@syildiz_koc
|
🎶🎶Medya: KALDIK BÖYLE (NEYSE)🎶🎶
Aşk... Kulağa hoş gelen ama bana hiç olmadığı kadar acem kalan en özel kelimelerden biriydi. Kadir Bey'in günah kalesindeyken bu kelimeyi sadece romanlarda ve masal kitaplarında bulur, hayatıma ise o koşullarda hiç yakıştıramazdım. Berk, âşık olan kişinin sevdiğini görünce başının döndüğünü, kalbinin deli gibi attığını söylerdi. O, midesine yumruk yemişcesine derinden bir ağrı hissediyormuş. Orkun, "Gazın vardır." diyerek sohbete limon sıksa da ben bunun çok daha özel bir duygu olduğunu düşünüyordum. Herkesin hissedebildiği bir duygu değildi bir kere. Bin kişi gözüne değse herhalde sadece birine dokunurdu yürek. Güzellik çirkinlik meselesi sanıyor Orkun. Sanmıyorum... Girip çıktığım sınıflarda pek çok kız tarafından talep görmüş biriydim ve o kızların içinde çirkin olan neredeyse yoktu. Mesele güzellik olsaydı, muhtemelen benim ruhsuz kalbim de ister istemez bir güzele meylederdi. Olmamıştı.
Dahası da var. Günler geçtikçe başımı alan duman huzurumu ipe dizmeye başlamıştı. Asistan Banu, o tuhaf dersten sonra da defalarca karşıma çıkmış, tuhaf bakışları ve ilgili konuşmalarıyla dikkatimi çekmek için elinden ne gelirse yapmıştı. Yani en azından ben öyle olduğunu düşünmüştüm. Kötü bir karşılaşma yaşamış ve adeta birbirimize ilk görüşmede kılıçları çekmiştik. İşin bu kadarla sınır kalacağını sanıyordum bu büyük bir yanılgıydı. O kötü günden sonra da yanıma gelip özür dilemiş, bana burunlarımız birbirine değecek kadar yaklaşıp yeniden tanışmayı teklif etmişti. Mesafeli dursam da elimin ayağıma dolaştığını, gerginlik duygusunun yüzümün tüm mimiklerine yerleştiğini itiraf etmeliyim. Onu bana iten şey beğeni miydi yoksa merak mı emin olamıyordum. Beni yakından tanımak istediğini söylerken tam olarak neyi kastetmişti bilmiyordum. Bildiğim tek şey tekin hislerle yanımda olmadığıydı.
Sürekli bir yerlerde karşılaşıyorduk. Bazen kantin, bazen yemekhane bazen de derslikler... Fakat bakış duruş hep aynıydı. Arzulu ve heveskâr... Ona karşı bir duygum yoktu, fakat tuhaf bir şekilde ilgisinden hoşlanıyordum. Onunla zaman geçirmek gibi bir derdim yoktu ya da daha fazlası... Ama bu davranışların nereye varacağı benim için bir merak konusu olmuştu. Ben hayatından bahsetmeyen gizemli biriydim ve o da en az benim kadar sırlarla doluydu. Bu sebepten hakkında öğrenebileceğim şeyler araya mesafe koymama engel oluyordu. Bunun bir hata olduğunu ise kısa bir süre sonra pişmanlıkla öğrenecektim.
Cuma günüydü. Belki de haftanın en sevdiğim günü... İşten sonra eve geçecek ve elimi kitaptan defterden çekip deli gibi uyuyacaktım. Profesör dersteki arkadaşlarımızı ikili gruplara bölüp kendilerine verilen cenin örneklerini incelemelerini ve gözlemlerini bir rapor haline getirip teslim etmelerini istedi. Banu yanıma gelip eş olmayı teklif etti. Kafamda herhangi bir isim olmadığı için teklifini kabul etmekte bir sakınca görmedim. Rapor için bir ders saati kadar vaktimiz vardı.
Mavi lastikli eldivenleri elime geçirdim. Beyaz önlüğü giyip ders için hazırlandım. İlk önlüğümü okul yeni başladığı sıralarda giymiştim. Çok heyecan verici bir şeydi. Henüz yakalarımızda doktor unvanına dair bir şey olmasa da bu deneyim bile benim için harika olmuştu. Mezun olduğumuzda da bir tören olacaktı ve o zaman yakalarımızda adımızın yanına layık olduğu unvan eklenerek önlük giyebilecektik. Doktor olmak en büyük hayalimdi ve bu bez parçası işlevinden daha fazlasını kalbime kazandırıyordu. Hayat kurtarmak için bana gerekli kollektif bilinci verdiğini sorgulamaya gerek bile görmüyordum.
Büyük bir salondu. Üzeri delikli dikdörtgen şeklinde masalar kusursuz bir uyumla aralarında mesafe olacak şekilde yerleştirilmişti. Masaların yanlarında sırt desteği olmayan küçük oturaklar bulunuyordu. Hem masa hem de oturaklar metal formattaydı. Masanın duvara sabitlendiği kısımda belli başlı aletler ve cihazlar vardı. Bu bölmenin yukarı kısmında ise duvara sabitlenmiş, orta büyüklükte bir plazma tv televizyon bulunuyordu. Profesör bu televizyonu kullanarak bir ameliyat videosu ya da ders sunusu açabilirdi. Ya da kadavrayı diseksiyon yaparken detayları izletebilirdi. Kadavra görmek ve dokunmak için yıllarca beklememiz gerekmiyordu. Daha birinci sınıftan onları inceleme imkânı elde edebilirdik. Kadavra odasında bol miktarda kadavra bulunuyordu. Cesetler özel selüsyonlarla dolu bir kabın içinde muhafaza ediliyordu. Derileri bundan kaynaklı olarak biraz buruşuk olabiliyordu ve yıllar geçtikçe sertleşmişti. Ben beş yıllık bir kadavraya dokunduğumda sertliğine epey şaşırmıştım. Onun beş yıl önce bizim gibi yaşadığına ve hayat ibareleri gösterdiğine kim inanabilirdi? Her ne kadar ciğerlerini, kalbini ve böbreklerini mıncıklayıp dikerek onunla oynasak da yaptığı fedakârlık büyük bir övgüye layıktı. Geleceğin doktorlarını yetiştirebilmek için kendisini bilime adamıştı.
Yine o derslerden birindeydik. İçi su dolu kavanozlar büyük bir masanın üzerine bırakıldı. İçlerindeki küçük bebekleri gördüğümde ruhumda oluşan acıma hissine engel olamadım. Profesyonelleşmek zaman alıyordu. Zamanla duyarsızlaşsam da o ilk günleri unutmak güçtü. Bir cesede dokunduğumda soğukluğu günlerce rüyama girmişti. Ben kanlı gösterilere alışmış biri olduğum için kesip biçmek, dikip pansuman yapmak zor gelmemişti. Hatta zevkle yaptığımı bile söyleyebilirdim. Herkes benim gibi değildi. Bazıları ceset görünce korkup uzaklaşmak istemişti. Hatta içlerinden kan görünce bayılanlar bile olmuştu. İlk defa bir gangsterin oğlu olmanın ayrıcalığını yaşıyordum. Bu işler benim için çerezdi.
Banu elini diğerlerinin yanında omzuma attı ve sanki çok samimi bir ilişkimiz varmış gibi bana fısıldadı. "Bu kadar yufka yürekli olursan bu işi yapamazsın. O sadece bir cenin... Ölü bir organizma... Hepsi bu..." Duygusuzluğu içimdeki öfke kıvılcımlarını harekete geçirmişti. Cansız olması değersiz olduğunu göstermezdi ve benim işimdeki başarım Banu'yu ilgilendiren bir durum değildi.
Kavanozu açıp yaklaşık 5-6 aylık olan cenini yakından inceledim. Açık renkli, hassas bir derisi vardı. Küçük bir insan görünümündeydi. Yaşasaydı kibar, yakışıklı bir erkek olabilirdi. Neşterle içini açtığımda ciğerlerinin yeterince gelişmediğini fark ettim. Bağırsaklarında ve midesinde anne karnındaki amnion sıvısı hâlâ varlığını sürdürüyordu. Başı büyük gövdesi ise ona oranla daha küçüktü. Derisi içinde ulunduğu kimyasal sıvılardan olsa gerek buruş buruştu. İnceliği biraz daha dikkatli baksam içini görebileceğim fikrini uyandırıyordu. Plasentasına dokundum. Tuhaf bir şekilde başının arka tarafında birkaç tutam saç bulunuyordu. Onun otuz yıllık olduğunu öğrendiğimde benden yaşlı olmasına epey şaşırmıştım. Güzel korunmuştu.
Ben dikkatle cenini incelerken Banu'nun tüm ilgisi sadece benim üzerimdeydi. Bakışlarından rahatsız olsam da bu durumun konsantremi dağıtmasına izin vermedim. "Sence neden öldü?" diye sorduğunda kısa bir süre duraksadım. Bakışlarım plasentayı buldu. "Preeklampsi. Plesentada yırtık var. Muhtemelen anne karnında aşırı şişlik ya da yüksek tansiyon şikayetinin bir neticesi." Tüm dişlerini cömertçe göstererek gülümsedi. "Bilmen gerekenden çok daha fazlasını öğrenmişsin. Neden? Henüz bu bilgiler için çok erken."
"Bilmek istiyorum."
"Ders kitabının sınırlarına çıkıyorsun." dediğinde "Ben sınır tanımam." diye karşılık verdi. Gözlerimin içine boğulur gibi baktı. "Bende." Kızıl saçlarını elinin tersiyle savurup geri çekilmemi beklemeden mahrem mesafemin sınırlarına girdi. Onu umursamadan gördüklerimi not ettim. Neyse ki onun ekledikleriyle başarılı sayılabilecek bir rapor elde edebilmiştik. Daha fazla yakınında durmak istemediğim için hemen oradan uzaklaşmanın yolunu aramıştım. Bir şeyler atıştırıp iş saatine kadar biraz zaman geçirmek oldukça iyi bir fikir gibi görünmüştü.
Kampüs sınırlarında binicilik kulübü bulunuyordu. Okuldan arta kalan zamanlarımızda oraya gider atlarla vakit geçirirdik. At binmeyi Kadir Bey'in çiftliğinde öğrenmiştim. Orada da çok sevdiğim atlar vardı ve sanırım kardeşlerimden sonra en çok onları özlemiştim. Görevliden her zamanki atı hazırlamasını istedim. Fırtınayı... Kimseyi yanına yaklaştırmayan o huysuz at binme sırası bana geldiğinde melek kesiliyordu. Bu duruma kahkahalarla gülen Orkun elbette şapşal esprilerinden birini yapmayı asla ihmal etmezdi.
"Aman Kara oğlan okulda meftun etmediğin kız kalmadı bari zavallı atı es geçseydin. Baksana sana nasıl da melül melül bakıyor. Korkuyorum artık, kısrak bu gidişle derdinden verem olacak."
Yüzümdeki gülümsemeyi silip Fırtına ile birlikte 2 saat kadar dolaştık. Başlarda zorlamasam da ısınma turlarından sonra yeleleriyle havayı dövecek kadar hızlanmıştık ve hız ikimizi de bir süre sonra yorgun düşürmüştü. Etraf yemyeşildi. Açan bahar çiçekler nefis bir görüntüye sebep olmuştu. Atı bırakmak için döndüğümde Banu'yu çitin ardında beni izlerken buldum. Bakışlarındaki hayran ifade beni rahatsız etmişti. Ondaki elektrik beni hem çekiyor hem de bir o kadar itiyordu. Belli ki at binerken bakışlarının odağında olmaktan yine kurtulamamıştım.
Erkekler için ayrılan soyunma odasına geçip giysilerimi çıkardım ve küçük kabinde ılık bir duşla bozulan moralimi biraz olsun yerine getirmeye çalıştım. Belimden diz kapaklarıma kadar ulaşan havluyu sarıp kabinden çıktım. Yerler kuru olduğu halde terlik giymeme hatasına düşmedim. Soyunma odasında tek olduğumu sanmakla büyük bir hata yaptığımın farkına varmam uzun sürmedi.
"Bugün benden kurtuluşun yok." Bu Banu'nun ta kendisiydi. Cevap verme gereği hissetmedim. Onu umursamadığımı düşündüğünde çıkıp gideceğini sanıyordum, fakat o, bu sefer hiç olmadığı kadar ısrarcıydı.
"Neden böylesin?" Sessizliğimi koruyor, sessizliğimle bile isteye onu değersizleştiriyordum. "Burada bir açıklama yapman gerekiyordu." dediğinde belimdekinden daha küçük bir havluyla saçlarımı kuruladım. Giyinmek istediğimi anlayıp beni yalnız bırakmasını bekliyordum, fakat o bunun için hiç de istekli değildi. "Sessizsin. Neden? Konuşmayı sevmediğin için mi? Yoksa korkularının su yüzüne çıkmasını istemiyor musun?" Sırtım ona dönüktü ve gördüğüm sadece odanın bej rengi duvarlarıydı. "Farklı birisin. Bugüne kadar tanımadığım çekici yönler var sende. Duyarsızlığın, öfken, sessizliğin... İnsan istese de uzak duramıyor senden. Yalnızlığında kendimi buluyorum sanki"
Ses tonunu kısıp sadece benim duyabileceğim bir tınıya ulaştırdı. Yalnızlığımıza yakışmayacak bir arzuyu görmezden gelmeye çalışıyordum. "Belki de artık bazı şeyleri kabul etmek gerekiyor." Sözlerini duymamış gibi havluyu gövdemde gezdirdim. Yanıma gelip elini iki kürek kemiğime sabitledi. Yüzümü dönmedim fakat öfkem bedenimi ısındırmıştı. Kırmızı ojeli tırnakları yumuşak deriye yerleşip rahatsız edici bir batma hissi oluşturdu. Bu artık tacizdi ve taciz sadece kadınlara ve çocuklara yapılmazdı. Yüzümdeki öfkeli ifadeyi esirgemeden elini elimin tersiyle indirip yanından uzaklaştım ve çantama yöneldim.
"Bunu yapma Mervan." diye bağırdığında küfür etmemek için kendimi zor tutuyordum. Bir insanın bu kadar cüretkâr olması hoş karşılayacağım bir durum değildi. Kadınlara yakıştırabileceğim en önemli şey asaletti ve Banu'da bu asaletin zerresi bile yoktu.
Yeniden giyinmek üzere ıslak kabine yöneldim. Oraya da benimle girmek istemezdi değil mi? Kabinin kapısını araladığımda elimin üzerine elini koyup bana rağmen kapıyı sertçe kapattı. Kapı örtülse de eli hâlâ elimdeydi ve buna bir son verecekmiş gibi de durmuyordu.
"Senden hoşlanıyorum, belki de bundan çok daha fazlası." Elimi çekip, "Yeter!" diye bağırdım. "Sana karşı bir duygu hissetmiyorum. Ve bence bu ikimiz için de en iyisi. Lütfen bir daha beni rahatsız etme!" Dudaklarını kinle birbirine bastırıp yüzüne kırıştırdı. Ben o gözlerde aşkın zerresine bile rastlamamıştım. Gördüğüm ve görebileceğim tek şey hırs ve egoydu. Bu sebepten olsa gerek Banu'yu reddettiğim için asla pişman olacağımı düşünmüyordum. O ise aşk acısını hissedemeyecek kadar takıntılıydı ve eminim bunu atlatması pek uzun sürmeyecekti. Bana olan duygularını açıkladığında epey şaşırmıştım. Gerçekten zayıf bulduğum bu yönler beni ilgi çekici mi kılıyordu?
Orkun, benim kendisi kadar olmasa da yakışıklı bir adam olduğumu, kızların da bu duruşumdan etkilendiğini, böyle şeylere alışıp onlarla hevesim geçinceye kadar takılabileceğimi söylerdi. Orkun en yakın arkadaşım olmasına karşın birbirimizden oldukça farklıydık. Ben hayatıma gerçek anlamda özel olabilecek birini almayı istiyordum, o ise üçü beşi aramıyor her geleni koluna takıyor ve ilişkileri de genellikle sert bir tokatla bitiyordu. Neden mi? Çünkü Orkun, kızları sağılacak inek gibi gördüğünden hevesi geçince saçma sapan davranarak başından atmaya çalışıyordu. Böylece sevgili listesi de uzadıkça uzuyor manas destanı gibi kağıtlara sığmıyordu.
Bir gün kazara günlüğünü buldum. Okumak istemesem de gözüm ister istemez yazılanlara takılmıştı. Her sayfayı bir kıza ayırmış ve ona dair olan düşüncelerini yazmıştı. Aşk satırları uzadıkça uzuyor fakat hikâye hep aynı sonla bitiyordu. Defteri gülerek yerine bıraktığımda bu kadar farklıyken nasıl arkadaş olabildiğimizi sorgulamadan edemedim.
O gün Banu'dan kimseye bahsetmedim, zaten benden böyle hamleler beklemedikleri için sorma gereği bile hissetmiyorlardı. O binicilik kulübünde çirkin diyaloglar yaşamıştık ve yaşadıklarımızı kolay kolay unutacağımızı sanmıyordum. İş saati geldiğinde kafamın dağılacağını düşünüp kafeye gittim. Yorgun sayılmazdım ama müşterilerin az olması pek memnuniyetsiz kaldığım bir durum değildi. Burada Kader'le birlikte garsonluk yapıyorduk. İkimiz de öğrenci olduğumuz için bu işe gerçekten ihtiyacımız vardı.
Kader de benim gibi Diyarbakırlıydı. Oranın kültürünü, yemeklerini, tarihi mekanlarını benden çok daha iyi biliyordu. Ben çoğu zaman dinleyen taraf oluyordum. Ona yaşadığım kurmaca hayatı anlatamadığım için içe kapalı yaşadığımı söylüyor ve gereğinden fazla geçmişimi kurcalamasına izin vermiyordum. Telefonum çaldığında kahvemi masada bırakıp tezgâhın arkasına geçtim. Arayan Orkun'du. Aynı şen şakrak deli dolu tavrıyla kısa bir hâl hatır faslı yaptıktan sonra akşam Hamsili Baba'nın mekânında buluşacağımızı söyledi. Berk'in bize bir sürprizi varmış. Çakma mecnun kim bilir neyin peşindeydi? Berk'in sürprizini merak etsem de daha fazla konuşmayı uzatmayıp "Tamam." dedim.
Kendisine kırgın olduğumu biliyordu. O gece siyah giyimli, gangster kılıklı adamların arabasına ite kaka bindirildiğini görmüş, arabanın arkasından metrelerce koşmuştum. Ben Kadir Bey'in ona benim yüzümden zarar verdiğini düşünüp kahrolmuş ve saatlerce dönene kadar yolun kenarında onu beklemiştim. Öyle zor bir durumdu ki ne polise gidebilirdim ne de silahsız peşlerine düşüp bir şeyleri düzeltebilirdim. Beklemekten başka çarem yoktu. Eğer götüren Kadir Bey'se Orkun'la bir işi yoktu. Onun derdi bendim. Ve bu dert ikimizden biri ölmedikçe de bitmeyecek gibi duruyordu.
Yaklaşık 3 saat sonra aynı araç, onu aldığı yere yaka paça bırakmıştı. Karşısına çıkıp o adamların kim olduğunu, kendisini nereden tanıdıklarını sordum. Cevap ise "Önemli bir şey değil." olmuştu. Tüm ısrarlarım cevapsız kalınca daha fazla üstelemedim. Demek aramıza sır koyan sadece ben değildim. "Yeter be oğlum, kız gibi küsme. Bir de senin triplerinle uğraşmayalım." dediğinde "Tamam Orkun." diye çenemi sıka sıka cevap verdim. Ne iş çeviriyorsa er ya da geç ortaya çıkacaktı. Ne de olsa bu adam yaptığı işi eline yüzüne bulaştırmadan gününü geçirmezdi.
Telefonu kapatıp yeniden içeri geçtiğimde Kader yerinde yoktu. İçeriden gelen öğürme seslerini duyunca lavaboda olduğunu anladım. Muhtemelen üşütmüştü. Yeniden masaya geçip kahvenin kalan soğuk kısmını bir dikişte bitirdim. Yaklaşık beş dakika sonra o da hemen karşıma oturmuştu. Yüzü kireçle sıvanmışçasına bembeyazdı. Nesi olduğunu sorduğumda, "Midemi bozmuşum." diyerek geçiştirdi. Moralinin iyi olmadığını anlamış fakat özel olduğunu düşünüp üstelememiştim. Kendisini daha iyi hissedeceğini düşünüp onu da akşamki davete çağırdım. Bizimkilerle daha önce tanışmışlardı ve kendisini o ortamda yabancı hissedeceğini sanmıyordum.
Başta kabul etmek istemese de ısrarlarıma dayanamadı ve benimle gelmeyi kabul etti. Onda Diyarbakır'ın havasını alıyor, memleketimden ve kardeşlerimden haber almışcasına mutlu oluyordum. Kader benim için sadece arkadaş değildi, o benim geçmişimi gömdüğüm şehirden gelen sessiz sıla özlemiydi. Birkaç müşteriye baktıktan sonra evlerimize geçip hazırlandık. O her zamanki gibi kot pantolon giymişti ben ise beyaz gömlek ve siyah kumaş pantolonla ciddi bir giysi tercih etmiştim.
Koya ulaştığımızda en geç gelenin biz olduğumuzu anladık. Bu durumdan rahatsız değildim çünkü arkadaşlarım benim hareketli hayatıma çoktan alışmıştı. Geç kalmalarım ne ilk olacaktı ne de son. Masa kurulmuş, hemen üzerimizdeki tel, sarı ampullerle aydınlatılmıştı. Krem rengi masa örtüsü, çeşit çeşit mezelerle enfes görünüyordu. Hamsili Baba'nın balık konusundaki maharetini mangalda da bulacağımızı o gece ilk defa fark etmiştik. Küçük kulübesine dünyaları sığdıran adamdı o, buna şaşırmak kimin haddi olabilirdi ki?
Masaya yerleşip içecekleri doldurmaya başladım. Her şeyin tadı harika görünüyordu. Hamsili Baba'nın beyaz güllerine baktığımda ortama yaydığı nefis kokuyla mest oldum. Orkun, Hamsili Baba'nın eski radyosunun başına geçmiş Ankara havası çaldırıyor, bir yandan da köçekler gibi göbeğini hoplata hoplata oynuyordu. Ziya ise Fesuphanallah çeke çeke onunla dalaşıyordu. Orkun gibi biri olamadığım için sevinsem mi üzülsem mi bilemiyordum. Bu adam kaçığın tekiydi ve ihtiyarladığında da muhtemelen uslanmış olmayacaktı.
Nihayet masaya oturduklarında müziğin eksikliği herkesin derdi oldu. Benden Anadolu Türküleri dinlemeyi severlerdi. Sesimin güzel olduğunu söylemeyen arkadaşım yok gibiydi. "Söyle kara oğlan. O güzel sesinle bir türkü patlat da neşemizi bulalım." Biraz naz yapmak istemiş ama masadan gelen çatal bıçak protestolarına daha fazla direnememiştim. Dilim yine "Sarı Gelin" türküsünü buldu buluşturdu. Bu türkünün namelerinde beni ben yapan değerli bir hazine gizliydi. "Katlime ferman yazaaaar! Dediğimde Ziya paldır küldür söze atladı.
"Ula dur uşak sende. Seven kız katle ferman yazar mu hiç! Tutmayrum bu sözü ben."
"Doğru diyor Kara oğlan. Yok sana ölüm falan. Daha everip mürüvetini görmedik, diploma almadın. Minik kara oğlancıkları sevemedik. Düğününde zeybek oynamadan ölüm falan yok sana! Azraile benden selam gönder bir süre bu tayfaya uğramasın." Ziya'nın bu cüretkâr laflara tepkisi gecikmedi.
"Ula hamsi kafalu. Sana mu soracaktu? Tövbe tövbe!" Hamsili Baba, "İyi dedin!" dedi püskül bıyıklarının arasından. "Bu uşak kötek istiyor kötek!" Berk ve Orkun pişmiş kelle gibi sırıtırken dudaklarımı dişlerime geçirdim. Ziya yetinmemiş olacak ki laf değişmeden hemen öne atıldı.
"Ula bir de bunlaru cumaya götüreyrum ıslah olsunlar diye." Ziya'nın Orkun'u cumaya omuzlarında zorla götürdüğünü hatırlayınca kıkırdadım. Herif bir türlü uykudan ayılmak nedir bilememişti. Kızların adını sayıklayarak uyurken bir anda kendini caminin şadırvanında bulmuştu kereta.
Orkun'un hutbenin kurallarına uymayıp hocayı soru yağmuruna tuttuğunu düşününce Orkun'a, iyilik cemaate ve hocaya kötülük yaptığımızın idrakine biraz geç varmıştık. İmam tekbir getirdiğinde korktuğum yine başıma gelmişti. Orkun'un korkunç zil sesi... Aman Allah'ım sen bu adamı mübarek evine getirdiğimiz için affet bizi! Tarkan'ın kuzu kuzu şarkısı cumanın ortasında yaklaşık 50 saniye çalmıştı da namazı bölüp telefonu kapatacak imkânı bir türlü elde edememiştik. 'İster at ister öp beni' kısmı geldiğinde hoca bile gülmemek için kendini zor tutmuştu. Hoca yüksek sesle tekbir getirip Orkun'u mevcut şartlarda uyarmaya çalışsa da bizimkinin beceriksizliği tutmuştu. Sonunda ses kesilmiş biz de güç bela namazı tamamlama imkânı bulmuştuk. Ah ne gün! Allah'tan kovulmadan namazımızı kılıp hutbemizi dinleyip gelmiştik.
"Sen bunları hacca götür Ziya. Belki orada uslanır bu Orkun hergelesi."
Orkun kaşlarını çatıp gözlerini belertirken Ziya'dan cevap gecikmedi. "Babaciğum. Ben bu uşağı hacca götursem biz şeytanu taşlayamayuz, şeytan yere tükürüp bizi taşlayarak kovalar da!" Hepimiz kahkahalarla güldük. Doğru söze ne denirdi ki?
Berk Hamsili Baba'dan gizlediği rakı şişesini çaktırmadan bardağına doldurup suyla karıştırdı ve onu kontrol ederek bir dikişte bitirdi. Suratındaki ekşime ifadesi hepimizi güldürmüş, Hamsili Baba'yı ise düşündürmüştü. Bir görseydi içtiğini, koyu Berk'e dar ederdi. Ziya'nın edeceklerini düşünemiyordum bile. O gün yıllar sonra başlayacak alkol bağımlılığımın bana Berk'ten yadigâr kalacağını bilmiyordum. Alkol alarak acılarımı hafifleteceğimi düşünmüş, herkese bağırıp çağıran, su bardağını bile ellerini titretmeden tutamayan biri olmuştum. Teselliyi yanlış yerlerde aradığımı ve bir batağa düştüğümü fark etmiştim ama artık kurtuluş mümkün değildi.
Kader sessizdi. Onu sıkboğaz etmemin doğru olmadığını düşündüğüm için görmezden gelip destek olmaya çalıştım. Ziya, Orkun'la horon havası için itişirken hafiften kafayı bulan Berk'e göz kırptım. "Sürpriz deyip duruyordunuz. Nerde şu eşsiz sürpriz merak ettik. Ben ortalıkta farklı bir şey göremiyorum." Berk suratında kulaklarına kadar varan bir tebessümle hemen arkamdaki boşluğu işaret etti. "İşte sürpriz geldi." Ayağa kalkıp işaret ettiği yöne döndüm. "Hayatımın tek aşkı, uğur böceğim, beni gece gündüz ağlatan kadın. Tanıştırayım Banu..."
Siyah derin dekolteli elbisesiyle kızıl saçlarını savurarak yanımıza kadar gelen Banu'yu görünce şeytan görmüş gibi afalladım. Ben hayretle yumruklarımı sıkarken Banu gözlerimizin önünde Berk'in yanı başına gelip elini tuttu. Berk ise kendisine uzanan eli değerli bir mücevher tutuyor gibi sarıp sarmaladı ve dudaklarına götürüp zarifçe öptü. Bu ne demek oluyordu? Ne yani bunca zaman içip içip uğur böceğim diye ağladığı kadın Banu muydu? Bu adam onca zaman onun yokluğunun yasını mı tutuyordu?
Ortam varlığımın soğuk rüzgarlarıyla buz kesti. Orkun ve Ziya Kader'in getirdiği börek ve tatlılardan ağızlarını kurtarıp, "Bravo! Aşıklar için koca bir alkış!" diye bağırmaya başladılar. Kader yüzümdeki korkunç ifadeye bakarken benim onca kişinin arasında görebildiğim tek şey Banu'nun omuz üzerinden bana bakan kin dolu gözleriydi.
Merhaba değerli arkadaşlar. Yoğunluk sebebiyle fazla aktif olamıyorum. Neyse ki birkaç bölümümüz daha var. Ama sonra paylaşımlar uzayabilir. Bunun olmaması için elimden geleni yapacağım.
Kitabı çok da uzatmak istemiyorum ama ister istemez bazı bölümler eklenebiliyor. Sizce Mervan'ı felakete ne sürmüş olabilir?
Arkadaşları birbirinden ne koparmış olabilir?
İnstagram: seyma_yldz_koc Wattpad: yildiz199601
|
0% |