@syildiz_koc
|
Medya:Tarkan (kış güneşi)
6. BÖLÜM: TUZAK Dizlerim acıyordu. Çocukken de düşerdim ben! Ne düşüşüm ilkti ne de her düştüğümde yüzüme toprak atanım tekti. Ben hayat kuyusunda tutunamayanlardandım. Düşmüş, her düşüşümde en dibin kirli tadını almıştım. Kaçmaya çalıştığım her sokağın sonu kendime çıkıyordu. Ayaklarımı paralayan çakıl taşları bile yorgundu aslında Solgun sabahlarıma düşen çiğ damlası gibiydi mücadelem. Bataklıkta yetişen gül goncasıydım. Güneşe küskün yağmura hasret taç yapraklarım vardı. Tahtına düşman kanlı savaşların çetelesini tutan düşmüş bir kraldı gururum. Nereye saklansam aslında en büyük yenilgim kendimeydi.
Tezgahın üzerinde yuvarladığım hamuru ince bir şekilde açtım. Yumuşak doku avuçlarımın arasında yuvarlanırken gözyaşlarım dinmeksizin akıyordu. Dün geceyi düşünüyordum hâlâ. Yaşamak zorunda kaldığım şeyler bende nefret hissi uyandırıyordu. Ben Alina Mihaloviç. O gün Boşnak kadınlarını ölüm kampından kurtarayım derken bir çok kişinin ölümüne sebep olmuştum. Mahkeme beni haklı bulsa da kendime duyduğum öfke binlerce yıl geçse dinecek cinsten değildi. O gün yüzünü ilk kez gördüğüm iri gözler benim hatam yüzünden hayata ebediyen kapanmıştı. Ve giderken yaralı bir adamı da ardında bana düşman olarak bırakmıştı. Zamanı geriye alamaz ve gideni geri getiremezdim. Ülkem savaş gölgesinde soykırıma maruz kalmışken benden başka kimsesi kalmayan kardeşimi de alıp Türkiye'ye gelmiştim. Burada benden nefret eden bir adamın karısı olarak ne kadar yaşayabileceğimi bilmiyordum. Ne yazık ki bu nefreti kabul etmekten başka çarem de yoktu. Burnumu hafifçe çekip gözyaşlarımı yüzümü omzuma sürerek silmeye çalıştım. Hana benden boşnak böreği istemişti ve onun için dün geceki o cehennemi hiç yaşamamışım gibi gülümseyerek bu böreği yapmaya girişmiştim. Acılarımı içime akıtmayı öğrenmiştim. Ailemden geriye kalan tek kişi Hanaydı. Bu yüzden güçlü olmalı ve yabancısı olduğumuz bu memlekette yaşamaya alışmalıydık. Meleğimin adımları yaklaştığında yüzümdeki o hüznü silmeye çalıştım. "Hımmm! Çok güzel görünüyor." Gülümseyerek onu onayladım. "Piştiğinde daha da güzel olacak!" Hana, büyük bir dikkatle rulo haline getirdiğim böreği inceledi. İçine kıymalı harcı koyduğumda yutkunduğunu fark etmiştim. Bacağımın ne kadar kötü olduğunu bildiğim halde Hana'ya bu durumu hissettirmemeye çalışıyordum. "Sestra!" Bakışlarım hamurdan ayrılıp miniğimin tatlı, siyah gözlerinde dolaştı. "Piştikten sonra bu börekten ona da götürebilir miyim?" Başımı anlamadığımı hissettirerek salladım. "Kime?" "Ona işte! Hani sen yokken bir günlüğüne yanında kalmıştım. Babinos..." Kimden bahsettiğin anladığımda kızmak ile sevmek arasında kaldım. Benim aksime Hana'nın üsteğmenle arası epey iyiydi. Diğerlerinden biri olsaydı muhtemelen hiç düşünmeden kabul ederdim fakat söz konusu o komutan olduğunda iyi niyetim bile stop ediyor, "Yok artık! O kadar da değil" diyordu. Dün gece olanlardan sonra beni yanlış anlayabilirdi. Kendimi affettirmeye çalıştığımı düşünüp zafer kazanmış bir edayla sırıttığını bile hayal edebiliyordum. Ona olan öfkem asla geçmeyecekti. Bu yüzden nezaket denilen şeyi burada esirgeyeceğim tek kişi zalim komutandan başkası değildi. "Sestra! Buna izin verir misin?" Başımı hayır anlamında salladım. Yüzünün düşmesi o an beni geri çevirecek kadar güçlü bir sebep olamazdı. "O..." Yutkundum. Derdimi nasıl anlatabilirdim ki? "Boşver! Bence onunla çok fazla görüşmemelisin Hana! Sonuçta komutanı tanımıyoruz. Lütfen onunla konuşma. Ben senin kötülüğünü istemem! Bunu biliyorsun!" Dudaklarını sallandırıp isteksizce omuz silkti. Hüzünlü siyah gözleri yüreğimi burkmuştu. Örgüsü sevimli, aymaz bir tavırla tek elini kullanarak geriye attı. "Neden? O kötü biri değil!" "molim te dušo! (Lütfen bebeğim) Beni anlamalısın Hana moja ! Bu konuyu daha fazla konuşmayalım!" Dün gece olanları Hana'nın duyup duymadığını bilmiyordum. Ona bir şeyden bahsedemezdim. Bu yüzden tembihlemekten başka çarem yoktu. Böreği fırına yerleştirip yanına koymak için yeşillik ve domates hazırlamaya giriştim. Hana oyuncak bebeği ile oynarken tezgahın arkasına geçip siyah pantolonun altındaki yaramı kontrol ettim. Sargıları aralamış ve iltihabın büyüdüğünü ve bacağımın biraz daha fazla morardığını fark etmiştim. Başım dönüyordu. Ayakta durmaya bile gücüm yoktu fakat yeterince güven duymadığım o insanlardan yardım istemeyi reddediyordum. Fırından güzel kokular yükselmeye başlar başlamaz dudaklarımı yalayarak böreği kontrol ettim. Çok keyifli olduğumu söylemek güçtü, fakat bu koku beni ister istemez bir zamanlar yuvam olmadığını düşündüğüm o güzel eve, sıcak aile ortamına götürmüştü. Artık Hana'nın dışında sadece anılarla mutlu olabiliyordum. Böreği evirip çevirdim. Birkaç dakika sonra tamamen hazır olacaktı. Hana, büyük bir keyifle dudaklarını yaladı. Fırından gelen alarm sesi yemeğin piştiğini haber veriyordu. Fırını kapatıp ağzını açtım. Elimdeki sebzeleri ve iki bardak portakal suyunu salondaki yemek masasına bıraktım. Hana'yı daha fazla bekletmemek için çiçek desenli fırın eldivenlerini ellerime geçirip tepsiyi dikkatli bir şekilde fırından çıkardım. Ben bıçakla çapraz dilimler hazırlarken zil sesi küçük kız kardeşimin kapıya koşması için yeterli olmuştu. "Düşeceksin dikkat et!" diye ardından bağırsam da beni duymamıştı. Adım sesleri mutfağıma doğru yaklaşırken kestiğim iki dilim boşnak böreğini servis tabaklarımıza yerleştirdim. "Hana Moja beba (Bebeğim) kim gelmiş?" Ona seslenişimi duymayacak kadar dikkatini ne dağıtmış olabilirdi? Börekten bir dilim daha koparmaya çalıştım. Ne yazık ki kaza aceleciliğin bir sonu olarak kaçınılmaz hâle gelmişti. "Kahretsin!" Elimi yangıdan zonkluyordu! Ben aceleyle elime musluğun altına tutarken adım sesleri yaklaşık on saniye duraksamıştı. "Hana ki..." diyerek arkama döndüğümde sözlerim karşılaştığım bal rengi bir çift gözle bölündü. Yumruklarımı sıkıp dişlerimi birbirine bastırdım. Hâlâ buraya hangi yüzle geldiğini gerçekten merak ediyordum. Sırtımı kendisine dönüp tezgahın içindeki tabak ve çatalları toparlamaya çalıştım. İyi bir ev hanımı sayılırdım. Aşçılığıma söyleyecek laf yoktu. Biraz dağınık çalışsam da elimden çıkan her şeyin lezzeti yerinde olurdu. "Bir hoşgeldin yok mu yok mu Göçmen kızı?" dedi İngilizce bir şekilde. Yüzümü ona çevirip bir cevap vermemiştim. Dün geceki korkunç davranışından sonra adını anmayı bile kendime haram kılmıştım. Hana'nın bakışları ikimiz arasında mekik dokudu. Ne konuştuğumuzu anlamaması büyük bir nimetti. "Lütfen gidin buradan! Evimde olmanızdan rahatsızlık duyuyorum!" Sizli bizli konuşuyordum. Mesafeler kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyordu. Birkaç adım atıp mutfağın ortasındaki masaya yöneldi ve sandalyelerden birini çekip teklifsizce oturdu. "Konuşmamız gereken konular var göçmen kızı! Bu yüzden buradayım!" Bakışları masanın üzerine bıraktığım tabaklarda oyalandı. Aynı gözler beni bulduğunda yutkundum ve yere yurda sığdıramadığım ellerimi sırf bir şeylerle meşgul olsun diye un kabına yönelttim. Ona bir çöp kutusuna bakar gibi nefret ederek bakıyordum ama umursamazlık maskesini indirmeden alayla bakıp konuşmaya devam ediyordu. "Sanırım kaynanam seviyormuş!" Kaşlarımı kaldırıp ne demek istediğini anlamaya çalıştım. Yoksa Türkçe hakaret falan mı etmişti? Anlamadığımı fark eder etmez aynı cümleyi bir de İngilizce söyledi. "Kim seviyormuş? Ne demek istiyorsunuz açık konuşun ve sonra da derhal evimi terk edin!" Sesli bir şekilde güldüğünde öfkem hâlâ yerli yerinde duruyordu. Bu yumuşak tavırlarını sevimli bulduğumu kimse söyleyemezdi. " Biz de öyle söylerler yemek üzeri gelindiğinde. Yani şanslı günündesin gibi bir şey! Tam da böreğin üzerine gelmişim!" Yutkunup iki parmağını birleştirerek havaya kaldırıldı ve iştahlı bir şekilde ucunu öpüp "hımm" tarzında mırıldandı. Kaşlarımı çatmış, Türk usulü hareketlerine kırışan alnımla dudak bükerek karşılık vermiştim. "Nefis görünüyor! Ne böreği bu? İç harcığında ne var mesela?" Haddinden fazla bir rahatlıkla bana takılırken o sıcak tepsiyi kafasına geçirmemek için resmen yerimde tepiniyordum. Düşünür gibi başımı kaldırıp işaret parmağımla şakaklarımı kaşıdım. "Bir düşüneyim! Sanırım sizde ona zıkkımın kökü deniyordu değil mi?" İlkinden çok daha büyük bir kahkaha dudaklarını yalayıp geçti. Dirseğini masaya yerleştirip çenesine avucunun içine yasladı. Küstahlığımdan hoşlanması canımı sıkmıştı. "Beklediğimden daha çabuk bizi tanıyorsun Göçmen kızı. Türk kızlarının ata sporu olan tribi de öğrendiğine göre yakında buralı olursun. Malum bizim kızlar cirit ya da gülle atmazlar; genellikle trip atmayı tercih ederler. Sen de iyi bir potansiyel görüyorum bu konuda!" Rahatlığı iyiden iyiye sinirlerimi zıplamıştı. Suratımdaki yapay gülüşle, " size gitmenizi istediğimi söylemiştim." Dedim ve yine benden daha küstah bakışlara ve gülüşe şahit olmuştum. Elimle havayı keser gibi kapıyı gösterdim ve bu sefer yüzümde öfke kocaman bir girdap oluşturacak kadar güçlüydü. "Yaka paça zorla atmamı istemiyorsanız kapı orada!" Burnunu kırıştırıp kaşlarını çattı. Üzerinde üniforması vardı ve muhtemelen görevden yeni gelmişti. Yorgunluğu umrumda bile değildi. Bu adama yağmurlu havada su bile vermezdim. "Madem bir Türk askerinin karısı oldunuz Türk geleneklerini de bilmeniz gerekiyor. Kapıya gelen misafir düşman bile olsa eve buyur edilir ikramdan sakınılmaz." Bakışları dumanı üzerinde börekleri bulduğunda iştahla dudaklarını yaladı. "İnsan işten aç gelir de böyle ganimet bulup nasıl çekip gider? Vallahi tüfeği kafama dayayıp tehdit etseniz bile gitmem. Böreklerden payımı istiyorum. Hem sorun bakalım neden geldim? Niye sizi bu saatte rahatsız ediyorum? Belki önemli bir sebebim var! Belki bir konuda yardımınıza muhtacım! Olamaz mı yani? Anlayıp dinlemeden neden kapınızdan geri çeviriyorsunuz?" Dünden bu güne bu kadar değişmesi hayret uyandırıcıydı. Neden değişmiş, gereksiz bir ilgiyle kapı a dayanmıştı? Bu beni dün dövmekten beter eden adam mıydı ? "En kibar ifadeyle anlatmak gerekirse sizi burada görmek istemiyorum ve gitmenizi rica ediyorum. Böreklerden de bir tane bile vermem! Dün gece yaptıklarınız affedilemez şeylerdi. Hangi yüzle buraya geldiğinizi gerçekten merak ediyorum. Kovduğum halde bir de gitmiyorsunuz!" Ayağa kalkıp bana doğru yaklaştığında kızgınlıktan kafasına tavayı geçirmemek için kendimi zor tuttum. İnsan bu kadar küstah nasıl olurdu akıl erdirilecek gibi değil! "Ben de bu yüzden geldim zaten!" Elini başına atıp dudaklarından cık tarzı bir ifadeyi bıraktı. "Dün gece çok kaba davrandım! Ben biraz zor zamanlar geçiriyorum sanırım. Aslında bu kadar öfkeli dolaştığım görülmüş şey değil ama..." Duraksayıp burun kemerini ve efkarlı bir nefes verdi. " Ama işte!" Buraya niye geldiği anlaşılmıştı. Aklınca özür dilemeye ve bir şeyleri telafi etmeye çalışıyordu. Keşke az da olsa umurumda olduğunu söyleyebilseydim. "Benden özür dilemeyin! Sizinle aynı konuları tartışmaktan bıktım usandım artık. Bana dayandırdığınız hiçbir suçu işlemedim. Kimseye zarar verme amacı gütmedim ve o davranışları da zerre kadar hak etmiyorum. Hazel Öztürk'ün hayatını kaybetmesi benim suçum değildi." Bakışları tek solukta İngilizce söylediğim o sözleri umursamadan bende kilitlenip kaldı. Üzerime doğru birkaç adım attığında birkaç adım geriledim. "Ah!" İnlemem onu bana yaklaşmak konusunda cesaretlendirip hızlandırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Elim bacağımdaki kurşun yarasını yokladı. Kızarıp terleyen yüzüm dikkatinden kaçmamıştı. "Bana yaranın iyileşmediğini söylemeyeceksin değil mi?" Yine mesafeleri kaldırmıştı. Hem de bana rağmen! İlkinden çok daha zayıf bir sesle "Gidin buradan!" Dedim. Gözlerimi sımsıkı yummuş ve acımı dindirmek için dişlerimi sıkmıştım. Üzerimde siyah ispanyol paça bir pantolon ve siyah, dar kesim bir gömlek vardı. Pantolondaki kan lekesine bakılacak olursa yara dolap kapağının sert darbesine dayanamamış ve aşınmıştı. İltihapla birlikte akan kan enfeksiyonun ciddi bir hâl aldığını gösteriyordu. "Şuna bakmama izin ver!" "Git buradan!" Başımın döndüğünü, bedenimin buz kestiğini hissedebiliyordum. Yer ayaklarımın altından kaydı ve kendimi yere yığılmak üzereyken onun kucağında buldum. Başım ansızın inip kalkan göğsünün üzerine yerleşti. Silikleşen bakışlarımın arasında bal rengi gözlerinin hırçın kıvılcımlarının gözlerimde dolaştığını hissettim. Ona yakın olmam adem elmasının hızla inip kalkmasına sebep olmuştu. Yutkundum. Bu temas iki düşman için biraz fazlaydı. Hana'nın ağlamaklı sesini bile güç bela duyuyordum. Alnım hafif çıkık gamzeli çenesine sürtündüğünde kalbimin yarılacağını hissettim. "Hastaneye gidiyoruz." Dedi güç bela dikkatini toparlayarak. Bunu o da beklemiyordu. Ellerimi, bedenimi onun kollarından kurtarmak için direndim fakat güçlerimizi kıyas etmek bile imkansızdı. Göğsüne hapsolmuştum. Göğüs kafesi parmaklıklar ardında kilitli kalan zavallı bir Alina'yı anımsatıyordu. Kokusu her yanımı sardı. Burnumdan içeri gizli bir düşman gibi sızan o kokunun ciğerlerime oradan da kalbime akın ettiğini, değdiği her yeri fethetmeden çekip gitmediğini hissettim. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Beni muhtemelen otoparka götürüp arabasına yerleştirmek istiyordu. Ardımızdan koşan ıslak bakışlı kardeşime sesimi duyuramayacak kadar güçsüzdüm. Evin kapısını sertçe kapattığında "Hana!"diye sızlandım. Kendimden çok onu düşünüyordum. Burada yalnız kalamazdı. "Hana!" "Merak etme! Araca yerleştiğimizde Zeren'e telsizle haber vereceğim. Evi çok yakın!" Onun iyi olduğunu duymadan asla huzur bulamazdım. Merdivenlerden inerken kollarında biraz daha sarsıldım. Başım dönüyordu. Issız bahçeden otoparka yönelir yönelmez soğuk havanın göğsümden içeri girip tüm organlarımı üşüttüğünü hissettim. Rüzgar nefes almama engel oluyordu. Ona biraz daha sokulduğumda dik bakışlarını yeniden üzerimde hissetmeye başlamıştım. Üzerindeki ince kıyafetlerle donmak üzere olan beni kendinden uzaklaştırmadan büyük, sert adımlarla devam etti. Üniformasındaki ekipmanları görebiliyordum. Kötü bir insan değildim. Silahına ulaşıp ona zarar verme imkanım olduğu halde böyle bir şeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Neden beni bir düşman olarak görmek için bu kadar ısrarcıydı? Hem dün bana hayatımın en kabus gecelerinden birini yaşatmışken bu gün niye süt liman bir şekilde gönlümü almak üzere yanıma gelmişti? Akıl almaz, anlamsız davranışları vardı. Bir insanın bu kadar dengesiz olabildiğini ilk Radavon'da görmüştüm. Sanırım komutan bu konuda zihnime sadece cila çekmişti. Ayağındaki boylar patika zeminde sert tok adımlar atarak ilerliyordu. Rüzgar saçlarımdaki örgüleri dağıtmış, haylaz bazı tutamları yüzünü ondan uzaklaştırmak için çırpınan bana rağmen yanaklarına, dudaklarına ulaştırmıştı. Artık kokusunu daha derinden hissediyordum. Kolları sertti. Beni oyuncak bir bebek gibi kavramış ve hiçbir yorulma ibaresi göstermeksizin yaklaşık 700 metre kadar ilerideki otoparka kadar taşımıştı. "Bırak! İnmek istiyorum!" Dedim zayıf bir sesle. Onunla sadece İngilizce konuştuğumda anlaşabiliyordum. Başımı geriye bırakır bırakmaz kapanmak üzere olan yorgun gözlerim bal rengi gözlerine tutundu. Kirpikleri badem bakışlarını daha da belirginleştirmiş ve gözlerindeki hüznü ortaya çıkarmıştı. " Seni bıraktığımda iyi şeyler olmayacağının garantisini verebilirim. Bence sussan iyi edersin! Her zaman bu kadar düşünceli olamayabiliyorum!" "Bana yardım etmek için hiçbir sebebin yok! Bir kenarda acı içinde kıvranışımı izlemeyi tercih etmeni isterdim." Dişlerini sıktı. Bu hareketiyle çenesindeki kasların şiştiğini hissettim. Bana karşı sabırlı olmakta zorlanıyordu! peki bu saçma nezaket ve yakınlık nedendi? "Fena bir seçenek değil aslında! Ben çok vicdanlı biri sayılmam. Benim kadar ölüm görseydin muhtemelen bu konuda duyarsızlaşmanın ne demek olduğunu bilirdin! Şimdi o sevimli çeneni kapat!" Midemin bulandığını başımın daha fazla döndüğünü hissedebiliyordum. Böreği güç bela yapmıştım. Şimdi o kadar bile takatim kalmamıştı. Beni kilidini açtığı aracının ön koltuğuna bırakırken, " Midem bulanıyor! Sanırım kusacağım!" diye inledim. Bunu endişe verici bir telaşla söylemiştim. Üzerine kusmak istemiyordum. O muhteşem üniformasının zarar görmesi canavarı yeniden uyandırabilirdi. "Sakın yapma! Arabayı berbat edeceksin!" Yorgun bir ses tonuyla, "Arabanın canı cehenneme!" diye karşılık verdim. Şu an arabası düşüneceğim son şey bile değildi. Bosna'daki Alina olsaydı dün geceden sonra muhtemelen aracını çoktan benzin döküp yakmıştı. "Arabama nazik davranmalısın göçmen kızı! Beni bu hayatta ondan daha fazla anlayan kimse yok." Yerimde kıvranırken kendimi zorlayarak küstahça kıkırdadım. Onunla dalga geçme şansını hiçbir yerde asla tepmezdim. " Arabanı beğendiğimi söyleyemem. Senin gibi gereksiz sesler çıkartıp kafamı şişirmeye başladı bile! Sanırım ikiniz de homurdanmaktan başka bir şey bilmiyorsunuz!" Laf sokmak konusunda bir sıfır öne geçmediğimi kimse söyleyemezdi. Benimle aşık atabileceğini sanmıyordum. "Görüyorsun Muharrem! Seninle dalga geçen bir ölüm meleği var burada. Sanırım bu kızla işimiz iş!Sinirlerim bozulmadan, kafamı direksiyona gömmek zorunda kalmadan şu kızın canını onunla uğraşmak zorunda kalacak olan Türk doktorlarına emanet etsem iyi olacak." Gülmek istedim fakat canımın yangısı ve beynimi istila eden ağrılar buna engel oldu. Komutanın arabasıyla konuşan bir tımarhane kaçkın olduğunu düşünmek istemiyordum. "Sanırım daha fazla kendimi tutamayacağım!" Kaşlarını çatıp, "Sakın!" diye yükseldi. Fakat benden günah çoktan gitmişti. Midemde ne varsa arabasının göğsüne boşaltmış ve koltukların canını okumuştum. "Harika! Bana verdiğin zararlar ne zaman bitecek bilmiyorum! Fatih Sultan Mehmet gemileri karada yüzdürürken bile benim kadar zahmet çekmemiştir. Gayretli kızsın! Biraz daha uğraşırsan beni bir akıl hastasına çevireceksin!" Hazır cevaplığım yine konuşmuştu. "Sen zaten akıl hastasısın komutan! Bana dün gece yaşattıklarından sonra senin bir aklın olduğundan şüphe duymamak ne mümkün?" O kaşlarını kaldırıp omzunun üzerinden bana yan yan bakarken midemdekilerle arabasını sıvadığım için biraz daha rahatlamıştım. "Hıh!" diyerek alaylı bir şekilde güldüm. Ona duyduğum öfke ne yapsam geçmiyordu. "Dün geceyi düşününce iyi ki diyorum... İyi ki o aptal gelinliği bana giydirip benzin dökmek suretiyle benimle birlikte ateşe vermedin." Öfkesi şakaklarından esiyordu. Gelinliğe aptal dememden hoşlandığını sanmıyordum. Zaten bunu hoşlanmaması için söylemiştim. " Bunu yapmadığım için ben de bazen pişmanlık duyuyorum." Dedi bana göz atıp sinirli sinirli sırıtırken. "Ve o gelinlik aptal bir gelinlik değil! Oldukça kaliteli ve güzeldi. Sen şu pejmürde halinle ne demek istediğimi anlayamazsın!" Üzerime bakıp örgümü dudaklarıma yaklaştırarak kokladım ve bakışlarımı yeniden ona çevirdim. Pejmürde görünmüyordum. Erkek kılığında gezdiğim o günleri düşünürsek çok daha iyi olduğum bile söylenebilirdi. "Burada pejmürde olan biri varsa o da sensin! Üniforma hastası o aptal kızlardan değilim! Bence fiyakanı kendine sakla! Ayrıca o berbat şeyden daha fazla konuşmak da istemiyorum! Bir akıl hastası gibi davrandığını ne zaman fark edeceksin gerçekten bilmiyorum! Saplantılı birisin! Belki bir sayko!" Direksiyonu çok daha sert bir şekilde sıkmıştı. Gözlerinden alevler saçtığını görmek beni durdurmaya yetmemişti. Buna rağmen gülümseyip alaylı sözlerime devam ettim. " Çok merak ediyorum acaba sen de izlediğim o tuhaf filmlerde olduğu gibi sevgilinin cesedini alıp evde onunla birlikte yaşayacak kadar aklını kaybedebilir miydin? Belki de yapıyorsun kim bilir! Evini görmedim sonuçta! Orada..." Sözlerim ani fren yapan aracın içinde öne doğru savrulmamla son buldu. Canını yakıyordu ve bana karşı ne kadar sabırlı olacağı büyük bir merak konusuydu. Badem gözlerini kısıp bal rengi göz bebeklerini kirpikleriyle ördüğü o siyah çerçevenin içinden üzerime dikti. "Benim sabrımla oynama göçmen kızı! Hastasın ve seni üzmek istemiyorum. Söz konusu Hazel olduğunda delirebilirim. Bu yüzden uslu bir kız ol ve değerli olan şeylerle bu deli adamı üzmeye çalışma!" Evet haklıydı. O kazada ölen sevgilisinin hatırası üzerinden onu üzmeye çalışmam yanlıştı. Fakat bu hikayede ne doğruydu ki? Benim ülkeme gizli bir görev için gelmiş bir komutanla kağıt üstünde nikahlanmam hangi akla uygundu? Üstelik sevgilisi benim kullandığım araçta can vermişti. Şimdi onların hatıralarının içinde nasıl kendime yer bulabilirdim? Bir şey söylemeden önüme döndüm. Meselenin kapandığını anlamıştım. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuğun sonunda hastaneye gelmiştik. Yüzündeki öfkeyi gizlemeksizin kapıyı açıp geçmem için yol verdi. Gözlerine bakmadan yüzümdeki acı ifadesini silmeye çalışarak önce sağ sonra sol bacağımı atıp araçtan güç bela çıktım. Yara öyle çok sızlıyor ve kanıyordu ki adım atmak benim için çok daha güç bir hâl almıştı. "Sabaha kadar seni beklemek istediğimi hiç zannetmiyorum!" Bakışlarını keskinleştirip hırlar gibi "Bu yaraya sahip olsaydın bu kadar rahat konuşamazdım!" dedim yavaş yavaş yürümeye çalışarak. "Emin ol bundan çok daha kötülerini gördüm! Malum bu üniformayla insan tarlada çiçek yetiştirmiyor." Bana yaklaşıp ne olduğunu bile anlayamadan sağ eli belimi kavradı ve kolumu omzuna atarak bir baston gibi destek olmak suretiyle yürümeme yardım etti. "İstemiyorum! Bunu kendim yapabilirim!" "Biraz önce nasıl yaptığını gördük!" Yüzümü çevirip gözlerine bakmamaya çalıştım. Ona bu kadar yakın olmak istemiyordum fakat her şeyi bizi yan yana getirmek için planlanmış gibiydi. Adımları benimkilerden daha büyük olduğu için yetişmekte zorlanıyordum. Birkaç kez inleyip sızlandığımda teklifsizce yeniden beni kucağına aldı. "Beni bir bavul gibi taşımaktan ne zaman vazgececeksin? Artık izin bile almıyorsun! Size okulda kaba saba davranmayı mı öğretiyorlar?" Başını sallayıp gergince beni onayladı. "Evet! Hatta bundan çok daha kaba davranmayı öğrendiğimi söyleyebilirim. Genellikle teröristlerle ve vatan hainleri ile uğraştığımız için nezaket çok fazla işimize yaramıyor!" Gözlerimi kaçırmadan yüzünün tüm hatlarını görebileceğim kadar yüzüne yaklaştım. Çok güzel bir yüzü vardı. Hafif kemikli gölgeli ama çekici bir yüz... İnce dudaklar... Bir erkeğe göre zarif sayılabilecek bir burun! Acaba kaşlarını alıyor muydu? Sinekkaydı traş ona yakışıyordu. Ben Bosna'daki sakallı halini de beğenmiştim. Aman ne diyorum ben ya! Bana ne tüm bunlardan? İnsan bu kadar görünce düşünmeden edemiyordu işte! Kendimi toparlayıp "ben terörist ya da vatan haini değilim komutan! Bunu anlasan iyi edersin!" Diye poz attım. Yüzündeki alaycı gülümseme canımı yakmıştı. Belki de beni bir vatan haini olarak görmekte haklıydı. Yaptığım şeyleri düşününce bazen ben bile kim olduğumu sorguluyordum. "Haklısın! Sen normal bir kadınsın değil mi?" Hastanenin koridorlarında bize bakan insanları görmezden gelerek ilerledik. "Her normal kadın gibi içi insanlarla dolu bir tır kaçırdın. Bomba patlatıp Sırp milislerin ölmesine sebep oldun! İletişim hatlarına zarar vermek için nöbetçi askerleri öldürdün! Sana saplantılı bir adamı zehirleyip ölüme terk ettin!" Kullandığı her ölüm kelimesinde biraz daha küçüldüm. Bir damla yaş bakışlarının arasında gözlerimden süzüldü. Beni tekerlekli sandalyeye bıraktığında ona söylemek istediğin tüm sözler dilimin nefret yuvasında gün ışığı göreceği anı bekledi. Başımı son kez çevirip ardımdan nasıl baktığını gördüm. Hayal kırıklığı ve öfke karışımı olan o manzara bundan sonra görebileceğim belki de tek şeydi. Önüme dönüp kısık kısık ağladım. Kim olduğumu hatırlamak canımı yakıyordu. Küçük bir hastane odasına geldiğimde hemşirenin yardımıyla yatağa uzanabilmiştim. Karşımda küçük boy bir televizyon duvara asılı halde duruyordu. Sade beyaz örtü ve altında rahat olduğunu düşündüğüm bir yatak beni bekliyordu. Kanıma karışan enfeksiyon muhtemelen hastalanmamın sebebiydi. Hemşire turnikeyi koluma taktıktan sonra iki tüp kan alıp serum bağladı. Serum halsizleşmeme sebep olmuş ve mide bulantılarımı arttırmıştı. Kendimi iyi hissetmekte zorlanıyordum. Aynı kokunun beni çepeçevre sardığını hissettim. Burada da beni yalnız bırakmayacağını anlamıştım. Eski demir sandalyenin metalik sesi yanıbaşımda oturduğunu düşünmeme sebep oldu. Gözlerimi aradığımda ilk karşılaştığım inip kalkan göğsü ve dizlerinde buluşturduğu sert elleri oldu. Yatağın çarşafına tırnaklarımı geçirerek avucumun arasında sıktım. Hayat kurtarmak için girdiğim yolda birilerinin canını yakmıştım. Suçlu insanların arasında masumlar da vardı. Ve yine ezilen çimenler olmuştu. "Ben bir katil değilim komutan!" dedim inler gibi. İstesem de hızlı ve güçlü konuşamıyordum. Aramızda asla geçmeyeceğini bildiğin büyük bir hesap vardı. İki düşman olarak karşı karşıya gelmek yazılmıştı alnıma. Bundan fazlasını istesem de bekleyemezdim. "Ne gazeteci kızın ne de diğerlerinin ölmesini istemedim." O gözlerini ayırmaksızın içli nefesler verirken sertçe yutkundum. Kurumuş dudaklarım bir damla suya hasretti. "Savaş bizi ayakta kalmak için kötü olmaya zorladı. Ruhumu, namusumu, milletimi kirli ellerden ve acılardan koruyabilmek için kendimden vazgeçtim." Gözlerim usulca kapandı. Ayağa kalkıp üzerime doğru eğildi ve ayak ucumdaki pikeyi samimi olmadığına inandığım tarzda üzerime çekti. "Yüreğime düşen nefret öyle derinlerde kök saldı ki alnıma yazılan kader ne olursa olsun sana duyduğum öfke geçmez Artemis çiçeği!" Gözlerimi yumduğumda onun asla benim için iyi bir şeyler yapabileceğine inanmıyordum. Kaybettiklerinin öfkesi canı her sızladığında Üsteğmene yaşadığımız o karanlık günü hatırlatacaktı. *** İlahi bakış Erkin büyük bir telaşla hastanenin koridorlarında koşuşturmaya başladı. Görevden sonra ilk iş evine gitmiş ve olan biteni düşünerek derin bir uykuya dalmıştı. Alina'nın fenalaşıp hastaneye geldiğini öğrendiğinde yüreği ağzında bir şekilde hiç düşünmeden kendini buraya atmıştı. Sevdanın yerleştiği ve hasretin talan ettiği yüreği kuş gibi çırpınıyor, özlem duyduğu kadının halinden haberdar olmak için delirmesine sebep oluyordu. Birkaç hemşireye çarpıp arkasından edilen söylenmeleri duymaksızın merdivenleri tırmandı. Asansör her zamanki gibi doluydu ve Erkin kimseyi bekleyecek beklerken zaman kaybedip çıldıracak durumda değildi. İkinci kattaki hemşirelerden birinin önünü kesip "Alina Mihaloviç! Hastanenize Boşnak kökenli genç bir hasta gelmiş! Oda numarasını öğrenebilir miyim?" Hemşire isteksiz davranınca Erkin hiç düşünmeden asker kimliğini çıkarıp gösterdi. Genç kadın bir sorun olmayacağını düşünüp koridorun sonundaki küçük odayı işaret etti. "Yalnız ismi Alina Demirsoy! Aynı kişiden bahsettiğimize emin misiniz?" Erkin boğazına oturan zakkumla nefes alamadığını hissetti. Düşünmemeye çalıştığı bir gerçek yine karşısına çıkmış ve dikenlerini ruhuna geçirmişti. Hemşireye bir şey söylemeden tarif ettiği odaya yöneldi. Kapıyı birkaç kez tıklatıp sabırsızca içeri girdi. Alina'nın gözleri kapının açılma sesiyle yaralandı ve bakışları önce pencere kenarından dışarıyı izleyen Barbaros'a ardından da ilgi dolu bakışlarını fark ettiği Erkin' de dolaştı. Kendini daha iyi hissettiğini anladı ve hafifçe doğrulup sırtını yastığa bıraktı. "Geleceğini düşünmemiştim!" Diyen Barbaros şüpheyle Erkin'i inceledi. "Apar topar gelince yardıma ihtiyacı vardır diye düşündüm. Hana pek iyi görünmüyordu." Barbaros bu yoğun ilgiden hoşlanmamıştı. Alina'nın yüzü mahcubiyetle kızarırken huzursuzca kıpırdandı. "Geçmiş olsun!" Alina günler sonra ilk kez birinin kendisiyle Boşnakça konuştuğunu fark edip yüreğini sızlatan yarayı derinlikli bir şekilde hissetti. Vatan özlemi duyuyordu. Ülkesi savaşın koynunda inim inim inlerken burada yaşamaya çalışmak canını acıtıyordu. "Teşekkür ederim!" Erkin'in bir süre heyecanını dizginlemeye çalışarak ne konuşacağını hesap etmenin derdinde kıvranırken sonunda akıl edip Barbaros'un bıraktığı sandalyeyi oturdu. Erkin'in bu merakı ve ilgisi Barbaros'un gözüne batmaya başlamıştı. "Size o yaranın sıkıntı çıkarabileceğini söylemiştim. Keşke nikah günü bu işin peşine düşseydik. Belki bu kadar kötü olmayacaktı!" Alina onu onaylar gibi başını salladı. "Haklısınız! Benim için zor bir gündü!" Bakışları birkaç saniye kendilerini merakla dinleyen Barbaros'u buldu ve ne dediğini anlamadığından emin olur olmaz yeniden Erkin'e yöneldi. Neyse ki Barbaros Boşnakça bilmiyordu. Bilmediği için Erkin'e derdini rahat rahat anlatabilirdi. Bu genç adama diğerlerinden farklı bir yakınlık duyduğunu itiraf etmek Alina'ya zor gelmemişti. Barbaros'tan çok daha nazik olduğu su götürmez bir gerçekti. Hâl böyleyken derdini ona açabilir ve yardım isteyebilirdi. İçinden bir ses Erkin'e güvenmesinin bir mahsuru olmadığını söylüyordu. " Bana olan desteğiniz huzur verici! Diğerlerinin de bu konuda değerli olduğunu söylemek isterim." Erkin dudaklarını birbirine bastırıp gülümsedi. Alina'dan böyle güzel sözler duymak kalbindeki kelebeklerin aynı anda vücuduna geçmesine sebep olmuştu. İçindeki yanardağın alev püskürmesi an meselesiydi. "Bize sığındınız! Elbette gereken desteği sağlamaktan asla çekinmeyiz! Türklerin ne kadar misafirperver olduğunu o zaman siz de göreceksiniz!" Barbaros'un kendisine dün gece yaşattıklarını hatırlayan Alina yüzünde solan o gülümsemeyi olabildiğince Erkin'den gizlemeye çalıştı. "Haklısınız!" Barbaros aralarında geçen tüm o diyaloğu anlamıyor olmaktan oldukça rahatsızdı. Erkin'in bu gereksiz yakınlığını anlam vermek zordu. Bu adam neyin peşindeydi? " Türkiye'yi sevdiniz mi?" Alina lojmana gelene kadar geçtiği yolları, gördüğü manzaraları düşündü. Evet henüz çok fazla gezme fırsatı olmasa da Türkiye'yi çok beğenmişti. "Harika bir yer! Kendimi toparladığımda daha fazla şey görmek istiyorum." Erkin telsizini kurcalarken bakışlarını kaçırdı. "İyi bir rehber olduğum söylenir. Belki birlikte..." Barbaros'un öksürüğü genç adamın lafı ağzına tıkamaya yetmişti. Komutanının ve arkadaşının ters bakışlarına toslayan Erkin ayağa kalkma ihtiyacı hissetti. Alina'yı gördüğünde içini kaplayan bu huzur rahat davranmasına sebep olmuştu. "Muhabbetiniz bol olsun astsubay Erkin Karaca!" Aralarındaki ast üst ilişkisi Erkin'i seviyeli olmaya ve ciddiyete davet etmişti. "Sadece bir ihtiyacı olup olmadığını sormak istedim komutanım!" Barbaros'un bakışları kendilerini kızgın kırgın dinleyen Alina'ya kaydığında daha da sertleşti. Niye bu kadar tepki verdiğini kendisi de bilmiyordu. "Sohbet etmemin bir mahsuru mu var üsteğmen?" Alina'nın İngilizce bir şekilde söylediği sözler Barbaros'un burun deliklerinin öfkeyle büyümesine sebep oldu. Kaslı kollarındaki damarlar bile sanki bu öfkenin bıraktığı hoyrat dalganın etkisiyle şişip belirginleşmişti. "Elbette yok! Ben sadece..." "O halde bize biraz izin verirseniz size müteşekkir olurum!" Alina'nın bu isteği Barbaros'un iyiden iyiye canının sıkılmasına sebep oldu. Resmen kendisini odadan kovarak Erkin'le yalnız kalmak istemişti. Bu göçmen kızı iyice şaşırmaya Barbaros'un da sabrını taşırmaya başlamıştı. Kıskanıldığını düşünerek Alina'yı eğlendirmek istememiş ve "Öyle olsun!" diyerek sakinlik maskesini yüzüne takıp odadan çıkmıştı. Alina Barbaros'a yaptığı her şeyin hesabını soracak ve onu pişman etmeden asla geri adım atmayacaktı. Kendisini merakla dinleyen Erkin'in sakin ve dostane bir ses tonuyla yaklaştı. "Sizden bir şey rica edebilir miyim?" Erkin yüzüne yapışmış bir halde olan tebessümünü esirgemeden, "Elbette!" diyerek karşılık verdi. Genç kadın utangaç bakışlar atan askere biraz daha yaklaştı. Bu Erkin'in onun kokusunda boğulma arzusunu tetikliyordu. Alina bakışlarındaki hüznü silmeye çalışsa da nafile bir çabaydı. Yaşadıklarının ağırlığını her daim göğüs kafesinde hissedecekti. " Ben savaşta ailemin neredeyse tamamını kaybettim. Annemi o hainler öldürdü. Kız kardeşim Berina onların ölüm kamplarında... Erkek kardeşim Muris Bosna'da Arbih'e katıldı. Ülkesi için savaştığını biliyorum. Ailemden sağ kalanları bir araya getirmek istiyorum. Bu mümkün olmasa bile en azından onlardan haber alabilirim." Erkin, yüreğinin bel bağladığı kadını dinlemiş ama ne yapmasını istediğini bir türlü anlamamıştı. "Anladım! Yaşadıklarınız için üzgünüm!" "Ben de! Sizden Berina ve Muris'in hayatta olup olmadığını öğrenmenizi istiyorum! Ben sadece bu konuda bana yardım edip edemeyeceğinizi öğrenmek istedim." Erkin ne diyeceğini bilemiyordu. Alina'yı kırmak istememiş ama ona gereksiz yere umut verip daha fazla üzülmesine sebep olmayı da kendine yedirememişti. "Size yardım etmeyi ben de çok isterim ama bu konuda iç açıcı bir cevap bulmak zor! Bana onlarla ilgili detaylı birkaç bilgi daha vermeniz gerekiyor! Sizi umutlandırmak istemiyorum ama elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz. Araştıracağım! Eğer bir sonuca ulaşırsam bunu size bildireceğimden bir şüpheniz olmasın." Alina umutla gülümseyip masanın üzerindeki kağıt parçasını aldı. Oraya kardeşlerinin kimlik bilgilerini yazıp kağıdı yeniden Erkin'e uzattı. "İyi ya da kötü öğrendiğiniz her şeyi bilmek istiyorum. Bu benim için çok önemli!" Erkin tedirgince kağıda göz gezdirdi. Kafasında pek çok soru vardı fakat bunları Alina'ya sorup sormamak konusunda kararsızdı. "Onlar hakkında istediğiniz bilgileri bulduğumda ne yapmayı düşünüyorsunuz? Sonuçta artık buradasınız. Oradaki insanlar için bir girişimde bulunmanız pek mümkün değil!" Alina başını geriye bırakıp pencereden mavi bulutlarla dolu gökyüzünü hasretle baktı. Türkiye'yi sevmeye sevmişti ama Bosna bu kadar içler acısı bir haldeyken burada hiçbir şey olmamış gibi yaşamayı kendine yediremiyordu. Kardeşlerinin yerini öğrenecek ve Bosna'ya geri dönecekti. Ne zaman ki o cennet topraklar barışın iklimini tadardı ancak o zaman genç kadın huzurlu bir şekilde başını yastığa koyabilirdi. "Neden soruyorsunuz?" "Sizce de bilmem gerekmez mi?" Alina ona karşı dürüst olması gerektiğini düşünmüş ve duygularını açık etmekte bir mahsur görmemişti. "Geri dönüp yarım bıraktığım işi tamamlayacağım." Bu söz Erkin'in kalbine zehirli bir ok gibi saplanıp kalmıştı. Alina'nın o cehenneme geri dönmesi en son isteyeceği şey bile değildi. "Bu sizin için çok tehlikeli! Arandığınızı biliyorsunuz! Burada güvende iken yeniden tehlikeye atılmak ne kadar doğru?" Alina hayal kırıklıkları için de nemli gözlerle ona baktı. "Kardeşlerimin bana ihtiyacı var. Türkiye'de hiçbir şey olmamış gibi yaşamam mümkün değil. Savaşı bitirmeye gücümün yeteceğini biliyorum. En azından onları kurtarabilmeyi umuyorum." Erkin ruhunda söndürülen sigara izmaritlerini hissettirmemeye çalışarak güçlükle nefes aldı. Aşık olduğu kadını ölüme göndermek ve reddetmek arasında bir tercih yapsa kararı ne olurdu? "Bana yardım edecek misiniz?" Erkin bunu istemese de başını olumlu anlamda salladı. Alina'yı biraz olsun tanıdıysa yardımını reddettiğinde de genç kadın için hiçbir şey değişmeyecekti. "Elimden geleni yapacağım!" Kapı aniden açıldığında ikisinin bakışları da aynı noktayı buldu. "Sürpriz!" Zeren elinde tatlı bir buketle içeri girmiş ve ikiliyi toparlanma tedirginliği sarmıştı. "Yanlış bir zamanda mı geldim yoksa?" Çarpık bakışları Erkin'in üzerinde oyalandı. Genç kadın onun ateşle oynadığını biliyor ve sessizce olacakları bekliyordu. "Ben de kalkıyordum zaten!" Erkin odayı terk ederken Alina onun arkasından umutla baktı. Kardeşlerini bulma konusunda Erkin'den başkasına güvenebileceğini zannetmiyordu. "Sana yiyecek bir şeyler getirdim." Dedi Zeren oldukça keyifli bir yüz ifadesiyle. "Teşekkür ederim!" Alina kendisine uzatılan sarmalarlardan bir tanesini ağzına götürdü. İngilizce bir şekilde, "Çok güzel!" dedi. Zeren'in yüzündeki memnuniyet ifadesi kendini iyi hissettirmişti. "Bunda ne var! Bizde efsane yemekler vardır çok şanslısın! Doktorla konuştum. Bugün taburcu olabileceğini söyledi. Bu Alina'nın duyduğu en güzel şey olabilirdi. Bir an önce kardeşine kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Sarmalarlardan birkaç tane daha ağzına attı. Yanında getirdiği diğer yiyecekler de iştah açıcı görünüyordu. Karnının kurt gibi kazandığının farkındaydı ve bu güzel fırsatı asla geri çevirmeyecekti. "Yemekler gerçekten çok iyi! Doymak istemiyorum!" Zeren Alina'nın iştahla yediği şeylere baktı. "Ben pek yemekten anlamam ama Türkan bu konuda herkesten daha iyidir. Bakma öyle sert durduğuna. Asker yerine aşçı olsaydık paraya para demezdik!" Alina derdini Erkin'e anlatmış olmanın verdiği rahatlıkla tebessüm edip ayağa kalkmaya çalıştı. Zeren ona yardım etmiş ve ellerini yıkaması için lavabonun yerini göstermişti. Genç kadın üzerindeki kanlı pantolonla ortalıkta dolaşmak istemiyordu ve neyse ki Zeren bu konuda da ona yardımcı olmuş ve Alina'ya getirdiği yedek kıyafetleri poşeti ile birlikte teslim etmişti. Alina odasındaki lavaboyu kullanıp kendisine getirdiği kıyafetleri kapalı perdelerin ardında bir çırpıda üzerine geçirdi. Eve gittiğinde yapacağı ilk iş duş almak olacaktı. " üKomutanım da hastane işlemlerini hallediyor. O gelene kadar biraz dolaşalım istersen! Hem sen de hava almış olursun!" Alina "Çok iyi olur!" Diyerek kapıya yöneldi. Oldukça kalabalık bir hastanede bulunuyorlardı. İnsanlara çarpmadan uzun, mermer desenli koridorda yürümek neredeyse imkansızdı. Doktorların başını kaşıyacak vakti yoktu ve hemşirelere dokunsan kükreyebilecek kadar gergindiler. Alina küçük adımlarla dolaşırken kendisine çarpan kapüşonlu genç bir delikanlının darbesiyle neye uğradığını şaşırdı. Saniyeler içinde eline küçük bir not kağıdının iliştirildiğini hissetmiş ve genç adamın yüzünü görmeye bile vakit bulamamıştı. Zeren kapüşonlunun arkasından " öküz!" diye bağırırken Alina bunun bir işaret olduğunu anlayıp kağıdı koyu yeşil pantolonun arkasına sakladı. "Böyle kaba insanları gördüğünde hiç şaşırma! Etrafımız hödük dolu!" "Sorun değil!" Zeren bir şeyler sezse de şüphelerini Alina'ya belli etmedi. Bu çaylak kız karşısında eğitimli bir asker olduğunu unutup kendisinden bir şeyler gizleyebileceğini nasıl düşünebilirdi? Dikkat konusunda kimse bir bordo bereli askerle kolay kolay aşık atamazdı. Alina'ya lavaboya gitmek istediğini söyleyip göçmen kızının yalnız kalmasını sağladı. Alina Zeren'in yanından uzaklaştığında emin olur olmaz ilk işi elindeki kağıdı yoklamak oldu. Boşnakça yazılmıştı ve genç kadın yazıyı daha görür görmez tanımıştı. Bu yazı dayısı İmran Borya'ya aitti. Günler sonra kendisine ulaşmayı başarmış ve onunla iletişime geçmiştir. "Alina moja! Türkiye'ye geldiğini yeni öğrendim. Srce moje! (Yüreğim) Yaşadıkların için çok üzgünüm sevgili Ciğerparem. Seninle konuşmak ve görüşmek istiyorum ama etrafındaki insanların varlığı beni bu konuda düşündürüyor. Aşağıya bir evin adresini yazdım. Dediğim saatte oraya git ve benden haber bekle!" Alina adrese göz gezdirdi. Kendisine yabancı bir memlekette bu Türkçe adresi nasıl bulacağını bilememenin endişesini yaşadı. Bakışları etrafını heyecanla kolaçan etti. Kendisini uzaktan takip eden bir çift gergin bakışı fark etmemişti. Barbaros'un bal rengi gözleri karanlık saçarken Alina'daki tüm tepkileri uzaktan takip ediyor, söz konusu kâğıtta yazanları öğrenmek için adeta kıvranıyordu. Bu küçük kız daha kiminle dans ettiğini bilmiyordu. Alina kâğıdı cebine koyup normal görünmeye çalıştı. İşin aslını öğrenmeden dayısıyla ilgili kesin kanaate varmayacaktı. Onunla bu meseleyi konuşmak baba yerine koyduğu adama vefa borçu gibi geliyordu. Bu insanları yeni tanımıştı ve güven konusunda dayısı İmran'dan daha hallice bir konuma sahip değillerdi. Zeren lavabodan çıkar çıkmaz kendilerine doğru yürümekte olan Barbaros'a selam verdi. Barbaros'un varlığı ortamda soğuk rüzgarlar esmesine sebep olmuştu. Alina, şahin bakışlı adamın karşısında dizlerinin titrediğini hissetti. Öyle güçlü, heybetli bir duruşu vardı ki temsil ettiği değerleri alnında bir nişan gibi taşımaktan geri durmuyordu. Güçlü kolları ve geniş omuzları bakışlarının odağına her girdiğinde gözlerini saklayacak yer arıyordu. Uzun zaman sonra bu duygu değişimini kendi de anlamıyor, düşüncelerinin önüne bir sıfat yerleştirmekte zorlanıyordu. "Gidelim!"dedi Barbaros mesafeli bir şekilde. Öne geçip kalabalığı yararak ilerlerken Alina'ya göz ucuyla bile bakmamıştı. Alina bunun sebebini ölçüp tartıyor, o hastane odasında Erkin'le aralarında bir şey olduğunu düşünüp düşünmediğini anlamaya çalışıyordu. İçine dolan endişe duygusunu yutkunarak beyninden uzaklaştırmaya çalıştı. Bu durumun kalbinde neden kasvete ve kaosa neden olduğunu anlayamıyordu. Barbaros'un küçük boyutlu büyük maharetli, üstü açık arabasının ön koltuğuna yerleşti. Saatler öncesinde söylediklerinin aksine aracı beğenmiş, sırf gıcıklık olsun diye aksini söylemişti. Bakışları birkaç kez Barbaros'un yola konsantre olan yüzünde dolaştı. Bunu yapmak istemese de kendisini kaçtığı yerde buluyor, bakmamak için yoğun çaba sarf ediyordu. Nihayet eve geldiklerinde onunla daha fazla aynı ortamı paylaşmayacağı için Allah'a şükretti. Hava iyice soğumuş, çıplak kalan ağaçlar kafasında dönüp duran düşünceleri hatırlatmıştı. Demek hayata hazırlıksız yakalanan bir tek kendisi değildi. "Sestra moja!" Hana'nın koşarak geldiğini gören genç kız neşeyle kendisine atılan kardeşini kollarının arasına aldı. "Güzelim!" Barbaros ve Zeren ne konuştuklarını anlamasa da bu sıcak iklimden gayet memnun görünüyordu. "Sana bir şey olacak diye çok korktum cvijet (çiçek) İyi ki geldin! Zeze bana kurabiye yaptı! Elindeki kurabiyeyi ablasına uzatan Hana Bosna'da olduğu gibi yine son kurabiyeyi ablası için saklamıştı. Alina onu daha sıkı sarmalayıp bağrına bastı. Eğer kardeşleriyle ilgili iç açıcı bir haber alırsa onu burada bırakıp geri dönmek zorunda kalacaktı. Daha bırakmadan yüreğine Hana'nın hasretinin çöreklendiğini düşünmüş kalbinin paramparça olduğunu hissetmişti. O siyah zeytin karası bakışlarının ardından günlerce ağlayacağını düşünmek içindeki çok şeyi dağıtıp tüketmişti. Belki dayısı Erkin'den önce davranır ve kardeşlerinin yerini bulmasına yardım ederdi. Ama her koşulda yapacağı tek şey onları bulmadan geriye dönmemek olacaktı. Hana'nın alnını, burnunu, yanaklarını doya doya öptü. Ayrılık içine düşmeden hasret çekmesi ne kadar normaldi? "Aklım sende kaldı. Güçlü bir kız gibi davranıp arkamdan ağlamadın değil mi?" Hana örgülerini titreterek başını sağa sola salladı. "Hiç ağlamadım Sestra moja! Kurabiye yiyip bana gelmeni bekledim." Küçük kızın dudakları hafifçe burkulduğunda biriktirdiği tüm yaşlar dökülmek için çırpındı. "Bir daha gitmeyeceksin değil mi?" Alina yanındakilere bakınca içindeki belirsizliği hissettirmemek için yalancı gülüşlerini kardeşine sundu. "Gitmeyeceğim." Hana üst ön dişlerindeki minik aralığı dert etmeden genişçe gülümsedi. Yanağındaki çukur bunu her yaptığında Alina'nın yosun gözlerine el sallıyordu. "Söz ver! En sevdiğim oyuncağının üzerine yemin et!" Alina ona artık bir oyuncağı olmadığını söylemek istedi fakat bu küçük kızın dünyasını yerle bir edecek gerçeklerden sadece biriydi. Ona uymak için elini gerdanına atıp özür diler gibi "Bez bebeğim üzerine söz veriyorum!"dedi. Hana tatmin olmuştu. Zeren ise bu tatlı ilişkiyi söylediklerini anlamasa da yakından takip etmeyi sevmiş ve duygulanmıştı. Alina veda edip eve yöneldiğinde Zeren "Dur biraz,"diye atıldı. Alina omuzlarının üzerinden ona baksa da ilk göz göze geldiği Barbaros olmuştu. "Akşam bizim timle bir araya geliyoruz. Lojmanın büyük çardağında yemek yiyip sohbet edeceğiz. Sen de bize katılsana! Hem Hana'cığa değişikli olur!" Alina yumuşayan yüz hatlarını Hana'ya çevirdiğinde Zeren'e ne kadar sevgiyle baktığını fark etti. "Tamam! Gelirim! Teşekkür ederim!" "Bir saat sonra buluşuyoruz!" Alina başını sallayıp onayladı ve eve yöneldi. Hana, televizyonda Tom ve Jerry izlerken kendisi ılık bir duş almış saçlarını kurutarak kendisine alınan elbiseleri yönelmişti. Pek çok farklı renk ve tarzda kıyafet bulunsa da Alina'ya en çok hitap eden mor renkteki diz kapaklarına kadar uzanan sade Mevlânâ kesim elbise olmuştu. Saçlarını kurutur kurutmaz sık dişli tarakla güzelce taradı. Elleri lastik tokasına gitse de bu sefer örgülü bir saçla kimsenin karşısına çıkmayacaktı. Başına üzerinde mavi bir çiçek olan tokayı iliştirdi. Açık kestane saçları uçlarına doğru hafifçe dalgalanıyor ve beline kadar uzanıyordu. Mor , kapalı topuklu ayakkabıları ayağına geçirdiğinde birkaç santim daha uzadığını fark etti. Böyle kendini daha zarif hissetmeye, bir kadın olduğunu hatırlamaya başlamıştı. Erkek kıyafetlerinin içinde erkek gibi davranmak zorundaydı ve farkında olmadan kadınsı özelliklerini kaybetmenin sıkıntısını yaşıyordu. Bir erkek gibi yürümek artık onu rahatsız etmeye başlamıştı. Uzun süre böyle yaşamak Alina'ya iyi gelmemişti. Makyaj masasının karşısına geçtiğinde yüzündeki her bir detaya güzelce dokunmak istedi. En son ne zaman makyaj yaptığını hatırlamıyordu bile. Gözleri ön plana çıkartan, zarif dokunuşların ardından makyajını hafif parlak bir rujla tamamladı. Şimdi yosunlar çok daha belirgin, çok daha çarpıcıydı. Bugünkü sözlerini Barbaros'a yedirmeden genç kadın asla huzur bulamayacaktı. Hana'ın dolabını açıp kendisiyle aynı renklerde benzer bir elbiseyi küçük kıza giydirdi ve örgülü saçlarını açıp güzelce taradı. Boşnak böreğini büyükçe bir saklama kabına koyup masadakilere ikram etmek üzere hazır bulundurdu. 1 saatin çoktan dolduğunu fark etmiş ve daha fazla geç kalmamak için elini çabuk tutma gayretine düşmüştü. Hana'nın elinden tutarak çardakta biriken kalabalığa yöneldi. Alina'yı ilk fark eden Barbaros olmuştu. Ekip yemek hazırlığıyla uğraşırken o bir saat boyunca sadece Alina'nın yolunu gözlemiş, aklını fikrini cebine tıkıştırdığı kâğıtla birlikte ona göndermişti. Alina ile göz göze geldiklerinde bakışları mıknatıs gibi ona yapışıp kaldı. Nefes alışverişi kendini veresiyeye kapatan mahalle bakkalı gibi küsüp sindi. Ciğerleri beynini oksijen diye tırmalasa da gözleri hastanelerdeki hemşire portresi gibi susmasını işaret etti. Sabah bıraktığı kadın evrime kafa göz dalmış, hatta tüm sülalesini anadan üryan bırakmıştı. Alina Türkçe bir şekilde "Merhaba!" dedi. Sadece birkaç Türkçe kelime biliyor, daha fazlasını öğrenmek için çabalıyordu. Erkin bidbaks yapan Kürşat'a gülmeyi bırakıp yosun gözlerin sahibine kitlendi ve kötürüm gibi sendelemesini sert bir yutkunma takip etti. "Hoşgeldiniz!" Alina ona "Hoşbulduk!" Diye karşılık verirken Barbaros arkadaşına sert sert baktı. Bu kıza olan yaklaşımından hoşlanmıyordu. Hana hevesle Kürşat'ın boynuna asıldı. "Sidikliiiii!" Sözü duyan ekip kahkahadan kırılma noktasına varmıştı. "Aman be bıldırcın! Yeter ama! Adım Kürşat! Neymiş Küüüüürrşaaaat!" Hana birkaç kez masum masum göz kırpıp dili döndüğünce kelimeyi tekrar etti. "Kütçap!" Masadakiler kıkırdarken Cihangir öne atılıp burun kemerini sıktı ve Kürşat'a fısıldadı. "Bence ilkini tercih et! Yoksa minik kızın hayatında bir sostan fazlası olamayacaksın!" Kürşat burnunu kırıştırıp matador gören kızgın bir boğa gibi soludu. "Kürşat be bıldırcın! Kürşat yani! Ne kadar zor olabilir!" "Kişap!" Hana'nın son sözü Kürşat'ın esefle iç çekmesine sebep oldu. "Ben en iyisi nüfusa gidip değiştireyim. Başka türlü kurtuluşum yok!"T im kıkırdayıp Hana ile Kürşat'ın tatlı atışmalarını dinledi. Barbaros gözlerini Alina'nın üzerinden ayırmıyor, mest olmuş gibi güzelliğini sanat gurmesi misali inceliyordu. Tarzındaki bu ani değişim sabah ki konuşmalardan kaynaklı olabilir miydi? Gergince bakışlarını kaçırıp önündeki yemeklere odaklandı. Masada Alina'nın Boşnak böreği de yer bulmuştu. Zeren, Alina'nın böreğinden küçük bir barça tabağına bırakıp tattı. "Vay canına! Nefis bir börek olmuş. El açması yapmışsın sanırım!" Alina, "Evet! Hana ve benim en sevdiğim yemeklerden biridir." Ferit öne atılıp kendisine bir türlü ikram edilmeyen böreklerden birine hücuma kalktı. "Of şahane! Mangalı bırakıp böreğe mi dadansak!" Alina'nın henüz Türkçe bilmediğini hatırladığında elini dudaklarına vurur gibi yaklaştırıp öpücüğe benzer bir ses çıkararak "Wonderful, ferfect!" Dedi. Alina ile sadece İngilizce anlaşabiliyorlardı. Hana börekten bir dilim yedikten sonra tüm ilgisini sarmalara mıhlamıştı. Çerez gibi yediği sarmalar Alina'da da iştah uyandırdı. Türkan'ın tabağına bıraktığı nefis sarmalardan bir tanesini zevkle ağzına attı. "Çok iyi!" dediğinde Ayşen gururla kabardı. Cihangir'in östrojenin beden bulmuş hali olarak gördüğü genç kadın karnı burnunda hamile olduğu halde Timi mutlu etmek için yine hünerlerini sergilemişti. "Beğendiğine sevindim. Nasıl deniyordu?" Bir ım sesinden sonra "Very very..." diyerek duraksadı. Onu tamamlayan kılıbık kocası Cihangir'den başkası olmayacaktı. "Good diyeceksin minik sincabım!" Ayşen kaşlarını çattı. "Ben ferfect diyecektim Cihangir." Etraf buz kesmiş, kimsenş nağzını bıçak açmaz olmuştu. Bu durum Ayşen'i cesaretlendirip Cihangir'i pişman etme seyansı yapmasına sebep olmuştu. "Yani sen ne demek istiyorsun? Ben cahil miyim? İngilizce falan bilemez miyim? Sen düzeltmesen bir cümleyi bile tamamlayamaz mıydım?" Alina ne dediklerini anlamasa da ortalıkta hormonsal sorunlar olduğunu anlamıştı. "Olur mu aşkım! Bebeğim!"diye ekledi Cihangir bir yandan da 'Ben böyle hormonların anasını, silalesini..." diye saydırmaya hazırlanıyordu ki sözünü bölen Barbaros'tan başkası olmayacaktı. "Anasını sülalesini gondola bindirecektin değil mi Cihangir?" dedi bıyıklarından gülerken. "Evet Üsteğmenim! Sülalecek lunaparka gidip gondola bineceğiz." Tim kıkırdadı. Ne yazık ki bu cevap Ayşen'i tatmin etmekten uzaktı. "Ben burda koca bir basketbol topunu andıran karnımla bir yerlere sığmaya çalışıyorum o lunaparka gidip eğlenmek derdinde. Sen artık beni sevmiyorsun!" Ayşen ağlamaya girişirken Cihangir ekibe yardım ister gibi baktı. İnsanlar Ayşen'deki hormonların kendi içinde savaşa girdiğini bilerek olaya karışmamayı tercih ettiler. Kimse canına susamamıştı. "Olur mu hiç öyle şey aşkım! Ben seni hâlâ çok seviyorum. Aşkımız ilk günki gibi taze..." Cihangir yanı başındaki Ozan'a dirseğini sert bir şekilde indirdi. Karısı konusunda yardıma ihtiyacı vardı. "E-evet yenge. Cihangir abimin aşkı fırından yeni çıkmış taze ekmek gibi kıtır kıtır..." Zeren kıkırdarken Ozan Cihangir'in ikinci dirseğiyle toparlandı. "Yani ağaç dalında düşmüş sulu bir şeftali gibi..." Cihangir artık yardım istemiyordu. Ozan batırmış üstüne tüy bile dikmişti. Ayşen ağlamaklı bir şekilde "Ne yani şimdi bana tüylü mü demek istiyor?" Diye sızlandı. Alina dönen dolapları anlamak için çırpınırken Barbaros tırnaklarını yüzüne geçirip bu deli saçmasının ne zaman biteceğine dair hesaplamalar yapmaya başlamıştı. Evlilikten son anda döndüğü için üzülmekle hata mı etmişti? Neyse ki parmağındaki formalite bir yüzükten fazlası değildi. Henüz kelepçelenmediği için mutlu olabilirdi. "Tüylü ha tüylü!" Diye sızlandı Ayşen! "Olur mu aşkım! Sen beyaz bir mermer kadar pürüzsüzsün!" "Mermer mi?" Ayşen'in çığlığı sarmaların Umut'un boğazında kalmasına sebep oldu. Umut ölecek gibi öksürürken boğulması endişesi Türkan'ı su vermeye yöneltmiş ve ifadesiz soğuk yüzünün biraz olsun mimiklerle hemhal olmasına sebep olmuştu. "İç şunu boğulacaksın!" Umut yaşaran gözlerini sol elinin tersiyle silerken platonik aşkına yan yan baktı. Kendisini düşünmesi bu ilişkiye bir şans vermesi olarak yorumlanabilir miydi? Belki de nikah işlemleri için hazırlığa başlasa hiç fena olmazdı. "Ne yani beni mermere mi benzetiyorsun Cihangir? Bu kadar soğuk ve katı mıyım ben?" Ferit Cihangir'e dönüp fısıldar gibi ellerini kavuşturdu ve herkesin duyabileceği bir ses tonuyla "Beyaz peyniri dene Badi!" Diyerek kendince akıl verdi. Ayşen bayılmak üzereydi ve insanlar onu bırakmış dünyanın en saçma lafını etmiş gibi Ferit'i didiklemeye başlamıştı. Ferit kendisini savunmak için kümesteki tavuklara kasılan bodur bir horoz gibi kabardı. "Ne yani! Hem yumuşak hem de soğuk değil! Tabi dolaptan çıkmadıysa!" Timin sessizliği onu susturmaya yetmemiştir. "Çıkmamıştır değil mi?" Cihangir Ferit'i perçeminden yakalayıp "Susacak mısın artık!"diye darladı. "Bu geceyi kanepede geçirmek istemiyorum." Alina sarmalardan birini daha ağzına tıkıştırırken kıkırdadı. Bu tim gerçekten evlere şenlikti. O an dikkatleri Ozan'ın çalan telefonu çekti ve Ayşen ortalığı daha fazla velveleye vermeden genç adamın işaretiyle ortamı bir sessizlik aldı. "Efendim babacığım!"dedi Ozan ılık ılık terlerken. Yüzünde sahte bir memnuniyet ve yorgun bir tebessüm vardı. "Hı hı! Evet babacığım! Hiç sorma! Çok çalışıyorum çalışmaz mıyım? Arkadaşlarla öğrenci evinde televizyonu radyoyu bıraktık kitaplara gömüldük!" Ferit ağzı kulaklarında "Yav he he!" Diye geveledi. Kıkırdamamak için Yıldırım timi kendini zor tutuyordu. Ferit elini kulağına yerleştirip Ozan'ın muhteşem performansını taklit etti. Yalanın mektebi olsa ilk kurdeleyi Ozan alırdı. "Evet çok başarılıyım babacığım! Hep A alıyorum! Tabiki hem de en yükseği! Ne mi çalışıyorum?" Ozan tıkanmış bir şekilde arkadaşlarından eman dileyen yüz ifadesini konuşturarak baktı. "Anatomi de!" Diye araya girdi Umut. "Yok deve!"diyen Ferit'e ilk çimdiği Zeren çakmıştı. Ozan elini saçlarına geçirip gergince dişini sıktı. Yüzünde canı süt çekmiş gibi ekşimiş bir ifade vardı. "Ba-babacım sen nerden bileceksin benim dersimi? Hı hı! Tabi merak edersin tabi tabi! Biyokimya çalışıyorum!" Kısa bir duraksamanın ardından "Hangi konu?" diyen babasına kıvranarak, "Fosfatidiletanolamin N-metiltransferaz!" Diye cevap verdi. Kürşat "Vay anasını!" diyerek kısık kısık söylendi. "Ulan herif yalanın kuyruğunda galaksiler dolaştı. Bunu ne ara öğrendin?" Cihangir'in Kürşat'ın kafasına çakması uzun sürmedi. "Kes ulan sesini! Adamın kalbi var!" Kürşat suyu yanmış gibi kafasına dikip iç çekti. "Oy anam oy!" O söylenirken neyse ki Ozan kazasız belasız başını kurtarmayı başarabilmişti. "Kurtuldum şimdilik!" Ona ters bakış atan Yadigar daha fazla dayanamayıp söze girdi. "Oğlum karışmayayım diyorum ama duramıyorum. Yahu yalan dediğin mum gibi söner gider. Adama doğruyu söyle! Böyle palavra dökmeye devam edersen asıl şoku öğrendiği zaman kaldıramaz. Bilsin asker olduğunu! Zamanla alışır! Vatan bu oğlum! Ne evlat dinler ne oğul!" Ozan başını eğdi. "Keşke taşıyabileceğine inanabilsem!" Kimse bir şey diyemedi. Hasta adama sebep olma ihtimali hepsinin ağzına sıkı bir fermuar geçirmişti. Umut Ozan'ın elindeki telefona hayranlıkla baktı. "Vay canına! Herif cep telefonu bile kullanıyor! Dünyanın parasıdır bu şimdi!" Ozan gerginliği atınca gururlu gururlu gülümsedi. İşin ucunda Zeren'i etkilemek vardı. "Amerika'dan kaçak getirttim. Buralarda hem pahalı hem de çok yaygın değil! Babamdan haber almak için iki tane aldım." Ferit telefonu evirip çevirdi. "Nasıl gerçekleşiyor? Alt yapı sorunu yok mu?" "Analog sistemle. Ses radyo dalgalarına dönüşüp baz istasyonuna ulaşıyor ortadan da tekrar karşı tarafa ses dönüşerek gidiyor. Pek kaliteli sayıl az ama benim gibi fazla evde kalamayan insanlara iyi çözüm. Zaten birkaç yıla kullanımı yaygınlaşacak!" Zeren, "Vay be!" Diye göz attı. "Burada ağada paşa da sensin. Kimse doğru düzgün kullanmıyor bile ama hemen edinmişsin!" Ozan sadece gülümsemekle yetindi. Telefonu oldukça ağır ve taşınması zordu. Antenli yapısı ve hacmi dikkat çekiyordu. Erkin tüm olanları kalu belada yemin törenini kaçırmış ıssız bir ruh gibi dinliyor, Alina'nın yosun bakışlarından kurtulup söze dahil olamıyordu. Gecesi gündüzü aynı kadın olmuştu ve ne yapsa onu içinden atamıyordu. Kendisine uzatılan böreklerden alıp kıymalı harcın damağında bıraktığı lezzeti hissetti. O ellerin bir gün kendisine yemek pişireceği fikri çok mu imkansızdı? Görebilecek miydi o günleri? Anlatabilecek miydi gönlünden geçenleri? "Ne kadar da sessizsin Erkin!"dedi Türkan! Masada her fırsatta kendini seyreden Umut'u bu şekilde uyandırabileceğini düşünmüş ve ilk kez konuşmalara dahil olmuştu. "Biraz yorgunum!" Ondaki dalgınlık kimsenin gözünden kaçmıyordu ama sancısını sormaya cesaret edebilen de yoktu. "Hepimiz yorgunuz! Ama bu aralar sende bir başka hâl var sanki!" Barbaros'un çekiştirdiği laf Erkin'in titreyen ellerini daha fazla saklamasına sebep oldu. "Başka bir şey yok komutanım! Siz merak buyurmayın!" Yakın arkadaşından gelen resmiyet Barbaros'un düşüncesindeki haklılığı onayladı. Bu deli yürekte bir şey vardı. Barbaros gündüz kendisinden saklanılan böreklerden bir parça alıp çatalıyla didikledi. "Harika görünüyor! Bir de tadalım! Tabi göçmen kızı haram edip boğazımıza tıkamazsa! Belki de zehir tercih eder!" İngilizce olarak söyledikleri Alina'da soğuk duş etkisi yaratmıştı. "Merak buyurmadan huzurla yiyin üsteğmen! Öyle bir derdim olursa silah kullanırım, zehir değil!" Masadaki herkes yutkunmuştu. İşler iyice tehlikeli bir hâl alıyordu. Ne zaman iplerin kopacağı herkesçe merak konusuydu. "Bunu yapmaya kalktığında sana karşılık vermekten çekinmeyeceğim!" Dedi Barbaros büyükçe bir lokmayı ağzına atarken. Alina kalkıp gitmek istese de bunu asla yapmayı düşünmüyordu. Komutanın karşısında korkak görünmektense ölmeyi tercih ederdi. "Enfes olmuş! Elinizin lezzeti de sesiniz kadar güzelmiş bayan Alina Mihaloviç!" Ona kendi soyadıyla seslenmemesi kimsenin dikkatinden kaçmamıştı. Barbaros için bu nikah kayıt üzerinde kalmaya mahkumdu. "Teveccühünüz Komutan!" Zeren öne atılıp "Onu ne zaman dinlemiştiniz Üsteğmenim!"diye konuya pat diye girdi fakat Barbaros'un Alina'nın yosun gözlerine mıhlanan bademleri bir santim bile seğirmemişti. "İlk tanıştığımız gün!" Dedi hiç duraksamadan. "O kapalı odada bir yardım feryadı gibiydi sesi! Ve itiraf edeyim etkileyiciydi!" Alina bakışlarını kaçırmasa da utanmıştı. Güzel bir sesi vardı fakat kimsenin yanında bunu dillendirmez, yüreğindeki türküleri ve ninnileri sadece Hana'ya saklardı. "Doğru ya görev!"dedi Erkin! Kış uykusundan uyanmış bir kokarca gibi tatsızdı. Alina'nın sesini ilk dinleyenin Barbaros olması onda rahatsızlık hissi uyandırmıştı. Alina'ya dair hiçbir şeyi bir erkekle paylaşmak istemiyordu. Onu kendisine söylemiş içli bir türkü gibi görüyor, başkalarından kıskanmadan edemiyordu. "Belki de bu güzel geceyi göçmen kızının sesinden bir şarkıyla neşelendirmemiz hiç fena bir fikir değildir. Elbette cesaret edip şeytanın bacağını kırabilirse!" Barbaros ateşle oynuyordu. Alina'yı harekete geçirmek için her seferinde gururuna penaltı atmak da ne demekti? "Bunu istediğimi sanmıyorum Üsteğmen! Bence isteklerinizi emrivaki yapmaksızın dile getirmeyi öğrendiğinizde bu mümkün olabilir!" "Emrivaki yaptığımı sanmıyorum! Ama her neyse!" Barbaros geçiştirir gibi bardağına yöneldiğimde Zeren ortamı yumuşatmak için harekete geçti. "Aslında ben Boşnakça şarkıları çok severim. Sesinden dinlemek nefis olurdu." Alina herkeste aynı merak ve heyecanı gördüğünde bu isteği değerlendirmesinin daha doğru olacağını düşündü. Derin bir nefes alıp bakışlarını Barbaros'tan kurtardı ve güzel bir tınıda şarkısını söylemeye başladı. Jovano jovanke Vardarın kenarına oturuyorsun Beyaz bez beyazlatıyorsun Hep yukarı bakıyorsun canım Jovano kalbim benim Jovano jovanke Seni benim evime gelmeni bekliyorum Ama sen gelmiyorsun canım Jovano kalbim benim
O şarkısını söylerken Barbaros onu gözleriyle kıskaca almaktan vazgeçmiyordu. Erkin'in bakışları dokunaklı bir şekilde üzerine düştüğünde Alina bu ortamda boğulacakmış gibi hissetti. Şarkısına devam edip insanların hayran bakışlarının arasında sesinin tüm ihtişamını sundu. Hana oldukça memnun kendi dilinde bir şeyler duymanın huzuru içerisindeydi. Ablasının varlığı ortama kısa sürede uyum sağlamasına sebep oldu. Barbaros içeceğinden bir yudum alıp Alina'nın büyük bir özgüvenle söylediği şarkıyı dinlemeye koyuldu. Gözleri ona her baktığında içinden tuhaf bir sıcaklığın yükseldiğini, öfkesinin darbe alan buzdan bir ayna gibi dağılıp un ufak olduğunu hissediyordu. Hazel'in ölümüne sebep olduğunu unuttuğu dakikalara nefret doluydu. Birkaç dakika da olsa hayatın yollarını nasıl bağladığını unutmak istemiyor, ona karşı yumuşayan kalbine lanet ediyordu. Bakışları genç kadının melodiye eşlik eden dudaklarına odaklandı. İnce sayılabilecek o dudakların şarkıya eşlik ederken nasıl ahenkle açılıp kapandığını, arasından gün ışığı sızdıran dişlerin dil ile nasıl dans ettiğini görmek tuhaf bir şekilde ruhunun sancılanmasına sebep olmuştu. O görev gecesi de aynı sesi duymuştu fakat bu kadar derinlikli bir duygu hissetmemişti. Alina'nın yosun gözlerine düşen göz bebekleri ince bir kalemle belirginleştirilmişti. İri gözleri bu tatlı küçük dokunuşlarla daha da ortaya çıkmış, yüzüyle ve elmacık kemikleriyle sihirli bir uyum oluşturmuştu. Bakışları genç kadının saçlarına kaydı. Sağ omzunun üzerinden elbisesinin sağ göğsüne göçmen kuşlar misali bırakılan o şelale dikkat çekmeyecek gibi değildi. Bir erkek gibi giyindiği günlerde bu detayların böylesine çekici bir şekilde fark edememişti. Bir katile yakışamayacak kadar güzel bir kadındı Alina. Boşnak kızlarının güzelliği dillere nazar dikeni eker, yüreği yaralı delikanlılara avuç avuç köz yedirirdi. Alina bu düşünceyi doğrulayan bir çekiciliğe sahipti. O savaşta erkek kılığında dolaşması boşuna değildi. Şarkı nihayet bittiğinde Yıldırım timi avuç içleri karıncalanıncaya kadar alkışladı. Hana ise ablasına sıkı sıkı sarıldı. İnsanların Alina'ya olan hayran bakışları dikkatinden kaçmamıştı. "Vay canına!" Diye atıldı Ferit. "Nefis bir sesin var! Sen aç kalmazsın. Bundan sonra ekip bir araya geldiğinde seni rahat bırakmaz demedi deme!" Bu sözleri Türkçe söylediği için Alina tek bir kelimesinden bile bir şey anlamamıştı. Erkin Boşnakça Ferit'in sözlerini tercüme ettiğinde genç kızın yüzü aydınlandı. "Teşekkür ederim!" "Teşekkür ederiz Alina Mihaloviç! Güzel sesiniz büyüleyiciydi!" Alina ona üstten bakıp "Ben teşekkür ederim. Sizin suçlamak dışında bir şeyler yaptığınızı görmek güzel!" Barbaros iğnelemelerinden huzursuz olsa da bu konuyu daha fazla uzatmak istemedi. Yarın Alina'nın maskesinin düşeceğine inanıyordu. Bu yüzden son gülenin kendisi olacağını düşündüğünden daha fazla konuşmadı. Cihangir Ayşen'i de alıp yorgun argın bitap düşen kadını evlerine götürdü. Zeren de daha fazla kalmak istemedi. Bu gidişle Ozan derdini karşısına geçip kolay kolay anlatacağa benzemiyordu. Kalan yemekleri pay edip paketleyerek gönderdiler. Barbaros evine geçip pencereden Alina ve Hana'nın eve geçişini izledi. Yarın bu iş bitecekti. Alina'yı dayısıyla yakalayacak ve suçlarını ortaya çıkararak bu kirli evlilik oyununu bitirecekti. Sabahı zor edeceğini biliyordu. Aletlerinin başına geçip cihazın cızırtılı sesini açtı. Boşnakça bilmediği için bu durumdan epey rahatsızdı. Alina evde hep Boşnakça konuşuyordu. Bu yüzden kayda aldığı sesi anlamakta güçlük çekiyordu. Bu dinlemeleri Kürşat'la yapmaya karar verdi. Kayıtları ona gönderecek ve operasyona dahil edecekti. Aslında Erkin'i çoğu zaman tercih ederdi ama askerinin ve dostunun bu aralar kafası dumanlı karlı dağlar gibiydi. Şimdilik Kürşat'ı tercih etmesi gerekiyordu. Alina'nın kablolu telefon kayıtlarını incelediğinde hiçbir arama yapılmadığını anladı. Dayısıyla bir şekilde iletişime geçeceğini biliyordu ve bu not boşuna değildi. Düşünceler içinde sabahı zor etti. Alina'nın ne zaman evden çıkacağını bilmiyordu. Bu yüzden uyanık olmalı her an yaşanacak bir hareketliliği asla kaçırmamalıydı. Vladimir kendi yeğenini boşuna öldürmeye çalışmazdı. Alina'nın tahmin ettiğinde çok daha fazla şey bildiği bir gerçekti. Bu gerçekleri Barbaros'tan kaçırması mümkün değildi. Sabahın ilk ışıkları pencereye vurduğunda Barbaros bu geceyi uykusuz atlattığı için epey yorgundu. Alina'nın alar topar evden çıktığını görünce üzerini değiştirmeden deri bir ceket alıp peşine düştü. Genç kadın Hana'yı o gün izinli olan Türkan'a bırakmış ve apar topar lojmanın güvenliğini geçip dışarı çıkmıştı. Barbaros yeşil patikadan geçip tenha sayılabilecek yollara giren Alina'yı sessiz bir şekilde takip etti. İlk fırsatta Kürşat'a haber vermiş ve telsizle haberleşip birlikte Alina'yı kıskaca alma planı yapmışlardı. Alina taksiye bindiğinde Barbaros da peşinden üstü açık Jeep wrang arabasına bindi. Onu hissettirmeden takip etmiş ve şehirden uzak bir eve geldiğini görmüştü. Silahına davranıp peşinden oralara kadar sürüklendi. Ters bir hareketinde Alina'yı vurmaktan çekinmeyecekti. Alina evin kapısını itelediğinde kapı kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. Takip edildiğini hissetmiş ve büyük bir hızla arkasını dönüp ardına bakmıştı. Bir süre duvarın arkasında saklanan Barbaros'un hizasına bakışlarını dikse de iki dakika sonra gereksiz evham yaptığını düşünüp yeniden önüne döndü. Koyu renk, oymalı eski tip mobilyaların olduğu büyük bir eve gelmişti. Mutfak bomboştu. Tezgahın yüzeyi uzun zaman buraya bir insan eli değmediğini hissettirir cinstendi. Küf kokusu her yerdeydi. Sahipsizlikten evin çöplerindeki artıklara bile kurt düşürmüştü. Başını kaldırdığında küçük sarı bir ampul dikkatini çekti. Işığı yokladı ama yanmıyordu. Telefonun sesini duyar duymaz korku dudaklarından minik bir feryadın dökülmesine sebep oldu. Ahizeyi kaldırıp telefonu kablosuyla birlikte kendisine çekti. "Alo! Beni duyuyor musun? Alo!" Barbaros içeri girerken kendisine yaklaşan Kürşat'ı fark etti. Ona sessiz olması yönünde işaret verip Alina'nın peşinden içeri sızdı. ""dajdža... (Dayı)" diye inledi genç kız. Bu adama bağlılık duyuyor hakkında söylenilenlerin gerçek olmamasını diliyordu. "Nerelerdesin?" "Alina mojo! Sakin ol!" Ahizeden gelen sesi Kürşat duyduğunu ve anladığını hissettirir tarzda bir işaret yaptı. "Dayı! Seninle konuşmam gerekiyor!" "Gelemem bebeğim! Yeniden bir araya geleceğiz ama sabırlı olmak zorundasın!" Alina yutkunup telefonun ahizesini kulağına biraz daha yaklaştırdı. Sesini kısıp stresten oynadığı kabloyu parmaklarını arasına alıp sıktı. "Dayı! Bana seninle ilgili sorular sordular. Bir casus, hain olduğunu söylüyorlar. Yalvarırım bir şey söyle! Haklı olmadıklarına inanmak istiyorum! Sen kimseye zarar vermezsin!" Kısa bir sessizliğin ardından Vladimir'in güçlü sesi Boşnakça duyuldu. "Elbette değilim Yüreğim! O insanlara güvenme! Boşnak halkını tehlikeye atacak kötü amaçlar peşindeler! Sakın Türk askerlerine güvenme Alina moja! Hana'yı ve kendini koru! Sizi güvenli bir bölgeye aldırtacağım! Fakat zamana ihtiyacım var!" Alina dayısının sözlerine karşılık vermekte zorlandı. Yanındaki insanların kötü olduğunu düşünmemişti fakat dayısı başka türlü konuşuyordu. "Ama onlar..." "Sana iyi davranmaları bir şey değiştirmez kızım! Akıllı olmalısın! Buradan kurtulup güvenli bir yere gitmek istiyor musun?" Alina burnunu çekip iç çekti. "İstiyorum! Ama..." "Sana yardım edeceğim! Yeniden irtibata geçeceğiz. Bu telefon hattı başkasının üzerine kayıtlı. Sana gelmeni söylediğimde burada ol!" Alina ne diyeceğini bilemezken Vladimir kuşkulu bir ses tonuyla "Seni kimse takip etmedi değil mi?"diye sordu. Alina etrafını pencereden kolaçan edip "Hayır etmedi!" diye karşılık verdi. "Tamam! Şimdilik kapatıyorum! Vidimo se srce moje ( görüşeceğiz yüreğim!)" "Bir dakika! Kardeşlerim dayı... Onlar nerde? Bilgi almak istiyorum! Bana Berina ve Muris'e ulaşacağını söylemiştin!" Vladimir sıkılmış bir şekilde nefes verdi. "İzlerini kaybettim kızım! Haber alınca sana söyleyeceğim!" Telefon aniden kapandı. Barbaros eve son kez bakıp dışarı çıkan genç kızı uzaktan kızgınlıkla inceledi. "Dışarıda adamımız var komutanım! Onu hissettirmeden izleyecek!" Barbaros onu onayladı. Alina uzaklaştığında birlikte evi inceleme başladılar. "Telefon hattını araştıralım! Bu telefonu dinleyeceğiz." "Emredersiniz komutanım!" Barbaros odaları elindeki siyah eldiveni kullanarak iz bırakmadan dolaştı. Bir kasaya geldiklerinde Kürşat daha fazla dayanamadı. "Kızın hiçbir şeyden haberi yok komutanım! Dayısına casus olup olmadığını sordu. O adam bizi karalayarak kızı kullanmaya çalışıyor." Barbaros kısa bir süre duraksadıktan sonra duyarsız görünmeye çalışarak kasayı açmaya çalıştı. Kilidi kırması zor olmamıştı. "Alina'yı alıp gitme derdinde! Muhtemelen infaz edecek! Hakkında bir şeyler bilmesi Hayaleti rahatsız ediyor." Alina ve infaz kelimesinin yan yana kullanılması Barbaros'un rahatsız olmasına sebep olmuştu. Kalbine düşen kül ellerinin titremesine sebep oldu. "Kimse bir Türk askerinin elinden kuş uçuramaz! Vladimir haddini bilse iyi eder!" Dedi Barbaros dişlerini gıcırdatarak. Kasanın içindeki kağıtlara göz gezdirdi. Kürşat kâğıtları yoklarken kısık bir sesle "İngilizce yazıyor!" Diye mırıldandı. Barbaros başını sallayıp elindeki kağıtlara uzandı. "Bu adam Boşnak değil! Öyleymiş gibi davranıyor ama melez! Sadece maske olarak bu kimliği kullanmış bunca zaman! Uzun yıllar kuluçkaya yatmış şimdi su yüzüne çıkıyor! Profesyonel bir ajan... Bir tetikçi ya da örgüt lideri..." Yumruklarını sıkıp nefret soludu. "Adi p... teki kısaca!" Diye tamamladı üsteğmen. "Şunlara bakın komutanım! Bu bir suikast planı! Gazeteci, araştırmacı yazar Hilmi Akbaba suikastinde bu adamların parmağı varmış! Adamın aracına bomba döşeyen şahsın fotoğrafı bile var. Her şey önceden planlanmış!" Barbaros histerik bir şekilde güldü. "Hilmi Akbaba terör örgütü ve derin devlet yapılanması üzerine ciddi araştırmalar yapıyordu. Bu işleri karıştırmayı bırakması için çokça tehdit ve şantaj telefonları almıştı. Sonunda işini bitirdiler. Ülke hâlâ karmaşadan kurtulamadı." Kürşat kağıtları inceleyip nefret biledi. "Kim bilir yine ne planlar kuruyorlar. Kalıbımı basarım başkanın zehirlenmesinde de bu adamların parmağı var. Başkan terörü bitirmek için güçlü adımlar atıyor ve halkı barışa teşvik etmek için uğraşıyordu. Yokluğunda her şey başa sardı." Barbaros bir şey söylemedi. O hâlâ elindeki dosyaya kilitlenmiş bir şekilde ışık görmüş tavşan gibi donuk donuk bakıyordu. "Lanet olsun!" Kürşat anlamak için kağıtları incelemeye başladı. "Bu gün bir eylem planı hazırlığı içerisindeler. Barışı baltalamak için otobüslerdeki tezkere alan silahsız erlere saldıracaklar. Yeniden ülkeyi kaosa sürükleme peşindeler! Allah kahretsin kaybedecek bir dakikamız bile yok!"
🪻🪻🪻
Merhabalar değerli dostlarım. ☺️❤️ Sonunda yine buluştuk. Şu sıralar seminer, hastalık ve not girme işlemleriyle uğraşsam da yine de bölümlerime de zaman ayırıyorum. Umarım bölümü sevmişsinizdir. Bu hikaye benim çok içime sindi. Gelecek bölümler de oldukça maceralı olacak. Romantik sahnelerimiz de bol bol var. Sizler hikayemiz hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce Alina ve Barbaros şeytanın bacağını kıracak mı? Yıldız atan elleriniz dert görmesin ☺️❤️🪻 Instagram: seyma_yldz_koc
|
0% |