@syildiz_koc
|
🎶 Medya: Zeynep Dizdar ( Vazgeç Gönül) 🎶
1993 HAKKARİ YÜKSEKOVA Tatlı bir yağmur otobüsün camında iri izler bıraktı. Genç delikanlı otobüsün camını aralayıp ciğerlerine karışan tatlı toprak kokusunu içine çekti. Koku büyüleyiciydi. Bu vatanın her santimi cennet kokuyordu. Avuçlarıma aldığı her toprak uğruna dökülen kanların, düşen başların yaralı, hassas meyvesini taşıyordu. Bir nefes öncesinin ölüm olması artık bir şey ifade etmiyordu. Ölümün ölümsüzlüğe açılan bir kapı olduğunu anlamıştı. Toprağın içine karışmaktan fazlasıydı şehadet! İnsanı midesi için yaşayan bir organizma olmaktan öteye götürüyordu bazı şeyler! Uğruna ölmeye ve öldürmeye değecek kadar değerli ve anlamlı olduğunda can da arşa yükselip kıymet kazanıyordu. Başını biraz daha pencereye yaklaştığında kızıllığı saran o rengarenk kuşağa imrenerek baktı. 7 renk 7 bölge 7 tepe... Sayıların da kıymeti vardı nazarında. Başı boş bir kaç çizdikten ibaret görmezdi çoğu zaman. Hava gri bulutların öfkesinde yoğurulurken yüreğindeki Coşkun ırmak bendine sığamayıp büyüdü büyüdü kocaman oldu. Ciğerlerindeki kederi bedeninden uzaklaştırdı. "Of!" Bir sıkıntı vardı içinde. Bir köz inmişti deli gibi çarpan o göğüs kafesine. Dönüşün efkarından mıydı bilinmez bir başka hissediyordu bu gün. Zonklayan başına alın çizgisinden şakaklarına değecek şekilde parmak uçlarıyla dairesel hareketlerle masaj yaptı. Gözleri yorgun yorgun otobüsün içindeki silah arkadaşlarını yokladı. Tertip diyorlardı birbirlerine. Yan yana ranzalarda yatmış, aşı ekmeği paylaşıp şu iki seneyi birbirlerinin ailesi olarak tamamlamışlardı. İçeride yaklaşık 33 tane teskere almış er bulunuyordu. Rahat olmaları gerekiyordu aslında. Çözüm süreci olacaktı. Barış görüşmeleri yapılıyor, terör örgütünü bitirmek için yeni adımlar atılıyordu. Belki de atıldığı sanılıyordu. Başkanın ölümü bu işin bu kadar kolay çözülemeyeceğini hissettirse de umutlu sayılırdı. Ah bir de şu dert kalbini infilak etmese! Derdi başı dumanlı dağlar gibi kulaklarından, ensesinden yükselmese! Bir haller vardı kaç gündür ama anlatması pek zor geliyordu. İçinde bir dert birikiyordu. Boşuna olmazdı böylesi. Sebebini öğrenmek istemiyordu. İyi kapı açmayacağını bilerek düşüncelerini kendi içinde ruhuna hapsetti. Duasını etmiş, besmelesini çekip çıkmıştı yola. Kalbi rahattı aslında. Bu iki ucu cennete açılan bir yol gibiydi. Ölüm de kârdı hayat da. Milletine vatanına sevdalı genç adamın cehennemi olur muydu hiç? Omzuna düşen el başını gayriihtiyari çevirmesine sebep oldu. Altın kumral saçları ve irice olan kulakları dik dik olmuştu. Gözleri kendisine uzatılan elma ile arkadaşı arasında dolaştı. "Ye tertip! Yol uzun Zonguldak'a kadar durmak yok!" Genç adam oturduğu yerde gerinip ah uh tarzında sesler çıkarırken Mustafa canı istemediği halde dostunu kıramayıp elmaya uzandı. Kırmızı, sulu meyve kursağından tatlı bir iz bırakarak akıp gitmişti. Arkadaşı Sinan sincap gibi ağzının tüm keselerini doldurmuş elmadan büyükçe ısırırlar alıp yolculuklarının tadını çıkarıyordu. "Bitti ha tertip bitti!" Diye iç çekti Sinan! Yüzünde belirgin bir tebessüm vardı. Birlikte çıktıkları bu yoldan yine birlikte dönüyorlardı. Mustafa'nın aksine belirgin bir neşe vardı yüzünün her bir santiminde. Kendisini bekleyen ailesini düşününce kalbi kozasından çıkan bahar kelebeği gibi taklalar atıp oynaşıyordu. Dostlarından ayrılmak da koyuyordu ama memleketteki hasretini düşününce tertiplerine veda etmek çok da zor gelmiyordu hani! Bir de Nursema vardı. Başka türlüsüydü bu! Adı sanı kimselere benzemiyordu. İsminin hakkını vermiş Sinan' ın tüm hayallerini mavi bir gökyüzüne çizmişti genç kız! Genç adam en çok ona kavuşacağını düşündüğü için heyecanlanıyordu. Zaten ondan başka bir derdi de yoktu. Elindeki vesikalık fotoğrafa uzun uzun bakıp iç çekti. "Yol da bitmez şimdi! Kanatlarım olsa da kuş olup konsam onun dallarına. Mavi gökyüzüne karışsam." Mustafa arkadaşına gülümsedi. Bu deli adam yatakhanede de her gün beynini kemirmiş, Nursema da Nursema diye tutturmuştu. Herifin tek derdi aşktı. Tamam Mustafa'nın da vardı bir yâri ama bu kadar reklamını yapmıyordu. İstemişti babasından takmıştı yüzüğü tezkere gelene kadar bir fotoğraf bir yazmayla kavuşacağı günü beklemişti. İçinden yaşardı duygularını. Babası hakka yürüdükten sonra gözyaşı döktüğünü gören olmamıştı. "Bir gideyim şu kasabaya Vallahi de en kral düğünü yapıp kızı koluma takmazsam adam değilim! Nah şuraya yazıyorum!" Mustafa güldü. "İyi yaparsın tertip! Ben de gelip size nah şöyle beşi bir yerde takacağım! Gerdek dayağını da bizzat kendi elimle atacağım vallahi! Askerdeki idmanların hakkını verme zamanı geldi de geçiyor bile!" Sinan kaşının birini kaldırıp dudaklarını büzerek yutkundu. "Ulan kemiklerimi kırmayasın!" Mustafa çık diye bir ses çıkardı. "Merak etme! Sabaha çıkacak kadar dermanın kalır!" Mustafa arkadaşının komikleşip kızaran suratına güldü. Bu delikanlı uslanmayacaktı. "Sevgili tertip dostlarım. Bu gün terhis edilmenin haklı gururu içerisindeyim. Sizlerle birbirinden güzel anıların ve dostlukların biriktiği nefis 14 ay geçirdim. Bu güzel anları Türkü eşliğinde noktalamak istiyorum." O türküsünü elindeki sahte mikrofonla söylerken diğerleri hep birden alkış tutturdu. Yüzler gülüyor, kalpler sevinçle atıp çoşuyordu. Kahkahalar eşlik eden türkü sözleri yer yer delikanlıları kesen şoförün sinsi bir şekilde gülümsemesine sebep oldu. Dudakları çarpık bir şekilde yayılınca kararmış dişleri iyiden iyiye ortaya çıktı. Türküler, şarkılar eşliğinde devam eden yolculuk iki dağ arasına girine kadar devam etti. Yol tenhalaşmış yağmurun bereketi düşen kasveti hissettirir gibi dinmişti. Mustafa olacakları hissetmiş gibi içinden Ayete'l Kürsi okumaya başladı. Bakışları dostlarının üzerinde dolaştı. Bazısını tanıyor, bazısını ise hayatında ilk defa görüyordu. Birbirine aile olmuş onlarca, yüzlerce genç, asker ocağında tek yürek halinde vatanı koruyup kollamıştı. İçinde Kürt'ü de vardı Türk'ü de. Aynı bayrağın altında gölgelen iki vatan evladı düşmanlar tarafından birbirine kıydırılmak isteniyordu. Bu oyunu oynayanlara inat kardeşlerine duyduğu sevgi nifak sokmak için çırpınanlara gözdağı olmuştu. Bugün yeni bir perdenin sahneye koyulacağını bilmese de bir şeyler yüreğini talan etmişti.Buranın son durak olduğunu hissetse de duadan başka dilinden bir şey gelmiyordu. "Yolu kesmişler!" İçlerinden birinin söylediği bu söz bir anda tüm seslerin kesilmesine, berduş bir ihanetince vatanperver evlatlarını çepeçevre sarıp sarmalamasına sebep oldu. Mustafa ayağa kalkıp otobüsün önüne devrilen ağacı nefretle süzdü. Bakışlar birbirinde oyalansa da çatılan kaşlardan iyi niyetli birilerinin olmadığını anlamışlardı. Şoförün yüzünü gizleyen örtü aralarına giren mesafelere rağmen göz göze gelmelerine sebep oldu. Henüz yirmisinde olan 33 genç ayağa kalkıp onun çirkin kahkahalarına maruz kaldı. "Pusuya düştük!" Barış sözünün şu an onları kurtaramayacağını hissetmiş gibi direnmek için karşılarında dimdik durdular. "Oyun bitti TC askeri!" Mustafa kendilerine pusu kuranlarla işbirliği yapan şoföre bildiği tüm küfürleri savururken silahsız olmaları ellerini kollarını bağlayan belki de tek şeydi. Silahlı bir yığın teröriste karşı kendilerini kıskaca alan bir aracın içinde savunmasız bırakılmışlardı. Sinan fotoğrafa son kez bakıp gömleğinin ön cebine iliştirdi. Kalbi ona vuslatın başka bahara kaldığını söylese de hissettiği şehadetten başka bir şey değildi. Direnecek ve hemen teslim olmamak için ellerinden geleni yapacaklardı. Bunların insafının olmadığını biliyorlardı. Eğer silah olsaydı esir düşmemek için namluyu önce karşısındaki düşmanlarının bedenine çevirir üstesinden gelemeyip esir düşeceğini anladığında ise hiç acımadan kendini vururdu. Ne işkenceye ne tacize ne ihanete tahammülü yoktu. Bir yanlışının binlerce yanlışı doğurcağını bile bile asla zulme sessiz kalamazdı. Şöförün tek bir düğmeye basmasıyla kapılar açıldı ve kaşla göz arasında içeriye yüzleri gizli, kokusu leşten daha beter olan bir yığın eşkiya girdi. Tüm güçlerini kullanarak üzerlerine çullanıp kendilerini savunmaya çalıştılar. Alan dar hengame büyüktü. Bu hamle teröristlerin bazı dostlarını daha erken taramasıyla sonuçlansa da yaka paça sürüklenerek araçtan çıkarılmaktan kurtulamadılar. Oyun büyük ihanet can yakıcıydı. Mustafa ölen arkadaşlarının kanlar içindeki temiz bedenlerine bakıp "Hainler, namussuzlar!" Diye bağırdı. Sesi kafasına defalarca inen tüfek namlusuna rağmen susmak nedir bilmiyordu. Yükselen uğultu nefret ve kinle karışıyordu. Hainler vatanından başka derdi olmayan terhis edilmiş erlerin kısa sürede elini kolunu bağlamış ve onları yaka paça binbir türlü hakaret ve küfürle sürükler gibi ormanlık alana götürmüştü. Tüm bunlar olup biterken otobüsün şoförü ardlarından küçümser bakışlar atmaktan fazlasını yapmamıştı. Kandırıldığını bilmiyor bir hayalin peşinde zavallı kuduz bir köpek gibi koşturuyordu. Mustafa kendilerini ölüme bırakan zalimin ardından yere tükürüp türlü hakaretleri saydırdı. Akan sele karşı güçsüz olduğunu biliyor yediği onca darbeden sonra daha fazla direnemeyeceğini hissediyordu. Ölmekten korkmuyordu. Şehadet bayram gibi gelirdi vatan sevdalısına. Yüreğine inen yıldırımın sebebi ardında bıraktıklarının dökeceği gözyaşlarıydı. Şimdi anası gelse karşısına önce elini ardından gözlerini öper, " Oğlun cennette seni bekliyor!" Diyerek yüzüne son kez onu dünyaya getiren kadının ipek, kırlaşmış beyaz saçlarına sürerdi. Gözleri kendisinden daha feci bir durumda olan dostu Sinan'ı buldu. Neredeyse iki büklüm bir şekilde, sallanarak ölüme doğru sürükleniyor her iki adımda bir arkasındaki teröristin namlusunu ensesinde hissediyordu. Yeteri kadar yol gittiklerinden emin olan teröristler sonunda "Heval dur!" Emriyle adım atmayı bıraktı. İçlerinden iri yapılı olan terörist askerlerin yan yana dizilmesini emrettiğinde genç delikanlılar, dik duruşlarından ödün vermeden yüzlerini saran tüm kanlara inat ak bir vicdan ile o zalimin tam karşısında haşmetli bir duruş sergilemekten çekinmedi. Bedenlerindeki yaralar canlarını yaksa da eğilmemeye, bin işkenceden geçseler dahi tek bir söz etmemeye yeminliydiler. Damarlarında dolaşan asil kan onlara bu kudreti verecek kadar kıymetliydi. İri kıyım terörist sıra sıra dizilen hırpalanmış askerlerin yüzlerini tek tek nefretle inceledi. Soluk alışverişleri hızlı, göğsü ve bedeni diğer teröristlerin aksine biraz daha yağlıydı. Muhtemelen başlarında olduğu için onların aksine biraz daha fazla besleniyor ve daha fazla dinleniyordu. Diğerleriyle aynı olan bir şey varsa üzerine sinen leş kokusu ve pislik içindeki tozlu kıyafetleriydi. Elindeki kalaşnikof tüfekle iki adım sağındaki askeri dürttü. "Seni tanıdım!"dedi kuduz bir köpek gibi hırlarken. Asker yüzündeki nefret kıvılcımlarını gizlemeden dudaklarını tiksinir gibi kıvırdı. Dişi kanamış dudakları aldığı darbelerle neredeyse paramparça olmuştu. " Sen de beni tanıdın mı?" Mustafa başını çevirdiğinde bu delikanlının türkülerle yolculuğu şenlendiren genç adam olduğunu anladı. "Seninle aynı köydendim heval! Demek büyüdün asker oldun! Beni tanıyor musun?" Delikanlı dişlerine bulaşan kanları göstererek kin ve nefretle güldü. Acizlik bir vatan evladına yakıştırabileceği bir duruş değildi. Temsil ettikleri ay ve yıldız tüm acılarına rağmen yiğit vatan evlatlarına gölge etmekteydi. "Tanıdım." "Kimim?" Diyen vatan hainine nefretle, "S... Pi... tekisin!" diye karşılık verdi. Ve ağzında biriktirdiği kanlı tükürüğü başına gelmesi muhtemel her şeyi göze alarak tek bir nefeste düşmanın suratına savurdu. Başlarındaki hainin yüzündeki kanlı tükürüğü silip silahını delikanlının kafasına geçirmesi sadece on saniyesini almıştı. Terörist "Hain! Kendi halkına, devrime ihanet eden hain!" Diye ciyakladı. Dizleri bu darbe ile birlikte hafifçe kırılan genç adam inleyerek de olsa yeniden eskisi gibi dimdik durdu. "Bu milletin evladıyım ben! Hain olan sensin! Zavallı leş yiyici bir fare gibi dağlarda titreyen ödlek bir pislikten farkın yok! Boşuna uğraşıyorsun! Ne sen ne de senin gibi bu vatana bölmeye çalışan diğer itler başarılı olamayacaksınız. Bizi öldürebilirsiniz! Bizden sonra gelecekleri de... Ama bu milletin ruhuna işlenen vatan ve millet sevgisini öldüremezsiniz. Bizden sonra cennet gölgesini mesken tutarken Türk anaları yerimize bu vatanı koruyacak yeni yiğitler dünyaya getirecektir." Teröristlerin başı bir adım daha yaklaşıp genç delikanlının yüzünü vahşi bir hayvan gibi yakalayıp kendine doğru çekti. "Tek bir Türk kalmayana dek öleceğiz ve öldüreceğiz! Bu dağlarda öldürülen özgürlük savaşçılarının (!) intikamıdır! Sizde kanlar içinde toprak altına gireceksiniz!" Genç delikanlı kendisiyle aynı ırktan ama kirli bir davanın adamı olan köylüsüne acıyarak baktı. " Hayır siz bizden hiçbir şeyin intikamını alamazsınız. Çünkü bizler kanımız yere düşmeden cennetteki ırmakların gölgeliğinde kanlarımızın şahitliğinde onurlandırılacağız. Sizin leşleriniz ise cehennem kuyularında ıstırap çekecek! Hak ile batıl, nur ile karanlık aynı yola revan olamaz!" Terörist çekmeye çalıştığı delikanlının davasına olan sadakatine imrense de ona bir darbe daha indirmekten fazlasını yapamadı. Bir başkasını yanına çekmeye çalıştığında aynı karşılığı aldı. Bu vatana baş koyan hiçbir vatan evladı ona istediği cevabı vermeyecek ölümden de bir an bile korkmayacaktı. Son emriyle birlikte dimdik duran askerleri güç bela dizüstü çöktürdüler. Enselerine değen soğuk namlular içinden son duasını eden askerleri zerre kadar korkutmuyordu. Bir hiç uğruna ölmediklerini bilmek onlar için yeterdi. *** Barbaros içine düşen ateşle delirmiş gibi titriyordu. Telsizden gelen ihbar yüreğindeki kini ayyuka çıkardı. Geç kalmıştı! Pusuya düşeceklerine son anda öğrendiği askerleri korumak için çok geç kalmıştı. Birileri onlardan önce davranmış ve bombanın pimini çekmişti. İçine düşen ateş kirpik uçlarına kadar küle boyanmasına sebep olmuştu. Şimdi dizlerini dövse ne çareydi! Zırhlı aracın içinde başı eğik, nemli gözleri çaresizdi. İlk kez şehadet haberi almıyordu ama hiçbiri bu kadar yakmamıştı içini. İlk kez acı çekmiyordu. İlk kez ciğerlerinin parçalandığını hissetmiyordu. İlk kez bir barut kokusu hücrelerine kadar tenini ateşe vermiyordu. Binlerce çığlık birikmemişti yüreğinde ve dili binlerce küfür ve laneti aynı karanlık davanın terk esilmiş ruhlarına dağıtmamıştı. Öyle cennet bir vatanın bağrında nasiplenmişlerdi ki iyisiyle kötüsüyle herkesin gözü üzerlerindeydi. Bu güzel Coğrafyayı Türk halkına yâr etmemek için bir değil bin oyun oynasalar şaşırmazdı üsteğmen. Bakışları Tim'deki askerlerin üzerinde dolaştı. Yürekler suskundu, dualar bile feryad ediyordu bugün. Silahsız 33 er o zalimlerin elinde harcanmıştı. Körpe bedenleri toprak kokusuna bulanmış, gözleri dünya yüzü görmeden ahirete yolcu edilmişti. Şimdi dolar taşardı gözler. Yürekler kanardı da haykırmak istenilen binlerce feryat öksüz kalırdı. Barbaros önceden güvenlik tedbirleri alınan bölgeye yaklaştıklarında ciğerlerindeki efkarlı nefesi bir çırpıda bedeninden uzaklaştırdı. Zırhlı araçtan inip otobüsün bulunduğu bölgeye doğru keskin adımlarla yürüdü. Ardındaki Tim nefret ve kinle otobüs şoförünü keskin keskin süzdü. Siyah kaba bıyıkları ve birbirine karışmış düzensiz sakalları vardı. Kafasının ortasındaki kel yer yer güneşin bıraktığı lekelerle bezenmişti. Barbaros önce belirli mesafeler bırakılarak peş peşe giden askeri araçlara ardından da otobüs şoförüne baktı. Sahte hüzün ihanetin kirlettiği yüzde ilk dikkatini çeken şey olmuştu. Yanına gidip ters bakışlarını karanlık yüzlü adama dikti. Cenazeler birer ikişer kaldırılmış diller dualarla hemhal olmuştu. Adam korku psikolojisi ile ellerini birbirine bağlayıp huzursuzca birkaç adım attı. "Ben bilmedim! Ağaç devirdiler yola! Vallah böle olacağını bilsem bu yola girmeseydim. Hep yapıyolar! Milletti huzursuz etmeye çalışıyolar!" Üsteğmen'in yolun hemen önündeki iri ağaca odaklandı. Bildiği bir şey varsa o da bu adamın sözünde samimi olmadığıydı. Adam yutkunup bal rengi gözleriyle Şahin bakışları işleyen askere doğru yürüdü. Karşısında eğitimli üst rütbeli biri olduğunu biliyor, hâl ve tavırlarına dikkat ediyordu. "Hevaller!" Dediğinde Barbaros'un öfkeden titreyen perçemleri ve sert bakışları adama öldürücü mızraklar savurdu. "Hainler!" Dedi bastıra bastıra.. "Hain it sürüleri..." Adam Barbaros'un sözünü tekrarlamadan titreyen dudaklarını güçlükle topladı. Karşısında binbir emekle yetiştirilmiş güçlü bir Türk askeri vardı ve hata yapma şansı çok daha azdı. "Ormanlık alana götürdüler. Orada vurup öldürmüşler gençleri! Ben korktum! Düşemedim peşlerine! Silahsızım beni de öldürürlerdi!" " merak etme! Böyle bir şey yapmazlardı! Bilirlerdi senin bir vatan haini olduğunu, koruyup kollarlardı." Adam inkar etmek istese de daha kötü bir söze maruz kalacağını düşünüp sustu. "Boşuna bir çaba komutan! Bu ilk değil, son da olmayacak. Bu adamlar pişman olmak için girmemişler dava yoluna (!)" Barbaros sözde dava dedikleri kirli oyunun bu adamın içindeki gerçek beklentilerden ibaret olduğunu onu daha ilk gördüğü an anlamıştı. Aslında içinden geçen bu vatan haini destekçilerini evire çevire iyi bir dövmekti fakat temsil ettiği bayrak sivil halkın içinde böyle hareketler yapmasını kendisine yakıştırmasına engel oluyordu. "Demek dava!" dedi nefret ve kinle gülümserken. Ne gözlerindeki yaşı ne yüreğindeki yarayı bu hainleri göstermek gibi bir derdi yoktu. Birkaç adım mesafe aralarındaki tek sınırdı. Güçlü, dayanıklı botları yere hiç olmadığı kadar sert basıyor, attığı her adımda karşısındaki haine korku salıyordu. Gözlerini gözlerinden ayırmadan neredeyse burunları birbirine değecek kadar yaklaştı. Elini kendinden emin bir tavırla cebine attığında şoför elleriyle kendini koruma isteği duydu ve bir adım geriledi. Karşısında bir terörist olmadığını bilse de onun burnunun ucunda olmak kendisine ölümden beter geliyordu. Bakışları asker üniforması cebinde ürkerek dolaştı fakat bulduğu bir avuç bayram şekerinden fazlası olmayacaktı. Barbaros öfkeden zangır zangır titreyen güçlü iri elini açıp şoföre gösterdi. Bunu yaparken 1 dakika bile gözlerini onun gözlerinden ayırmamış ve adeta meydan okumuştu. Sağ eli şekerleri tutarken sol eli onun bileğini kavradı ve avucunu açtı. Tim arkadaşlarının ve olay yeri ekiplerinin gözlerinin önünde avucundaki şekerleri sert bir şekilde otobüs şoförünün avucuna bıraktı. Şoför avucuna alık alık bakarken hiçbir şiddet emaresi göstermeksizin ona en güzel cevabı vermenin gururunu yaşıyordu. Bu hayalleri artık bir çocuk bile kuramazdı çünkü biliyordu bu vatanda ne içte ne de dışta hiçbir düşmana yer yoktu. Toprağına düşen yiğitler bin değil milyon olsa vatanı kimseye böldürmezlerdi. Bir ölür bin dirilir yine de ardından gözü yaşlı tek bir vatan evladı bırakmazdı. Şoför utançla başını eğerken Barbaros her gidenle içinde büyüyen o yarayı derinden hissetti. *** Barbaros'un kaleminden Sanki büyük bir düş uykusundan uyanmıştım. İçimde tarifi imkansız serseri duygular vardı. Nereye gitsem yolum yine kendime çıkıyordu. Bu meslekte güçlü olmak zorundaydınız. Asker olmak yanacağını bile bile kor dolu bir tünele girmek gibiydi. O tünelde nefes alıyor ama bu nefesi her aldığınızda yangının sizi iliklerinize kadar tükettiğini hissediyordunuz. Askerlikte fotoğraflar vardı. Her biri canlıydı aslında. Her biri sizinle nefes alıyor ve sizinle birlikte ölüyordu. Bir gün yanıbaşınızda sizinle sofraya oturan insanı birkaç dakika sonra omuzlarınızda parçalanmış bir beyinle taşımak zorunda kalabiliyordunuz. Hatıralar hem hayattı hem ölüm. Unutmuyordunuz kimseyi ama masadan eksilenlerle de yaşamayı öğreniyordunuz. Askerlik organlarına bile sevgiyle bağlanmamayı öğretiyordu insana. Bir gün sizden kopup ayak basamayacağınız bir toprakta çürümeye terk edilebiliyorlardı. Bacaklarınızı o cehennemde omuzlarınızda taşımak ve tüm haykırışlarınızı boğmak zorunda kalabiliyordunuz. Ölüm diye bir şey yoktu aslında. Şehadet vardı. İçtiğiniz su, yediğiniz ekmek bile kandan öte cennet kokardı. Hissedenler olurdu mesela. Erken vedalara alışırdınız. Kimse kolay kolay kimseyi kıramazdı. Masadan ilk kimin ayrılacağını bilmediğinizden gönül borcuyla gitmek ve gideni yolcu etmek istemezdiniz. Aslında ölen sadece bedenler ve organlar değildi. Sevdalar da ölürdü bazen. Yoksa kolun, seni bekleyen bir cânânın da olmazdı. Kırık bir testiyle yoluna devam etmek gibi gelirdi kimisine. Anlamazlardı, sen de anlatma kaygısına düşmezdin. Silip atardın! Kanaya kanaya yarım kalan hikayene devam ederdin! O gün şehitlerimizin cenaze töreninden döndüğümde kalbimde iki koca oyuk açıldığını biliyordum. Biri Hazel'in ölümünden arta kalan bir oyuktu. Ki biliyordum asla yeri dolmayacaktı. İkincisi ise kurtarma şansım olduğu halde zamana yenildiğim ay yüzlü delikanlıların açtığı oyuktu. Alina yanı başımdaydı. Bir tutsak değildi ama dayısı olacak iti bana getirecek önemli bir koz olmadığını da kimse söyleyemezdi. Kendimi duş başlığımın altına bıraktım. İçimde biriken binlerce şehitin adına 33 tane daha ekledim. Nefes alamıyordum sanki. Kırık bir sancı kalbimi istila etmiş, kemiklerini altındaki kas yığınını bir divaneye çevirmişti. Sanki köz yutmuştum. O köz önce kursağımı ardında da tüm bedenini tüttürmüştü de kimse duymamıştı. İyi olamıyordum. Çok kızgındım ama bağıramıyordum. Duş başlığından gelen suyu daha fazla açıp kulaklarımda uğuldayan su sesine kulak verdim. Duş jelinin kokusu burnumda lavanta bahçeleri açtırmıştı. Barut kokusu üzerime öyle sinmişti ki binlerce lavanta özünü üzerime akıtsa geçmeyeceğini bilirdim. Evimdeydim. Kısa bir süre de olsa olanları unutup huzurlu olmak istiyordum. Olamıyordum. Kana boyanan o taze bedenler yadımdan ayrılmazken insan nasıl hiçbir şey olmamış gibi yaşardı. Bir sancı vardı içimde. Tüm bedenimi titretiyor, telafisi mümkün olmayan binlerce yaranın ruhuma kök salmasına sebep oluyordu. Kaçamıyordum kendimden! Kaçamıyordum duygularımdan. Sela sesleri susmuyordu. Duş kabininden belimden diz kapaklarıma kadar inen mavi bir havluyla ayrıldım. Bedenimde hâlâ biraz önceki duştan arta kalan damlacıklar vardı. Birkaç dakika sonra üzerime gece mavisi bir eşofman takımı geçirip perdenin ardına geçtim. Açtım. Normalde böyle zamanlarda kendime peynir domatesle şenlendirilmiş hoş bir sandviç hazırlar zamanımı yemek gibi işlerle geçirmezdim. Canım istemiyordu. 18 saat boyunca yiyecek namına bir şey görmemiş olan midem beynimden aldığı tüm komutlara yüz çeviriyordu. Sezonun son karpuzuna çökmüş olmak da veda eden iştahımı yerine getirmeye yetmiyordu. Amerikan tarzı mutfağıma geçtiğimde bomboş olan dolabıma bir şey bulacakmış gibi huysuzca baktım. İçi emekli bir memurun cebi gibi bomboştu. Dolap beni doldur diye feryat figan ağlarken evde geçirdiğim sınırlı zaman beni bu düşünceden uzaklaştıran tek şey oldu. Dolabın çekmecesindeki tabağı görünce gülümsedim. Demek Zeren Boşnak böreğinden arta kalanları benim için saklamıştı. Mutfak masasına geçip böreği ısıtma gereği görmeden birkaç parçaya bölerek isyan halindeki mideme asker selamı eşliğinde uğurladım. Aklıma düşen kötü hatıralar kursağımın yeniden tıkanmasına sebep olmuştu. Ağlayan anaların kan çanağına dönen göz bebekleri birkaç hafta dolunayım olacaktı. İştahım kesildiği halde yemekten vazgeçmedim. Daha sert, daha hızlı daha öfkeli attım lokmaları. Almak istediğim intikamı düşünmek yumruklarımı sıkıp tüm damarlarımı bileklerimde şişirmeme sebep oldu. Yılanın başı Vladimir'di. Ve ben ne pahasına olursa olsun o yılanı bulup başını daha fazla büyümeden ezecek ve olanların hesabını soracaktım. Büyük planlar vardı meydanda. Büyük bir oyunun içine sürükleniyorduk. Ülkemi darmadağın etmek isteyen hainlerin karşısındaydık ama gözlerimizdeki siyah bağ o oyunları ayaklarına dolamamıza izin vermiyordu. Dün gece evine yerleştirdiğim cihaz sayesinde tüm konuşmalarını dinlemiştim. Bunu yapmak istemesem de dayısı hakkında daha fazla şey öğrenebilmek için fazlasına bile kendimi hazırlamıştım. Yanı başımdaki kadını perdenin ardından izleyebilmek için tüm ışıkları söndürdüm. Saat akşam 10 sularındaydı. Evde bir hareketlenme görünmüyordu. Bakışlarım kısa bir süre Hazel'in küçük boy bir çerçeveye hapsolan fotoğrafında dolaştı. Benim için ne düşündüğünü bilmiyordum. Tek derdim Alina'yı kullanarak dayısının adi planlarını bozmak ve o haini yakalayıp hak ettiği cezayı vermekti. Bir sandalye sesi dikkatimi yeniden yan tarafımdaki çatılı, küçük binaya yöneltti. Göçmen kızı pencere kenarındaydı. Kendisini izlediğimden habersiz pencere önü çiçeklerini suluyordu. Hana'nın uyuduğunu tahmin ettim. Bir çocuk için uyku saatiydi. Benim gibi yüreği yaralı olanlar uyumazdı bu saatlerde. Kalp ayrı akıl ayrı isyan eder insanı yastığının üzerinde divaneye çevirirdi. Gözlerimdeki yorgun pırıltılar Göçmen kızının kusursuz güzelliğinde dolaştı. O da mı yaralıydı? Bu yüzden mi uyku tutmamıştı. Başını yaralı bir şiir fısıldar gibi kaldırdı. Gözleri karanlığa gizlenen bal rengi bakışlarımla buluştu. Üzerinde haki rengi bir gömlek ve siyah dizlere kadar uzanan bir etek vardı. Saçlarını yine örmüştü. Kusursuz yüzü uykusuz gibiydi. Yosun bakışları gözlerinin yorgunluğunu ele veren tek şeydi. İçimde ona söylemek istediğim binlerce söz vardı. Kırgınlıklarımı saklamaktan ve gizlemekten yorulmuştum. Hazel'in katili yanı başımda nikahlımdı ve ben onu korumak için görevlendirilmiştim. İçim bir volkan gibi taşıp öfke kusarken bedenim onu korumak için bir çelik yelek hüviyetine bürünmüştü. Başını göğe kaldırdı. Karanlık bir geceydi. Muhtemelen çiçeklerin kokusunu alıyordu. O kan kokan vatanından kaçmıştı ama ben, barut ve kan kokusuyla yaşamaya çoktan alışmış, başka türlüsünü düşünemez olmuştum. Bakışları kısa bir süre kanepede uyuyan Hana'ya odaklandı. Dudakları tatlı bir şekilde kıvrıldı. Üst dudağı biraz dolgunca olsa da alt ince sayılırdı. Bu durum gülümsediğinde tatlı bir masumiyetin yüzüne yerleşmesine sebep oluyordu. Güzel bir kadındı. Bakışlarında hem öfke hem de hüzün yer edinmişti. Şu ozanlar bir araya Lavinyaları, Pirayeleri bırakır bir tek ona yazar, bestekarlar şarkılarını bir tek ona açardı. Onca sadeliğin içine karanlık bir geceyi aydınlatan dolunayı sığdırmıştı ama benim karanlık, öfke dolu yüreğime bir yaprak bile düşürememişti. Kapıyı aralık bırakıp evinin önüne yöneldiğinde ben de barut gibi patlayacak yer arayan zihnimi toparlayıp evden çıktım. Oymalı giriş 4 kalın direkle iskele gibi dış kapıya açılıyordu. Ahşap detaylar bu yuvayı sıcak yapmaya yetmişti. Önüme gelen basamağı görmesem muhtemelen ona bakayım derken düşer, paldır küldür dizlerinin önüne ün çuvalı gibi yuvarlanırdım. Onca derdim yetmezmiş gibi bir de alaylarıyla uğraşırdım. Mesafeler azaldıkça kalp atışım hızlandı. Verandaya yürüyüş yapmak için çıkmış olmalıydı. Üzerindekilerin ince olduğunu düşünürsek üşüyüp içeri girmesi hasta olmaması için tek şarttı. Gevşek yapılmış örgüsünden birkaç tutam firar etmişti. Parlak ve hacimli saçları vardı. Rüzgar estiğinde yüzünün sağında ve solunda bulunan perçemler dudaklarına doğru dalgalanıyordu. Yakınımdayken aynı tutamların rüzgarın etkisiyle bana doğru savrulduğunu hissederdim. Dudaklarıma, yüzüme değer ve kokusuyla bütünleşip onu kendimde hissetmemi sağlardı. Bu yüzden rüzgarlı havaları hiç sevmezdim. Bana yaşadıklarımı unutturduğu ve içimde büyüyen o sevimsiz hissi oluşturduğu için rüzgar bile düşmanımdım. Eteği bacaklarına yapıştığında başımı çevirip gözlerimi kaçırdım. Ona bakmak istemiyordum. Kokusunu almayı, sesini duymayı, yan evde uyumak için başımı yastığa koyduğumda şarkı söyleyen o duruşunu hayal etmeyi sevmiyordum. Sesini duymak can sıkıcıydı. Böyle olmasını istiyordum. Aramızda sınırlar olmak zorundaydı. Göçmen kızı benim için sıradan bir görevden fazlası değildi. Adımlarım kendisine yaklaştığında bakışları beni bulmasa da yüzü yana doğru omzunun üzerinden seğirdi. Varlığımı hissetmişti. Huzursuz olduğunu, kalbinin küt küt attığını, yanaklarının elmacık kemiklerinin hizasında kırmızı bir elmayı hatırlatan tona büründüğünü fark edebiliyordum. Bir adım arkasında durdum. Beni fark ettiği halde görmezden gelmeye devam ediyordu. Muhtemelen iletişim kurmak istemediği için davranışları bir kaçış, bir isyan değeri taşıyordu. Türkçe bilmediğini ve bu sebeple burada yalnız kaldığını biliyordum. İçine çöken gurbet ne yazık ki gündemim olmaktan uzaktı. Ne yasımı bitirmiştim ne de içimde kök salan o öfkeyi. Birbirine mecbur olması gereken son insanlar bile değildik. Ama kader hayat sınavını ummadığımız yerden sormuştu. "Uyku tutmamış gördüğüm kadarıyla! Neden?" Sesimi duymak cesaretini toplayıp yüzünü bana dönmesine sebep oldu. Bakışlarındaki öfke ve gerginlik beni susturan bir hamle olmaktan uzaktı. Ona bir şey söylediğimde İngilizce konuşmak zorundaydım ama bugün bana bir cevap vermesini ummuyordum. Beni anlamasını, dinlemesini, düşünmesini dahi istemiyordum. Tek beklentim beni duymasıydı. Bana vereceği hiçbir cevabın bir şeyleri düzeltmeyeceğini bildiğim için ona İngilizce ifadelerle değil Türkçe ifadelerle seslendim. "Çok mutsuz görünüyorsun! Belli ki sana kucak açan bu insanların yanında olmak ve aynı zamanda onlara ihanet ediyor olmak canını sıkıyor." Yüzündeki kötümser ifadeden iyi şeyler söylemediğimi anlamıştı. "Ne söylediğini anlamıyorum!"dedi İngilizce bir şekilde. Anlamasını istediğimi kimse söyleyemezdi. Bu yüzden onu duymamışım gibi Türkçe konuşmaya devam ettim. "Bu gün bir şehidin cenaze törenine katıldım." Dediğimde daha fazla duramadı ve bakışlarını sertçe üzerime düşürdü. Yosun gözleri ihanet hançerlerini bağrıma saplamaktan öteye gidememişti. "Hiç bir şehidin cenaze törenine katıldın mı?" Kaşlarını çatıp başını anlamsızca salladı. Dudaklarım alaylı bir tebessümle kıvrıldığında dudaklarının soğuktan mı yoksa öfkeden mi titrediğinin ayrımına varamıyordum. " Hayır mı? Ben bu törenlere alışalı, her birine ayrı ayrı yanalı çok oldu. Ailesi perişandı. Annesinin ve nişanlısının gözyaşları hiç durmadı. Saatlerdir açım ama bir şey yemek istemiyorum. Attığım lokmaları da sadece zalimlere kan kusturabilmek için kursağıma gönderiyorum. Tüm paramı çekip yaralarına derman olabilmek için şehit ailelerine bağışladım." Ciğerlerimdeki nefesi acıyla bıraktım. "Tıpkı diğerler silah arkadaşlarım gibi..." Bendeki kızgın ve üzgün hâl ona da sirayet etmişti. Gözleri yosunlarından kurtulmuş gece gibi bakıyordu. "Geceleri o güzel, genç çehreleri düşünmeden başımı yastığa koymak zor! Bir nişanlısı vardı. Belli ki o da benim gibi evlenme planları yapıyordu." Sesli bir şekilde yutkundu. Anlamadığı halde beni dinlemeye çalışıyordu ama başını anlamasızca sallaması ben de hiçbir değişime sebep olmamıştı. "Senin yüzünden bir aşk daha vuslata değmeden sönüp gitti. Bir insan daha hayata gözlerini yumdu." Benden bir adım uzaklaşıp sesli nefesler alarak çekip gitmek istedi. Söyleyeceklerim bitmemişti. Bu kadar kolay öfkemden kurtulmasına izin vermeyecektim. Adımları evinin önüne yöneldiğinde onu kolundan yakalayıp kendime yaklaştırdım. Yüzünü göremesem de nefesim ensesindeydi. Yanağına akseden mimiklerinden ve şakaklarının kenarındaki kırışıklıktan gözlerini sımsıkı yumduğunu anlamıştım. Canını yakmıyor sadece eteğimdeki taşları boşaltmak istiyordum. "Hata yapıyorsun göçmen kızı! Yanlış insanı koruyorsun! Bir haini bu millete zarar verdiğini düşünmeden saklıyorsun! Başkalarının canını yakıyor. Tıpkı..." dediğimde ellerim kolunu bıraktı. Esareti bir dakika bile sürmeden çözülüp gitmişti. Koyu kumral saçlarından yayılan koku gözlerimi kapatmama, söyleyeceklerimi şaşırmama sebep oldu. Teni sıcacıktı. Kokusuna ipeksi teninden çıkan o rayiha karışmış, kadınsı bir çekicilik duyularımdan kalbime erişmişti. O halsizce karşımda sırtı dönük bir şekilde dururken bir adım uzaklaştım. Kafamı nasıl bu kadar çabuk allak bullak ettiğini anlamıyordum. Av ve avcı vardı bu ilişkide. Av olan kimdi bunu ben de bilmiyordum. Düşüncelerini güç bela toplayıp tam karşısına geçtim. Bakışları önce ayağımdaki botlara ardından dizlerime ve nihayet yüzüme erişti. Kırgınlığı canımı sıksa da ona öfke duymaktan vazgeçemiyordum. "Benden ne istiyorsun? Neden bir türlü yakamı bırakmıyorsun?" İngilizce kurduğu cümleler bende hiçbir cevap verme isteği uyandırmadı. Yine Türkçe bir şekilde, "Hatalarının bedelini ödüyoruz!" Dedim. "Gurbette olan senken neden ikimiz de aynı hasreti yaşıyoruz?" Benden uzaklaşıp eve doğru yürümeye başladı. Peşinden gidiyor ve anlamadığı sözlerime devam ediyordum. "Dilinin bağını çözmek zorundasın göçmen kızı! Başka canların yanmaması için, zalimler toprağımıza ölüm kusması diye bildiğin her şeyi anlatmak zorundasın!" Beni duymamak için adımlarını hızlandırdı. Ondan daha uzun bacaklara ve daha büyük adımlara sahiptim. Önüne geçip kapıyı açacağı esnada yolunu kapatmam uzun sürmemişti. Eli kapının tokmağındaydı. Gözleriniz buluştu. Ona bu kadar yakın olmak zordu. Yine perçemleri dudaklarına değiyor ve her nefes alıp verdiğinde uçları titriyordu. Savaşta ağır şeyler yaşadığını ve bugünlere kolay gelmediğini biliyordum fakat görevimi yaparken acıma hissimi ve kalan tüm duygularımı geri plana atmayı öğrenmiştim. "Amacın ne bilmiyorum ama bu yaptığın hiç hoş değil. Seni anlamadığımı bildiğin halde bana neler söylüyorsun?" Aslında onunla oynuyordum. Bu basit, tek taraflı bir yüzleşme değildi. "Böyle davranarak canımı yakmaya çalışıyorsun! Bana kendimi suçlu gibi hissettirmek istiyorsun! Ve Allah kahretsin ki başarıyorsun! Ama unutma ben köşeye çekilip senden yardım bekleyecek kadar aciz bir kadın değilim." Üzerime yürüdü. İngilizce bir ifadeyle söylediği sözleri teyid eder gibi beni bir kenara kıstırılmış ve bakışlarıyla korkutmaya çalışmıştı. Korktuğumu kimse söyleyemezdi ama etkilenmiştim. Tahmin ettiğimden daha güçlü bir kadın olduğunun farkındaydım. Alina Mihaloviç yabana atılamayacak kadar tehlikeli ve küstahtı. Ona dikkat etmem gerektiğini iyi biliyordum. "Canımı yakmaya çalışırsan bunun karşılığını sonuna kadar alırsın! Beni üzersen, seni üzerim. Senin yüzünden gözümden bir damla yaş akarsa gözlerin feryat figan ağlar. İhanet edersen ihanete uğrarsın! Öldürmeye kalkarsan öldürmekten çekinmeyecek bir kadını bulursun karşında." Bunlar söylerken gözlerini gözlerimden ayırmamıştı. Üst dudağındaki ince çizgi tehlike canlarını benim için çalıyordu. Ona karşı dikkatli olmam gerektiğini anlamıştım. Karşısında olmak ikimize de bedel ödetebilirdi. Nihayet sözlerimi İngilizce ifadelerle devam ettim. Artık beni anlamaması için hiçbir sebep yoktu. "Alina Mihaloviç. İstediğinde çok tehlikeli bir kadına dönüşebiliyorsun! Öfkelendiğinde bir Zeyna, bir Tomris olabiliyorsun. Bizim Türklerde savaşçı kadınlara asena derler. Milletim kılıç kuşanmayı erkeğe has bir şey olarak görmez. Ama ne yazık ki ben sana bunların hiçbirini yakıştıramıyorum. Sen ölüm kokuyorsun!" Gözlerindeki pırıltılarda kırgın bir ihanet görsem de sözlerime şaşırmadığını biliyordum. İyi başlayan bir hikayemiz olduğunu kimse söyleyemezdi. Aslında bir savaşın içindeydik ve mücadelemiz birbirimizde olduğu kadar aslında kendi öz benliğimizde de derin izler bırakıyordu. Birkaç adım sağ tarafına geçip balkonundaki korkuluklardan birine yaklaştım. Korkulukların üzerine saksı bölümleri eklenmişti. İçlerinde mavi artemis çiçeklerinin olduğunu görebiliyordum. Bu evi yaşanılabilir hale getiren kişi bendim ve artemis çiçeklerini de kendi ellerimle ben ekmiştim. Ölüm kokan kadına en çok bu çiçekleri layık görmüştüm. "Bunun ne olduğunu biliyor musun?" dedim elimdeki çiçeği ilgiyle ona gösterirken. Sözlerimin farklı bir şekle dönüşmesi yüzünde belirgin bir şaşkınlık hissine sebep olmuştu. Yüz ifadesini silmeksizin başını sağlı sollu iki yana salladı. " Artemis çiçeği..." Birkaç adım daha yakınıma yaklaşıp yosun gözlerini çiçeğin narin taç yapraklarında gezdirdi. Ardından bakışları belirgin bir merakla bal rengi gözlerime yerleşti. "Bu çiçekleri buraya ben ektim. Mavi görünüyorlar değil mi? Aldanma! Aslında göründükleri kadar şeffaf ve müjdeleyici değiller. Buralarda mezarlık çiçeği, ölüm çiçeği denir böylesine!" Sözlerimin gideceği yeri anlamış gibi yumruklarını sıktı. Bir harekette bulunmasa da o yumruğu gözümün üzerine geçirmek için delirdiğini anlayabiliyordum. Sessizliği devam ederken, "Sana bir isim bulmak isteseydim Alina demezdim. Artemis derdim. Ölüm çiçeği... Hayatıma ölümün karanlığını ve umutsuzluğun siyah lekelerini bulaştıran kadın..." Yutkunurken gözlerini elimdeki mavi çiçekten bir an bile ayırmıyordu. Ne kadar kızdığını tahmin edebiliyordum. Perçemlerini savurarak birkaç adım üzerime doğru attı. İnce, zarif elleri meydan okuyarak benim ellerimin hemen kenarına ilişti ve saksıyı bir çırpıda benden kopardı. Elleri bir kelebeğin kanatları gibi zarif ve saydamdı. Yaklaşık 50 metre kadar gerimizde bulunan bahçe lambaları yüzünün bir kısmını gölgede bırakırken diğer kısmını aydınlatıyor ve beyaz ellerini daha fazla ortaya çıkarıyordu. Bakımlı zarif tırnakları savaş günlerinkinden çok daha ilgi çekici duruyordu. Oysa saniyeler içerisinde bu detayları fark edebildiğim için kendimi hayret doluydum. Bir asker olduğunuzda dikkatli olmak zorunda kalırdınız. Her an düşecek bir mermi ve de üzerinize gelen adi bir düşmanın hışmına uğramamak için gözümüzü dört açmak, kulaklarınızı parlatmak zorundaydınız. Ölüm ve hayat iki başlı bir ejderha gibi üzerinize solurken kendinizi korumak için maharetlerinizi tümüyle sergilemek sizin için bir yaşam amacı haline gelirdi. Önce elindeki mavi çiçekli saksıya ardından da kendisinin ilgiyle izleyen kısılmış bal rengi gözlerime baktı. Saksıyı kafama geçirmek ile yere atmak arasında bocaladığını biliyordum ve böyle bir şey yaptığında ona ne tepki vermem gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Muhtemelen izin verirdim. Ona duyduğum öfkenin biraz daha içimi harlaması için bunu bir fırsata çevirmek kötü bir düşünce gibi durmuyordu. Sonunda çiçeği avuçlarının arasına alıp köklerinden ayırdı ve saksıyı da gözlerimin önünde yere fırlatıp paramparça etti. Kahverengi toprağı etrafa yayılmış ve ahşap zemini adımlarımızın izlerini ortaya çıkaracak şekilde kaplamıştı. "İşte sana ölüm çiçeği!" Dedi dişlerinin arasından ve Allah kahretsin ki üst dudağı yine küçülmüş ve tatlı bir şekilde kenarlara doğru yayılıp sevimli bir şekil oluşturmuştu. Ruj sürmüyordu. Parlatıcı ya da herhangi bir ürüne ihtiyaç duyduğunu sanmıyordum. Güzel olan ve güzelliğinin farkında olup herkese meydan okuyabilecek kadar cesur bir kadındı. Yitirdiği ailesinin matemini tuttuğundan mıdır bilinmez hâlâ bir kadın gibi davranmadığını fark ediyordum. Onu kızdırdığımda yüzüme okkalı bir yumruk geçirecekmiş gibi ellerini sıkıyordu. Yürüdüğünde bir erkek gibi yürüyor bazen farkında olmadan sesini kalınlaştırıp bir erkek gibi tepkiler veriyordu. O savaşta kadınlara neler yapıldığını çok iyi biliyordum. Onun bu şekilde davranması ben de hayret duygusu uyandırmıyordu çünkü kendini ve sevdiklerini korumak için herkesi harcayabilecek kadar gözü kara olduğunu onu daha gördüğüm ilk anda anlamıştım. "İyi iş çıkardın!" Diyerek güldüğümde yüzündeki öfke yanaklarının daha da kızarmasına sebep oldu. Biraz sonra çamurlu ellerini yüzüme sürüp beni tokatlamaya çalışırsa buna hiç şaşırmazdım. Sanırım engel olmazdım da... Bana yaşattıklarını bir erkek yaşatsaydı muhtemelen onu evire çevire dövmüş öfkemi giderinceye kadar yakasından düşmemiş olurdum. Ama bir kadındı. Onu üzmekten fazlasını yapamazdım ve kendime de yakıştırmazdım. "Öfkeni dışa vurma şekline hayran kaldım! Saksıyı kafama geçirmeni beklemiştim ama henüz nezaket ölmemiş gördüğüm kadarıyla!" Artık öfkeden dudaklarının titrediğini ellerinin sıkmaktan mora çaldığını görebiliyordum. Bana saldıracağını düşünürken yerdeki toprağa ve mavi artemis çiçeklerine odaklandı. Benim hayret dolu bakışlarım ve alaylı yüz ifadem karşısında ondan bekleyebileceğim ikinci davranışı yaptı. Gözlerimin önünde çiçeğin ve kumların üzerinde tepinip kendisine olan duygularımı ve düşüncelerimi ayaklarının altında ezdi. Bu bir meydan okumaydı. "Git buradan asker! Yoksa elimden bir kaza çıkacak!" Etrafında yarım bir tur atıp hafifçe kulağına eğildim ve fısıldadım. "Ne yapacaksın ! Ayaklarının altında ezilemeyecek kadar iriyim!" Onu kışkırtarak sinsi bir şekilde gülümsedim. "Ne yapmak istiyorsan çekinme! Silah yok ama içeride işini görecek bir bıçak olduğunu söyleyebilirim." Bunu yapmayacağını biliyordum. Sadece kızdırmaktan hoşlanıyordum ve hiçbir fırsatı tepmeyecek kadar da haylazdım. "Bana katil muamelesi yapmaktan vazgeç!" Arkamı dönüp gitmek için hazırlandım. Birinci basamağa geldiğimde sözleri duraksamama ve omzumun üzerinden yeniden ona bakmama sebep oldu. " Hoşçakal Artemis çiçeği!" "Bana Artemis çiçeği demekten vazgeç!" Diye yükseldi. Beni hâlâ tokatlamadığına hayret ediyordum. Sandığımdan daha sabırlıydı. Hata yaptırmak için onu kızdırdığımı anlamış olabilir miydi? Radavon'a yaptıklarını düşününce ona karşı gardımı almam gerektiğini bir kez daha hatırladım. Bu tuzaklara düşemeyecek kadar akıllı olmalıydı. "Tamam göçmen kızı!" Bir basamak inip arkamdaki çığlığını duydum. "Bana göçmen kızı demekten de vazgeç! Hatta adımı bile anma!" Yüzümde kışkırtıcı bir tebessümle bir basamak daha indiğimde omzuma çarparak üç basamağı birden atlayıp önüme geçti. "Yüzsüz müsün sen? Seni evime davet etmediğim halde her fırsatta soluğu burada alıyorsun! Gelme artık!" Önünden geçip hiçbir şey olmamış gibi ardıma bile bakmadan yürüdüm. "İyi gelmem! Ama dikkat et! Bu eve gelmem için bana yalvarmak zorunda kalabilirsin!" "Hah!" Diyerek abartılı bir şekilde güldü. "Ölürüm ama öyle bir şeyi asla yapmam! Bu ev alev alsa yangın yerine dönse içinde küle dönmeyi senden yardım istemeye tercih ederim!" Kahkahalarla gülüp ardıma bile bakmadan kendi evime doğru yürümeye devam ettim. " Hoşçakal Boşnak Güzeli!" Kırdığı porselen saksının hatrı sayılır büyüklükteki bir parçasını ardımdan fırlattı ve elbette isabet ettiremedi. Silah kullanmaktaki maharetini saksı atmakta pek gösteremiyordu. "Allah'ın belası! Akıl hastası ne olacak! Barut solumaktan beynin sulanmış senin! O dizideki jeyar bile senden daha iyidir!" O sözleri sarf ederken hiçbir adımımın duraksamasına izin vermemiş ve kendi içindeki fırtınaları yenilmesini sağlamıştı. "Haklısın! Suelen da senden daha kötü değil!"
Yıldız atan ve yorum yapan elleriniz dert görmesin 🥰❤️ Instagram: seyma_yldz_koc
|
0% |