Yeni Üyelik
109.
Bölüm

109. bölüm: sessiz Çığlık

@syildiz_koc

 

🎶Madrigal: Ne zamandır sendeyim🎶

 

 

Merhaba değerli dostlarım. Yoğun bir haftadan yine sizlere merhaba diyorum. Minik kızım diş çıkardığı için bölümleri yetiştirmekte epey zorlanıyorum ama eser tamamlanmaya başladığı için mutluyum. Sona adım adım yaklaşıyoruz. İki yeni kurgum var. Şu an aynı zamanda onların da hazırlığı içerisindeyim. Biri savaş ve dönem kurgusu, diğeri ise yakın dönem asker kurgusu olacak. Hangisini öne çıkarırım hâlâ bilmiyorum. Bu platformda fazla okunmasa da Yıldızların Melodisi'ni tamamlamak istiyorum. Gerçekten içime sinen bir kurgu oldu ve sonunu kesinlikle getirmeden bırakmayı düşünmüyorum.

 

Size yakın bir zamanda önemli bir duyuruyla geleceğim. Özellikle Hüsran kitabıyla ilgili açıklamalarım olacak. Bu duyuruları takip etmenizi rica ediyorum. Destekleriniz bekliyorum.

 

Instagram: seyma_yldz_koc

Dreame: Şeyma Yıldız KOÇ

 

 

 

 

❤️‍🔥❤️‍🔥❤️‍🔥

 

Şu an güneşin batışını izliyorum. Bu saatlerde geliyorsun bana. Tüm günün yorgunluğunu çıkarmak ister gibi evine girişini görüyorum. Perdenin ardından tüm hareketlerini büyük bir dikkatle izliyorum.

 

Yine siyah ciddi kıyafetler giydin. Saçlarını bugün yana taramış, sakallarını ise düne göre biraz daha kısaltmışsın. Yüzünde belirgin bir öfke var. Kim bilir neye kızdın, kimlere gazap püskürdün? Bilmiyorum. Oysa bilmek isterdim. Eve döndüğünde içinde gizlediğin ne varsa sorabilmek öğrenebilmek isterdim. Yaralarını sarmak, hayatının anlamı olabilmek isterdim.

 

Sana dair kurduğum tüm hayallerin gerçek olamayacağı bu dünya bana karşı öyle acımasız ki! Gücüme gidiyor kızma bana! Sana bu kadar yakınken uzağında olmak çok zor. Seni duyamamak, seninle konuşmamak öyle öldürücü ki yokluğun tenime düşen aşk zehrinin her bir zerresini ölüme itiyor. Senden önce duymamak ve konuşamamak bu kadar üzücü değildi. Kendi içimde yabancılaştığım insanlarla bir şeyler paylaşamadığım için üzüntü duymazdım. Herkesten farklı bulmazdım kendimi mesela. "Herkes" kelimesinin içine tıka basa doldurduğum hiçbir insan senin bende bıraktığı hissi karşılayamazdı.

 

Şimdi seni sevmelere doyamayan kalbime bile bin bir haykırışla soruyorum. Neden? Bir kez olsun sesini duyabilseydim. Bir kez olsun sesimi duyurabilsem. O zaman sana söyleyeceğim tek şey "Seni seviyorum" olurdu. Bilmiyorum sen beni sever miydin? Bana bir kez olsun Sevdiğim der miydin? Layık bulur muydun bu dilsiz, ıssız kızı sevmelere. Mervan... Sana dair olan bu bilinmezler beni öyle çok yoruyor ki! Gizli saklı kalan bu hislerim kalbime artık ağır geliyor. Anlatmak, dillendirmek istiyorum ama senden kalan bu ufacık yakınlığı kaybetmek fikrini bile kaldıramıyorum. Seni görememek, uzaktan da olsa varlığını hissedememek korkutuyor beni. Keşke yüreğimi tamamen sana dair olan bu hislerle doldurmamış olsaydım. Keşke bu kadar severken sevilmediğimi bilerek bu aşkı tek kişilik yaşadığımda içimdeki güzelliklerin mutsuzlukla birer birer solacağını çok önceden anlasaydım.

 

Her okuduğum şiirde senden bir parça bulmasaydım. Ben hiç Diyarbakır'a gitmedim. Oraya dair coğrafya kitaplarında yazandan fazlasını bilmiyorum. Senden sonra hiç tanıyıp bilmediğim o şehri bile sevdim. Oradan gelen insanları senden sebep kendime dost bildim. Senin geçtiğin yollardan geçen, birkaç dakikalığına bile olsa yaslandığın ağaca dokunan o insanlara bile yakınlık duydum. Olmayacağını bile bile seni sevmekten usanmayan kalbime mani olamadım. Bana seni hatırlatan her şeyi yüreğimdeki kilitli odaya hapsettim. Hapsolanların yaşama sevincimi öldüreceğini, beni silip aşkınla baştan yazacağını bilmiyordum.

 

Oradasın biliyorum. Perdenin ardındaki o küçük sade odada çalışma masana oturdun. Yorucu bir günü sert bir Türk kahvesi ile atlatmaya çalışıyorsun. Uyumaman gerekiyor. Çalışman gereken çok dersin var. Yarın ki sözlüye hazır olmalı ve bir an önce hayat kurtarmak için o beyaz doktor önlüğü giymelisin. Ve gitmelisin Mervan, seni her gün bu cam kenarında bekleyen dilsiz kızı düşünmeden ve seni deliler gibi sevdiğini bilmeden çekip tüm umutlarımı söküp alarak gitmelisin.

 

Şu an elimde geçen günkü balodan kalan o bardağı tutuyorum. Kalabalıkların arasında fark edilmeyen o kız olmak baloda fazlasıyla güçtü. Yine de yaptım. Kimseye hissettirmeden senden ve o günden bir hatıra çekip aldım. Senin için fazlasıyla değersiz olan o karton bardağı plastik kaşığıyla birlikte alıp, süslü el çantama sakladım. Senden bana bir şey kalmasını istiyordum. Tenine değen, bakışlarının birkaç saniye bile olsa üzerine düştüğü bir hatıra... Bundan fazlası gelmiyordu elimden. Aynı karede yan yana bir fotoğraf ve karton bir bardak... Bana hayatımın en güzel ve acı veren gecesinden kalanlar sadece bunlardı.

 

Sana dokunan o kötü yürekli kızı onlarca kez rüyalarımda göreceğimi biliyordum. Abimin karşısında düştüğümüz güç durumu asla unutamayacağımı da... Ama sorsalar bana 'yine oraya gitmek, birkaç dakika da olsa sevdiğin adamın ellerine dokunmak ister miydin' diye, hiç düşünmeden 'Evet' derdim. Asla gerçek olamayacağını bildiğim bir rüyayı seninle doya doya yaşardım. Gecenin sonunda süslü arabamın kabağa, elbiselerimin ise süprüntülere dönüşeceğini bile kötü lorduma hesap verme pahasına seninle olurdum.

 

O gün benimle baloya geleceğini hiç düşünmemiş, böylesi bir gecenin hayalini bile kuramamıştım. Bilirdim, beyaz atlı prensler aşklarını hep güzel soylu prenseslere saklardı ve ne yazık ki ben senin için etrafında dolaşan zavallı lâl kızdan başkası değildim. Ellerime değen ellerin dans pistinde bana hiç sahip olamayacağımı düşündüğüm vuslat anlarını yaşattı. Keşke benimle gelmeyi gerçekten sen istemiş olsaydın. O dans pistinde kendimi yalnız hissetmemem için değil de beni sevdiğin için dans edebilmiş olsaydık. Biliyorum, bazı şeyler hayalden öteye gitmiyor. Buna alıştım!

 

Belki de uzak durmalıyım senden. İnsan görmeyince de unutur mu bilemiyorum. Ben seni kendi içimde öyle derinden yaşıyorum ki sevdan beni pare pare bitirse de unutmak istemiyorum. Her gün tutamayacağım yeminler ederek, sözler vererek kapıyorum gözlerimi. Keşke sözler boynuma attığın aşk düğümünü çözse ve ben yeniden eskisi gibi olabilsem. Azad olsam senden. Beklemesem artık ve her kapı çaldığında çarpmasa yüreğim. Göğüs kafesim adını duyduğunda kanayıp yanmasa, içindeki kelebekler kanat çırpıp benliğimi sarhoş etmese ve çekip gitsem senden. Sen benim yanı başımdaki gurbetim olmasan. Aşkın sana rağmen vatanımken ben sensiz kaldığım viran şehirlerde seni düşlemesem.

 

Olmuyor. En kötüsü de seni oldurmaya gücüm yok. Elini tutmaya mecalim ve bizi yan yana çizmeye yüreğim yok. Sen şairin dediği gibi yüreği minnacık bir kadını sever miydin bilmiyorum ama ben seni kelimelere dökmediğin binlerce sözün, tutmadığın elim ve deli bir rüzgâr gibi esen öfkenle sevdim. En acısı da beni asla sevmeyeceğim bile bile seni sevmeyi sevdim.

 

REVAN

 

Elimdeki mektuba eşsiz bir armağanı okşar gibi dokundum. Satırların bende bıraktığı duyguyu kelimelere dökmek imkansızdı. Başka bir şey vardı orda, bir haykırış, bir hasret belki küçük bir kız çocuğunun kanayan sevda yarası saklıydı. İlk kez sevilmiyordum. Pek çokları bir şeyleri bahane edip yanıma gelir, güzel bir yerde hoş bir akşam yemeği randevusu koparmak için etrafımda pervane olurdu. Bazen merdiven çıkarken katlanan mini eteklerin, ağaç diplerinde sürülen rujların ve boğulmama sebep olacak kadar sıkılan parfümlerin varlığıyla neye uğradığımı şaşırırdım. Bitmek bilmez not isteme muhabbetlerine daha fazla meze olmamak için yazıp çizdiğim ne varsa fotokopici amcaya bırakmış, her sorana onu adres olarak göstermiştim. Başka türlü yakamı o kız ordusundan kurtarabileceğimi ne yazık ki sanmıyordum.

 

Revan tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Hassas, dokunaklı bir ifade vardı yüzünde. Ona güvenmekte, bir şeyler paylaşmakta zorlanmazdı insan. Revan'a karşı bir duygum yoktu ve ilk defa birini sevmediğim için kendimi suçlu hissediyordum. Revan öyle masum, öyle özel biriydi ki eşim olmaya ondan daha çok kimseyi yakıştıramazdım. Bu zarif, güzel kalbe layık olamayacak biri varsa o da bendim. Ne yazık ki dilin söylediğini yürek her zaman onaylamıyordu. İçimden geçen bambaşkaydı. Sanki ben hayatım boyunca sadece birini bekliyordum ve kalbim doğduğum gün ona mühürlenmişti. Adını koyamadığım, pervasız tuhaf bir hissi. Ama kendimi bu tuhaf histen ne yaparsam yapayım kurtaramıyorum.

 

Yanı başımda duran mektuba dolu gözlerle baktım. Ah Revan! Keşke beni sevmiyor olsaydın. Her şeyi bir kenara bırakıp çekip seni götürsem bile belalı başım sana hiç mutluluk verir mi? Kadir Bey'in hâlâ peşimde olduğu ve gerekirse etrafımdaki herkesi darmadağın edip beni kendisine mecbur edebileceği su götürmez bir gerçekti. Onu kendimle birlikte bir bilinmeze sürükleyemezdim. Kendisini seven birini hak ediyordu. Kendimi yanında huzurlu hissettiğim için onu zorbalıklarla dolu hayatıma ortak edemezdim.

 

O gün evinin iç avlusuna gitmiş ve arabada unuttuğu küpesinin eşini ona geri vermek istemiştim. O küpe için teşekkür ederken küçük kız kardeşiyle epey muhabbet edip ona bazı kitap tavsiyelerinde bulunmuştum. O da bana çok sevdiği bir kitaptan bahsetmişti. Revan kahvelerimizi getirdiğinde bana hediye olarak verdiği o kitabı sayfalarına bakma zahmetine girmeden çantama koydum. Yanlarında uzun süre kalamamıştım. Revan'ın abisi Duran onlarla oturmamdan hoşlanmayacaktı. Bana bir şey yapamazdı elbette. Onu kürdan gibi ikiye kırmak bana, benim gibi gangster olarak yetiştirilmiş birine zor gelmezdi. Fakat çekip gittiğimde Revan ve kardeşine neler yapacağını ancak Allah bilirdi.

 

Eve geldiğimde günler sonra o kitabın arasında bu mektubu bulmuştum. Önce yanlışlıkla unutulduğunu düşünüp açmak istemedim. Üzerinde Mervan'a yazısını gördüğümde bunun amaçlı bir davranış olduğunu anlamıştım. Sonrası koca bir muamma... Artık onun duyguları benden gizli değildi. Şimdi nasıl bilmiyormuşum gibi davranacak, nasıl uzak duracaktım bunu ben de bilmiyordum. Beni tertemiz bir aşkla seviyordu ve kendimi bu aşka layık görmüyordum. Daha fazla yerimde duramadım. Dışarı çıkıp hava almak en iyisi olacaktı. Üzerime gömleğimi geçirip aşağıya indim. Kafeye gitmeden önce sahilde biraz düşünmek iyi gelecekti.

 

Kapıyı açtığımda Revan karşımda kıpkırmızı yanaklarla öylece dikiliyordu. Gözlerimi kaçırıp ne söyleyeceğimi düşündüm. Sessizlik uzuyor fakat ben kelimeleri birbirine yakıştırıp bir karşılık veremiyordum. Sonunda cebinden bir not defteri çıkardı ve "Nasılsın?" diye sordu. Dudak hareketlerimi okuduğunu bilerek "İyiyim." diye karşılık verdim. İyi değildim. Ona karşı suçluluk duyuyordum. Bu ilgiyi yıllardır nasıl fark edememiştim? Nasıl umut vermiş olabileceğimi düşünmeden onunla baloya gidebilmiştim? Şimdi olası bir itirafta onu reddedecektim ve en kötüsü de bunu engelli olduğu için yaptığımı düşünecekti. Aksini söylediğimde sadece durumu kurtarmaya çalıştığımı düşünüp içten içe acı çekecekti.

 

Ben duraksarken elindeki deftere kitabı okuyup okumadığımı soran bir cümle yazdı. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Buna henüz fırsatım olmadı. Sanırım aynısı kitaplığımda var. Bunu fark edince kitabı iade etmeye karar verdim." diye geveledim. Elimdeki kitabı içindeki mektupla ona uzattım. Mektubu açıldığını hissettirmeyecek şekilde kapatmış, bu şekilde üzerime yüklenecek tüm sorumluluğu bertaraf etmiştim.

 

Hayal kırıklığı ve sevinç karışımı bir yüz ifadesiyle kitabı aldı. Yanlışımın boynuma doladığı utanç yılanını sessiz sedasız savıp veda ettim. Onu öylece orada dağılmış bıraktığıma hâlâ inanamıyordum. Keşke ikimiz için başka türlüsü olabilseydi. Hayatın karşıma kimi çıkaracağını bilmiyordum. Ama nedensiz bana Revan'dan başkasının bir yuva verebileceğine inanmıyordum. Belki de bu durumu sindirmek için biraz zamana ihtiyacım vardı. Bisikletime binip amaçsızca sokaklarda dolaştım. Sade tek katlı evlerin olduğu, sıradan bir sokaktı. Dut ağaçları meyvelerini dökmüş ve etraf yapış yapış olmuştu. Ağaçların üzerindeki neşeli çocukları görünce onlardan biri olup bu sokakta çocukluğumu bir kez daha büyütemediğim için üzüldüm. Yaralarım kolay kolay kapanmayacaktı.

 

Kafam karman çormandı. Uzaktan gökyüzünü izledim bir süre. Düşünmek istiyordum. Ne yazık ki çalan telefonum buna izin vermeyecekti. "Yine ne var Orkun?" Bir süre keskin solumalar telefonumda yankılandı. "Alo Mervan. Beni duyuyor musun?" Telefondaki endişe yüklü ses alışık olduğum Orkun'a ait olamayacak kadar yabancıydı. Gerçekten korkmuş olabilir miydi?

 

"Mervan yardım et bana. Çok zor bir durumdayım, Allah için kurtar beni." Uzandığım yerden doğrulup telefondaki ürkütücü sese odaklandım. "Neredesin sen? Ne oldu oğlum sana." Gürültülü bir şekilde burnunu çekti ve kalp ritmimi şaşırtan o cümleler dudaklarından döküldü. "Öldürecekler oğlum beni. Çizecekler hiç acımadan. Borcum var benim. Kumar borcu. Ne yap ne et para bul. 50 bin liraya ihtiyacım. Allah'ını peygamberini seversen çabuk ol." Yutkundum. Alnımdaki teri elimin tersiyle sıvazlayıp tırnaklarımı telefonuma geçirdim ve içinde bulunduğumuz durumun bir şaka olmasını diledim.

 

"Ulan Orkun. Eğer yine o eşek şakalarından birini yapıyorsan acımam mezarını ben kazarım." Telefonun diğer ucundan gelen o tiz ses irkilmeme sebep oldu. Orkun'un hıçkırıkları saniyeler sonra kulaklarımı doldurdu. Ona işkence ediyor olamazlardı değil mi?

 

"Mervan... Allah çarpsın bu sefer yalan yok. Zordayım diyorum oğlum. Hemen parayla gelmezsen öldürecekler beni. Hiç acımadan si... lan belamı. Attığım konuma gel. Yoksa cenazeme geleceksin." Sözleri beynimde şimşekler çaktırmıştı. Kesilen telefonun ardından mesaj kutuma gelen konuma baktım. Gelen mesajda 'polise gidersen dostun ölür' yazıyordu. Çok dikkatli olmak zorundaydım. Bisiklete binip yeniden eve yöneldim. Herkes okuldaydı. Hiçbirine ulaşamayınca böylesinin daha iyi olacağından emin oldum. Ortada tehlikeli bir durum vardı ve bu viran hayata alışık olmayan arkadaşlarımı belaya çekmem hiç de parlak sonuçlar doğurmayacaktı. Ben zaten belanın cehenneminden kopup gelmiştim. Orkun'un peşindekiler kimse Kadir Bey'den daha beter olamazdı. Bir şekilde onu kurtarmanın bir yolunu bulacaktım.

 

Çekmecemdeki kol düğmelerini ve pahalı altın saati alıp adresi bulmak üzere yola çıktım. Aklımda bu işin içinde Kadir Bey'in parmağının olup olmadığı büyük bir merak konusuydu. Beni dize getirmek için Orkun'u kullanmış olabilir miydi? Bunu ancak gittiğimde öğrenebilirdim. Kalabalık sokaklar bitti ve kendimi sahipsiz bir koyda buldum. Belimde silahım yoktu ve belki de farkına bile varmadan ölüme gidiyordum. Nedendir bilinmez artık ölüm bile beni korkutamıyordu. Belki de Kadir Bey'in ektiği günah ağacı meyve vermiş ben farkına varmadan tuzağa çekilmiş ve ine girmiştim. Kaderimde yazan neydi?

 

Uzun patika yolu geçip mağara gibi karanlık bir döküntüye girdim. Buraya bina demek imkansızdı. Öyle habis, öyle itici ve eskiydi ki canını seven hiçbir babayiğit bu köhne yapıya girmeye cesaret edemezdi. Kapının önünde iki silahlı adam vardı. Beni gördüklerinde ceketlerinin ucunu geriye atıp bellerindeki kısa namlulu silahları gösterdiler. Korkmamıştım. Silahlar kardeşim gibiydi. Az avuçlarımı terletmemiş, çıkardıkları kurşunların vızırdayan sesleriyle az kulaklarımı köreltmemişlerdi. Onların raconları, babayiğitlikleri bana işler miydi?

 

"Nerde Orkun?" dedim korkusuz bir ifadeyle. Cesaret dolu bakışlarım yüzlerinde belirgin bir hayretin filizlenmesine sebep olmuştu. Karşılarında kendi dillerinden konuşan bir eşkıya beklemiyorlardı. Saçları dökülmüş olan iri kıyım adam belinden çıkardığı tabancayı bana doğrulttu. "Burada soruları biz sorarız. Rolleri karıştırma delikanlı. Ellerini kaldır!" Bana uzattığı silahı gamsız bakışlar eşliğinde akla zarar bir hızla çekip aldım. Korkudan zıpkın gibi yerinden fırlayan patlak gözleri önce ellerinde sonra da benim korkusuz yüzümde hayretle dolaştı.

 

"Sen..."

 

"Kes tıraşı! Orkun nerde?" O kendisine doğrulttuğum silahı titreyerek süzerken yanındaki bana silahını doğrultma cüretinde bulundu. Karnına sert bir tekme indirdiğimde saniyeler içinde ağzında firar eden kanla üzerimdeki beyaz gömleği allara buladı. Elinden aldığım silahı diğer elime iliştirip "yürüyün" diye talimat verdim. Yüzlerinde her an büyüyen o utanç kırıntısıyla önüme düşüp demir kapıdan usul usul geçtiler. Yapacakları her hamleye karşı oldukça temkinliydim. Kadir Bey'in oğluydum ben, gangsterliğin feleğinden dönmüştüm ne de olsa. Sağım solum belli olmazdı.

 

Dar bir koridordan geçip demir parmaklıklarla dolu kafesi andıran o bölmeye girdik. Geçtiğim yollarda başka adamlarla da karşılaşmış yüzlerindeki o sevimsiz ifadeye kinle bakmıştım. Hortlak görmüş gibiydiler. Böyle bir girişi hiçbiri beklemiyordu. Orkun'un yüzü beni görünce aydınlandı. Ayağa kalkmak istemiş ve yanındaki iri kıyım iki serseri tarafından zoraki oturtulduğu iskemleye yapıştırılmıştı. Dağınık saçları, morarmış gözü ve burnundan akan o sicim gibi kanla ne zor saatler geçirdiğini çok iyi anlayabiliyordum. İşkence gördüğüne şahit olduğum ilk adam değildi fakat aynı duruma dostumun maruz kalması gördüklerimden farklı bir etki uyandırıyordu.

 

"Mervan!" Yanındaki dazlak kafalı, kel adam işaret parmağını dudağına götürüp, "Şşşşş!" diye fısıldadı. Bu kontrol bende mesajı veren tuhaf tavırlara keşke yabancı olabilseydim. "Orkun'u bırakın. Borcu olan parayı getirdim." dedim onları aşağılayan bakışlarla süzerken. Kel adam, beni baştan aşağı inceledi ve ince dudaklarının kenarında sinsi bir tebessüm peyda oldu. Hemen önümdeki ipsizi alayla süzdü. "Ulan bir oğlan çocuğuyla baş edemediniz mi? Sersemler..."

 

Bana saldırmak için çıldıran kerizlerin gözlerinin önünde cebimden getirdiğim saati ve kol düğmelerini çıkardım. Bakışlarını benden bir an olsun ayırmayan eşkıyanın göğsüne sadaka verir gibi fırlattım. Biraz önceki alayının yerini kuru bir öfke almıştı. Öfke en hoyrat tokatlarını mimiklerine yerleştirirken gözümü dahi kırpmıyordum. Kaynayan suratındaki öldürücü ifade yanındaki eşkıya kılıklıları harekete geçirdi. Üzerime doğrulttukları silahlar Orkun'un eblehleşen yüzünün mosmor kesilmesine sebep olmuştu.

 

Orkun kendisini tutmaya çalışan adamların elinden kurtulup baştakinin dizlerinin önünde diz çöktü. "Abi kurban olayım yapma. Delinin tekidir o, kim olduğunu bilmiyor. Yalvarırım yapma, aldın paranı bırak gidelim." Gözlerini ifadesizce belerten eşkıya yumruğunu havaya kaldırıp parmaklarını birbirine bastırarak çıtlattı. Sanırım bu kemiklerini kırarım demek oluyordu ve benim bu kuru sözlere karnım toktu. Etrafımı saran serserilere korkusuzca ters ters bakıp, "Deneyebilirsiniz." dedim. Beni vurmak için başlarındaki belanın tek bir işaretine kitlenmişlerdi. Reis ise sadece hayret ve merakla beni takip ediyordu.

 

Ortam karanlık sayılırdı. Koca odayı sadece zayıf bir ampul aydınlatıyordu. Adam yavaş adımlarla esrarlı bakışlar eşliğinde yanıma geldi. Üzerindeki gri takım elbise diğer siyah giyimli serserilerden farklı bir pozisyonu olduğunu ele veriyordu. "Kimsin sen? Seni bir yerden tanıyor gibiyim. Yüzün hiç yabancı gelmiyor." Yoksa Kadir Bey'in oğlu olduğumu biliyor muydu? Gözlerim bizi kollayan Orkun'a dalıp gittiğinde işkillendiğini anlamıştım.

 

"Ben sizi tanımıyorum." Adam aynı tuhaf ifadeyle bana bakmayı sürdürürken elimdeki silahı başına dayadım. Beni engellemek için hareketlenen adamlarını durduran bir işarette bulundu. Bu hareketimden sonra gözlerini bile kırpmamıştı. "Yanıma gel Orkun." dedim yüzüne bile bakmadan. O sarsak adımlarla bir nefes kadar yakınımda dururken bu diyaloğu daha fazla uzatmamam gerektiğini anlamıştım. Reis elini indirin der gibi aşağı yukarı bir kez salladı ve hareketiyle hedefinde bulunduğum tüm namluları alaşağı etti.

 

"Arkadaşını kurtarma için tek başına karşıma dikildin! Şu kerizleri iki dakikada hoşafa çevirdin. Kimsin oğlum sen! Seni kim yetiştirdi?" Orkun'un bakışları hayretle ikimiz arasında dolaştı. Konuştuklarıma bir anlam veremediğini çok iyi anlamıştım. "Beni kimse yetiştirmedi. Sadece buraya arkadaşımı sizden kurtarmak için geldim. Ganimetleri al ve onu bırak. Bir daha ikimizin de yüzünü görmeyeceksin." Yan tarafımdaki adamlar pişmiş kelle gibi sırıttı. Bu pisliklerin canını okumamak için kendimi zor tutuyordum. Kim olduğumu bilmelerini istemiyordum. Beni görmüş oma ihtimali yüksekti. Kadir Bey, beni diğerlerine tanıtmak ve Beyleri olacağımı bildirmek için gittiği her yere götürüp elimi eteğimi bu gangsterlere öptürürdü. Beni oralarda görme ihtimali yüksekti. Konuşmayı uzatmadan çekip gitmem en iyisiydi.

 

"Sana arkadaşını veririm hem de hiç para almadan ama benimle oyun oynayacaksın." Yanılmadığını kanıtlamak ister gibi bir hâli vardı. Bu işin sonu hayra gitmeyecekti. Bu adamın yalanlarımı ortaya çıkarmasından delicesine korkuyordum. "Parayı al ve peşimizi bırak! Benim saçmalıklara ayıracak zamanım yok!" Kaşının birini kaldırıp çarpık bir gülüşle bana karşılık verdi. Sanırım adama racon kesmemden, karşısındaki duruşumdan etkilenmişti.

 

"Dur bakalım delikanlı. Bana kafa tutmak için fazla gençsin. Burada güçlü olan benim. Madem kral benim kuralları koyacak olan da benden başkası olamaz." Orkun'la birbirimize baktık. Bu adamın amacını anlayamamıştım. Parayı almak varken neden benimle uğraşıyordu? Orkun koluna yapışan adama direnmeye çalışarak benden uzaklaştırıldı. Onlara direnmek istemiştim fakat beni durduran iri kıyım iki adam ona yönelik her adımımı baltalamıştı.

 

Orkun'u bağırmalarına ve küfürlerine aldırmadan bileklerinden yakalayıp boynu vurulmuş kurbanlık koyun gibi yerden yükselmesini sağladılar. Olan biteni şaşkınlıkla izliyor, Orkun'un aksine hiçbir yalvarma girişiminde bulunmuyordum. Gözlerim korkusuzca adamı taradı bir süre. Duruşumdan ödün veremeyecek kadar onurluydum. Bu itlerin hepsi düne kadar karşımda boyun büker ceket iliklerdi. Elimi eteğimi öpüp karşıma dikilecek gücü ne zaman bulmuşlardı?

 

Reis başıyla yanındaki adamı işaret etti. Şu silahı parçalarına ayır. Uzun boylu sıska adam denildiği gibi silahı belli yerlerinden paralara ayırdı. Onun bu işlemi nasıl yaptığını göremiyordum. Ama yanlış işler döndüğünü anlamıştım. Silah parçalarını önüme attı. Ve bana benden epey uzakta olan Orkun'u işaret etti. "30 saniye içinde bu silahın parçalarını yeniden bir araya getirip arkadaşını asıldığı yerden kurtaracaksın. Eğer sen kurtaramazsan Niko onu gözlerimizin önünde süzgece çevirecek." Niko dediği sıska adam belindeki silahı çıkarıp altın dişlerini göstererek pis pis sırıttı. O dişleri kerpetenle söküp eline vermek için ruhumda öldürücü bir heves duydum.

 

"Bu saçmalık da ne demek oluyor?" Adam burunlarımız birbirine değecek kadar yakına gelip "Pazarlık yapacak durumda değilsin!" diyerek keskin keskin soludu. Başka çarem yoktu. Ona istediğini vermek zorundaydım. Aksi halde Orkun'u dağılmış bir beyinle ceset torbasında eve götürmek zorunda kalacaktım. Orkun sayısız küfürler savurdu. Adam kan işeyecekti korkudan ve maalesef kaderi benim yapacaklarıma bağlıydı.

 

"Ulan kurtar beni! Ne yap ne et kurtar! Altıma s... korkudan lan! Ölüyom ben lan!" Gözlerimi devirip her şeyin bir kâbus olmasını diledim. Kısa namlulu yarı otomatik ateşli bir silah vardı önümde. En son parçadan başa doğru toplama yapmam gerekiyordu. Önümde şarjör, sürgü, çerçeve, namlu, sürgü kovanı, icra yayı ve mili vardı. "Başla!" dediğinde aceleyle namluyu yerine tam bir şekilde oturttum. İcra yayı ve milini yatağına yerleştirdim. Sürgüyü kanala yerleştirip açma kilit pimini eski pozisyonuna getirdim. Şarjörü takıp ayağa kalktım ve nişan alıp Orkun'un bileklerindeki kilide ateş ettim. Benden yaklaşık bir saniye sonra bir ateş sesi daha mekânda yankılandı. Orkun bir saniye arayla kilitten kurtulmuş ve kendisini çelik zeminde yuvarlanırken bulmuştu. Şakaklarımdan ter aktı. Başarmıştım. Orkun'u bu ölüm oyununda bu pisliklere yem etmemiştim. Orkun şaşkınlıkla kafasını kontrol etti ve sonra avuçlarını vücudunun görünür yerlerinde dolaştırdı. Nefes nefese kalan bana bakıp şuh bir kahkaha patlattı. Delirmiş gibiydi. Ah ah! Korku adamı ne hâle getiriyordu.

 

Reis, dudağını yana evirip sinsi sinsi gülümsedi. Elleri diğerlerinin aşkın bakışlarının arasında tok alkış sesleri bırakırken yeniden kaçtığım yere düştüğüm için şansıma lanet ettim. Orkun üzerindeki zincirlerden kurtulup korkuyla arkama sindi. Tüm bunları nasıl başardığımı o da bilmiyordu ve ne yazık ki bilmeyecekti de.

 

Elimdeki silahı indirip kabzesini beni hayalet görmüş gibi süzen adama uzattım. Kimseye zarar verme amacı taşımıyordum. Adam kabzeden yakalayıp silahı benden uzaklaştırdı. Arkamı dönüp gitmeye yeltendiğimde sözleriyle afalladım. "Sen bu aleme uzak biri değilsin. Şimdi söyle, kimlerdensin?" Orkun esrarlı bakışlarla beni süzüp burnunu çekti. Karanlık hayatım ben kaçtıkça peşimden geliyordu.

 

"Hiç kimse." dedim attığım her adımda oradan uzaklaşırken. Orkun neredeyse benim zorumla çıkış yolunu tutuyordu. Nedendir bilinmez aklı adamın söyleyeceklerine takılmış gibiydi. Hem de benim defolup gitme çabalarıma rağmen.

 

"Aslanı görünce yanı başımda ki çakalların farkına vardım. Neyden kaçıyorsun bilmiyorum. Dikkat et! Hiçbir aslan sürüsünden kolay kolay vazgeçemez. Er ya da geç ait olduğu ine döner." Sözlerini kulak ardı edip çıkışa doğru yürümeye devam ettim. Ve biliyordum. Orkun bu sözlerdeki iğnelemeleri anlayamayacak kadar aptal değildi.

 

O gün bisikletle eve gittik. Orkun'undan tüm olan biteni öğrenmiş, kumar oynadığı için onu babasını aratmayacak kadar deli bir öfkeyle haşlamıştım. Demek gelen o bolluğun, bir varken bir yok olan paraların kaynağı buymuş. Kumar... Ona uzun uzadıya nutuk çekerken sıranın bana geleceğinden habersizdim. Yanıma gelip o adamın ne ima etmek istediğini sordu. Söylenenleri bilmezden gelmek yapılacak en doğru şeydi. Ne yazık ki sözlerim onu tatmin etmeye yetmeyecekti.

 

"Tuhaf işte oğlum." dedi yüzüme bir cevap arar gibi bakarken. "Normal adamlar silah görünce kaçacak delik arar sen yılların eşkıyası gibi racon kesip adam rehin aldın. O gözlerde korkunun zerresi bile yoktu. Düne kadar benimle okula gidip sınavlara giren biri silah kullanmayı nasıl bilebilir? Ya silah söküp takman... Hem o belalının söyledikleri neydi öyle? Aslanlar sürüden ayrılamaz ine girer falan. Senin öyle tiplerle ne işin olur? Sana resmen aralarındaki biri gibi davrandı. Bana diyorsun ama asıl sen bir işler çeviriyorsun bence. Haksız mıyım?"

 

"Eeeeeeh yeter." dedim günahlarını gizleyen bir mahkûm edasıyla. Ben gizlemeye çalıştıkça geçmişim ayağıma dolanıyor, babamın ördüğü karanlık kader serkeşçe umutlarımı diline doluyordu. Artık söz ebeliği yapıp bir şeyleri hasır altına itmekten bıkmıştım. Şimdi Pinokyo gibi yalanın elini öpüp kendimi kaldığım bir başka hendeğe düşürecektim. O merakla bir açıklama beklerken yüzümü en sahici hüznüme bulayıp, "Bende geçtim o yollardan." diye geveledim.

 

"Yetimhaneden kaçtım yıllar önce. Bir süre sokaklarda kaldım. O gördüğün saçmalıkları da o ara öğrendim. Hayatımı aldığım özel burs kurtardı. Çok çalışıp kendimi o batakhaneden kurtardım. Muhtemelen o pislik beni daha önce karanlık yollardayken gördü, şimdi de yeniden ağına düşürmek için rol kesiyor." Yüzü aydınlanmıştı. Henüz tüm raylar yerine oturmasa da bu hikâye bana biraz daha zaman kazandırırdı. Sözlerime "Anladım." dediğinde ona bu konuşmalardan diğerlerine bahsetmemesi söyledim. Orkun'un gevezeliğine güvenmesem de hayatımla ilgili bir şeyler öğrenebileceğini sanmıyordum. Bu yüzden olsa gerek söylediklerime inanıp inanmamasını önemseniyordum. Ve biliyordum. Tüm çabalarıma rağmen er ya da geç tüm foyam ortaya çıkacaktı. O zaman diğerlerinin yüzüne bakacak halim kalacak mıydı?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%