@syildiz_koc
|
Medya : Melike Şahin (Geri ver)
Korkak bir adam mıydım bilmiyorum. Benim duygularım buzlu bir zeminde yürümeye çalışan topal bir adamı anımsatıyor. Kırık bir geçmişim vardı. Dış dünyaya yüz çevirmiş ve Kadir Bey'in benim için inşa ettiği hayalci dünyaya uyum sağlamaya çalışmıştım. Onun sevgi ve güveniniz kazanmak için benden istediği her şeyi yapmaya hazırdım. Yaşadığım suni dünyada boğulsam da sesimi çıkarmamış, sonumun ölüm ya da hapis olacağını bile bile benden istediği kişiliğe bürünmeye çalışmıştım. Olmamıştı... Olmasını beklemek de anlaşılabilir bir şey değildi.
Şimdi bu insanların arasında kimsesiz, tıp öğrencisi Mervan olarak yepyeni bir kimlik kazanmıştım. Hiçbir sırrın gizli kalacağını ummazdım, fakat yüreğim gerçek yüzümün dostlarım tarafından bilinmesine karşı çıkıyordu. Suçlu bir babanın oğlu olduğumu bilmek ruhumda yeterince derin yaralar açmıştı. Bu gerçeğin onlar tarafından görülmesi ise geçmişimle arama koyduğum tüm duvarları yıkacaktı. Ve ben geçmiş günahlarım karşısında çırılçıplak kalacaktım.
Kadir Bey'in içimde olduğunu iddia ettiği canavarın beni dönüştürmesinden korkuyordum. Çünkü biliyordum o canavar sadece bana değil, sevdiğim ve nefret ettiğim herkese zarar verecekti. Bunun olmasına izin veremezdim. Yalan kötü bir şeydi, fakat kaçtığım ve geride bırakmaya çalıştığım hayat yalandan çok daha kötüydü. Bu yüzden ihanet yumağına dönen dilim yürütebildiği kadar gerçeklerden kaçıp saklanacaktı.
Sabah Ziya'nın zorla yedirdiği dut pekmezlerini yutup iki dirhem bir çekirdek durağa geldik. Orkun her zamanki gibi sade bir tişört ve pantolon giymişti ve ben de eski abartılı şıklığımı bırakıp ona uymuştum. Suskundum. İşlerim o kadar yoğundu ki istesem de ayık ve canlı olamıyordum. Omuzlarım ağrıyor, uykusuzluktan göz altlarım şişiyordu. Öyle ki çoğu zaman arkadaşlarıma eşlik edecek halim bile kalmıyordu. O gün Kadir Bey'in peşime taktığı adamı düşünüyor ve arkadaşlarım konusunda endişeleniyordum. Derdim yorgunluğumu bile unutturmuştu.
Otobüse bindiğimizde Orkun bendeki durgunluğu fark etti. Zaten normalde de çok konuşan biri sayılmazdım. İnsanlar başta yadırgasa da sonradan bendeki durgunluğa ve asosyalliğe alışmıştı. Kibirli Mervan... Soğuk, ukala Mervan'dan farklı birine terfi edebilmiştim. Bazı şeyler sonradan olmuyordu. Farklı yetiştirilmiş, çocuk olmadan yetişkin bir adam gibi yürümeyi, yiyip içmeyi öğrenmiştim. Gülmek ve şakalaşmak kitabımda yazmayan ama hayatımda hep özlemini duyduğum birer detaydı.
Aslında kızların benden hoşlanmaması gerekiyordu. Esprili, sıcak kanlı biri değildim ve ne yazık ki duygularımı ifade etmek konusunda da yeteneksizlik abidesiydim. Bir araya geldiğimizde Orkun lisedeki komik anılarından anlatır, ortamı şakalarıyla kırıp geçirirdi. Benim yaptığım tek şey ise üst ön dişlerimin küçük bir kısmını göstererek tebessüm etmek olurdu. Onlara anlatabileceğim komik anılarım yoktu. Geçmişi sırlarla dolu, yitik bir adamdım. Kendimle ilgili anlatacağım her şey onların aleyhine sonuçlar doğurabilirdi.
"Nerelere daldın Kara oğlan? Bugün halin yine bir tuhaf." Gözlerimi parmak uçlarımla ovup "Yok bir şey. Uykusuz kaldım biraz, hepsi o." Diye karşılık verdim. Orkun düşünceli düşünceli ensesini kaşıdı. Derslerle çok ilgilenmemesine rağmen başarılı sayılırdı. Benim gibi part-time bir işte çalışmadığı halde parasız kaldığını pek görmezdik. Hatta bazen öyle bonkör olurdu ki bizi ocak başına götürüp birbirinden lezzetli yemekler bile ısmarlardı. Bildiğim kadarıyla ailesi zengin değildi ve kenarda kıyıda güçlü bir dayısı da yoktu. Paranın kaynağından huylansam da onu gereğinden fazla sıkıştırıp bunaltmadım. Nasıl olsa kokusu er ya da geç çıkacaktı.
Fakülteye geldiğimizde bulduğu aynalardan tipini düzeltip bana veda etti. Kim bilir yine ne hergelelikler peşindeydi? Onu düşünüp peşine düşecek enerjide değildim. O kadar yorgun ve halsizdim ki uykusuzluktan sırtımı yasladığım her yerde uyuyabilirdim.
Burası dört katlı büyük bir binaydı. İki bloğa ayrılmıştı. Büyük derslikler, kafeterya ve kantin meskenimizdi. Asansör beklemeyi sevmediğimizden uzun merdivenleri kullanırdık. Profesörlerin odaları üst kattaydı. Asistanlar ise alt kattaki odalarda sıralanmıştı. Bahçede elimdeki ders notlarına göz attım. Ayaküstü yaptığım bu çalışmaların bana ne kadar yeteceği şüpheliydi. Ama ders çalışmak için elime geçen hiçbir fırsatı tepmezdim. Sesimi cihaza kaydeder, bol bol kelime ezberlerdim. Fakültenin hocaları oldukça sertti. Düşük not alanı affetmez, gözünün yaşına bakmadan dersten bırakıverirdi. Bu yüzden uzatmadan işimin başıma geçmenin derdine düşmüştüm. Bu benim yaşama amacımdı. Bir kız arkadaşım yoktu ve ne yazık ki böyle bir şeye ayıracak zamanım da pek olmuyordu. Bu yüzden aşk, bana uğramaya bile gerek görmüyor, 'sen işine bak' deyip etrafımdan dolaşıyordu.
Kağıtları ve kağıtlardaki görselleri inceleyip yorgun zihnime bir şeyler eklemeye çalıştım. Geçim sıkıntısından beynim düdüklü tencere gibi baskı üstüne baskı yaşıyordu. Sanki içine fazladan birkaç cümle atsam bir anda gümleyip tozu dumana katacaktı. Tıp dersleri fazlasıyla zordu. Bunun için zavallı beynime gereğinden fazla işkence etmemek için sınav gecesinin galibi olmayı boş verip günü gününe çalışıyordum. Orkun ders çalışmazdı. Hatta bu iki kelimeyi en son ne zaman yan yana getirdiğini bile hatırlamıyordum. Tüm gün tembel tembel sosyal medyadaki kız arkadaşlarımızın resimlerine bakıp avel avel yorumlar yapardı. Ders kelimesini kızları tavlamak için kullanırdı. Zeki olduğu halde çözemediğini iddia ettiği problemleri kızlara yaklaşmak için kullanırdı.
Biz sınav haftası ders çalışırken o bacaklarını ansiklopedi gibi kullanıp kopyalarla doldururdu. Her yanından kopya kağıtları çıkardı. Koynuna aldığı kâğıtları düşündüğümde içime dolan kusma isteğini engelleyemezdim. Bir keresinde terli ve tüylü olan kopya kağıtlardan birini ortak sınavımızda bana uzatmıştı da kokudan bildiklerimi bile unutmuş, yarım saat sınava odaklanma problemi yaşamıştım. Orkun delinin tekiydi ve ben uslu bir çocuk olup asla ona uymamalıydım.
Bu gün ilk anatomi dersine girecektim. Model üzerinden dersi takip ediyorduk ve bu, körü körüne dinleyip not almaktan çok daha iç açıcıydı. O gün hoca gelmeden önce dersliği hazırlama görevi bendeydi. Hazırladığım sunumla ve getirdiğim materyallerle ders akışı boyunca hocaya yardım edecektim. İlk iş dersliği havalandırdım. Materyallerin bulunduğu odanın anahtarı hocanın asistanı Banu'daydı. Asistan odasına gidip kapısını tıklattım. Ses gelmeyince kontrol etme ihtiyacı hissetmiştim. Kapı tuhaf bir şekilde açık bırakılmıştı. Odada büyük, ağır bir masa ve masanın üzerinde de kaliteli bir dizüstü bilgisayarı bulunuyordu. Odayı sağlı sollu dolduran dört adet kitaplık vardı ve sayısız kitap özenle sınıflandırılmış, kahve makinası ise masanın arka tarafındaki rafta yerini almıştı. Pembe renklerin ve süslü bibloların çokça bulunması buranın bir kadına ait olduğu izlenimini pekiştiriyordu.
Banu Soysal... Evet, adı buydu. Bu adın hafızama kazanacağını ve o kadının hayatımda asla tamiri olmayacak bir yara bırakacağını o gün bilmiyordum. Acaba bilseydim yine de o odaya girip onunla tanışır mıydım? Ya da zaman tüneline girip geçmişe gitsem yine aynı insanların arasına karışıp aynı kaderi yaşamayı göze alabilir miydim? Bunun cevabını vermek güçtü. Telafisi olmayan ne çok şey yaşamıştım. Hayır, hata etmemiştim. Bundan adım gibi emindim. Ama yetmiyordu işte. Hata yapmak ya da yapmamak fark etmiyordu kimi zaman. Bazen kırılan bir dişli, dev gibi makinaların bozulup dağılmasına sebep olabiliyordu. Ben de o makinada doğru durabilmiş tek bir dişli hüviyetinde olduğum için yanlışların arasında kendimi kaybetmekten kurtulamamıştım.
Kaderimin hayallerime ilk vurgunu yaptığı o gün masumiyetimi benden çekip alacak olan kadınla ilk kez yüz yüze gelmiştim. Başıma geleceklerden habersiz malzeme odasının anahtarını almış ve karşılığında emek verdiği her şeyi geleceğimle birlikte benzin döküp yakmıştım. O gün sert bir sonbahar günüydü. Ağaçlar yapraklarını fütursuzca fakültenin geniş kampüsüne dağıtmış, sararıp solan yapraklar ölümü hatırlatır gibi atılan her adımda hışırdamaya başlamıştı. Ve ben ilk kez duyduğum ayak sesleri ve rüzgârın uğultusuyla kendi karanlığımın selamını almıştım.
"Odama izinsiz girmek için iyi bir sebebin vardır umarım." Bakışlarım huzursuzca kapının girişindeki genç kadına odaklandı. Kızıl saçları sağ yanında toplanmıştı. Uzun sayılabilecek boyu ve kemerli küçük burnuyla iddialı bir güzelliği olduğunu itiraf edebilirdim. Bendeki afallayışı dikkate alarak sözünü yineleme ihtiyacı duydu. "Niçin buradasınız?"
Toparlandım. Utanmasa 'ellerini havaya kaldır ve ceplerini boşalt' gibi tuhaf talimatlar verecek ve beni bir hırsız gibi kolumda kelepçelerle kapı dışarı edecekti. "Malzeme odasının anahtarını alacaktım. Sizden temin etmem söylendi." dedim kadın görmüş dağ adamı şaşkınlığıyla. Yanlış anlaşılmak için hiç iyi bir zamanla değildi. Bana doğru özgüvenli birkaç adım attığında sivri topuklu ayakkabıları odada tok sesler bıraktı.
Tam karşıma dikilip patron tarzını bozmadan kalçasını büyük, ahşap masaya bıraktı. Kan yemiş gibi kıpkırmızı olan dudakları kibirle dişlerine baskı yaparak yüzünde yapmacık bir gülüş oluşmasına sebep oldu. Sanırım alçak dağları o yaratmıştı. Safari yaparken lider aslanın bölgesine girsem bile bundan daha ılık ve anlayışlı karşılanabilirdim.
"Gördüğünüz gibi odada değilim ve ben ortamda yokken birinin odama girmesinden hoşlanmam." Sözleri beni öfkelendirse de derin bir nefes verip sabırlı davranmaya çalıştım. "Neyden hoşlanıp hoşlanmadığınızda ilgilenmiyorum. Anahtarı derse başlamadan almam gerekiyordu ve ben de geldim. Odanıza siz yokken birilerinin girmesini istemiyorsanız kapınızı kilitlemeyi deneyin. O zaman sorun yaşamanızı gerektiren bir durum olmaz." Kaşının birini kaldırıp küstahlığıma meydan okur gibi boğaz ayıkladı. O, rimelle şekillendirilmiş uzun kirpiklerinin gölgesinden bana bakarken aynı gururlu duruşla gözlerimi gözlerinden ayırmadım. İlk kaçıran haksızdır fikrine inanmasam da o gün, o ortamda denemeye değer bir hareket olarak görmüştüm.
Ayakkabı sesini cüretkarca ortama sunup çekmecesindeki anahtarı alıp bana uzattı. Gözleri aşırı özgüvenini gözlerime yansıtan bir ışık huzmesi gibiydi. Anahtarı almak için uzandım, fakat anahtarın ucundaki plastik nesneyi kavramama aldırmadan elindeki metal yapıyı gerisin geriye çekiştirdi. Onu bana bırakmamaya kararlıydı. "Derste görüşürüz." Başımı gergince sallayıp, "Görüşürüz." diye karşılık verdim.
Sonunda yanından ayrılmış ve kalan sorumluluklarımı yerine getirmek üzere dersliğe ulaşabilmiştim. Ders boyunca yaşadığım anları düşünmekten hocanın anlattıklarına odaklanamamıştım. Onu güzel bulmama karşın özel bir duygu hissetmemiştim. Etrafım sayısız güzel kızla doluydu ve kimseden daha özel olacak kadar iz bırakmamıştı. Fakat içimden bir ses onunla yollarımın gereksiz bir şekilde sürekli karşılaşacağını söylüyordu. Bu durumdan hoşnut olduğumu kimse iddia edemezdi. Bir baş belasını daha kaldırabileceğimi sanmıyordum. Ben zaten belanın ta kendisiydim. Üstüme bir rakip daha gerekmezdi.
Hoca model üzerinde açıklamaları yaparken biraz gerisinde sunumda anlatılanları destekleyici nitelikteki notları ve görselleri sunuyordum. O ise en ön sırada kendisine has duruşuyla bacak bacak üstüne atarak hocanın anlattıklarını takip ediyordu. Duruşu dik, omuzları bir kadına göre genişti. Yürürken Rönesans dönemindeki kontesler gibi göbeğini içine çekip, poposunu belini kıvırarak dışarı veriyordu. Sanırım böyle daha sexi göründüğünü düşünüyordu. Böyle olduğunu söyleyemezdim. Bu duruş bana bıçak gören kurbanlık koyunun kuyruğunu salla sallaya kaçmasını hatırlatıyordu. Neredeyse hocanın söylediği her ifadeden sonra dudağı yüzünün sol kısmına doğru kıvrılıyor, bazen gereksiz yere alt dudağını ısırarak ilginç tepkiler veriyordu. O gün sınavda iskelet sistemi yerine Banu'nun mimik ve el-bacak hareketlerini sorsalar herkesten daha doğru yanıtlar verebilirdim. Dikkatimi derse vermek için çok çaba sarfetmeme karşın gerekli verimliliği alamıyordum.
İlk karşılaşmamızda fazlasıyla hararetli bir konuşma yaşadığımız halde onun da bana karşı olan tutumunda belirgin bir değişim söz konusuydu. Ela bakışları sürekli üzerimde geziniyor, kaçamak süzüşleri dikkatime dinamit döşüyordu. Hocanın Mervan nidası daldığım kuyudan beni çıkaran tek ses oldu. Bakışlarım önce hocada sonra da bana tuhaf bakışlar atan kalabalıkta dolaştı. "Bir sorun mu var, dalgın gibisin." Hocanın elindeki kas modeline baktığımda kemiklerle ilgili olan kısmı çoktan geçtiğimizi anladım. Ne yazık ki slayt anlatımın gerisinde kalmıştı ve ben kendi iç dünyama daldığım için bana verilen görevi olması gerektiği şekilde yerine getirememiştim.
Aceleyle slaytı değiştirip işime odaklandım. "Hayır efendim, bir sorun yok." Profesör, hoşnutsuz yüzünü daha beter bir şekilde gözüme sokarak ciğerlerindeki nefesi sıkıntıyla kesik kesik bıraktı. "Uykusuz görünüyorsun."
"Evet. Biraz uykusuzum." Başını memnuniyetsizce imalı imalı salladı. "Seni ertesi gün dersin olduğu halde uyumaktan alıkoyan nedir?" Evet yine başlıyoruz. Hayat sanki her gün muhteşem ilerliyordu da ben düzenli yaşayacak imkânı elde etmiştim. Böyle bir soruyu bu kadar insanın içinde sormasının mantığı neydi anlayamamıştım. Belki hastayım, belki aşk acısı çekiyorum, belki ailemden birinin kaybını yaşıyorum. Neden özelimi ve sıkıntımı ders ortamında açma gereği duyayım?
"Ders çalıştım." dedim bana bakan meraklı gözleri tatmin etmeye çalışır gibi. Külliyen yalandı. Gece çalıp oynamış, Orkun ve Ziya'nın sohbetleriyle gülüp eğlenmiştik. Elbette bunu ona söyleyemezdim, aksi takdirde beni rencide komasına sokmaktan çekinmezdi. 'Kafede part-time iş buldum çalışıyordum.' bahanesi ise fazla dramatikti. Bu kadar kişinin arasında fakir edebiyatı yapmak erkeklik onurumu paspas haline getirirdi. En iyisi klişelere sığınıp, işi yiğitliğe sunmamaktı.
Profesör, önüne dönüp bilindik nasihatlerini öğrencilerine sıralamaya başladı. "Arkadaşlar sizler öğrencisiniz. Buradan mezun olduğunuzda hayat kurtarmak için kolları sıvayacak, en zorlu vakalardan alnınızın akıyla çıkacaksınız. İşinizin başına geçtiğinizde asker gibi dikkatli olmak zorundasınız. Küçük bir aksilik her şeyi mahvedebilir. Bu yüzden uyku saatlerinizi doğru ayarlamayı öğrenin. Umarım söylediklerim anlaşılmıştır." Sözlerini tamamladığında sınıfta belirgin bir sessizlik oldu. Bu onay anlamına geliyordu. Zaten onaylamayacak bir direnişçi bulmak neredeyse imkansızdı. İşin sonunda dersten kalıp fakültede sürünmek vardı. Hocalara resti çekip mezun olamayan öğrenci tayfasının çaresizliğini görünce insanda ne cesaret kalıyordu ne de mertlik. Söylemek istediğim cümleler resmen korkup dilime makas atmıştı.
Yeterince nasihat verdiğinden emin olduktan sonra yeniden bana dönüp, "Kemik dokusunu oluşturan hücreler nelerdir?" diye sordu. Ona bilgimle ders verecektim. Gö*ümü kollamak için daha iyisi pek mümkün değildi.
"Osteoblastlar, osteositler, osteoklastlar..." cevabını verdiğimde bildiğim yerden çıktığı için derin bir soluk vermiştim. Hoca biraz bozulsa da beni sıkıştırmaktan hemen vazgeçecek gibi görünmüyordu. Banu ise ukalalığını sonuna kadar hissettirerek haylazca güldü. Bu saçma diyaloglar en çok onu eğlendirmiş görünüyordu. Kızıl saçlarını geriye atıp dudaklarını mum gören orangutan gibi öne doğru topladı. Onu boş verip önüme döndüm. Ben alnımdaki teri silemeden profesör ikinci soruyu yöneltmişti.
"Yassı kemikleri say!" Hiç duraksamadan, "Kostalar, ilium, sternum..." cevabını verdim. Hoca ise hafiften kızarmış olsa da başıyla onaylayıp sınıfa dönmeyi tercih etti. Ders bittiğinde omzuma dokunan el duraksamama sebep oldu.
"İyi kurtardın. Bu adam bir öğrenciyi yakalasın rezil etmeden, morartmadan bırakmazdı." Bakışlarımı kaçırarak gülümsedim. "Buna gerek yoktu." Elini patronun kendisi olduğunu hissettirecek tarzda omzuma attı ve samimi olduğuna asla inanamayacağım şekilde gülümsedi. Gökhan'ın adından önce egosunun konuşulduğunu biliyordum. Beni kibirli bulurlardı genellikle ama Gökhan ve tayfası bu konuda benden çok daha idmanlıydı. Öyle ki yanlarına yaklaşmak bile imkânsız bir hal almıştı. Okulda başkanlık seçiminde aday olmuş ve kendisinden daha büyük olan rakiplerini geri plana atıp öne geçmişti. Yağcılığından olsa gerek hocalar için kurtarıcı görevi gören bir imajı vardı. Şimdiden hocalarının desteğini almış ve uzmanlık için aranan isimlerden olmuştu. Fakülteyle ilgili pek çok sorunu çözmek için çırpınıyor, sene sonu partilerini bizzat arkadaşlarıyla birlikte organize ediyordu.
Gökhan'ın benden hoşlandığını pek sanmazdım. Beni sebepsizce kendisine rakip görüyordu ve istemeden de olsa onu gölgede bırakmamdan korktuğunu seziyordum. Orkun'a kalsa Gökhan en çok kızların bana olan ilgisini kıskanıyordu. Okulun jönü imajını sözde bana kaptırmıştı. Eğer mesele buysa tüm kızlar onun olabilirdi. Hatta Nezihe Teyze'nin kedilerini bile alabilirdi. Kimseye aşık değildim ve havalı olmak için de onların ilgisine ihtiyacım yoktu.
Kendi kendime söylenirken bir elin kolumu çekiştirmesiyle afalladım. "Ne oluyor?" Karşımda duran çarşaflı kadınla neye uğradığımı şaşırmıştım. Gözlerini kocaman açıp kıkırdadı. "Beni tanımamış olamazsın değil mi?" Suratımdaki şapşalımsı ifadeyi bozmadan, "Sizi tanımıyorum." diye geveledim. İnce, kırıtan bir ses tonuyla, "Ahhh ah!" diye inledi. "Ben senin ilk aşkındım hain adam. Demek büyük şehre gelince beni unuttun." Hayretler içinde, "İlk aşkım mı?" diye sayıkladım. Yok arkadaş ben bugün iyi günümde değildim. Bir bu eksikti.
"Karıştırıyorsunuz hanımefendi. Sizi daha önce hiç görmedim." Beni umursamadan ağlak bir edayla cebinden çıkardığı mendili silkeleyerek açtı ve göz pınarlarına sızlanarak bastırdı. "Şimdi böyle olduk. Annem demişti. Erkek milletine güvenme. Bunlar insanı sümüklü mendil gibi kullanıp yarı yolda bırakır demişti ama dinlemedim işte. Cahil kafam... Ne vardı ille de aşk diye tutturacak? Ne bey oğulları geldi köyde de varmadım." Bir anda üzerime yürüyüp göğsüme sert şaplaklar attı. "Beni umut verip kötü emellerine alet ettin, şimdi de inkâr ediyorsun! Hain, pislik, lanet herif!" Gözlerimi uzaydaki kara delikler gibi kocaman açtım. Onu kendimden uzaklaştırmak için deli gibi çırpınıyordum ama kadın Allah yarattı demiyordu.
"Ben mi kötü emellerime alet ettim?"
"Yok ebem!" dediğinde burnunu çarşafın altından gürültülü bir şekilde sildi ve zırlayarak deli gibi ağladı. Sinirlerim iyiden iyiye bozulmuştu. Tüm deliler dönüp dolaşıp beni buluyordu. Bir yavuklum eksikti o da oldu. Biri bizi durdursun artık!
"Yanlışınız var. Sizi daha önce hiç görmedim. Karıştırıyorsunuz!" Sesini tahammül edilemez düzeyde cırtlak bir hale getirip çirkin çirkin ağlamaya devam etti. Etrafımızdaki insanlar tuhaf bakışlarla bizi süzerken arkama bakmadan kaçmak için delice bir istek duydum. Şimdi kaçsam maximum hızla çıkışa ulaşabilir miydim? Bacakları çok uzundu, bu kız panter gibi koşar bana yetişirdi. Gözlerini süzerken o ağlayışa eşlik eden tek bir damla yaş bile görememiştim. Gözlerine baktığımı fark ettiğinde kirpiklerini cilveli bir şekilde hızlı hızlı kırptı. Benim tuhaf bakışlarım arasında avucunu kubbe yapıp karnını şefkatle okşamaya başladı.
"Üzülme bebeğim. Baban bizi istemese de ben hep senin yanında olacağım."
"Baban mı?" Duyduklarımla bir kez daha şaşkına dönmüştüm. "Bebeğimiz olacak! Samanlıkta benimle kırdığın cevizleri ne çabuk unuttun. Namusumu kirlettin şimdi de evlenmemek için su yakıyorsun!"
"Bacım seni hayatımda ilk kez görüyorum. Kimseyi hamile falan bırakmadım ben." Arkamı dönüp kafadan kontak olan kızdan uzaklaşmaya çalıştım. Her geçen dakika biraz daha rezil oluyordum.
Önüme serilip uzandı. "Gitme aşkım. Beni bırakma! Aşkımızı unutamazsın. Bebeğimiz olacak yapma!" Ben delirmiş gibi bakarken elini Türk filmlerindeki aktristler gibi alnına dayayıp, "Nayır nolamaz!" diye bağırdı. "Ya biri alsın şunu ne olur! Bu kadın kafayı yemiş." Ayaklarıma kapanıp bacağıma gergedan gibi sarıldı. "Ne olur bırakma! Sen beni bırakırsan intihar ederim. Bebeğimle atlarım köprüden. Bu namus lekesiyle yaşayamam."
"Ölsem de kurtulsam!" dedim ağlamaklı bir sesle. Yan tarafımızdaki duvarın ardından yükselen kahkaha sesleri düzenlenen tezgâhın farkına varmamı sağladı. "Çocuğun yüreğine indirdin lan! Bu hergeleyi yanımızda bile dolaştırmamamız gerekiyor aslında." dedi Berk. "Çok tehlikeli." diye gözlerini açtığında delirmeme ramak kalmıştı. Ben bir şey demeye kalmadan Orkun yüzündeki siyah peçeyi şapşal bir ifadeyle çıkarıp, "Sürpriiiiizzz!" diye bağırdı. Afacan hallerini gören mavi önlükle okula giden yaramaz bir oğlan çocuğuyla uğraştığımızı sanırdı. Sıktığım yumruklarımı bırakıp onu omzuma aldım ve "Yapma kara oğlan bırak!" diye bağırmalarına aldırmadan onu sürükler gibi kampüsteki çalıların arasına attım. Çevremizdeki herkes kahkahalarla gülmeye, Orkun ise dikenlerin arasında debelenmeye başladı. Onu öyle bir noktaya bırakmıştım ki üzerine yapışan dikenleri pantolonundan tüm fakülte birleşse çıkartamazdı.
"Aman be Kara oğlan yaptığın iş mi şimdi senin? Alt tarafı şaka yapmak istemiştim. Sen de hiç şakadan anlamıyorsun." Ziya ve Berk kahkahalarının frekansını her geçen saniye arttırırken ellerimi beyaz gömleğimin üzerinden birbirine kavuşturup, "Bir daha bana şaka yaparken iki kere düşünürsün." diye onu herkesin içinde payladım. "Ha bu uşak daha fazlasunu bile hak ettu ya büyüklük bizde kalsun." Orkun alaylı bakışlarımız arasında çalıya yapışan gömleğini çekiştirdi ve çırpınışlarının nihai sonucu olarak gömleğinin dörtte birini çalıda bırakmak zorunda kalmıştı. O çalılarla güreşirken Berk çalan telefonu açıp endişeyle, biraz da terleyerek konuşmaya başlamıştı. Yüzündeki ifadeden hararetli, sıkıntılı bir konuşma yaptığını anlayabiliyorduk. Belli ki artık uğur böceğinden daha önemli bir şeyleri dert edinmeye başlamıştı.
"Haberler kötü beyler. Nezihe Hanım bir an önce ev bulup toparlanmamızı istiyor. S*çtık."
"Ne yani sokakta mı kalacağuz?" diyen Ziya'nın sorusu ne yazık ki hepimiz için bir muammaydı. Kahkaha seslerini duyunca başımızı çevirip çalıların içindeki Orkun'a ters ters baktık. Dikenlerle cebelleşmeyi bırakmış, rahatını bulmuş gibi elini ensesinin altına bırakıp sırtüstü uzanmıştı. Yüzündeki ifade cinleri tepemizde halı saha maçı yaptıracak kadar sinir bozucuydu.
"Ula gülünecek ne vardur? Kafayu mu yedun sen?" Berk Ziya'yı onaylayarak teessüfkâr bakışlarla Orkun'a baktı. "Çalılara düşerken kafasını bir yere çarptı herhalde." dedi Berk hala kahkahası dinmeyen Orkun'a bakarken. "Haydeeeee. La bunun sinek s**i kadar aklı vardu onu da yeni kaybettu. Hâlâ susmayi." Orkun, tuhaf bakışlarımız arasında ağzını toparlayıp tek tek hepimizi alayla süzdü. "Bendeki akıl sizde olsa dünyayı fethederdik." Biz lafın sonunu beklerken Ziya aynı alaylı edayla cevap vermekte gecikmedi. "Dünya yerunde dursun. Sen de bakayum bana kafandakinu." Orkun kaşıyla gözüyle çalıyı işaret edip çıkarmamızı bekledi. Mesajı alır almaz elinden tutup kalkmasına yardım ettik.
"Bu ev sahipleri bize güvenmediğinden ev vermiyor. Ne kadar dil döksek boş. Madem onlar bizi bu halimizle beğenmiyor biz de onların beğeneceği bir kılığa gireriz."
"Nasıl yani?" dedim sözün devamını kovalarken. Orkun, kafasına peçeyi geçirip, "Böyle yani!" diye ekledi. Bir şey anlamasak da kafasında bir tilki dolaştığını sezmiştik. Bu günkü oyun sadece benimle eğlenmek için değildi.
"Kara oğlan... İki gün önce tam bizlik bir ev buldum. Semti çok iç açıcı sayılmaz ama ev bayağı geniş, kirası da uygun. Sıcak su da var. Sobayı da aramızda halledeceğiz artık." Umutla birbirimize baktık. "Fakaaaaaat, ev sahibi tuhaf bir adam. Gözünün tutmadığına ev vermiyor. Araştırdım biraz tutucu fikirleri varmış. Biz de ona ayak uydurup kendimizi doğru kiracı olarak göstereceğiz, böylece evi bize uygun bir fiyata kiralayacak."
"Nasıl olacak bu?" dedi Berk sabırsızca. Orkun'un imalı sırıtışı ister istemez endişelenmeme sebep oldu. Sonumuzun kodes olmamasını umut ederek, "Söylesene." diye üsteledim. "Göreceksiniz."
O gün okul çıkışı arkadaşlarımla birlikte Orkun'un bize biçtiği yeni rolleri oynamak için ev sahibinin karşısına çıkmıştık. Adamın müteassıb bir zihniyeti olduğunu duyan Orkun, evi kiralayabilmek için kılıktan kılığa girmiş, adeta haylazlıktan level üstüne level atlamıştı. Bu tuhaf oyun aslında hiç içime sinmiyordu. Ev bizim için ne kadar parlak bir tercih olursa olsun yalanla dolanla almak benim harcım değildi. Sonuçta her yalan er ya da geç ortaya çıkardı. Adam evi verse bile yalanımızın ortaya çıkması yüzümüzü kızartacak bizim için utanç sebebi olacaktı.
Adımlarımız sıkılgan ama kararlı bir şekilde doğruca ihtiyarın saatçi dükkanını buldu. Dükkânın çevresinde dolanıyor ama bir türlü siyah çarşafın içindeki Ziya'yı içeri girmeye ikna edemiyorduk. Orkun, benim yalan konusunda maharetsiz olduğuma kanaat getirmiş çarşafı Ziya'ya giydirmeye karar vermişti. Kendisi de oyuncu değişikliğiyle Ziya'nın kocası rolünü üstlenmişti. Bu tuhaf oyunu sadece izlemek için bile dükkâna girebilirdim. Bakalım rezil halimiz evi kiralamak konusunda bize yardımcı olacak mıydı?
"İstemeyrum uşak! Zorla değul ya." dedi Ziya Orkun'un boğazını kurbanlık koyun gibi sıkarken. Aksiliği yine üzerindeydi.
"Zorla laz arslanı. Bu evi kiralamazsak kendimizi iki gün sonra eşyalarla birlikte kapının önünde buluruz. Öyle rezil olmaktansa böyle rezil olmayı tercih ederim. Nezihe karısı kesin konuştu. 'Evden çıkmazsanız oklavayı alır sizi evden ben kovarım' dedi." Derin bir iç çekip tuhaf hallerine gülmeye başladım. Sokakta kalmak istemiyordum elbette ama Nezihe Teyzenin dayağı da insanı az buçuk korkutuyordu. Ziya beni işaret edip, "Bu gülüyorsa vardur kesin bir iş. İstemeyrum arkadaş. Ben karı marı olmam. Berk olsun!"
Orkun bezgin bir edayla yüzünü hoyratça sıvazladı. "Berk'in dersi olmasa çarşafı ona giydirir, seni de bu işe hiç katmazdım ama var işte." Orkun Ziya'nın tüylü el yüzeyini iğrenmeden dudağına götürüp aşkla öptü. "Bu yüzden sevgili karıcım seninle birlikte mutlu yuvamızı hacı amca sayesinde kurup güzel güzel yaşayacağız." Ziya hırsla Orkun'un boğazına yapıştı ve dişlerinin arasında, "Bana karıcuğum deme sirk maymunu fena olir." Ben artık kahkahalarımı tutamıyordum. Bundan daha iyi bir çift olduğunu düşünmek akla zarardı. Sevgili Asude Hanım yavuklusunu böyle görse muhtemelen kıskançlıktan Ziya'nın kulakları kemirirdi.
Ziya "Mervan yapsın o zaman!" dediğinde yan yan Orkun'a baktım. Beni baştan aşağıya süzdü. Güzellik yarışmasına katılan erkek mankenler gibi tedirgince bana vereceği notu bekliyordum. Önce dudağı abartılı bir şekilde felçli gibi yana kaydı ve ardından dilinin cık sesi yüreğimi kızgın çöllerden serin sulara doğru akıttı. "Bu Kara oğlan bilmez öyle yalan dolan." dediğinde bıyık altından gülmemek için kendimi zor tuttum. "Hem tek perdelik hakkımız var. İşi şansa bırakamayız."
Biraz uğraştırsa da sonunda Ziya'nın gönlü olmuştu. Muhafazakâr ev sahibinin karşısına üç kişi çıktık. Bir de kucağımızda beyazlar içinde kundakta bebeğimiz vardı. Berk, bebeğin mutlu aile tablosunu tamamlayacağını düşünüp yeğeninden almıştı. Kundaktaki oyuncak bebeği ev sahibinin fark etmemesini umarak rolümüze odaklandık. Sonunda gümbürdeyen kalbimizi zar zor zapt ederek o dar sokağın, sakız ve balgamla şölene çevrilmiş iğrenç sokağına girdik. Küçük bir dükkandı. Samimi sıcak havası, biraz önceki korkunç görüntüleri hafızamdan silip atmıştı.
Ev sahibi bizi görünce epey şaşırdı. Uzun boylu, ince yapılı bir adamdı. Başında takkesi ve göğsünün biraz üzerinde sakalı vardı. Temiz yüzlü olduğunu söyleyebilirdim. Nedendir bilinmez o görünce içim ısınmıştı.
Ben söyleyecekleri hiçbir yalana karışmamaya yeminli gibiydim. Rol kesme de Orkun Cüneyt Arkın'a taş çıkarırdı. Ziya ise ses tonunun bizi ele vermemesi için peçenin altında öksürmekten bile imtina ediyordu.
"Selamün aleyküm" dedi Orkun biz sandalyelerimize yerleşirken. Adam da aynı ciddi tavırla karşılık verdi. "Biz ilan için gelmiştik. Evinizi eşim ve kayın biraderimle kiralamak istiyoruz." Adam bizi baştan aşağı süzdü. "Siz kimsiniz? Necisiniz? Ne iş yaparsınız?" Orkun, cebinden çıkardığı tesbihi kalbinin üzerine değdirip, "Ben Orkun Yamalı bu da kayın biraderim Mervan Hanzade. İkimiz de hacıları kutsal topraklara götürme vazifesi icra ediyoruz." Ben başımı eğip gülmemek için kendimi zor tuttum. Bu Orkun alem adamdı doğrusu. İki dakika da adamın en seveceği işi bulmuş, yüzündeki takma sakalı sıvazlayarak adeta evliya rolleri keser olmuştu.
"Maşallah evladım. Bu genç yaşınızda ne kadar da mühim hizmetlerde bulunuyorsunuz. Ben de Remzi."
"Memnun oldum Remzi Amca. Allah razı olsun." Remzi amca, kafasına göre kiracı bulmanın verdiği memnuniyetle tebessüm etti. Evin namusu bizimle güvendeydi. "Kızımız nereli?" Ziya bahsi geçen kızın kendisi olduğunu anladığında "Hııııı!" diye çemkirdi. Bende gülmemek için başımı yere eğip soluğumu tuttum. Neyse ki Orkun durumu toparlamakta gecikmedi. "Karadenizlidir eşim Remzi amca. Büyükler münasip görünce biz de Allah'ın emriyle peygamberin kavliyle istedik. Mervan yanımıza okumak için geldi. Malum zaman kötü. Gençlerimizi muhafaza etmeliyiz." Ev sahibinin yüzü aydınlandı. "Ha şunu bileydin evlat. Sizin gibi gençler kalmadı artık. Sokaklar ipsiz sapsız bir sürü adamla dolu. Kızlarımızı dışarı çıkarmaya korkar olduk. Kimse de edep haya kalmamış."
Orkun küskün küskün, "Tövbe Estağfirullah!" diye karşılık verdi. Hali kırk yıllık mollaları cebinden çıkarır cinstendi. "Hiç sormayın amca. Allah cümlemizi ahir zamanın fitnesinden muhafaza eylesin." Artık gülmemek benim için imkânsız bir hal almıştı. Bin yıl geçse Orkun'un ev için böyle bir kişiliğe bürüneceğini düşünmezdim. İnançsız sayılmazdı ama bu kadar dindar olduğunu da kimse söyleyemezdi.
Orkun, sahte bıyıklarını ilk iki parmağıyla düzeltip yalancıktan bir saygıyla, "Evinizin internetteki resimlerini inceledik çok beğendik. Eşimle mutlu yuvamızın orası olmasını istiyoruz." Ziya'nın kocaman açılan çıkık, kahverengi gözlerini peçenin üzerinden bile görebiliyordum. Şimdi muhtemelen örtünün altındaki iri burnu kırış kırış olmuş, burun kanatları ise hırsla açılıp kapanmaya başlamıştı. "Maşallah." dedi ev sahibi. "Kızımız da pek hanımmış." Orkun, onu "Maşallah." diye onayladıktan sonra aşk dolu bakışlar eşliğinde ayakta dikilen Ziya'nın yanına gelip elini ilgiyle tuttu. Ben artık gülmemek için ayak topuklarımı yere vurmaya başlamıştım. Bu aşk filmi oscar moscar koymaz ne varsa silip süpürürdü.
"Çok mutlular Remzi Bey. Bebek biraz büyüsün 3 çocuk daha düşünüyorlar." diye şefkatle arkadaşlarımı süzen ev sahibine göndermede bulundum. Ev sahibi beni başıyla onaylarken Ziya gözlerini belertip bana öldürücü bakışlar atıyordu. Remzi amcanın görmediği yerden elini Orkun'dan kurtarıp karnına elinin tersiyle sert bir yumruk indirdi.
"Asrı saadet yuvaları gibi değil mi?" diye gururlu gururlu bakan ev sahibini, "Elbette." diyerek onayladım. Orkun, ise rolüne kendini fazla kaptırmış olmanın verdiği cesaretle çarşafın içinde patlamak üzere olan Ziya'ya "Çok mutluyuz, değil mi karıcım? Allah bizi doğacak çocuklarımıza bağışlasın." dedi gülen aşk dolu gözler eşliğinde. Ziya ise biraz daha kırılıp başını salladı. "Hi hi. Evet. Çok mutluyuz." Sesini kadınsılaştırmak için genizden ince çıkarmaya çalışıyordu fakat bu haliyle de pek inandırıcı sayılmazdı. Remzi amca onu travesti sansa şaşırmazdım.
Ben bu komedinin Orkun'la akıbetimiz açısından fazla uzamaması gerektiği kanaatine vardım. Ziya her an patlayabilirdi ve bu onca çabanın mahvolması demekti. Elbette evsiz kalma durumumuzdan bahsetmiyordum bile. Biz zaten yurttaydık, en büyük derdi Berk çekecekti. Bizim arada sırada nefes aldığımız o ev Berk için bir yuva işlevindeydi. Bu sebepten, "Bizim işlerimiz var Remzi Bey. Eğer sizin için de uygunsa şu sözleşmeyi imzalayalım. Daha fazla vaktinizi almayalım." Dedim.
Ev sahibi, "Aaaaaa, Bey ne demek evladım. Bana amca diyebilirsiniz. Hem artık daha sık görüşeceğiz." diye karşılık verdi. Orkun'la göz göze geldiğimizde dudak ısırmaktan kurtulamadık. Bu tuhaf tiyatroyu daha ne kadar oynayacaktık ben de bilmiyordum. Yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmayacak hemen sönecekti.
Hazır olan belgeleri önümüze alıp 400 tl'ye sözleşme imzalamaya karar verdik. Kiracı Orkun olarak görünüyordu. O sırada kapının önünde beliren tanıdık yüzün işi yokuşa süreceğinden habersizdik. "Orkun!" Başımızı çevirdiğimizde Orkun'un liseden arkadaşı Muhittin'le karşılaştık. Bu Orkun'a evi tavsiye eden kişinin ta kendisiydi. Ve ne yazık ki Remzi amcanın yanında çalıştığını o gün öğrenecektik. Muhittin aşırı rahat tavırlarla dükkâna girip Orkun'un ensesine ev sahibinin önünde okkalı bir şaplak patlattı.
"Naber lan. Bu kılık da neyin nesi? Molla gibi giyinmişsin. Görmeyeli tarikata falan mı takıldın." Ben elimle yüzümü kapatıp ortalığı nasıl toparlayacağız diye düşünmeye başladım. Orkun ise çoktan arkadaşına kaşla gözle işmar yapmaya girişmişti.
Muhittin tuhaf gözlerle çarşafın içindeki Ziya'ya yan yan baktı. "Bu kadın da kim? Hem siz niye el elesiniz. Töbeler olsun bir de bebek var." Ben yanına gelip kolunu çimdiklerken Orkun'un da alı alına moru moruna karışmıştı.
"Siz tanışıyor musunuz?" dedi Remzi amca sakallındaki boncukları didiklerken.
"Evet, bu çocuk benim liseden arkadaşım. Kolpanın tekidir, ne ara tanıştınız?" Ev sahibi hayretle bize baktı. Her halinden bir açıklama beklediği belliydi. "Ne diyorsun Muhittin? Ben evlendim bir de çocuk sahibi oldum, hatta sen de düğüne gelmiştin hatırlasana."
"Evlendin mi?" diye bağıran Muhittin'i nasıl susturacağımızı şaşırmış, Remzi amcanın karşısında kıvranıp duruyorduk. "Bir de çocuk ha!" diye hayretler içinde sayıkladı. "Evet." dedi Orkun. Hemen Ziya'nın yanına geçip onu arkadaşına takdim etti. "Eşim Zekiyenur. Bu da oğlumuz Süleyman." Zekiyenur ve Süleyman dediğinde gülmemek için yumruğumu ısırdım. Biz şaşkınlıkla avuç içlerimizi sıkarken Muhittin dükkanı inleten şuh bir kahkaha patlattı. Öyle ki ev sahibi bile curcuna karşısında ılık ılık terlemeye başlamıştı. Ben öne atılıp, "Niye şaşırdın Muhittin? Annenlerle sürekli ziyarete gelip Zekiyenur'un böreklerinden yiyorsunuz ya. Orkun'un karısının hani..." Muhittin daha yüksek bir kahkaha patlatıp içimizde hoplamaktan bitap düşen yüreğimizi iyice şaşırtıp ağzımıza getirdi.
"Zekiyenur... Hahhaha haa! Hangi enayi sana kız verdi oğlum? Baban bir baltaya sap olamayacaksın diye az mı dizini döverdi? Hatırla adam seni ilçede sopayla kovalardı. Birlikte dama çıkmış topumuzu kesen komşunun penceresine işemiştik. Ya topal Ayşe'nin sidikli kızıyla kırdığın cevizler.... Hey yavrum hey. Bizim oğlan büyümüş de tarikat şeyhi bile olmuş. Aman ne güzel! Bu da Zekiyenur mu? Ha ha ha!"
Ev sahibi cebinden çıkardığı mendille mora çalan yüzünü evire çevire sildi. "Aman Orkun evladım. Ne diyor bu şapşal?" Orkun hâlâ gülmekte olan Muhittin'i elinin tersiyle bana doğru itti. "Aman efendim, bakmayın siz ona, delinin tekidir. Ne dediğini bilmiyor. Sarhoş galiba!" dediğimde Muhittin kahkahadan ayakta bile duramıyordu. Koluna girip yaka paça onu dışarı çıkardım. Attığım Osmanlı tokadından sonra neyse ki kahkahası dinmişti. Olan biteni dışarda anlattığımda kendisine eğlence çıktığını düşünüp oyunumuza dahil olmayı kabul etti. "Ulan haytalar, siz de az anasının gözü değilsiniz. Demek bunağı kandırıp evine çöreklenmeye çalışıyorsunuz. Vay be! Ne plan ama!"
Remzi Amca'ya böyle hitap etmesinden hiç hoşlanmamıştım. Adamın farklı fikirleri olsa da iyi bir insandı. Belki oyun çevirmek yerine halimizi anlatsak destek olmayı kabul ederdi. Evde yanlış bir şey yapmıyorduk neticede. En büyük şikâyeti gece muhabbetinde attığımız kahkahalar olurdu muhtemelen. Bu düşüncelerimi Orkun'a açtığımda işi şansa bırakmak istememiş ve tüm ısrarlarıma rağmen bu saçma oyunu oynamıştı. Gerçeklerin er ya da geç su yüzüne çıkacağını bile bile utana sıkıla ona uydum ve maalesef daha şimdiden pişmanlık ateşi beni sarıp sarmalamaya başlamıştı.
İçeri biraz daha tansiyonu düşmüş bir şekilde vardığımızda Orkun'un Remzi Amca'yı ikna etmek için tüm cephanesini harcadığını anladım. Ev sahibi kaşlarını çatarken Orkun ciğerciden yemek dilenen kedi gibi mahzun mahzun bakıyordu. Kısa bir sessizliğin ardından Muhittin'in sesi yalan rüzgarlarını yeniden estirdi.
"Kusura bakma Remzi Amca. Ben Orkunları karıştırmışım. Lisedeki deli arkadaşımı Orkun Bey zannettim. Siz bana bakmayın işinizi görün. Ben bu aralar biraz uykusuz ve yorgunum." Remzi Bey, derin bir iç çekip sözleşmeyi dudaklarını kemire kemire kanatan Orkun'a uzattı. Sözleşmeyi imzalar imzalamaz Zekiyenur'u da (!) alıp evin yolunu tuttuk.
O gün minik yuvamızda adeta bir bayram havası vardı. Orkun'un isteğiyle kayıkhaneye gidip Hamsili Baba'yla tanıştık. Asıl ismi Hamit Aksal olan bu sempatik bey hepimizi büyük bir neşeyle karşılamıştı. Onu görünce kalbimin güvenle ısındığını hissetmiştim. Kır saçlı, kısa beyaz sakalları olan, orta boylu bir adamdı. Eşini uzun yıllar önce kaybetmiş, sonra da aşka küsüp bir daha hayatına kimseyi almamıştı. Bana "Hoş geldin!" diye sarıldığında içimi saran sıcak duygular yüzümde belirgin bir renk değişimine sebep oldu. Ve en tuhaf olanı ise Kadir Bey'den esirgediğim "Baba!" sözünü ona utanmadan ve rahatsız olmadan söyleyebilmiş olmamdı. O gün çocuğu peydahlamış olmanın baba olmak için yeterli olmadığını, samimiyet ve sıcaklığın kimi zaman kan bağının önüne geçtiğini anladım. Yıllarca Kadir Bey'den sevgi görmemiş, görebileceğime dair bir umut beslemekten de vazgeçmiştim. Şimdi bu insanların arasında içimdeki kalp bile ısınıp yeniden atmaya başlamıştı.
Hamsili babanın tek katlı bir kulübesi vardı. Yaz-kış yanan ocağı eşsiz balık yemekleri pişirir, ağları balıkların hoş kıvrılmalarına sahne olurdu. Yeşillik ve ağaçlar kulübesinin her yanını sardığından burada cennet hayali kurmak bile gereksiz kabul edilirdi. Çünkü Hamsili Baba keder tutmayan saydam kalbi ve sağlıklı hayat tarzı sayesinde cenneti heybesine koyup o hoş sahil koyuna getirmişti. Birbirinden güzel gemiler yapmıştı Hamsili Baba. Öyle ki evini dolaştığımda gözlerimi eşsiz gemi maketlerinden kurtaramamıştım. Basit bir tahtanın bu kadar güzel bir forma kavuşacağına kim inanırdı ki? Bir diğer dikkat çekici şey ise evinde sayısız deniz kabuğunun bulunmasıydı. Her tip ve renkte deniz kabuğu sıra sıra dizilmiş adeta eşsiz bir renk cümbüşü sunmuştu. Hamsili babanın bu kabukları şekillendirip gemi gibi özel çalışmalar yaptığını gördüğümde denize olan merakım kat be kat arttı.
O güzel sonbahar akşamı hayatımda ilk defa oltayla balık tutup denize açıldım. Hamsili babanın mavi takası bana özgürlüğün o muhteşem ruhunu ciğerlerime çekmeyi öğretti. Ben Mervan Hanzade kaçarak hayatımla ilgili en doğru kararı aldığımdan neredeyse emindim. O zaman yaşayacağım cehennemden habersiz mutluluğun ve özgürlüğün tadını çıkarıyordum. En doğru tercihimin en büyük hüsranım olacağını bilseydim yine de bu şehre gelir miydim bilmiyorum. Bazen bilmediklerimiz bize verilmiş bir lütuf olabiliyormuş, bunu yıllar sonra en acı sillenin suratıma ineceğini bizzat görerek anlamıştım.
El ele verip harika bir sofra kurduk. O kahverengi masa gençlik ateşiyle tutuşan taze bedenlere ev sahipliği yapıyordu. Mutluyduk... Hem de çok mutluyduk! Berk hayırlı haberlerimizi duyunca aşk acısını unutmuş, eline mikrofon olarak aldığı salatalıkla kahkahalarımız arasında bir teşekkür konuşması yapmıştı. Orkun ise büyük iş başardığını düşündüğünden gururdan dört köşe olmuş bir şekilde sırıtıp duruyordu. Ben kısmen memnun olsam da bu mutluluğun uzun süreceğini düşünmüyordum. Zira ev sahibinin ilk baskınında Zekiyenur ile Orkun'un mutlu yuvasının koca bir yalan olduğu ortaya çıkacaktı ve biz kapı dışarı edilmekten ancak bir senelik sözleşme sayesinde kurulabilecektik. Ben yalanın ağırlığıyla düşüncelere dalarken Orkun Berk'ten kaptığı salatalıkla sandalyesine çıkıp konuşmasına başladı.
"Sevgili Hamsili baba, değerli eşim Zekiyenur, kayınbiraderim Mervan ve değerli konuklar. Bugün makus talihimizi yenip ev kiralamamızın birinci günü. Bu eşsiz planı hayata geçirdiğim için bana teşekkür etmenize gerek yok, zira varlığım hiçbir teşekkürün karşılayamayacağı kadar değerli. Kedilerin sevgilisi huysuz Nezihe ve bizimle evsiz diye dalga geçen kurtlu mahalle sakinleri zaferimizin eşsizliğini yıllarca konuşacak. Ve benim gibi harika bir komşuyu kaybettikleri için de gözyaşı dökeceklerinden hiç şüphem yok." Tam da sözün burasında bir kahkaha Orkun'un sesini bastırmaya yetmişti. Berk öne atılıp, "Hey Orkun! Şu gözyaşı dökeceklerden biri de mahalle kasabıydı değil mi? Hani kızına aşk mektubu yazmıştın da adam öğrenince mektubu lime lime edip elinde satırla parçalarını sana yedirmeye çalışmıştı. Haaaa haa!" Ziya kahkahalarının arasından "Esas Nezihe ağlayacak. Kadunun kedisinun kuyruğuna basmiştu da hatun elindeki şemsiyeyle tüm mahalleyi 3 kere turlayarak Orkun'u kovalamiştu. Oy kurban olayim Allah'um bu uşaktan mahalle kurtildu da biz nasıl kurtulacağuz?"
Orkun, bizim takılmalarımızı umursamayıp hayali seyircilerine konuşmasını uzatarak devam ettirdi. Ve sonunda kadeh kaldırma sırası geldiğinde elimizdeki sübyeleri havaya kaldırıp, "Sağlığınıza!" diyerek anın tadını çıkardık. Eve dönme sırası geldiğinde bizim tayfada yürüyecek hal kalmamıştı. Güç bela kapının kilidini açıp Berk ve Ziya'ya geçmeleri için yol verdim. Arkama döndüğümde Orkun'u şapşal bir gülümsemeyle bulacağımı sanıyordum, fakat yoktu. Birkaç adım atılıp yolun karşısına odaklandım. Oradaydı. Karşısında takım elbiseli, sıska bir adam vardı ve hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Adam beni fark edince Orkun'u zorbaca yakasından tutup büyük siyah aracına tartaklayarak bindirdi. Kadir Bey'in bu işte parmağı olduğunu düşünüp deli gibi koşmaya başladım, fakat yetişebildiğim sadece arabanın ardında bıraktığı egzoz dumanı olmuştu.
***
Merhaba arkadaşlar. Bir Mervan bölümüyle yine hikayemize devam ettik. Bu bölümü biraz endişeli yazdım açıkçası. Ama komedi olsun diye hiçbir şeyle dalga geçmeye çalışmadığımın altını çizmek isterim. Buradaki mesele önyargının insanları birbirinden ayırıp ötekileştirmesidir. Kutuplaşma algısı benim açımdan doğru değil. İnsanların kendisi gibi düşünmeyene de değer vermesi gerektiğine inanıyorum. Elbette bu düzenbazlık meselesinin göründüğü gibi olmadığını da anlayacağız. Hikayedeki karakterler kötü çocuklar değil ama üzerine önyargı etiketi yapışmış olduğundan istemeseler de bir oyun çevirme gayretine düşüyorlar. Ben bu hikayede okula arabasıyla giden, villada oturan zengin karakterleri değil de okumaya çalışan fakir karakterleri öğrencilerin yaşadıkları zorluklara ışık tutmak için yazdım. Belki önyargıyı biraz olsun kırabiliriz.
❤️🔥Sizce Mervan'ın hayatında Banu'nun nasıl bir etkisi olacak? ❤️🔥Mervan ve arkadaşları büyük sınavdan geçebilecek mi?
İnstagram: seyma_yldz_koc
|
0% |