Yeni Üyelik
112.
Bölüm

112. BÖLÜM: BİR YAŞAMAK KAVGASI

@syildiz_koc

Can evimde bi' telaş, yangın

Beni sarmalasan durmaz

Sel olur da cayamam yalnız

Beni masum ele koyman

Müşküle tabi zulüm

Peki derdime dert ne diye

Beni anlamadın da kanatma canım' ne olur

Müşteki zati gönül

Bana vermeli ya hediye

Kaderimde gülerse bu hali kederden alır

Beni cümle cihan tanır anlamadın yanarım

Meftun anacım, yorgun

Bu zararı ziyanı sorma

Perişanım âyan, soldum

Sana el pençe durmam

 

(Emre fel)

 

 

 

 

 

❤️‍🔥Merhaba arkadaşlar. Öncelikle şunu önceden belirtmeliyim. Bu bölüm olumsuz örnek oluşturacak davranışlar, şiddet ve korku unsurları içermektedir. Yazılanlar röportajlardan araştırılarak kaleme alınmıştır. Hikayenin bu kısmı akran zorbalığı ve önyargı gibi olumsuz unsurlara dikkat çekmek için hazırlanmıştır. +16 olmayan okurlarımın hiçbir şekilde bu bölümü okumasını tavsiye etmemekteyim.

Yıldızlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum. 🥰

 

 

İnsan en çok alın yazısına yanarmış bu hayatta. Hayatımıza giren insanların bize ne getireceği bizden ne götüreceği çoğu zaman bilinmezmiş. Hissediyordum. Kara kış kapıma dayanmıştı. Banu'ya susuşlarımın diyeti çok ağır olacaktı. Zamanında doğru karar veremiyor olmam benden çok şey alıp götürecekti. Biliyordum kötü şeyler olacağını, ama bu kadarını ben de tahmin etmiyordum. O deli rüzgarın benden hayallerimi, umutlarımı, asla sarsılmaz denen kişiliğimi alacağını tahmin etmiyordum. Kabus gibi doğrularıma çöreklenen bir kadının beni çıktığım kara deliğe düşüreceğinden habersizdim.

 

Gökkuşağının tüm renkleri o gün silinmişti. Ben cennetten kovulmuştum sanki ve kaçışım cehennem olmuştu. Şeytan o gün kancasını boynuma saplamış ve yarenim olmuştu. Ben o gün Mervan olmaktan çıkıp Aslanhan'a dönüşmüştüm. İyilik skor üstüne skor kaybederken galibiyet kötülüğe ve fitneye yâr olmuştu. Eğer zamanı geri alma hakkım olsaydı bunu en doğru yerde kullanır ve benden tüm değerlerimi alacağını bildiğim o kadından dostlarımı kaybetme pahasına kaçabildiğim kadar kaçardım. Satranç tahtasının başıma alelade bir kütük gibi inmesini beklemezdim.

 

Aylardan hazirandı. Son sınavlarımı vermiş diplomamı alacağım günü iple çekiyordum. İçimde açan güneş kırçların saplanıp kanatacağı ömrümden habersizdi. Tus sınavına hazırlanıyordum. Olabilecek en kısa sürede öğrencilik hayatımı noktalayıp başarıyla mesleğime başlamak istiyordum. Doktorluk benim bu hayatta en çok istediğim şeydi. Bunun için herkesi karşıma almış, Kadir Bey'den ve kan kokulu servetinden elimi eteğimi hiç düşünmeden çekmiştim. Bu idealimi gerçekleştirmek için kardeşlerimden bile vazgeçmiştim. Zeynep, Zehra, Korkut abim, Haşim, Baran... Hepsi burnumda tütüyordu. Onları görmeyeli yıllar olmuştu. Bazen elim telefona gidiyordu. Malikanenin numarasını birkaç dakika seslerini duymak için de olsa çevirmek istiyordum ama yapamıyordum. Kadir Bey bana karşı öfke doluydu. Onlara ulaştığımda kardeşlerimi de benim yüzümden incitebilirdi.

 

Onun gözünde babasına isyan eden, onun doğrularını kabullenmeyen zayıf bir evlattım. Kimse böyle olmayı tercih ettiğim için pişman olduğumu söylemezdi. Ben babamın yüreğine hiçbir zaman sığamamıştım.Ve asla da sığamayacaktım.

 

Tarihler 14 Haziran'ı gösterdiğinde en güzel giysilerimizi giyip okulun kongre merkezinde yerimizi almıştık. Kendimle gurur duyuyordum. Bu gün tıp fakültesinden mezun olacaktım. Yıllar süren uğraşlarım sonunda meyvesini vermişti. Ektiğim gönül fidanları yeşermiş, umutlarım sonunda hayat bulmuştu. En güzel takım elbisemi üzerime geçirdim. Saçlarım için kuaförde epey zaman harcamış, istediğim kesime kavuşmadan kuaförümün yakasını bırakmamıştım. Ben heyecan içinde kıpırdanıp dururken arkadaşlarım hazırlığıma yardım ediyordu. Orkun kıravatımı bağlıyor, Ziya ise bana rağmen hacı yağını sürmek için etrafımda dolaşıp duruyordu. Berk yine hayal bulutlarının üzerindeydi. Nişanlısı Banu'ya kendini öyle kaptırmıştı ki ondan arta kalan zamanlarda bile bedenen bizimle olduğu halde ruhen uğur böceğinin yanındaydı.

 

Olayların üzerinden bir ay geçtiği halde ne Ziya ne de ben Banu'nun gerçek karakteri konusunda Berk'i uyaracak cesareti bulamamıştık. Bu konuşma işini sürekli erteleyerek doğru zamanı kollama bahanesiyle sürekli gerçeklerden kaçmaya çalışıyor, kopacak kıyametten kurtulmanın yollarını arıyorduk. Kendimi affedemiyordum. Benim susuşlarım olayların dallanıp budaklanmasına sebep olmuştu ve eli kolu bağlı sadece izlemiştim. O söz günü Banu ve Berk'i izlerken son pişmanlığım beş para etmiyordu. Utanmaz kadın nispet yapar gibi nişan tepsisini bile bana tutturmuş, gözümüzün içine baka baka arkadaşımızın yuva hayallerini lastik top gibi oyun aracı haline getirmişti. İnsanlar bu cinayeti alkışlarla sulandırırken böylesi bir şeytan üçgeninin içine düştüğüm için şansıma lanet etmiştim.

 

"Hadi be oğlum! Ne süslendin! Alt üstü kıytırık bir belge alacaksın." Gözlerimi devirip yan yan baktım. Bu hergele benim o belgeyi alabilmek için ne kadar tabak yıkadığımı, kaç kodomana garsonluk adı altında boyun büküp hizmet ettiğimi biliyor muydu? "Çok konuşma! Geç kalacağız törene." Çevreme ilgili ilgili baktım. "Nerde bu Ziya! Kongre merkezine bizimle gelmeyecek miydi?" Orkun parmaklarını yalayıp inek yalamış gibi parlatıp yana yatırdığı saçlarını okşar gibi düzeltti. "Bilmiyorum. Telefon geldi sen giyinirken o ara işim var deyip çıktı. Muhtemelen bitince direkt törene gelir." Koca bir avuç dolusu jöleyi alıp saçlarına yedirdi. Başına sinek konsa yapışırdı.

 

"İşte kuzu kuzu..."

 

"Şu kuzuları rahat bırak artık! Ya kuzuların peşindesin ya kızların." Yüzündeki sırıtışı bozmadan "Kızlar değil kız..."diye düzeltti. "Yine Sedef diye tutturmazsın umarım."Aşık aşık aynaya baktı. "Sedeeeeeef!" İç çekerek tutkuyla söylediği söz kıkırdamama sebep olmuştu. Evet yeni takıntımız belli olmuştu. Sedef... Zavallı kız başına geleceklerden habersiz Orkun'la aynı üniversiteye gitmenin azizliğini yaşıyordu. Orkun ona sözde ilk görüşte aşık olmuştu olmaya ama kızın umurunda bile değildi. Ciddi ve güzel bir kızdı. Basit bir ilişki aramadığı, bizim Orkun'un aksine samimi ve güven veren bir mutluluk peşinde olduğu her halinden belliydi. Gel gör ki bu kutlu yolculukta adımları her çiçekten bal almaya çalışan Orkun'a çıkmıştı.

 

Orkun kızı kafaya takınca derdini dökmesi için tüm grup seferber olmuştuk. Kızın arabasına güller boşaltmamız, Orkun'un korkunç sesiyle kapısında serenat yapması, derdini anlatıp cevabı aldığında okulun damına çıkıp intihar etmeye kalkması ve daha neler neler. Bizim hergele sonunda sert kayaya çarpmış aşk nedir, acısı nasıl çekilir öğrenmişti.

 

"Bu sefer olacak!" dedi Orkun kendinden emin bir edayla. "Karşısına çıkacağım ve askere gideceğimi söyleyeceğim. 'Hayatımın kadını olur musun dönene kadar beni bekler misin' dediğimde kesin teslim olacak. Ne kadar ciddi olduğumun farkına varacağından hiç şüphem yok." Bu deliye inanıp asker yolu beklerse kıza söyleyeceğim tek şey Allah akıl fikir versin olurdu. Ama ümit dünyası, söz konusu gönül olduğunda kaderin kimi kime nasip edeceğini ancak Allah bilirdi.

 

"Hadi bakalım! Denemekten zarar gelmez! Sen yine de fazla uçup asfalta düşme! Bu kız akıllı diğerlerine benzemiyor. Ucuz numaralar deneyerek kendini küçük düşürme derim." Kendi ekseni etrafında dönüp aynadaki yansımasına laçka bir öpücük gönderdi. "Ben işimi bilirim kara oğlan. Sen bir kız bulamadın ama ben hayatımın aşkını asla elimden kaçırmayacağım." Kaşımı kaldırıp burnumu kırıştırdım. Şu adam kadar kendimize güvenebilseydik yeterdi.

 

Hazırlıklarımız bitince birlikte mezuniyet töreninin yapılacağı alana gittik. Heyecandan yerimde duramıyordum. Onca emeğimin meyvesini bu gün toplayacaktım. Bu gün beyaz önlük giyecek yakamızda Dr. Ünvanının yazılı olduğu kartları takacaktık. Üzerimde kırmızı-siyah mezuniyet giysisi ve başımda keple mutluluktan havalara uçuyordum. Okul bahçesinde uzatılan limonatalardan alıp arkadaşlarımla koyu bir sohbetin sınırlarını zorladık. Fotoğrafçıya samimi ama biraz beceriksizce olan pozlar verip "Peyniiiiir!" Jargonuyla gülümsedik. Hava nispeten sıcak olsa da üzerimdeki kıyafetlerle terlemek çok da umurumda değildi.

 

Mezun oluyordum. Kadir Bey'i ve saz arkadaşlarını (!) yenmiştim. Artık beni alt edemeyeceklerini anlamış olacaklar ki peşimde dolaşmaya bile cüret edemiyorlardı. Ayrılık acısı içime bir sızı gibi düşse de verdiğim karardan memnun sayılırdım. O zamanlar akla zarar bir saflığım vardı. Dört duvar arasında büyümüş, topluma karışmamış masum bir delikanlıydım. Hayatımın sonraki dönemlerinde neler yapacağım, bana bulaşan kimleri nefretimde boğacağım o günlerde belirsizdi. Hayat kurtarmak için çıktığım bu yol kaderimin kanlı sayfalarının açıldığı kara bir anahtar deliğinden başka bir şey değildi.

 

Kanepelerden birini alıp ağzıma atacağım esnada bakışlarım Revan'ın tanıdık, masum yüzüyle duraksadı. Beni bu özel günümde yalnız bırakmamış, şeytan kılıklı abisini umursamadan peşimden buralara kadar gelmişti. Burada olduğuna sevinsem de eve dönünce ona neler yapacaklarını biliyordun ve bu bilgi tüm heveslerimi baltalamaya yetiyordu. Bana adım adım yaklaştığında artık kaçmak için geç kaldığımı anlamıştım. Etrafından dolaşıp o yokmuş gibi davranmak artık pek mümkün değildi.

 

Üzerindeki siyah tüllü elbiseyi düzeltip elleriyle birkaç hareket yaptı. Selam vermiş ve benden aynı şekilde karşılık almıştı. İşaret dilini ve dudak okumayı sayesinde öğrenmiştim. Bunun bir yerlerde işime yarayacağından ise pek emin olamıyordum. Dudaklarına baktığımda beni tebrik ettiğini anladım. Teşekkür etmeye kalmadan Orkun elindeki kazuletle hiç haber bile vermeden birkaç poz fotoğrafımızı çekti. "Bu sincap akıllanmayacak. Her yerde bildiğimiz Orkun. Değişmiyor, büyümüyor ve başıma çorap örmekten vazgeçmiyor." Sessiz bir şekilde kıkırdadı. Yüzündeki kırık hüzün dikkatimden kaçmamıştı.

 

Bir şeyler söylemeye hazırlanırken beni kolumdan çekiştiren Orkun'la sendeledim. "Hadi Kara oğlan tören başlayacak yer kapalım." Beni çekiştiren kollarına teslim olarak ayaküstü "Hoşçakal!"diyebildim. Kızla doğru düzgün ilgilenememiştim. Neredeyse koşarak tören alanına gelmiş ve arka koltuklardan birkaç tanesine insanların ayaklarına basarak yerleşebilmiştik. Okulun büyükleri konuşmalarını yaptıktan sonra iş törene gelebilmişti. İnsanlar teker teker fotoğraf çekilerek diplomalarını almıştı. Şu durumda nefes alıp vermek bile benim için zorlaşmıştı. Bir de mezuniyet balosu çıkarmışlardı ki düşündükçe tırnaklarımla avuçlarımı kazıyordum. Oldu olacak kızlar gibi kına da yaksaydık. Bu merasimler ne zaman bitecekti?

 

Sonunda iş okul birincisini açıklamaya gelmişti. Dr. Mervan Hanzade... Heyecan uçsuz bıçaksız çayırlarda dolu dizgin koşan atlar gibi kalbimin içinde dolaşıyordu. Yüzümde küçük bir tebessümle beni sahnede bekleyen dekanın yanına ulaştım. Elimi sıkıp diplomamı uzattığında müthiş bir ıslık sesi salonda yankılandı. Bu Orkun'du ve ne yazık ki kaçık gibi ıslığı da bir tek o çalıyordu. Gözlerim onca kalabalığın arasında tesadüfen gergince kenarda duran Ziya'yı buldu. Bakışları anlamsızca kızgın kızgın üzerimde dolaştı. Aramızda bir sorun olmadığı halde tedirgin olmuştum. Sinirli miydi yoksa bana mı öyle geliyordu?

 

Ben Revan'ın kalbinin üzerinde buluşan ellerine gülerek bakarken önüme gelen kütükle küçük bir şok yaşadım. Bana uzattıkları metal tokmağa ve dekana uzaylı görmüş gibi alık alık baktım. "Vur delikanlı! Adettendir. Birinci olan kütüğe iz bırakır!" Bir kütüğümüz eksikti. Alkış sesleri kulaklarımı doldurmuş ve bana da kütüğe tokmağı indirmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Artık alkışlar ve ıslıklar dışında adımı haykıran nidalar da duyar olmuştum. Hocalar etrafımda yerlerini alıp benimle fotoğraf çekildiler. Öyle mutluydum ki bu anın tatlı bir düş olmasından delicesine korkuyordum.

 

Arkadaşlarım tebrik etmek için bana doğru yaklaşırken Ziya bulunduğu köşeye sinmiş kötümser bakışlarını üzerimden bir an olsun ayırmıyordu. Korkuyordum. Her şeyin bu kadar güzel olması şaşılacak şeydi. Güneşimi solduran kara bulutların bir anda belirmesi hem beklediğim hem de gerçekleşeceğine inanmadığım şeylerdi. Fotoğrafçının talimatıyla sıra sıra yerlerimizi alıp poz verdik ve nihayet büyük an geldi. Kep atma töreni... Üçten geriye doğru saydığımda 74. Kep atma töreni son bulmuş ve kahkahalarla defalarca keplerimizi en yükseğe fırlatmıştık. Umarım o gün yeniden kendi kepime kavuşmayı başarabilmişimdir.

 

Salon yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Ziya kenarda sessiz sessiz beklerken Orkun "Çalışkan Kara oğlan seni. Yine herkesi kendine hayran bıraktın!"diyerek omzuma atladı. O kedi gibi benimle boğuşmaya çalışırken hergeleye kızamayacak kadar mutluydum. Beklenmedik bir sessizlikle afallayan gözlerim sakinleyen ortamın verdiği merakla onlardan tarafa yöneldi. İnsanlar bize bakmayı bırakmış, mezuniyet fotoğraflarımızın sergilendiği ekrana kilitlenmişti. Omzumun üzerinden bu kadar ilginç görünen şeye merakla baktım. Nefesim ciğerlerime keskin mızraklar sapladı. Ölüm gibiydi gördüklerim ama ölen sadece hayata karşı olan güvenim oldu.

 

"Bunlar!"dedim boğulur gibi. Devamını getirmeye ne gücüm ne cesaretim kalmıştı. "Kara oğlan bu nasıl olur?" Yumruklarımı sıktım. Ter damlaları alın çizgilerimden şakaklarıma oradan da boynuma doğru akıp gitti. Perdeye yansıyan kareler insanlarda hayret nidaları oluşturmuştu. Onlar benim fotoğraflarımdı. Ve ne yazık ki aynı karede Banu da benimle birlikte görünüyordu. At bindiğim o gün havluyla yarı çıplakken burnumun dibine kadar girip sırtıma dokunduğu o anı bir başkası gibi uzaktan izliyordum. Tıp balosunda beni zorla öptüğü anı sanki karşılıklıymış gibi birileri fotoğraflamış ve belki de en olmaması gereken yerde herkese teşhir etmişti. Diğer fotoğraflarda da yakın sayılabilecek pozisyonlardaydık. İnsanlar aramızda bir yasak aşk olduğunu düşünüyor ve söylenerek kontak bakışlar eşliğinde yanımdan geçiyordu. Biliyorlardı. Banu benim yakın dostum Berk'in nişanlısıydı ve ben onların gözünde arkadaşının nişanlısıyla aşk yaşayan iğrenç bir adamdım.

 

Arkadaşlarıma dönüp yalvarır gibi "Ben bir şey yapmadım!"dedim. Ziya'nın gözlerinden alevler fışkırıyordu. Başını yazık ederek salladı ve dudaklarını tiksinir gibi kıvırdı. "Yalan söyledun!" Orkun'un gözlerindeki şüphe ne kadar vahim durumda olduğumu haykırır gibiydi. "Yemin ediyorum onunla asla bir ilişkim olmadı. Hiçbir şey göründüğü gibi değil." Ziya kolumdan tutup duvara doğru sertçe itti. Artık dostum değildi. O bana kanlısı, düşmanı gibi bakıyordu. Gözlerinden cehennemler çağlıyordu da eski merhametinin ve dostluğunun zerresini bile göremiyordum.

 

"Her şey yalandur! Bize kimsesizum dedun. Babanun kim olduğuni öğrendum. Bizum kimsesuz deduğumiz Kara oğlan Diyarbakur'da bir imparatorun oğlidur. Bu zamana kadar da söylediğu her şey bir yalandur." Bizi hayretle izleyen Orkun'a dönüp "Bizi fıruldak gibi çevirmuş." Diye tısladı. Orkun eşine az rastlanır bir ciddiyetle yanıma yaklaştı. "Kara oğlan Ziya neler söylüyor? Konuşsana! Ben yalan söylemem desene!"

 

Başımı eğdim. "Ula ne söylesun? Anlameyi misun hamsi kafalu. Yalandur hepsu!" Orkun benden açıklama bekliyor, inkar edip şaka yaptım diyeceğimi umuyordu. Ne yazık ki onu utandıracaktım. "Yalan söyledim. Benim annem de babam da sağ. Fakir falan da değiliz. Hiçbir zaman yolum yetimhaneye düşmedi." Ziya, burun deliklerini büyütüp nefret solurken Orkun hayal kırıklıklarını yutkunur gibi hırıldadı. "Neden? Ulan niye yalan söyledin? Doğrusunu söylesen ne kaybederdik ki?"

 

"Anlayamazsın! Bilmediğin şeyler var." Olanlara şahit olan 100 kişilik bir gruptan başka kimse kalmamıştı. Suçluydum. Bu gün ilk defa yüzümü kendi ellerimle kara çıkarmıştım. "Söyle o zaman! Söyle de öğrenelim!"

 

"Söyleyemem! Ne yaptıysam sizin için yaptım! Bilmemeniz gerekiyordu. Öğrenseydiniz her şey daha da kötü olabilirdi." Orkun başını eğip susarken Ziya son sözlerini söylemekten gocunmadı. "Berk'e ihanet ettun. Ula o zavaludan ne istedun?" Masumiyetşmi sonuna kadar savunmaktan geri durmayacaktım. Gözlerinin içine bakıp "Hiçbiri göründüğü gibi değil. Ben yanlış bir şey yapmadım. Oyun oynuyorlar!"dedim. Gözlerindeki inançsızlık gururuma dokundu. Sustuklarım beni kaçtıklarımdan kurtaramamıştı. Her şey bitmişti. Artık ne söylersem söyleyeyim bir şeyler düzelmeyecekti. Aklansam bile bana güvenmeyen bu insanlarla eskisi gibi olamayacaktım. Eskisi gibi konuşamayacaktım. Kırılmıştım. Kırgınlığım asla geçmezdi.

 

O gün oradan uzaklaşıp kendimi samimi olduğum bir başka arkadaşımın yanına attım. Eve dönmek ve onlarla yüzleşmek istemiyordum. Duramıyordum orada. Sığamıyordum dünyaya. O güzel günde bu kadar canımın yanacak olması, böylesi bir utancın alnıma çizilmesi haksızlıktı. İnsanların hakkımda ne düşündüğü umrumda değildi. Beni üzen, yıkan şey dostlarımın bilip bilmeden bana yüz çevirmesi, yaşadığım kabusu anlamamasıydı. Yüreğime çöken sis başıma geleceklerin daha sadece bir başlangıç olduğunu haykırır gibi bedenimde dolaştı. Yenilgiyi hazmedemiyordum. Gerçekler ortaya çıkmak zorundaydı. Artık bir şeyleri saklamaya mecali kalmamıştı. Alnımı aklamak ve çekip gitsem de bir hain olarak değil onurlu bir adam olarak zihinlerde kalmak istiyordum.

 

Hayatımın hatasını yaptığımı bilmiyordum. Hiçbir şey söylemeden gitmiş olsaydım belki bunlar olmayacaktı. Pişmanlıklarımın fayda vermeyeceğini anlamam uzun sürmeyecekti. Hayatımı kendi elimle karartacağımdan habersiz Banu'nun engellediğim numarasını uzun zaman sonra ilk kez aradım. Olan biteni sınıf arkadaşıma anlatmış ve kamerasını ödünç almıştım. Tek derdim kendimi ispat etmekti. Banu'yu konuşturacak ve gerçekleri kameraya kaydedip çekip gidecektim. Arkadaşlarımla yüzleşmek gibi bir derdim yoktu. Onlar kayıtları izlediğinde ben çoktan çekip gitmiş olacaktım. Arkadaşım Koray'ı bu işe alet etmemek için Banu'yu kaldığım eve çağırdım. Amacım istediğim kaydı alıp eşyalarımı toplayarak şehri terk etmekti. Dikkat çekmeyeceğim küçük bir yere gitmek ve her şeyi bir kez daha geride bırakmak istiyordum.

 

Anahtarımı kullanarak kapıyı açtım. Günün bu saatinde evde olmadıklarını biliyordum. Orkun yine muhtemelen Sedef'in peşindeydi, Ziya ise Hamsili Baba'yla deryaya açılmış balık avlıyor olurdu. Olan biteni Hamsili Baba'nın öğrendiğini düşününce hatıralar paramparça olup beynime cam kırıkları gibi battı. Ona karşı yüzümün yere gelmesine dayanamıyordum.

 

Kamerayı yerine yerleştirip kayıt düğmesine bastım. Yaklaşık iki dakika sonra Banu çekingen sayılabilecek bir edayla kapıyı çaldı. İçimdeki nefreti gizleyip kapıyı açtım ve bana yaşattıklarını düşünmemeye çalışarak karşısında dimdik durdum. "Bir merhaba yok mu?" Dedi yüzündeki sinsi ifadeyi bozmadan. Her ne kadar kalitesiz tavırları aynı olsa da bu günkü Banu tanıdığım Banu'dan epey farklıydı. Gözaltıları şişmiş ve ağlamaktan olsa gerek kıpkırmızı kesilmişti. Boğazındaki parmak izleri hayretle gözlerimin açılmasına sebep oldu. Dudağı patlamış ve kolları tırnak izleriyle dolup taşmıştı. Ağlamaklı çıkan ses tonunu boğaz ayıklayarak gerisin geriye yutkundu.

 

"Yine harika görünüyorsun. Dün olanlardan sonra seni böyle bulmayı beklemiyordum." Dedi içeri topuk tıkırtıları evde yankılar bırakırken.

 

Onu çirkin bir böceği inceler gibi nefretle süzdüm. "Keşke ben de senin için aynı şeyi söyleyebilmiş olsaydım." Onu geride bırakıp kamerayı kurduğum odaya geçtim ve ona sırtımı döndüm. "Olanları duymuş olmalısın. Aramızda bir şey olduğunu sanıyorlar ve o rezil fotoğraflardan sonra böyle düşünmelerine çok da şaşırmıyorum." Birkaç metre uzağımdaydı ve sırtım ona dönükken sadece nefes alış verişlerini duyuyordum. "Aramızda bir şey olmaması hiç olmayacağı anlamına gelmiyor." Başımı eğdim. Kendimi aklamak için ağzından dökülecek cümlelere mecburdum. "Onlara gerçeği söyle Banu. Bizim hiçbir zaman aramızda bir şey yaşanmadı. Bu sözleri, çirkin bakışları hak etmiyorum." Bir gardrop açma sesi duysam da sözlerime odaklanmış kaydedeceklerimi planlıyordum.

 

"Sana zarar vermedim. İncitecek bir davranışta bulunmadım. Bunca zaman sadece Berk'in acı çekmesini, bir delilik yapmasını istemediğim için sustum. Peşimden koşan sen olduğun halde yapmadıklarımla itham edilmek istemiyorum. Dostlarımı kaybettim zaten, çekip giderken bu lekeyi ruhumda taşımayı kaldıramıyorum. Sen bu kadar kötü biri olamazsın." Yorgun gözleri hüzünlü tebessümünü yalancı çıkarır gibi nemlendi.

 

"Haklısın. Sen karakterli birisin ve bu sözleri hak edecek bir şey yapmadın. İtiraf etmeliyim. Bana bu kadar direnebileceğini bile düşünmemiştim. Sadece şansızsın. Hayatın hep yanlış insanlarla buluşmuş." İç çekti. "Keşke kaderimizi şekillendirecek kararları biz verebilseydik." İstediğim olmuştu. Bunları duymayı beklemiş ve neyse ki kamerayla kayıt altına almıştım. Yüzümü ona döndüğümde gördüğüm manzara ile allak bullak oldum. Üzerindeki siyah spor elbiseyi çıkarmış ve yerine gardırobumdaki beyaz gömleği giymişti. Beyaz gömleğinin altındaki siyah çamaşırlarını gördüğümde yüzümü çevirdim. Bu haline tanıklık etmek istemiyordum.

 

"Benden çekinme lütfen. Yanlış bir şey yaptığımıza inanmıyorum. Berk iyi biri fakat aşkın önünde kim durabilir ki?" Sustu. Elleri yakama yapıştığında yüzümü ondan çevirdim. Yine aynı şeyi yapıyordu. "Seni seviyorum Mervan. Kavuşmamıza izin ver!" Öfke elindeki siyah kancayla kanımda kol geziyordu. Gözlerimin hareleri kin ve nefretle daha da kararmış simsiyah olmuştu. Onu sertçe itip masaya yasladım ve ellerim can çekişen merhametimi kör bırakıp boynuna sarıldı. "Aşağılık, hâlâ ne yapmaya çalışıyorsun?" Boğulur gibi çatallanan bir sesle inledi.

 

"Mervan canımı yakıyorsun? Bırak, bırak beni! Boğuluyorum."

"Yaptıklarının bedelini ödeyeceksin!" Diye haykırdım. Gözümü kan bürümüştü. Zihnimin uyuştuğunu bedenimin soğuyan bir ceset gibi kaskatı kesildiğini hissedebiliyordum. Kör dövüşünü andıran bir boğuşma ve anlamsız diyaloglar hüküm sürerken kapının kırılma sesi ellerimi ondan çözen tek şey oldu.

 

"Berk!" Banu'nun sesiyle ter içinde kalan yüzümü avuçlarımın arasına alıp bana öldürücü bakışlar atan dostuma döndüm. Başım görüneni inkar etmek için sağlı sollu sallandı. "Sandığın gibi değil... Ben..."

 

"Bana tecavüz etmeye kalktı!" Başımı Banu'ya çevirdiğimde ellerini kollarına bağlamış bir şekilde hüngür hüngür ağladığını gördüm. Delirmiş gibiydi. Tir tir titriyordu. Islak yüzüne yapışan kızıl saçlarını elinin tersiyle çekip diz çöktü. Beyaz gömleğimin altındaki siyah çamaşırlarından utanır gibi bedenini gizlemeye çalıştı. "Çok utanıyorum. Böyle olacağını bilemezdim. Ben..." Hıçkırıklar içinde gözyaşlarına boğuluyordu. Rolünü öyle ustaca oynamıştı ki ben bile suçlu olanın kendim olacağını anlık da olsa düşünme gafletinde bulunabilmiştim. İlk şoku atlatamadan uğuldayan seslerin ve karıncalanan görüntülerin arasından bana savurulan bıçağın farkına vardım. Omzumda derin sayılabilecek bir çizik oluşmuştu ve kan gömleğimin her yanına yayılmaya çoktan başlamıştı.

 

"Aşağılık köpek!" Bıçağı kalbime saplamak için deliren Berk'i engellemeye çalıştım. Bu ölümden de beterdi. "Sandığın gibi değil!"dedim fakat gözünü kan bürümüştü ve ne yazık ki beni asla duymayacaktı. "Ulan ne istedin bizden be?" Diye haykırıyor bıçağı tam kalbimin üzerinde tutmaya çalışarak beni ölüme göndermenin kaygısını çekiyordu. Banu yerde deli gibi ağlarken bıçağı ikimizden de uzaklaştırmaya çalıştım. Boğuşmanın durması imkansız gibiydi. Halimiz kör dövüşünü andırıyordu. Ne acı ki bu hale gelmemek için çabalamaya çok geç kalmıştım.

 

"Ula dur! Öldürecesun adamu." Ziya Berk'i omuzlarından yakalayıp güç bela benden uzaklaştırdı. Orkun beni yerden sürükler gibi kaldırdığında kanım damarlarımda donmuştu sanki. Berk defalarca üzerime atılmak istese de ben kaçmayı düşünemeyecek kadar uyuşmuştum. "Ula git." Orkun beni iterek evden çıkmaya zorladı. Ancak evin önüne birikenleri gördüğüm an en başından beri sesimizin herkesçe duyulduğunun farkına varabilmiştim. Berk Ziya'nın elinden kurulup evin önünden uzaklaşmaya çalışan bana yetişti. Bıçağı karnıma saplayacağı esnada bileğinden tutup kendimi korumaya çalıştım. Gözlerimin önünde yere yığıldı. Onu bıçaklamış, en başından beri gerçeklerle mutsuz olacağına inandığım arkadaşımın kendi elimle kanını dökmüştüm.

 

Korkuyla ellerime baktım. Kaçtığım cehennem dönüp dolaşıp sonunda beni bulmuştu. Orkun yerde kan soluyan Berk'i kucaklayıp karnına bastırdı. Gözleri ikimiz arasında gidip geliyordu. Ve ilk defa bana dehşete kapılmış bir şekilde bakıyordu. Ziya ölüm kalım savaşı veren Berk'i ayık tutmaya çalışırken titreyen ellerimle öylece ruhsuz bir şekilde onları izliyordum. Başıma yediğim tahta kasayla düştüğüm şoktan sıyrıldım. Olan biten artık kimseden gizli değildi. Gerçekleri ise sadece Allah biliyordu.

 

Darbe yığılacak gibi sendelememe sebep olsa da üzerime çullanan onlarca kişinin farkındaydım ve kurtulmak için çabalıyordu. Beni ne yaşadığımızı bilmeden linç etmeye kalkmışlardı ve her darbede bilincim biraz daha kararıyordu. Kendimi korumak için verdiğim hiçbir çaba sonuç doğurmayacaktı. Bu hengâmeye arkadaşlarımın da dahil olması birkaç saniyeyi almıştı. Orkun ve Ziya durumu kurtarmak için üzerime atılmış ve beni kalabalığın arasından almak için bedenleriyle siper olmuşlardı. Nihayet kızgın kalabalıktan uzaklaştığımda kendimi güç bela yeniden evde bulabilmiştim. Titriyordum. Canını teslim etmek için son nefesini bekleyen siyah bir güvercin gibiydim. Sırtımı zavallı ahşap kapıya yaslayıp dizlerimi karnıma çektim. Bu onları son görüşüm olacaktı. Yara bere içindeydiler. Beni kurtarmak isterken onlar da en az benim kadar saldırılara hedef olmuştu.

 

Ziya burnundaki kanı silip kapının aralığından ambulansa taşınan Berk'e baktı. Yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorduk. Ağlamak istiyordum. Ağlayamıyordum. İçimde kopan kıyamet öyle büyüktü ki tüm duygularım bana rağmen benliğimi terk etmişti. Orkun şanslıydı. O ağlayarak duygularını dışa vurmayı başarabiliyordu. Ben içimde biriken, her an patlamaya hazır bir volkanla baş etmeye çalışıyordum.

 

"Açın polis!" Beni almak için gelmişlerdi. Dakikalar sonra bileğimdeki kelepçelerle polis aracına bildiriliyordum. Ardımdan kahrolan dostlarıma son kez baktım. Araca kaçırılır gibi bindiğimde aklıma vakitsiz gelen şey beynimde şimşekler çaktırmıştı. Kelepçeli bileklerim beni engellemeye çalışan memurlara rağmen cama sert darbeler indirdi. "Kameraya bakın. Her şeyin doğrusu kamerada. Onu bulun!" Ziya ve Orkun alık alık birbirine bakarken araç yolları ağlatarak senelerce acı tatlı hatıralar biriktirdiğim evi geride bıraktı. Ve ben derdimi anlatabildiğimden bile şüpheliydim.

 

 

❤️‍🔥❤️‍🔥❤️‍🔥

 

 

Beni bildirdikleri araçta her an tetikte bekliyorlardı. Gözlerindeki nefret canımı yakıyor, masum olduğum halde yüzümü kızartıyordu. Onların gözünde arkadaşının nişanlısına tecavüz etmeye kalkışan ve bunu beceremeyince de en yakın dostunu bıçaklayan zalim saykonun tekiydim. Merhamet edip hoşgörülü davranmaları bir yana dövüp sövmediklerine şükretmem gerekirdi.

 

Memur kaba bir hareketle beni ite kaka araçtan indirmeye kalktı. Ayakta duracak gücüm yoktu. Beni öldüresiye dövmüşlerdi. Burnumdan hâlâ kanlar boşalıyor, başım yediğim iri taşların etkisiyle kanıyordu. Bulanan midem hiç de iyiye işaret değildi. Yüzümde sayısız yara ve morluk hükümranlık sürerken kalbimdeki sancı tüm bu bedensel acıları bastırmıştı. Sallana sallana zoraki yürümeye çalışıyor, bacağımdaki sızlama yüzünden çoğu adımımda topallıyordum.

 

"Sallanma! Akşama kadar seni bekleyemeyiz."dedi yanımdaki çaylak memur. Yerimde olsa bu kadar bile hareket edemezdi. Sonunda daha fazla kendimi tutamayıp midemde ne varsa kenara çömelerek kustum. Ani hareketim tedirgin etse de beklediğim kadar sert karşılanmamıştı. Alnım boncuk boncuk terlemişti. Ve ne yazık ki midemi kıskıvrak yakalayan açlık yüzünden kusmayı bile becerememiştim. Doğrulmak için çabaladım fakat yığıldığım yerden kalkacak kadar bile gücüm yoktu.

 

"Hadi tembel tembel oturma." Kenardaki kaldırım girintisinden tutunup kalkmaya çalıştım. Ellerim de bacaklarım gibi titriyordu. Başımı kaldırmaya çalışırken gün ışığının önündeki nesneyle bakıştım. "Şu suyu iç!" Başımı sallayıp bana uzatılan şişeyi ağzıma götürdüm. Ağzım burnum dişlerim savaştan çıkmışım gibi kan içindeydi. Bu halimi görmediğim için şanslıydım. Varlıklarını sızılardan, süzülen kan damlalarından ve ağzımdaki bakırsı tattan anlıyordum. "Yüzüne de biraz su değdir. Ferahlatacaktır." Yorgun ellerim sözün sahibine bakamasa da talimatları bire bir yerine getiriyordu.

 

Çıt çıkmıyordu. Böylesi bir nezaketi ve anlayışı şu konumdayken göreceğimi sanmazdım. Bakışlarımın odağına düşen simit o an beni ağlatan tek şey olabilirdi. "Şundan atıştır. Ölecekmiş gibi görünüyorsun." Simiti hiç düşünmeden aldım ve irice bir ısırıkla olabilecek en aceleci şekilde mideme gönderdim. Susamların dudaklarımın kenarında kalmasını bile umursamıyordum. Avına saldıran vahşi bir kurt gibiydim. Beni güç bela ayağa kaldırdıklarında asla unutmayacağımı bildiğim yüzüne kısa bir süreliğine de olsa baktım. Ela gözleri olan kumral bir delikanlıydı. Benden daha yaşlı olduğunu düşünmezdim. Yanında uzun, açık kestane rengi, dalgalı saçları olan güzel bir kadın vardı. Yüzü tanıdık geliyordu fakat onu çıkaramamıştım. Kadının bakışlarına tüneyen baykuşlar yüreğime yırtıcı çığlıklar attı. Beni tanımış gibi temkinli ve hayret dolu bir ifadeyle baktı.

 

Beni onlardan uzaklaştırmaya çalışan iki memura rağmen gözlerim hâlâ üzerlerindeydi. Genç adam bakışlarını çevirse de kadın hâlâ beni izliyordu. Onu bir yerlerde gördüğüme emindim.

 

"Allah'a teşekkür et! Niyazi Komiserim gibi birine rast geldin. Buralarda tecavüzcüye fazladan tek bir nefes bile vermezler." Gözlerimi korkusuzca üzerine diktim.

 

"Ben kimseye tecavüz etmedim!"dedim inanmayacağını bilerek. "İftira atıldı." Memurlar bakışlarını üzerime mıhlarken kaderimin kötülüğüne isyan etmemek için direniyordum. Cesedi andıran bedenime gerekli müdahaleyi yapıp beni sorgu odasına götürdüler. Bana nefret ve hayretle bakan onca insanın arasından başım dik bir şekilde geçmiştim. Loş ortama geçip sorgu odasında beni terletmek için sorulan tüm sorulara doğru yanıtlar verdim. Cevaplarım basitti.

 

"Ben kimseye tecavüz etmedim. Benimle olmak isteyen kişi Banu Sonat'ın ta kendisiydi. Beni taciz edip etrafımda dolaştı ve itibarsızlaştırmak için gerçekleri çarpıtıcı nitelikte fotoğraflarımı gizlice çekti. İftiraları aklamak için onunla evde buluştum ve konuşmalarımızı kayda aldım. Berk'in planımı altüst edeceğini bilmiyordum. Kapıyı kırıp eve girdiğinde bana bıçakla saldırmaya kalktı. Tek derdim kendimi korumaktı." Vs. Vs. Onlara bilmeleri gereken her şeyi söylemiştim. Umutsuzluk içinde Berk'in durumunu sordum. Hastaneye kaldırılmış ve hiç vakit kaybetmeden yoğun bakıma alınmıştı. Durumunun kritik olduğunu öğrenmek kalbimi öldürücü bir kasvet düşürdü. Ya onu kaybedersem ya katil olursam diye düşünmekten korku delisi olmuştum.

 

Tutuklandıktan sonra yanıma gelen ilk kişi ev sahibimizdi. Onu görmekten utanmış, üzerime yapışan bu suça inandığını düşünüp kahrolmuştum. İnanmamıştı. Bana "Doğrusunu senden öğrenmeden hiçbir söze güvenmem,"dediğinde neredeyse mutluluktan gözlerim yaşaracaktı. Oysa bana ilk tekmeyi onun atacağını sanıyordum. Yanılmıştım. Beni yine yanıltmıştı. "Peygamberimiz su-i zanda (kötü zan) isabet etmektense hüsn-i zanda yanılmamızı tavsiye eder."dediğinde ona daha çok minnet duydum. Onunla konuşmak bana iyi gelmişti. Bana Banu gibi kötü niyetli biriyle kapalı ortamda yalnız kaldığım için kızmış, sustuklarım için baba gibi azarlamıştı. Ne yazık ki haklıydı. Karşımıza her zaman iyi insanlar çıkmıyordu. Asansörde yalnız kalınan o birkaç dakikayı bile bir kadını taciz etmek için kullanan insanları internette rast geldiğim videolarda izlemiştim. Eğer kamera olmasaydı kendimi aklamam imkansız olacaktı. Banu'nun bedeninde şiddete maruz kaldığını ortaya koyan izler vardı. Öyle iyi rol yapmıştı ki belki kendimi uzaktan izlesem ben bile masum olan kişinin Banu olduğunu düşünürdüm. Bazı hatalar tek seferlikti. Dikkatli olmak, kendimizi korumayı bilmek zorundaydık. Kötü niyetli insanların nerde nasıl karşımıza çıkacağını kestirmek her zaman zor olmuyordu. Beni kurtaran şey ise o odaya yerleştirildiğim kamera olmuştu. Neyse ki arkadaşlarım sorgu odasında terledikten sonra gerekli izni alıp bir saat içinde elinde kamerayla emniyete geri dönmüş ve ev sahibimizle birlikte beni aklayacak tek delili soruşturmaya kazandırmıştı.

 

Sevk edileceğim gün Hamsili Baba da yanıma gelmişti gelmeye ama onun beni burada bu halde görmesine dayanamayacağımı düşünüp kabul etmemiştim. Arkadaşlarımın ifadesi alınıyor, olayla ilgili tanıklıklarına başvuruluyordu. Benim için kötü bir şey söyleyeceklerine inanmasam da onlara duyduğum kırgınlık bir ömür geçse de bitmezdi. Bunca zaman yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemişti. Beni hiç mi tanımamışlardı? Hiç mi halimden derdimden anlayıp güvenmemişlerdi? Şimdi aramızda yaşananlar nasıl silinirdi? Unutabilir miydim bana olan ithamlarını? Unutamazdım. Eğer buradan kurtulabilirsem yapacağım şey arkama bile bakmadan kaçıp gitmek olacaktı. Bir daha beni bulmalarına asla izin vermeyecektim. Hatalarını anlayıp pişman olduklarında da duruşum değişmedi. Beni görmek için geldiklerinde onlara sırt çevirdim. Kamerayı ev sahibiyle birlikte bulmaları ve içindekileri izlemeleri artık önem teşkil etmiyordu. Gerçekleri bu şekilde öğrenmeleri bana inanmadıkları gerçeğini değiştirmiyordu.

 

Tutuklu yargılanacaktım. Berk hâlâ hastanedeydi ve durumu ciddiyetini koruyordu. Bileğimde kelepçelerle cezaevine doğru yola çıktım. Benden sıkıntı çıkarabilecek eşyalarımı alıp kalacağım koğuşa gitmemi söylediler. Müdür bilhassa görüşmüş ve benden tecavüz meselesini söylememem gerektiğine dair söz istemişti. Burada her türlü insan mevcuttu, fakat gasp, hırsızlık, torbacılık gibi suçlardan yargılanan insanların bile söz konusu namus olduğunda tavrı değişiyor, gözü kararıyordu. Eğer Banu'ya bir kötülük yapmadığım ispat edilmeseydi "Damatlar koğuşu" , "Sapıklar Koğuşu" olarak bilinen cinsel suç işleyenlerin olduğu koğuşa gidecektim. Masumiyetim ortaya çıktığı için adam yaralama suçlarından yargılanıyordum. Dosyamda masumiyetimi ortaya koyan görüntüler mevcuttu. Eğer Berk hafif düzey bir yaralanma yaşamış olsaydı işim bundan çok daha kolay olacaktı. Görüntüler de sadece kendimi savunmak istediğin ayan beyan ortadaydı ama bu da ne yazık ki yetmiyordu. Bir kez pisliğin içine düştüğünüzde debelenmeleriniz daha çok kirlenmeniz gibi bir sonuç doğuruyordu.

 

Bileğimde kelepçelerle uzun demir parmaklıklarla kaplı bir koridordan geçtim. Bir gün önce diploma tutan ellerden kan akmıştı. Beni tebrik eden dostlarımın yerini "Allah kurtarsın!"diyen gardiyanlar almıştı. Can evim yanıyordu. Ve yapayalnızdım. Güçlü durmaya çalışıyordum. Ağlamıyordum. Kadir Bey gözyaşı dökmemi 7 yaşındayken yasaklamıştı. O gün bu gündür ağlamak denilen eylemin ne olduğunu bile unutmuştum.

 

Koridor bittiğinde bir başka kapı dikkatimi çekti. Mahkumları havalandırmaya çıkaran kapı olduğu üzerindeki yazıdan anlamıştım. Sessizce kenara çekilip bana bırakılan yatağa uzandım. Benden uzak durup ortamı tanımamı beklediler. İnsanlar buradakilere suçlarını sormazdı. Allah'ın emri gibiydi bu kural. Zaman geçip birileriyle kaynaştığınızda ancak o kişinin neyden hüküm giydiğini öğrenebilirdiniz. Günde üç öğün yemek yiyor, 3 kez de sayıma yani buradakilerin deyimiyle içtimaya katılıyorduk. Gard,yan içeri girer yüksek sesle içtima diye bağırır ve ardından asker sırasındaki gibi dizilen mahkumlar 1sden 15'e kadar sayar ve sıranın sonundaki kişi "15 son!" diye bağırırdı. Uyuyup uyandığımız saat belliydi. Çay içeceğimiz saat bile kurallara göre belirleniyordu. Mutfakla ilgilenen kişiye meydancı deniyordu. İkramları o yapıyor, karşılığında da bizden belli bir ücret ya da buranın para birimi olarak sigara alıyordu.

 

İsteyenler burada belli işler yaparak az miktarda para kazanabiliyordu. Paspas yapmak, tuvalet yıkamak gibi işler kişinin kendini oyalaması ve para kazanması gibi sebeplerden kimlerince tercih ediliyordu. Revirde hastalananlarla ilgileniliyor, ilaç yazma gibi işlemler gerçekleştiriliyordu. Bunların tamamı devletin üstlendiği sorumluluklardı. Koğuş mümessili filmlerdeki gibi korkulacak tarzda değildi. En azından ben kendi köşemdeyken öyle sanıyordum. Arada sırada boncuk dizme, boyama yapma gibi kurslara katılanlar oluyordu. İnsanlar vakit geçirmek için her şeyi kabullenecek durumdaydı. Yaptığım bileziği düşünürsek stres atmak için iyi bir yol bile sayılabilirdi. Havalandırma saatlerinde biraz olsun koğuşun öldürücü ortamından uzaklaşabiliyordum. Haftada iki üç kez havalandırmada spor faaliyetlerine yer verilirdi. Basketbol voleybol gibi saha oyunlarını oynamak mahkumları deşarj eder, motivasyonunu artırırdı. Bedenim aldığım darbelerin acısıyla sızlıyordu. Bu oyunlara katılacak gücü kendimde bulamıyordum. Dostluğa olan güvenim öyle sarsılmıştı ki kimseyle konuşmuyor, benimle iletişim kurmak isteyenlere cevap bile vermiyordum. İstediğim tek şey beni yalnız bırakmalarıydı. Zamanla kimse benimle konuşma girişiminde bulunmamaya başlamıştı. Elbette insanların iletişim kurmaktan uzak durduğu tek kişi ben değildim.

 

İnsanın buraya cinsel suçtan girerse ne yaşayacağını anlamıştım. Anlamak hiç bu kadar acı vermemişti. İnsanlar onlarla konuşmaz, bir selam bile vermezdi. İşledikleri suçun iğrençliğinden olsa gerek nefretli gözler üzerlerinden bir an olsun ayrılmazdı. İnsanlar onlardan öyle çok nefret ederdi ki başlarına gelebilecek her şeyi düşünüp hapishane yönetimi onlara farklı düzenlemeler getirmişti. Bizimle aynı zamanda havalandırmaya çıkmıyor, karşılaşabileceğimiz ortamlarda bulunmuyorlardı. Eskiden hapishaneler bu kadar kalabalık olmadığından cinsel suçlular diğer mahkumların arasında bulunabiliyordu. Bu durum isyan hareketlerinin, şiddet ve saldırıların sebebi olunca çeşitli önlemler almak kaçınılmaz olmuştu. İçlerinden iftiraya uğrayanlar olduğu gibi hak ettiği şekilde cezasını görenler de vardı. Ama toplumun bu kadar aşağıladığı bir suçtan hüküm giyince insanın kendini anlatması pek kolay olmuyordu.

 

O gün müdürün neden bana uyarıda bulunduğunu anlamıştım. Disiplin ne kadar sağlanmaya çalışılsa da buradaki insanlar suç işlemiş, kaybedecek pek fazla bir şeyi olmayan insanlardı. Hatta hapiste kalmaya öyle alışmışlardı ki çıkmak gibi bir beklentisi olmayanlar bile vardı. Bu yüzden daha önceki deneyimlerinden dikkatli davranmaları gerektiğini anlamışlardı. Sakin bir şekilde aralarına girmiş ve bana suçumu soranlara sadece savunma amaçlı adam yaralama demiştim. Yemek yiyemiyordum. Emek verdiğim her şeyi kaybedebilirdim. Sabıka kaydımın olması doktorluk hayallerimin sonu olabilirdi.

 

Mahkeme tarihi belli olmuştu. Kalacağım süre zarfında arkadaşlarım defalarca beni görmeye gelmişti ama hiçbiriyle görüşmek istememiştim. Hamsili Baba'yı bile her seferinde reddetmiş, kimsenin beni yüzümdeki linç izleriyle görmesini istemiyordum. Korkunç görünüyordum. Ayakta durmaya mecalim yoktu. Yediğim her şeyi yaşadığım mide ağrılarından dolayı kısa sürede çıkarıyordum. Sessizliğim insanların gözüne batmıyordu. Gelen herkes önce susar sonra da onlardan biri olurmuş. Tıp öğrencisi olduğumu öğrendiklerinde bana daha çok acıdıklarını görüyordum. Okumuş insanlara değer veriyorlardı. Kimseye bir şey anlatamıyordum. Ben sadece hapishanedeki mahkumlara değil geçirdiğim üniversite yıllarına rağmen dışarıdaki insanlara da yabancıydım. Belki de en çok bu yüzden uyum sağlamakta zorlanmıştım. Dışarıdaki hayat Kadir Bey'in siyah şatosundan çok farklıydı.

 

Günlerimi suskunluk İçinde geçirdim. Kafam allak bullaktı. Gardiyan bir görüşüm olduğunu bildirdi. Kimseyle görüşmek istemiyordum. Konuşmaya bile gücüm yoktu. Günlerdir yapabildiğim tek şey uyumak ve ölmeyecek kadar yiyip içmekti. İstemediğini söylediğim halde beni zoraki görüşmeye götürdü. Koyu renk bir görüş odasında kendimi bulmuştum. Ve karşımda gördüğüm kişi Kadir beyden başkası değildi.

 

Bana öfkeyle sert sert baktı. Öfke duyulacak bir halde değildim acınacak bir haldeydim. Buna rağmen vicdanında sızlayan herhangi bir şey olduğunu zannetmiyordum. Başında kocaman bir şapka vardı. Muhtemelen o siyah şapkayla yüzünü gizliyor ve bir kodaman gibi görünmenin ayrıcalığını yaşıyordu. Başıyla masanın önündeki sandalyeyi işaret ederek, "Otur!" dedi. Onunla görüşmek istemediğim halde söylediğini yaptım.

"Yokluğumda başını belaya sokmuşsun. Tutunamayacağını biliyordum fakat bu beklediğimden çok daha berbat bir hal!"

 

"Ben yanlış bir şey yapmadım." dedim dişlerimin arasından. Neredeyse babam olduğunu unutup kuduz bir köpek gibi üzerine saldıracaktım. Benden utandığını söyleyemezdi zira utanması gereken bir kişi varsa o da bendim. Zaten yaşadığı hayattan utandığım için söyleyememiş gizlemiştim. "Ne yaptığın ve ne kadar suçlu olduğun umurumda bile değil." Gözlerini gözlerimden ayırmadan masaya doğru eğilip sesini sertleştirdi. "Benim kanımdansın. Buralarda çürümene izin vermeyeceğim. Bıçakladığın arkadaşının durumu ağır. Doktorlar iyi şeyler söylemedi. Tek bir sözümle seni buradan çıkarabilirim. Bu kokuşmuş mahkûmların arasından kurtulur yeniden refah ve mutluluk içinde yaşarsın. Ait olduğun yere dön! Benim yanıma!"

 

Ondan ölesiye nefret etmeye başlamıştım. Şu durumda bile istediği tek şey bendim. Beni köpeklerinin arasına karıştırmadan asla huzur bulamayacaktı. Ama Veliahtını bu kara delikte bırakmaya da gönlü elvermiyordu.

 

"Sana geri dönmeyeceğimi söylemiştim. Boşuna nefes tüketiyorsun. Bu kara delikte çürümeyi yanında olmaya tercih ederim." Daha fazla yanında kalmamın bir gereği olmadığını anladığımda gardiyanın ihtarlarını umursamadan dönüş koridoruna yöneldim. Şu durumda bile benden çok kendisini, egosunu düşünüyordu. Kadir Bey'in burada sözünü geçebileceğini biliyordum, ama onunla olmaktansa ölmeyi tercih ediyordum.

 

O günkü görüşmeden sonra zengin ve güçlü bir babam olduğu söylentisi koğuşlarda yayılmıştı. Onlara iyi bir baba-oğul ilişkimiz olmadığını söyleyecek kadar bile gücüm yoktu. Yaşadığım linç girişimi hem bedensel hem de psikolojik açıdan bitme noktasına gelmeme sebep olmuştu. O gün Banu'nun benimle görüşmek için görüş gününe geldiğini öğrendim. Fakat karşısına çıkmak gibi bir derdim asla yoktu. Banu benim görmek isteyebileceğim en son insan bile değildi. Bana oyuncak bir ayı bırakmak istemişti ve elbette onu kabul etmeyi bir an bile düşünmemiştim. Gardiyana ayıyı istemediğimi söyledim ve geri çevirdim. Banu'nun iyi görünmediğini ve yalvararak ayıyı teslim etmesini istediğini bildirdi. Tehlikeli bir durum olmadığı için bunda bir sakınca görmemişti. Ve ne yazık ki o da Banu'nun benim sevgilim olduğunu zannediyordu. Aşık sevgililere yapılan son iyilik (!) Aman ne dramatik!

 

Mahkemenin görülmesine bir hafta kala ev sahibim görüş günüme tekrar geldi. Bana hatrı sayılır bir miktarda cep harçlığı ve kişisel ihtiyaçlarım için hediyeler getirmişti. İçlerinde Hamsili Babanın kitapları ve arkadaşlarımın mektupları da vardı. Beni burada yalnız bırakmamak için her şeyi yapıyorlardı ama ben artık onları eskisi gibi göremiyordum. İçimde kırılanlar asla tamir olamazdı. Bize ayrılan süre boyunca konuşup dertleştik. Tesadüfen başımı çevirdiğimde olayların tanıklarından biri olan Duran'la karşılaştım. Karşısındaki mahkumla aynı koğuştaydık. Bakışlarından rahatsız olunca misafirime veda edip görüş odasından ayrıldım. O günün sonunda yaşadıklarımdan habersiz bir şeyler atıştırıp olabilecek en erken şekilde yatağıma girdim ve uyumaya çalıştım. Akşam içtiması yapıldığından bir daha uyanmam gerekmeyecekti.

 

Odanın tüm ışıkları söndü ve birkaç dakika sonra bir elin boğacakmış gibi ağzımı kapattığını hissettim. Olan biteni anlamaksızın deli gibi çırpınmaya başladım. Beni kıskıvrak yakalayan kollar sökercesine yatağımdan yere fırlattı. Ezikler içinde kalan zavallı, yaralı bedenim sürüklenerek erkekler tuvaletine götürüldü. Pis kokulu beyaz plastik kapıların olduğu sıra sıra tuvalet kabinleriyle dolu umumi bir tuvaletti. Karşımda gördüğüm insanlar ise koğuştaki arkadaşlarımdan başkası değildi. Olan bitenden hiçbir şey anlamamıştım. "Bırakın beni!" Diye haykırırken ellerimi kıskıvrak yakalayıp bağladılar ve beni kan içinde bırakacak kadar sert bir şekilde dövmeye başladılar. Sayısız yumruk, tekme ve kafa darbesinden sonra vücuduma eklenen yeni yaralarla daha da perişan bir hale düşmüştüm.

 

Koğuşta ensesi kalın olan iri yarı adam öldürücü bir tekmeyi karnıma olabilecek en sert şekilde indirdi. Göğüs kafesimdeki kemiklerin kırıldığını hissedebiliyordum. "Aşağılık pislik! Namussuz! Tecavüzcü köpek!" diyerek beni tükürük yağmuruna tuttular. Dişlerimin arasında öğütülen dudaklarımdan kanlı bir tükürükle birlikte hayır çığlığı yükseldi. İnleyerek, "Ben bir şey yapmadım! Aklandım!" Diyebildim. Sözlerim onları durdurmaya yetmemişti. Beni sürükleyerek acımasızca tuvalet kabinlerinden birine götürdüler. Ağzıma yapıştırdıkları bant tüm çığlıklarımı baltalıyordu. Defalarca inleyip beni bırakmaları için geveler tarzda yalvardım. Yaptığımı düşündükleri şeyden o kadar iğreniyorlardı ki acıma duygularını bile kaybetmişlerdi.

 

Kokuyu alır almaz bana yapacakları şeyi anlamış ve daha çok çırpınmaya başlamıştım. Umursamadan başımı onlarca kişinin girip leş haline getirdiği tuvalete batırdılar. Dakikalarca nefes almamaya gayret ederek kendimi pislikten korumaya çalışmıştım. Yüzümdeki ıslaklıktan ve bana reva görülen zulümden nefret ediyordum. "Şimdi gelsin o baban da seni kurtarsın. Namusa para işlemez oğlum! Bedelini ödeyeceksin. Kardeşim dediğin adamın namusuna göz dikmek ne demekmiş göreceksin." Bu suçtan aklanmış olmamın bir anlamı olmadığını artık biliyordum. Kadir Bey'in zengin ve güçlü olmasını aklanma sebebim saymış ve acımasızca beni yargılamadan infaz etmişlerdi. Kendimi savunamazdım. Bir cesedi andıran bedenim ve ağzımdaki o ıslak bant söyleyeceğim tüm sözlerin önündeki bir engeldi. Dakikalar sonra beni kurbanlık bir koyun gibi tuvaletin tavanındaki kancaya astılar. Homurdanır gibi "Ne olur öldürmeyin beni!" diye yalvardım. Buraya üzerime yapışan bir suçla gelirken bu kadarını yaşayacağımı aklımın ucundan bile geçirmiyordum.

 

Ben bağlı olan kollarımla ayakta öylece perişan bir halde dikilirken dersimi yeterince aldığımı düşünüp beni kendi halime bıraktılar. Tek umudum içtimaya gelen gardiyanın yokluğunu fark edip peşime düşmesi ve beni buradan kurtarmasıydı. Saatlerce yüzümdeki o leş kokulu çuvalla asılı bir vaziyette öylece bekledim. Kimsenin beni duymaması korkunçtu. İğrenme duygumu bile zamanla kaybettiğimi düşünüyordum. Acılar içinde döktüğüm gözyaşları kimsenin umurunda değildi. Çocukken beni kilere kapatan Kadir Bey'in merhametini bile arayacak kadar yorulmuştum.

 

Sabah kapının yeniden açıldığını duydum. Gece boyu uyumamış içinde bulunduğum rahatsız edici pozisyon sebebiyle kırılan bedenimle öylece ayakta dikilip durmuştum. Başımdaki çuvalı çıkarıp beni eli kolu bağlı bir şekilde asıldığım yerden kurtardılar ve yattığımız koğuş odasına yaka paça götürdüler. Yaşayacaklarımın bu kadarla sınırlı kalmayacağını üst üste bindirilmiş ranzalardan ve ranza parçalarından anlamıştım.

 

Beni sırtüstü yere yatırıp üzerime çullandılar ve saniyeler içinde kalınca bir muşambaya tüm bedenimi kapatacak şekilde sardılar. Bana yapacakları şeyi anladığımda korkudan kalbimin durduğunu ölümün soğukluğunun hücrelerime kadar iğne misali battığını hissettim. Beni onların elinden ancak Allah kurtarırdı. İçeri giren gardiyanlar ilk defa karşılaşacaklarını bilmeden hazırlıksız yakalanmıştı. Yaşanacak büyük isyan bundan sonra bu kadar dikkatsiz davranmayacaklarının teminatı gibiydi. Ben yardım dilenir gibi inlerken gardiyanların üzerine atılan mahkumlar kısa sürede her şeyi tekeline almayı başarmıştı. Liderleri olan iri kıyım adam beni ensemden kavrayıp havalandırmaya doğru yerde sürüklerken bu tuhaf halimize bakıp iç çekenler de yok değildi.

 

Kalan mahkumlar ellerindeki ranza tahtalarıyla demir kapılara vurup isyanın ayak seslerini ilan ederken ağlamaktan başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. Diğer mahkumlar onu korumak için etrafına etten duvar örerken sonunda müdür ve gardiyanlar ordusu da tam kadro karşımda yerini almıştı. İri kıyım lider eline aldığı çakmağı insanların gözlerinin önünde havaya kaldırdı ve gür sesiyle yalvarışlarımı umursamadan bağırdı. "Namusa uzanan her el kırılır. Bu isyan ibret-i alem için!"

 

"Dur Ado! Yapma! O delikanlının bir suçu yok! Kimseyi istismar etmedi. Sakın bir hata yapma!" Ayaklarımla çırpınıp bedenime sarılan muşambadan kurtulmaya çalışıyordum. Tüm sözler nafileydi. Birileri onları Kadir Bey'in gücünü kullanarak aklandığıma ve suçlu olduğuma ikna etmişti. "Yalan! Kimi kandırdığınızı sanıyorsunuz? Siz..." Üzerime dökülen yanıcı madde çakmakla tutuşmadan yapılacak en doğru davranışı yapmışlardı. Çakmak tutan el kurşunun hedefi oldu. Kendimi korumak için yuvarlanarak ateşten uzaklaştım. Reis ise kanlar içindeki elinin acısıyla feryat figan bağırıyordu.

 

Gardiyanların havaya ateş açması sonuç vermiş ve neyse ki kalabalık isyancı grup dağılmıştı. Görevliler yanıma gelip beni muşambadan kurtardı ve bağlı olan ellerimi çözdü. Ayağa kaldırmak istediklerinde bedenimdeki tüm kemikler dağılmışçasına çaresiz kalıp yığıldım. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Tedavi altına alınmıştım. Bana bakan hemşire yanımdaki komidinden bir bardak su verdiğinde yaşadığım anın şokuyla hıçkıra hıçkıra bağırarak ağladım. Ne olduğunu bile anlamamış, sadece bana acıyan gözlerle bakmıştı. Tek başıma yemek bile yiyememiş, hasta bakıcının desteğiyle ancak iki saat sonra birkaç yudum çorba içebilmişti. Ziya ve Orkun, Hamsili Baba'yı peşlerine takıp hastaneye gelse de görüşmeyi reddettim. Ve durumu Ziya'nın beni takip edip koruyan polis memuruyla kavga etmesi de değiştirmedi. Bizim yollarımız hiç bir zaman bir araya gelmemek üzere ayrılmıştı.

 

Hastaneden çıktığımda ceza evi aracıyla düştüğüm yere kan ağlayarak geri döndüm. Bu sefer işi şansa bırakmayacak ve beni diğerlerinin hışmından koruyabilmek için süngerli odaya kapatacaklardı. Orada tek başıma tam iki hafta 3 gün kaldım. Mahkeme günü gelmişti ve neyseki Berk gözlerini açıp polise ifade verebilmişti. İlk ifade aleyhime olsa da kayıtları izledikten sonra gerçeği öğrenmiş ve sözlerini adil olacak şekilde değiştirmişti. O günlerde aldığım mektup sayesinde biraz olsun huzur bulabilmiştim. Kanunlar nazarında aklanmış ve kendimi, namusumu temize çıkarmıştım. Tahliye günü geldiğinde odaya kalan eşyalarımı almak için döndüm. Başlar eğik yüzler karaydı. Artık suçlu olmadığımı biliyor ve helallik isteyecek yüzü bile kendilerinde bulamıyorlardı.

 

Hapishanenin soğuk koridorlarından çıkıp emanetleri teslim aldım. Gerekli evrakları imzalayıp çıkışa geçtim. Kapının önünde beni bekleyen yüzleri görünce şaşırmıştım. Hamsili Baba, Orkun ve Ziya... Başımı onları görmemiş gibi çevirdim ve adımlarımı topallayarak güçlükle başka bir sokağa yönelttim. O an karşımda Kadir Bey'i göreceğimi sanmıyordum. Büyük siyah aracının kapılarını açmış, kendisine gelmemi bekliyordu. Muhtemelen aramıza sızdırdığı adamlar ona her şeyi anlatmıştı.

 

"Mervan gitme! Bize yüz çevirme ne olur? Böyle bitsin istemiyorum." Ne Orkun'un sözleri beni durdurmaya yetmişti ne de Kadir Bey'in tehlikeli bakışları. Orkun birkaç kez daha arkamdan seslendi. Hızını alamayıp yanıma geldi ve beni omzumdan çekiştirip durdurmaya çalıştı. Hiçbir hamlesi bedenindeki ve ruhundaki izlerle uzaklaşan beni durduramayacaktı. Hamsili Baba'nın "Biraz yalnız kalsın!" Lafını bile duymadan oradan dönüşü olmayan yollara aktım. O perişan halime aldırmadan saatlerce yürüdüm. Daracık yerde kalan özgürlüğe hasret kalbim biraz olsun durulmuş, dertler içimden attığım her adımda sökülüp gitmişti. Hava kararmaya yüz tuttu. Bir otel arayışıyla ara sokaklara girdiğimde esneme yediğim darbe dizlerimi asfaltla buluşturdu. Gözlerimin kararması ve hiçlik... Artık bana kalan sadece buydu.

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%