye edilirken Yadigar tüm izleri silmesi için kapının girişine büyük bir bomba düzeneği yerleştirdi. Yeterince uzaklaşıldığından emin olduğunda bombayı uzaktan patlattı. Karanlık gökyüzü saniyeler içinde yükselen hoyrat alevlerle kızıla boyandı. Baykuş seslerini susturan, bombanın ve şarapnellerin sesi oldu.
🪻🪻🪻