@syildiz_koc
|
Medya: Ördü kader ağlarını Yaşamayı bu soğumuş cehennemde, ölü bir dost gibi içim titreyerek değil; Sade yaşamayı yaşamak istiyorum. CAN YÜCEL Bize hazırlanan kahvaltıya doğru düzgün dokunamadan yeniden yola çıktık. Bu sefer istikamet Ordu'ydu. İstanbul'a olabildiğince çabuk varmak, o kalabalığın içinde kaybolmak istiyorduk. Aralıksız epey yol aldık. Yanımıza aldığımız bu araç diğeri kadar yeni ve konforlu değildi; fakat Mervan'a ait olmadığını bilmek bile içime tarifsiz bir huzur yerleştirmişti. Beyaz aracı ormana bırakıp yolumuza bununla devam etmeye karar vermiştik. Şimdi daha güvende olduğumuzu bildiğim halde içimde kök salan o yitik korkuya engel olamıyordum. Abim bir aralık markete gitti ve atıştırmalık birkaç ürünle birlikte bol miktarda su ve içecek aldı. Olabildiğince tenha, tahmin edilmesi zor yerlerden geçerek İstanbul'a doğru yol alıyorduk. Bu saklanmak için en ideal tercihti. Dar, dağ yollarından geçerken; telefonun çalması huzursuzluğumu daha da arttırdı. Abim elime dokunup, "Korkma! " diye fısıldadı. Telefonla konuşmaya başladığında biraz olsun uyku mahmurluğundan arınabilmiştim. Arayan Recep'ten başkası değildi. Gözlerimi abimden ayıramıyordum. Yüzünün sıkıntı ve endişe çizgileriyle gerildiğini fark ettim. "Tamam kardeşim! "dedi sakinliğini korumaya çalışarak. "Kusura bakma! Senin başını da belaya soktum." Telefonu hırsla kapattı. Olabildiğince hissiz ve sakin görünmeye çalışıyordu. Oysa onu çok iyi tanıyordum. Gözlerinin seğirip kızarması, dişlerinin dudaklarına geçmesi, yanağındaki o çukurun belirginleşmesi... Her şeyiyle yaklaşmakta olan bir felaketin haberciliğini yapıyordu. Yola konsantre olmuştu ve hızını biraz daha arttırdı. Gözünü yoldan ayırmıyordu. Yüzüne endişe dolu baktığım halde beni fark etmiyormuş gibi görmezden geldi. "Ne oldu?" diye sordum. Konuşmuyordu. Dili kırk satır darbesi almışçasına lâl olmuştu sanki. "Ne oldu abi?" dedim ses tonumu arttırarak. Olanları gizlemenin yersiz olduğunu o da anlamıştı. "Mervan!" dedi kin dolu bakışlarını üzerime dikerken, "Recep'in evini basmış; onu konuşturmak için..." Artık heyecanımı ve korkumu gizleyemiyordum. "Ne olur söyle! Gizleme benden. Bir şey mi yapmış onlara?" Yumruğunu hınçla arabanın göğsüne indirdi. Gözleri ateş saçıyordu şimdi. "O it Recep'i dövmüş, Gülçiçek'i de hırpalamış. Adamlarıyla evlerini darmadağın etmişler." Gözlerim dolu dolu olmuştu. "Bizim yüzümüzden... Bizim yüzümüzden..." diye acıyla sayıkladım. Zehirli bir su içmişim gibi boğazım alev alev yanıyordu. Sanki biri tenimi acımasızca ateşe vermişti. "Ne olur sus gülüm! Şimdi bunları düşünme. Sakin olmaya çalış. Her şey yoluna girecek." Hıçkırdım. Gözyaşlarımı ondan gizlemeye çalışıyordum. Mahcubiyet, ateşten bir gömlek gibi bedenini pare pare yakarken bir de benim suçlu, mecruh gönlümü düşünmemeliydi. İçimdeki ürperti sesime bile yansımıştı. Gözlerim donuk bir şekilde kocaman açılırken, "Bulacaklar bizi!" dedim. "Bulacaklar!" Abim kararlılığını koruyarak, "Sakin ol Nazar!" diye sayıkladı. Onu duyamıyordum bile. Yeniden tehlikede olduğunu bilmek bana tarifsiz bir azap veriyordu. "Bulacaklar bizi! Ya sana zarar verirlerse!" Arabayı kenara çekip aniden fren yaptı. Bu duruşla birlikte öne doğru hafifçe savruldum. Bana dönüp elleriyle yüzüme dokundu. Alnını alnıma bastırıp, "Hiçbir şey olmayacak, ben yanındayım." dedi. Nereden bilecekti en çok bundan korktuğumu. Ben çoktan kendimden geçmiştim zaten. Yüreğimi yakan, ona bir şey olması ihtimaliydi. Mervan, beni öldürürse kaç yazardı? Onun olmak ölümden beter değil miydi benim için? Ama abim... Öyle genç, öyle taze, öyle güzeldi ki... Kıyamazdım benim için harcanıp gitmesine. Evlenmeli, baba olmalı, sevmeliydi doyasıya. Şimdi onu eskisinden de çok seviyordum. Kendimi feda edecek kadar çok... Yeniden aracı çalıştırdı. Bu virajlı yollara uymayacak kadar hızlı gidiyorduk. Ne saklıyordu benden? "Buldu değil mi?" dedim yenilgiyi ele veren dudaklarımla. "Buldu bizi! O yüzden bu telaşın. Beni senden çekip alırlar diye korkuyorsun." Dudaklarını birbirine bastırdı. Anlamıştım. Yolun sonuna gelmiştik çoktan. Artık kabusla yüzleşme vaktiydi. Sağ tarafımdaki camı sonuna kadar açtım. Esen rüzgâra teslim olmuş yüzümü, kollarımın arasına alıp yeşili ve maviyi seyre koyuldum. Saçlarım hoyrat rüzgarla savrulurken, "Belki de son kez!" diye mırıldandım. Elleri saç tellerimde dolaştı. O da biliyordu, biz çıkmaz sokağa çoktan girmiştik. Arkamızdan gürültülü bir korna sesi duyuldu. Başımı kaldırıp dikiz aynasından aracı kolaçan ettim. Oydu! Mervan... Bulmuştu bizi. Selektör yakıyordu durdurmak için. "Buldu!" dedim tükenir gibi. "Buldu!" Abim sakinliğini korumaya çalışarak elini torpido gözüne attı. Mervan'a ait olduğunu bildiğim o silahı sağ eliyle kavradı. Onu görünce küçük bir feryat kopardım. "Hayır, hayır abi! Yapamazsın!" dedim beni duymayacağımı bile bile. Hedefimizden çoktan şaşmıştık. Karadeniz'in yollarında ölüme meydan okuyarak tehlikeli bir kovalamaca oynuyorduk. "Bırak beni abi! O vazgeçmez. Senin ölüme gitmene dayanamam!" Gözlerini kan bürümüştü. Bu hâliyle yaralı, vahşi bir hayvan gibi tehlikeliydi. "Seni ona bırakmam Nazar! Ölüme gidecek olsam bile tek gitmeyeceğim. Peşimden onu da götüreceğim!" Öldürecekti onu. Ölecekti ya da öldürecekti. Artık son perdeye gelmiştik ve karanlık son, ensemde nöbet tutuyordu. "Yapamam abi! Hayatını mahvetmene izin veremem. Kendini böyle biri için harcamana dayanamam." Gözlerini yoldan ayırmadan sağlı sollu aracı savuruyordu. Makaslar aracı yollarla dalga geçer gibi tararken, bir kazaya kurban gitmemiz an meselesiydi. "O şerefsiz bir daha seni rahatsız edemeyecek." Delirmiş gibiydi. Ateşle değil cehennemde oynuyordu abim; fakat farkında bile değildi. Mervan, arabayla çoktan bize yetişmişti. Hızlı bir makasla bizi şaşırttı ve kısa sürede arayı açıp direksiyonu önümüze kırdı. Artık kıskıvrak yakalanmıştık. Bu tenha yolda kimse sesimizi duymazdı ve kaçacak bir yerimiz de kalmamıştı. Abim, güç bela fren yaparak aracı durdurdu. Neredeyse ön cama yapışacak kadar savrulmuştuk. Yaklaşık 1 dakika araçtan çıkmadık. Mervan'ın siyah aracının kapısı aralandı. Beni almak için gelmişti ve asla almadan gitmeyecekti. Abim kapısını açarken, "Arabada kal!" diye fısıldadı. Bense asla onu dinlemeyecektim. Hızla araçtan indim. Tam karşımızdaydı ve bizim aksimize oldukça sakin ve kendinden emin görünüyordu. Aralarında sadece 3 metre kadar bir uzaklık vardı. Birbirlerine uzun uzun baktılar. Sessizliği ilk bozan abim olacaktı. "Çekil yolumuzdan! Elimi pis kanına bulamak istemiyorum." Sözleri Mervan'da en ufak bir hareketlenmeye bile sebep olmamıştı. Onu ve sözlerini görmezden gelip, "Sen de bana ait olan bir şey var." dedi. Siyah gözleri beni tararken karanlıkla bulut bulut olmuştu yine. Abimin bakışları en dokunaklı ve şefkat dolu hâliyle yüzümde gezindi. Gözleri Mervan'a deyince bir kaplan sedasına bürünmüştü. Kıyamıyordu bana, yakıştıramıyordu o sisli yüze. Vazgeçmeliydi, bırakmalıydı beni. Onun sonu olmaya dayanamazdım. "Nazar'ı asla vermem! Sana boyun eğmektense ölmeyi tercih ederim." Mervan, bize meydan okuyan imalı bir bakış attı. "Bu kadar sıkıcı olma. Bunu kim söylese ölüyor zaten." Aynı alaycı bakış, abimin deli gözlerinde gezindi. "Ölüme tek gitmeye hiç niyetim yok. Azrail'in olup seni de götüreceğim. Bir daha asla aileme ilişemeyeceksin!" Mervan'ın yalan yüklü kahkahaları kulaklarımıza kadar esti. "Cesursun delikanlı! Ama aptalsın da... Kredi kartından seni bulabileceğimi düşünemeyecek kadar aptal... Kiminle dans ettiğini bilmiyorsun. Anlamış olmalıydın, karşında toy bir delikanlı yok; yeraltı dünyasının aslanı var. Tek bir pençemle burayı sana mezar yaparım. " Abim, dudaklarını hınçla birbirine bastırdı. Kendisini bu şekilde bulacağını tahmin etmemiş olmalıydı. Onu öylece bırakıp yeniden araca yöneldi. Mervan, onun sıradaki hamlesini ilgiyle takip etmekten geri durmadı. Abim, aracın kapısını aralayıp koltuğun arkasından para çantasını çıkardı. Artık bu gereksiz hesaplaşmayı uzatmaya hiç niyetinin olmadığını anlamıştım. "Eceline geldin şerefsiz! Artık senin tüm yolların mezara bakacak. Ne o? Çakallar gibi sürü halinde gezerdiniz. İtlerin nerde?" Mervan, ona karşılık vermekte zorlanmadı. "Bu ikimizin meselesi. Başka kimseye gerek yok. " Kabuslarım gerçek olmuştu. Kaderimin sillesini yiyeceğim yerde, iki hırslı adamın arasında pusula gibi şaşırıp kalmıştım. "Buraya gel Nazar! Artık yerin benim yanım." Mervan'ın çağrısı yüreğimde soğuk poyrazlar estirmişti. Bu düşmanlık ateşini söndürmek için gidecektim. Abime bir zarar gelmesine dayanamazdım. Benim yüzümden hayatına kıymamalıydı. Ona doğru iki adım attım. Abim buna asla izin vermeyecekti. Kolumdan sıkıca kavradı. "Hiçbir yere gitmiyorsun. Her şeyi göze aldım, onu sana yâr etmem. " Silahı bırakmaksızın çantayı açtı. "Bu paraları tanıdın mı?" Mervan'ın dalgın, küstah bakışları çantada gezindi. Başını hafifçe sallayıp, kara gözlerini çantadan ayırmadan onayladı. Abim, birkaç adım atarak ona yaklaştı. "Benim kardeşim satılık değil soysuz köpek! Senin aşağılık paran onun gönlünde geçmez. Şimdi al şu üç kuruşluk adamlığını, defol git buradan!" Avuçlarındaki desteler dolusu parayı Mervan'ın suratına hırsla savurdu. Paralar önce o küstah yüze, sonra da ıssız, kıvrak yola savrulup dağıldı. Yüreğim kızgın çöllerden serin denizlere karışmış gibi rahatlamıştı. Mervan'ın yüzü öfkeden mosmor kesilirken, ayaklar altında çiğnenen gururum yeniden şaha kalktı. Mervan, hiç hesapta olmayan bir yumrukla bu cüretkâr çıkışa karşılık verdi. Ben küçük bir çığlık koparırken abim silahını belinden çıkarıp ona doğrulttu. Mervan, ona karşılık vermekte gecikmeyecekti. "Hayatının hatasını yaptın. Artık seni benden Azrail bile alamaz." Mervan'ın deli sözleri kalbime bir ok misali saplanıp kaldı. "Yapma Mervan! Bırak gidelim. Yalvarırım bırak, bırak artık! "Abimin öfkeli bakışları beni taradı. "Yalvarma Nazar! Bu p*çe boyun eğmeyeceksin." Çaresizlik içimde kıpırdanan tüm güzellikleri intihara sürüklüyordu ve ben abimin hınç dolu sesini asla duyamayacaktım. "Abi ne olur yapma! Hayatını karartacaksın, yapma!" Abim beni duymayacaktı ve asla dinlemeyecekti. "Onursuz yaşamaktansa ölürüm, anladın mı?" Mervan, gözlerime tehditkâr bir bakış atıp, "Artık oyun bitti; yapacaklarımdan sorumlu değilim." dedi. Abim hiç ummadığım bir anda tetiğe dokundu. Patlama kulakları sağır edercesine dağları yırtarken çığlığım rüzgâra karıştı. Mervan'ı vurmuştu. O lanetli omzundan, beyaz gömleğine kanlar akarken durmaksızın iki kez daha tetiğe dokundu. Şaşkınlıkla gözlerimi kapattım. Artık olacakları görmeye dayanamıyordum. Benim yüzümden harcanışını daha ne kadar seyredecektim? Silah sesi kesilmişti. Tek bir kurşun... Sadece bir kurşun sıkabilmişti Mervan'a. Hınçla silahını yere savurdu. Mervan, sinsi bir şekilde meydan okuduğunda, abime doğrulttuğu silahın önüne geçtim. "Bingo! "dedi dalga geçer gibi. "Kurşunun bitti. Artık benim merhametimdesin. Eğil köpek! Diz çök! Yalvar bana! Canını bağışlamam için yalvar! " Abimde en ufak bir korku ibaresi görünmüyordu. Alaycı bir şekilde karşılık vermekte gecikmedi. "Ne kadar sert esersen es; asla karşında eğilmem!" Ona karşı koymalıydım. "Hayır! "dedim beni dinlemeyeceğini bile bile. "Buna izin vermem!" Abimi ona karşı ölmek pahasına koruyacaktım. "Çekil Nazar!" diye kükredi. "Bu namlunun muhatabı sen değilsin." "Hayır asla! "diye haykırdım. Onun önün geçmiş bedenime siper olmasını sağlayarak korumaya çalışıyordum. Abim bu sığınmayı kabullenemeyecek kadar gururluydu. Beni yavaşça kenarı çekti. "Karışma! Sana dönüş yok demiştim. Ölmek ya da öldürülmek, bana fark etmez artık!" Buna katlanamazdım. Gözümün önünde öldürülmesine dayanamazdım. Abim ölüme teslim olmuşken nemli gözlerimi gizlemeksizin Mervan'a doğru yürüdüm. Bunu bekliyordu, alışmıştı beni sevdiklerimden vurmaya. Abim, "Hayır Nazar!" diye haykırdığında, Mervan'a bir nefes kadar yakındım. "Buradayım. Geldim işte! Bırak gitsin; senin derdin benim." Mervan, sakinleşmiyordu. Boyun eğişim bile kıramamıştı gazap zincirlerini. Gözleri artık bana odaklanmıştı. Bu dikkat dağınıklığı abime istediği fırsatı verdi. Üzerine hızla atıldı. Silahı ondan almak için çırpındığında alet yere düşmüş, ayaklarının altında debelenip duruyordu. Mervan, benim yalvaran çığlıklarıma rağmen abime sert bir yumruk savurdu. Artık yerde delicesine boğuşuyorlardı. Silaha karşı yaptığım hiçbir hamle onu bana getirmeyecekti ne yazık ki. Mervan'ın daha iri sayılabilecek bir bedeni, demirden hallice yumrukları vardı. Her hâlinden bu kanlı, hırs dolu mücadelelerin adamı olduğu anlaşılıyordu. Abimin ona direnmesi imkânsız gibiydi. Yaptığım hiçbir şey bu hengameyi durdurmaya yetmeyecekti. Onları ayırmak için her çırpınışımda itilip uzaklaştırılacaktım o köhne asfalttan. Mervan'ın pençeleri, abimin sinesine inmişti bir kere. O yolun ortasına yığılıp kaldığında "Abiiiiii!" diye haykırdım. Gözyaşları içinde üzerine kapandım. Başımı göğsüne bastırıp feryat ederek ağlıyordum. İçimdeki çiviler yüreğimi paramparça ediyordu. Silahını yeniden abime doğrulttuğunu fark ettim. Başımı yerde baygın hâlde yatan abimin göğsüne yasladığımda, yalvaran gözlerle, "Yapma!" diye sayıkladım. Sözlerim kömür karası kalbine asla tesir etmeyecekti. "Kalk!" dedi. Emretmesi umurumda değildi, bana yapacakları da. Onu dinlememekte kararlıydım. Sırılsıklam olmuş yüzümü abimin güvenli, sıcacık göğsüne gömdüm. Varlığı bana huzur veriyordu ve belki de bu debdebenin içindeki tek güzel şey onun kokusuydu. "Bırak onu!" Delicesine bağırmasını umursamadan daha çok sokuldum. Bedenimin yakınlığı ölümle arasını açacaksa, çelik yelek hüviyetine bürünmeyi seve seve kabul ederdim. Kolumdan tutup koparırcasına ondan ayırdı. Ağlayışım ve yalvarmalarımı görmüyordu. Göğsüne sert yumruklar indirip, onu engellemeye çalıştım. Tek koluyla bile beni zapt edip kendine hapsetmeyi başarıyordu. Yaptığım hiçbir şey onu durdurmaya yetmiyordu. Gözleri kindar bir şekilde abime mıhlanmış, gözyaşlarımı ve çaresiz hâlimi kör bir sedaya mahkûm ediyordu. Dudaklarını, dişlerini sıkarak birbirine bastırdı. Perçemlerinin sert mimikleriyle yarışarak titrediğini hissettim. Abimin biraz önceki onur kırıcı hareketlerini unutmamıştı ve bedelini ödetmekten bana rağmen geri durmayacaktı. Kendimi ayaklarının dibine sert sayılabilecek bir şekilde aniden bıraktım. Düşüşüm dizlerimin hafifçe sürtünmesine ve zedelenmesine sebep olmuştu. Bakışlarım kanlar içinde yatan abimi çaresizce dikizlerken, hıçkırıklar içinde ağlamaktan kurtulamıyordum. "Yalvarırım öldürme! Bana bu acıyı yaşatma." diye sayıkladım. Ayaklarının dibinden başımı kaldırıp, karanlığın hapsolduğu belalı gözlerine baktım. Beni görmüyordu ve her hâlinden içindeki kaosu anlayabiliyordum. Eli tetikte donuk donuk ona bakıyordu. Üzerine ölü toprağı atılmış gibi ruhsuzdu. "Yapma! Bırak yaşasın!" Ayaklarının dibinde hiç olmadığım kadar zavallıydım işte. Elimden başka ne gelirdi ki? "Sus!" dedi kör bir bıçağı andıran dilini bilerken. Tetiğe basıp bana kardeş acısını yaşatmasından ölesiye korkuyordum. Delirmiş gibiydim. "Tamam!" dedim ruhsuzca. "Tamam! İstediğin ben değil miydim? Aldın işte. Buradayım, yanında... Öldürme onu bırak yaşasın! Yemin ediyorum; yemin ediyorum kaçmayacağım. Söz verdim işte! Bağışla canını!" Sözlerim titrek ve zavallı hâlimi destekler gibiydi. Hıçkırıklar içinde söylediğim bu sözlerin bana nasıl bir bedel ödeyeceğinden habersizdim o gün. Yağmur damlaları gözyaşlarıma karışırken, namlunun yavaşça indiğini sezdim. İçimdeki kor biraz olsun sönmüştü artık. Vazgeçmişti... Öldürmeyecekti onu. Sağ eliyle silahını beline yerleştirirken, sol eliyle çenemi kavradı. Gözleri hâlâ abimdeydi, bunu yaparken bana bakmıyordu bile. En ufak bir diz çökme ibaresi göstermeksizin tek eliyle bedenimi dağıldığım yerden kaldırdı. Beni gözlerindeki hırsla boğarak arabanın ön kaportasına yasladı. Bana hiç olmadığı kadar yakındı. Belime arkadan baskı yapıp beni gövdesine yasladı. Bedeni üzerimde etten bir kafes olmuştu. Beni hoyrat bir duvar gibi nefretine bastırdı. Dudakları alnıma yaptığı küçük dokunuşlarla zihnimi karıştırmaya başlamıştı. Tenimde bıraktığı bu küçük nemler lav olup değdiği her yeri yakıp küle çeviriyordu sanki. Soluğunu yüzümde hissettim. Hırsı ve öfkesi hâlâ yerli yerindeydi. Kanlı eliyle yüzümü abimin yattığı yere çevirdi. Suratıma bulaşan kırmızı lekeler umurunda bile değildi. "Bak!" diye bağırdı. Gözyaşlarım elinin üzerinde yuvarlanırken boğulur gibi kesik kesik soludum. Abimin o şekilde görmeye dayanamıyordum. "Onun bu zavallı hâlini zihnine iyice kazı. Aklına her geldiğinde beni hatırla! Bugünü hatırla." Yüzüm parmaklarının arasında kaybolmuş gibiydi. "Canımı acıtıyorsun!" diye sayıkladım. Zayıf titrek sesim, her an kollarına yığılacakmışım gibi sarsılan cılız bedenim, hırsını bir nebze de olsa azaltmıştı. Belki acıyordu hâlime; belki de egosunu tatmin etmek için bir fırsat olarak görmüştü dağılışımı. Saçlarım rüzgârın etkisiyle sağ yanıma yığılmış, perçemlerimle yüzümü örtüyordu. Henüz kana bulaşmamış eliyle gözlerine benden ayırmadan onları geriye doğru sıvazlar gibi itti. Oysa şu an yıkıcı bakışlarından beni koruyan tek şey saçlarımdı. Yüzümü kavrayan ellerindeki kan kokusu içimi bulandırmıştı. "Merhamet!" dedi duyarsızca, "Merhamet nedir bilir misin?" Hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. "Merhamet nedir bilir misin?" diye yineledi dişlerini sıkarak. Ses tonundaki hoyratlık ürkmeme sebep olmuştu. Evet manasında gözlerimi kırpıp, başımı salladım. Gözyaşlarım o kırmızı lekeleri sicim gibi akıtıp tenime bularken, ne kadar aciz olduğumu düşünmekten kendimi alamadım. "Ben bilmem, inanmam hiç o duyguya. Güvenmem! Bana karşı yapılan hiçbir hatayı affedip, ikinci bir şans vermem. Beni sırtımdan vuramaz kimse; vurursa da en ağır şekilde bedelini öder!" Beni kaportaya doğru biraz daha eğip, belimden tutarak kendine çekti. Bu yakınlığa tahammül edemiyordum. "Bugün bir büyüklük yaptım. Benim olanı benden çalmaya çalışan, kapımdaki itlerden daha değerli olmayan bir adamı affettim. Sırf sen istedin diye, sen daha fazla acı çekme diye onun canını bağışladım." Akan gözyaşlarıma inat, alnını alnıma yapıştırdı. "Eğer bir daha aynı hatayı yaparsa; bağışlayabileceğim bir canı olmayacak. Onu kurşunlayıp, köpeklerime yem edeceğim!" Beni kendine çekip doğrulmamı sağladı. Kulağıma eğilip, nefesinin sıcaklığını hissettirerek o kahrolası sözleri fısıldadı. "Onun bir daha hata yapmasına izin verme!" Sıcak nefesi ayaza karışıp yankı yankı kulağıma ilişti ve bir kez daha irkilip ürpermekten kurtulamadım. Sözlerinin ne anlama geldiğini biliyordum. Beni kendisinden kurtaran tüm yollarımı kapatmıştı. Kolundan tutup, "Gidiyoruz!" dedi hiçbir şey olmamış gibi. "Hayır!" Karşı çıkışım yüzündeki öfkeyi bir kat daha arttırdı. "Onu burada bırakamam. Yolun ortasında böyle olmaz!" Abime doğru atıldığımda arkamdan belimi kavradı; çığlıklarıma ve debelenmelerime aldırmadan beni araca sürükleyerek bindirdi. Arabanın içinde de uslu durmayacaktım. Bağırıp çağırarak geri dönmek istediğimi söyledim. Ruhsuz ve hissiz bir şekilde direksiyonun başında beni görmezden geliyordu. Ne bağırmalarımın ne de arabaya attığım tekmelerin onun için bir önemi yoktu. Yanında mızmızlanan küçük bir kız çocuğundan farksızdım. Direksiyonu döndürmeye çalıştığında sabır taşı çatladı. "Yeter sus!" Beklediğim bir çıkıştı. Hayal kırıklığı ile cebelleşen yüzüme ters bir bakış attı. "Eğer geri dönüp yarım bıraktığım işi tamamlamamı istemiyorsan sus!" Bunun olmasından ölesiye korkuyordum. Elimi balyoz gibi cama indirip öfkeyle haykırdım. "Onu orada bırakamam. Ya bir zarar gelirse ya öldürürlerse abimi. Dağ başında ne yapacak? Geri dönmek istiyorum; çevir arabayı." Elimi direksiyona yapıştırıp bizi ölüme sürükleyecek hesapsız bir hamle yaptım. Direksiyonu düzeltip yüzümü kezzapla yakar gibi gözleriyle taradı. Kızgın bir boğa misali burnundan soluyordu. "Geri dönmek yok!" Bağırarak beni sindirmeye çalışıyordu ve maalesef başarıyordu da. Yüzümü hırsla ondan çevirdim; camdan dışarıya bakıp içli içli ağlıyordum ve bu hâlimin onun umurunda olduğunu bile sanmıyordum. Hırsla telefonun tuşlarını çevirdiğini duydum; fakat dönüp bakmadım. "Sana attığım konumda bir paket var. Onu alın ve bir daha asla elinizden kaçırmayın." Telefonu kapattı. Göz ucuyla tepkimi ölçtüğünden emindim. Bir memnuniyet ifadesi arıyordu. Belki de bir tebessüm... Böyle bir şeyin hayalini kurmaya bile hakkı yoktu. Parmakları yüzüme uzandığında huzursuzluğumu belli ederek kıpırdandım. Elini alelade bir sineği savuşturur gibi ittim. "Yüzün kan içinde!" Ona ters bir bakış attım. "Senin marifetin!" Cevap vermedi. Biraz olsun sakinleştiğini görebiliyordum. Eh! Ne de olsa artık elindeydim; istediğini almıştı. Kızıp köpürmesi için bir sebep kalmamıştı. "Nereye gitmeyi planlıyordunuz?" Yüzümü çevirip onu görmezden geldim. Elleri yeniden çenemi kavradığında dişlerimin bu hamleyle birlikte dudaklarıma baskı yaptığını hissettim. "Seninle konuşurken yüzüme bak!" "Canımı yakıyorsun!" Sesim zayıf bir inleme gibi çıkmıştı. "Nereye gidiyordunuz?" Kendimi toparlayıp yeniden ona yöneldim. "Ne yaptığım seni ilgilendirmez." Manidar bir şekilde dudaklarını kıvırdı. Telefonu eline alıp, gözlerini benden ayırmadan tuşları dokundu. "Belki de abini affetmekle hata yapmışımdır; ne dersin?" Dişlerimi sıkıp telefonu elinden almaya çalıştım. Elbette bu karşı koyuşuma müsaade edemeyecek kadar kararlıydı. Kızgınlığımdan keyif aldığını bildiğim halde öfkeden köpürmeme engel olamıyordum. O ise bu hâlimi, sol yanağındaki gamzesini gözüme sokarak alaylı bir tebessümle izliyordu. Güçlü olmayı ne kadar sevdiğini anlayabiliyordum. İnsanları karşısında zayıf düşürmeye öyle alışmıştı ki, bu direnişlerimi ekarte etmek ona sadistçe bir zevk veriyor olmalıydı. "Nereye gidiyordunuz Nazar?" Gözlerimi kapattım. Yenilgiyi hazmedemediğim için o bakışların bakışlarımın kadrajına girmesine tahammül edemiyordum. "İstanbul'a!" Yeniden yola odaklandığında zincirlerimi gevşetmiş gibi rahatladım. "Neden İstanbul?" Bir süre sessiz kaldım. Bekleyişim sabrının taşmasına sebep olmuştu. "Neden İstanbul Nazar? Konuş!" Sözcükler boğazıma bir yumru gibi oturdu. Dudaklarım küskün küskün aralandı. İçimdeki ağlama dürtüsünü yutup, devam ettim. "Üniversite için kayıt yapacaktık. Öğretmen olmak istiyordum." Sözlerimin onda nasıl bir tesir bıraktığını merak ediyordum. Göz ucuyla ona baktım. Yüzünün bulut bulut olduğunu fark edebiliyordum. Onun üzülmek, ağlamak gibi bir meziyeti olamazdı. Dudakları acıyla değil, olsa olsa alayla ya da kinle kıvrılırdı. Benden çaldığı onca güzellik, kahrolası heveslerinin yanında neydi ki? "Bundan çok daha iyisine sahip olacaksın!" Esefle başımı salladım. Sol gözümden dökülen damlalara inat, "Paranla beni satın aldığın yetmezmiş gibi hayallerimi de mi alacaksın? Yo, hayır... Onlar senin kirli ellerinin erişemeyeceği kadar kıymetli ve özel. Senin gücün tehditlerle bana yeter; ama onlara yetmez." Susmuştu; belli ki benimle daha fazla polemiğe girmek istemiyordu. Her şey bu kadar aleniyken inkâr kime gerekti? Yeniden yola odaklandı. 200 metre ilerimizdeki bir çeşmede durup, "Şurada yüzünü yıka; başımıza giderayak bela almayalım!" dedi. Küstah tavırlarıyla beni deli ediyordu. Biraz önceki zayıflığımın yerini deli bir öfke almıştı. "İstemiyorum! Beni evime götür." El frenini çekerken, "Evin mi?" diye sayıkladı. Dudakları yeniden imalı bir şekilde kıvrılmıştı. Başını kaldırıp beni alaylı bir şekilde süzdü. "Hayal görüyorsun!" Umutsuzca yüzüne baktım. "Ne demek bu?" Kapıyı açıp araçtan çıktı. "Çık dışarı!" Bu adam rica nedir bilmez miydi? "İstemiyorum." diye bağırdım. "İstemiyorum!" Öfkeme inatla karşılık vermekte gecikmeyecekti. "Sana in dedim; yine tuttu keçi inadın." İsyankâr bir sesle, "İstemiyorum" diye haykırdım ve sesim ardımdan dağlarda yankılanmaya devam etti. Aslında çok istiyordum. Yüzümde ve kollarımda, omuzundan akan kanların izleri vardı. Kanın kokusuna zerre kadar tahammül edemezdim. Ne zaman görsem ya da kokusunu alsam baş dönmeleri ve mide bulantıları beni benden alırdı. "Demek inmiyorsun." Hınçla eğilip belimden kavradı ve beni tüm direnmelerime rağmen arabadan çıkardı. Bana sözünü geçirmeyi kafasına koymuştu. "Aşağılık, korkunç adam... Canavar..." Çığlıklarım ve hakaretlerim eşliğinde avuçladığı suyu yüzümde dalga geçer gibi gezdirdi. Ona ait her şeyden nefret ediyordum. Ellerinin yüzüme, tenime değmesi en keskin bıçaktan bile daha çok yaralıyordu beni. Bıraktığında perçemlerim de dahil olmak üzere tüm yüzüm ve elbisem su içinde kalmıştı. Ben öfkeden ağlamak üzereyken alaylı alaylı gülümsedi. Artık çeşmeye odaklanmış, inadına kindar bakışlarıma sırt çevirmişti. Önce ellerini ve yüzünü bolca akan suyla yıkadı. Bunu o kadar sıçratarak yapmıştı ki birkaç adım geri gitmeye ihtiyaç duymaktan kurtulamamıştım. Islak parmaklarını hafif dalgalı, siyah saçlarında gezdirirken; güneş ışıklarının yüzünü aydınlatmasını nefretle izledim. Tüm o iğrenç, habis duygularına ve aşılmaz kibrine rağmen yakışıklı bir adamdı Mervan. Allah, onca temiz yürekli delikanlı varken böylesi bir güzelliği bu adama nasıl yakıştırıp lütfederdi anlayamıyordum. Öyle ki küf kokan karanlık ruhu bile onu çirkinleştirmeye yetmiyor, adeta insanın sinirleriyle dalga geçiyordu. İşi bittiğinde, "Gidelim!" dedi. Onunla o kan kokulu arabaya binmek istemiyordum. İnadımı görünce bıkkın bir ifadeyle, "Çocuk gibisin!" diye bağırdı. Yüzümü ondan çevirip çeşmeye odakladım. "Ne güzel!" dedi öfkeyle karışık. "Bir kızım daha oldu. Küçük, haylaz bir kız çocuğundan farkın yok!" Küstah sözleri sabrımı taşırmıştı artık. "Almasaydın!" dedim karşı koyarak. "İstemediğimi defalarca söylemiştim. Zorla güzellik olmayacağını ne zaman anlayacaksın?" Kolumdan tutup ite kaka arabaya yerleştirdi. Rahatlığına hayret etmemek imkansızdı. Bugün hayatımın en kötü gününü yaşamıştım. Abimle kurduğumuz tüm planlar alt üst olmuştu. Mervan'ın kötü gelişi hayallerimin üzerine balyoz gibi inmişti ne yazık ki. Onun hâli de bizden daha iyi değildi üstelik. Omzundan vurulmuştu. Daha ağır bir yara alabilirdi ve çok daha kalıcı bir hasara sebep olabilirdi kurşunlar. Abimle yumruk yumruğa kapışmışlardı ve namlunun ucunda abim varken gözleri deli gibi bakıyordu. O tetiğe dokunduğunda eli bile titrememişti. Tüm bunları yaşamıştı ve hiçbir şey olmamış gibi gamsız gamsız araç sürüyordu. Yarım yamalak sardığı o kurşun yarası umurunda bile değildi. Sanki her gün ölümle dans ediyormuşçasına bir rahatlık vardı köhne ruhunda. Yaşadıkları sıradan şeylermiş gibi doğal davranması inanılır cinsten değildi. "Yakıtımız bitti. Benzin istasyonuna gitmemiz gerek!" Gözleri yola kilitlenmişti. Tehditkâr bir tonla, "Uslu duracaksın! Bir hata daha yaparsan bedeli ağır olur!" dedi. Yine tehditlerle sindirmeye çalışıyordu beni. Cevap vermedim. Sessizlik uzadı. "Anlaşıldığımı sanıyorum prenses, değil mi? "diye ekledi. Evet manasında başımı salladım. "Nereye götüreceksin beni?" Kaş altından imalı bir bakış attı. "Ordu da sakin bir ev tuttum. Düğüne 8 gün kaldı, orada kalacağız." Yutkunamadım. Nefesim kesilmişti. O ve ben... Aynı evde nasıl yalnız kalırdık? Güvenemiyordum ona. Yakınımda olmasından nefret ediyordum. "Hayır!" dedim hiddetimi gizlemeksizin. "Olmaz!" Bana ters bir bakış attı. "Sana kalır mısın demedim; kalacağız dedim." İçimde peyda olan korku dikenlerine inat, "Olmaz!" diye direttim. "Beni evime götür. Düğün olmadı; hâlâ baba evinden çıkmış sayılmam." İsmimi hiddetle haykırdı. "Nazaaaaaaar!" Deli gibi bağırıyordu ve ben ona karşılık vermeyi bir onur saymıştım. "Buna hakkın yok! " Cevap gecikmeyecekti ne yazık ki. Gözlerime baktı. "Artık senin üzerinde her şeye hakkım var!" Kahrolası sözleri demir bir mızrak olup yüreğime saplandı. Senin üzerinde her şeye hakkım var diyerek neyi kastetmişti? İstemediğim daha nelere zorlayacaktı beni? Nasıl bir kâbusun içine savruluyordum çaresizce? Kaçamazdım ondan, abim elindeydi. Onu ölüme gönderemezdim; ama biri bizi kurtarabilirdi. Onu yakalayıp başımızdaki gazap rüzgarını savuşturabilirdi. İstasyona geldiğimizde kolumdan tutup arabadan indirdi. Rahat tavırlarıyla dikkatlerden uzak kalacağı oscarlık bir oyun sergiliyordu. Yakıt depoyu doldururken, samimi bir şekilde eliyle belimi kavradı. Oldukça mutlu bir çift gibi görünüyorduk uzaktan. Sanki biraz önceki arbede yaşanmamıştı ve biz turistik bir gezi için bu topraklara gelmiştik. Marketten yiyecek bir şeyler alıp kasaya yöneldik. Aynadaki yansımam, endişenin kıskacında tutsak olmuş gözlerim, her şeyi haykırıyordu oysa. Yanında mutsuz olmam daha ilk bakışta anlaşılır cinstendi. Birinin bizi fark etmesini istiyordum. Fark etmesini ve beni ondan kurtarmasını.... Mervan, kasada ücreti öderken belime dayadığım ellerimi yardım çağrısı amacıyla yelpaze gibi açıp yumdum. Bunun bir imdat çığlığı olduğunu biliyordum. Tam da benim durumumdaki insanlar tarafından kullanılırdı. Her geçen dakika umudum biraz daha sönüyordu. Mervan'a hissettirmeden bunu defalarca yaptığım halde henüz bir hareketlilik yoktu. Fiş kesilince aynı samimi tavırlarla kapıya yöneldik. Yönelmemle birlikte güvenlik olduğunu anladığım bir delikanlı ile yüz yüze geldim. Gözleri bir cevap bekler gibi üzerimde gezindi. Hüzünlü gözlerimi Mervan'a çevirdim. Aramızdaki soğuk rüzgarlar anlık da olsa hissedilmişti. Bir şey demeden beni araca bindirdi ve tekrar yola koyulduk. Sezmişti yaptıklarımı, bense olabildiğince sakin kalmaya çalışarak falso vermemeye gayret ediyordum. Bana uzattığı suyu umutlarım sönmek üzere iken usul usul yudumladım. Bendeki durgunluğu fark etmişti; zira biraz önceki haşin, asi hâlimden eser kalmamıştı. Defalarca göz ucuyla beni süzüp durdu. Bana bir şeyler sormasını istemiyordum; gözlerimin söyleyeceğim her yalanı ele vereceğini çoktan zihnime kazımıştım. Bakışlarımı sağ yanımdaki cama çevirip, hoyrat bakışlarından zihnimi korumaya çalıştım. Poşetlerden birini açıp bana bir kutu meşrubat uzattı. İstemiyorum der gibi başımı iki yana salladım. Henüz birkaç dakika olmuştu ki arkamızdan gelen polis aracı tüm dikkatimizi dağıttı. Gözleri iri iri açıldı ve kini avuçlayan belirgin dudaklarını birbirine bastırdı. Avcu direksiyona beni ürküten bir şaplak savururken, "Bir bu eksikti!" diye bağırdı. Öyle kızgındı ki nerdeyse başından dumanların çıktığını düşünecektim. Polis aracından kendi plakamızı duyunca içimde beliren umut kırıntılarını olabildiğince gizlemeye çalıştım. Aracı sağa çekip usulca gelmelerini bekledik "Sesini çıkartma!" dedi tehditkâr bakışlarını gözlerime mıhlarken. İstesem de ağzımı açamayacaktım; abimin hayatını riske atmak en son isteyeceğim şeydi çünkü. Silahını araçtaki gizli bölmeye yerleştirirken gözleriyle arabanın içini taradı. Şüpheli bir şeyin kalmasını istemiyordu. Kalbimin deli gibi çarpmasına engel olamıyordum. Sanki içim fokur fokur kaynıyordu. Şimdi ne olacaktı? Beni ondan kurtarmaya güçleri yeter miydi bu adamların? Şimdi kurtulsam bile sonrasında Mervan, hak ettiği cezayı bulabilecek miydi? Polisler, oldukça güven verici bir edayla yanımıza geldi. Bir ihbar aldıklarını bildirip bizi araçtan indirdi. Mervan'ın üzerine aradılar. Umutlu bekleyişlerim sürerken aracın içindeki silahı bulmaları için Allah'a yakardım. Ne yazık ki bulamayacaklardı. Onu öyle bir yere saklamıştı ki gözlerimle gördüğüm halde bulabileceğimden ben bile şüphedeydim. Sabırla kimlikleri uzattık. Olgun polis memuru, bir terslik olduğunu hissetmişti. Bana, "Bu adam neyin oluyor? "diye sordu. Gözlerimi korkuyla onda gezdirip, "Tanıdığım!" diyebildim. Beni ve karanlık duygularımı fark etmesi istiyordum. Dilimde, yüreğimde prangalar vardı; mecburdum susmaya. Tek umudum bu insanlardı artık. Belki de tek geleceğim... Memur hesap sorar gibi, "Ne işin var kızım senin bu adamın yanında? Üstelik evli!" Bir aile babası gibi görünüyordu; yani en azından parmağındaki yüzükten evli olduğunu anlamıştım. Belki de ben yaşlarında bir kızı vardı ve tehlikede olma durumum kendisine kızını hatırlatıyordu. Kim bilir? Bu çıkışı Mervan'ı öfkelendirmişti. Bense ilk defa bana sorulan bir hesaptan keyif alıyor; hatta bunu arzuluyordum. O, bu sorularla bizi köşeye sıkıştıracak ve yalan söylesek bile durumun tuhaflığı yıllardır süregelen iş tecrübeleri sayesinde ortaya dökecekti. Mervan'ın bana bakarak kızgın kızgın soluğunu fark ettim; tehlikeyi sezmişti. Öne atılıp, "Bir aile dostlarıyım; onu üniversiteye kayıt yaptırmak için İstanbul'a götürüyorum!" dedi yalanını cilalarken. Adam, tip tip bakarak işkillendiğini hissettirdi. "Babası yok mu bu kızın? Sana mı kaldı bu uzun yolculuk? " Mervan öfkesini yutarak, "Memur Bey, ben sadece insanlık yapıyorum. Arayalım babasını söylesin; o istedi götürmemi. " Telefonu eline alıp babamın numarasını çevirdi. Umut ediyordum. Babamın bu sefer benden taraf olmasını bekliyordum olmayacağını bile bile. Memur, telefonu kulağına dayadı. Karşı taraf cevap verince ağır ve kararlı bir üslupla konuşmaya başladı. "İyi günler, Hurşit Ateş ile mi görüşüyorum? " Anlık bir boşluktan sonra aynı özgüvenle devam etti. "Nazar Ateş isimli genç kızın babası mısınız?" Mervan ile birbirimize baktık. Bana dua et de başımız belaya girmesin der gibiydi. Bir sonuca ulaşmazsak bana yapacaklarını düşünmek bile istemiyordum. "Nazar Ateş, şu an Ordu karayolunda Mervan Hanzade isimli şahısla birlikte. Kızınız bu şahsın yanında sizin izninizle mi bulunuyor? Bu yolculuktan haberdar mısınız?" Yanındaki genç memur, numara şahsa ait " dedi Mervan'ı onaylayarak. Muhtemelen karşılarındakinin babam olduğundan emin olmak istiyorlardı. Kısa bir sessizlikten sonra memurun yüzünün düştüğünü fark ettim. Hüsran... "Anladım beyefendi, öyle diyorsanız!" Yüzüm düşmüştü. Babam, yine bir çırpıda beni düşmanımızın önüne atmıştı. Polis, sıkılgan bir şekilde iç çekti. "Baba ifadeyi onaylıyor. İznim var diyor! " Genç memur yanımıza geldi. "Siciller temiz!" Olgun olanı, tatmin olmamış gibiydi. "Nerede senin belgelerin kızım? Getir de görelim şu kayıt belgelerini." Kımıldamadım. Mervan'ın günahını kılıfına uydurmasını istemiyordum. Mervan, doğal ve sakin bir tavırla, "Belgeler çantandaydın Nazar; getir de memur beyleri daha fazla meşgul etmeyelim." dediğinde isteksizce siyah yolculuk çantasına yöneldim ve belgelerimi koyduğum poşet dosyayı çıkardım. Memur bey, hâlimdeki tuhaflığı sezmiş; bir açık yakalama umuduyla olayı kurcalayıp duruyordu. Meraklı gözlerle belgeleri inceledi. Bana ve Mervan'a soğuk bir bakış attı. Tekrar yanıma biraz daha yaklaşıp babacan bir tavırla yakama ilişti. "Seni zorla alıkoymadığına eminsin değil mi kızım? Burası yol geçen hanı değil; kimse devletten güçlü olamaz! Varsa bir şikâyetin, hiç durma söyle! " Mervan öfkelenmişti. Kızgınlığını belli eder bir tarzda, "Memur Bey, sözlerinize dikkat edin. Kimseyi zorla alıkoyuyor değilim; çok istiyorsa çağırsın babasını, İstanbul'a da onunla gitsin. İşim var benim, daha fazla vakit kaybedemem!" Memur işaret parmağını dudağına götürüp, "Şşşşş!" diye fısıldadı. Tekrar bana döndüğünde, gözlerimle Mervan'ı yokladım. Bakışlarından cehennemler taşıyordu sanki. İçimi ürperten mimikleri dilimi koparırcasına yaralıyordu. "Söyle kızım; arayalım mı babanı? Gelip alsın mı seni?" Bunu deliler gibi istediğim halde kabul edemezdim. Ailemin ödeyeceği bedeller susmayı bilmeyen dilime pranga olmuştu. Hayır manasında başımı salladım. Sinsi bir tebessüm Mervan'ın dudaklarına ilişirken, "Yoluma devam etmek istiyorum!" dedim. Abimi tehlikeye atamazdım; yapacağım tek bir hata müebbet pişmanlık demekti. Sözlerim memuru benden uzaklaştırırken, genç polis, "Gidelim Şefim, ihbar asılsız çıktı. Zaman kaybetmeye gerek yok! "dedi. Olgun memur, yapacak bir şeyin kalmadığını istemeyerek de olsa kabul etti ve Mervan'a son kez tehditkâr bir bakış attı. Yıllar yılı aldığı tecrübe ve babalık içgüdüsü ona burada tehlikeli bir işler döndüğünün sinyalini veriyor olmalıydı. Aksi takdirde bu kadar diretmez; telefonu kapatır kapatmaz bir yanlışlık olduğunu kabul edip yoluna devam ederdi. Bizden uzaklaşmaya başlamışlardı ve ben yine kendi korkaklığıma gömülmüştüm. Eğer abim elinde olmasaydı, beni hiçbir güç onu ihbar etmekten alıkoyamazdı. Eve dönemeden kurşuna dizileceğimi bilsem de gerçeği olanca gücümle haykırırdım. Onların gidişini nemli gözlerle takip ettim. Bitmişti işte! Bizi bırakıp uzaklaşıyorlardı fiyakalı araçlarıyla. Bayılacak gibi olmuştum. Artık ayaklarım, yorgun bedenimi taşıyamıyordu. Onlar nemli yollarda gözden kaybolurken, bir elin yeniden kolumu kavradığını hissettim. Bu sefer sımsıkıydı kavrayışı, bir o kadar da tehditkâr. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gözleri gözlerime ürkütücü çığlıklar atıyordu. Anlamıştı bir işler çevirdiğimi ve bana ilk fırsatta bu cüretkârlığımın hesabını soracaktı. Araca bindik, bir süre sessizliğini korudu. Başım önümde, öfke patlaması yaşayacağı o bedbaht anı teslimiyetle bekliyordum. "İş çevirdin!" dedi suskunluğunu nihayete erdirirken. Sustum, zaten çocukluğumdan beri beceremezdim yalan söylemeyi. "Kahretsin!" diyerek yumruğunu direksiyona indirdi. "Yemin etmiştin! Söz vermiştin Nazar!" İçimdeki acıyı yutkunarak yalvarır gibi, "Sus!" dedim. "O iki sersem az kalsın senin aptallığının kurbanı olacaktı. Her şeyi berbat edecektin!" Şimdi hızını daha da arttırmıştı. "Lanet olsun! Ne zaman anlayacaksın? Ne yaparsan yap, senin tüm yolların bana çıkacak! Bana çıkacak, Anladın mı? Duydun mu? " Sözleri kulaklarımı buğulandırıyordu. Kendi zihnimle kavga ederken, "Yeteeeeer!" diye haykırdım. "Ölürüm de senin karın olmam ben! Sana duyduğum tek his nefret. Senin gibi bir Nemrut'un karısı olmayacağım. Gelinlik yerine kefen giymem gerekse de olmayacağım. " Deli gözleri, gözlerimi yakıyordu. "Demek kefen girersin ha!" diye sayıkladı. "Demek benim olmaktansa ölmeyi tercih edersin, öyle mi? " Vitesi 3'e alıp alay eder gibi, "Tamam!" diye bağırdı. "Ölelim o zaman. Birlikte gidelim ölüme! Birlikte silinelim bu dünyadan." Gaza var gücüyle yüklendi. Araç kontrolden çıkmış, savrularak virajlı yollarda uçarcasına gidiyordu. Sanki kalbimin ritmi beynimle kavga ediyordu. "Ne yapıyorsun?" diye bağırdım. "Ölüme çalım atıyorum. Seninle cehenneme yürüyorum, hâlâ anlamadın mı? " Titreyen ellerim ve dudaklarım heyecanımı ele veriyordu. "Dur! Kaza yapacaksın!" diye umutsuzca haykırdım. Durmayacaktı. "Senin benim olmadığın bir hayatı yaşamayacağız. Ölümse ölüm lan! Korktuğumu mu sanıyorsun?" Hıçkırıklarımı zapt edemiyordum artık. Deliydi bu adam. Hem de zır deli.... Hangi akıllı bu kötü yollarda, hızlı araç kullanırdı ki? Her yer dik uçurumken kim cesaret edebilirdi buna? "Delirdin mi sen? Duuuuuur!" diye son kez bağırdım. "Beni sen delirttin!" Gözlerimi korku ile yola diktim. Gördüğüm manzara karşısında, içimdeki binlerce kısrak şaha kalkmıştı sanki. Sert bir çığlık yaktı dudaklarımı. "Uçurummmm! " Mervan, ani bir hamleyle frenlere asıldı. Aracı savrulsa da güç bela durdurmayı başarmıştı. Falezden aşağı yuvarlanacaktık. Ölümle tokalaşırken son bir atakla bizi uçurumdan kurtarmıştı. Bu firen beni öne doğru yapıştırırcasına sarstı. Avuçlarımla yüzümü kapatıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Onun bu kadar delirebileceği asla tahmin edemezdim. Yapmaya çalıştığı şeyin bir oyun ya da gerçek bir intihar olması umurumda değildi. Bildiğim bir şey varsa her iki durumda da ölümün kucağına sıçramıştık ve yapabilecekleri karşısında ürkmekten kurtulamamıştım. O amacına ulaşmak için her şeyi yapardı. Değil abimi ve ailemi; kendini bile harcamaktan korkmazdı. "Benimle oynama!" Sessizlik arabayı esir alırken, hıçkırıklarımı zapt edemiyordum. "Gazabımla yanarsın, küllerin bile kalmaz geriye." Yakıcı sözleri beni mahvetmeden bitmeyecekti ne yazık ki. Ellerimi yüzümden çekip, gözlerine baktım. Çaresizliğimi görmesi umurumda bile değildi artık. Yorulmuştum güçlü durmaya çalışmaktan. "Bana bunu neden yapıyorsun?" Yorgun sesim sükuttan başka bir cevap alamayacaktı ne yazık ki. "Ölüyorum ben!" diye haykırdım. Yüzüme bakmıyordu; bakacak yüzü de olmamalıydı zaten bu saatten sonra. Sakinleşmek zorundaydı. Beni böyle tehditlerle korkutmaya hakkı yoktu. Günlerdir bir kefenin içindeydim ben. Yaptığı üzerime bir avuç toprak atmaktan başka bir şey olamazdı. "Ruhu ölen bir kadın ve psikopat, zorba bir adam... Bizim hikâyemiz böyle olmak zorunda değil."dedi efkârlı bir nefes verirken. Yüzüme yıkılmış bir edayla baktı. Nerdeyse bu hâlim için üzüldüğünü düşünecektim; ama yok! O Mervan Hanzade'ydi, üzülmeyi yakıştıramazdı kibrine. "Telefonunun sesi dikkatimizi dağıttı. Sakinleştiğini düşündüğüm bir anda öfke dalgaları önce yüzünde sonra da tonunu keşfedemedim sesinde gezindi. Öyle bir sesi vardı ki; sakin, şefkatli olduğunda kadife bir kumaş kadar yumuşak ve asilken; öfkelendiğinde bir kükreyiş, bir isyan gibi dalga dalga yayılırdı ruhuma. Dudaklarından kopan gazap rüzgarlarını ensemde hissettim. "Aptallar!" diye haykırırken, hıçkırıklarım şakaklarımda düğümlendi. "Nasıl kaçırırsınız elinizden? O iti hemen bulun; yoksa ölümlerden ölüm beğenin!" Bahsettiği kişinin abim olduğunu anlamıştım. Bir sevinç dalgası yüzümde yankılandı. Telefonunu kapatışını keyifle seyrettim. Kapıyı açıp araçtan indi. Ben de durgun bir halde onu takip ettim. Ellerini başının arkasında buluşturdu ve hırsla dudaklarını ısırarak aracın tekerleğine sert bir tekme savurdu. Gözlerini kan bürümüştü sanki. Ona yaklaşmaya korkuyordum. Delinin tekiydi ve ben bu konuda onun eline su bile dökemezdim. Arabayı hızlandırdığında da ölümden korkmamıştım; çünkü ölüme ayakları ile gidemeyecek kadar gururlu ve güçlüydü. Beni korkutan şey gözlerindeki ateş ve öfkeydi. Beni öfkesiyle ateşlere atacak deli bir ruhu vardı ve asla bitmeyeceğini bildiğim küstah bir hırsı. "Abim kaçmış değil mi? Elinde değil artık! " diye sayıkladım ruhsuzca. Dalgınlığımı ve sakinliğimi fark etmişti. Ben de böyleydim işte! Bir an delirir kasırgalar koparır; hırsım geçince de sakin bir deniz gibi pare pare dalgalanırdım. Ne zaman fırtına deryası ne zaman ıssız bir sahil olacağımı kestirmek zordu. Arabasına yaslanıp falezden denizi seyretmeye başladı. "Bırak abimi." dedim medet umar gibi. "Onunla bir işim yok." Diye karşılık verdi. Uzun kirpikleri, siyah badem gözlerini perdelemişti. Parmak uçları kısa, kirli sakallarında gezindi. "Eğer" dedi soluyarak. "Eğer seni bir kez daha benden almaya kalkarsa, onu öldürürüm. Gözümü bile kırpmam!" Yüzüne nefretle baktım. "O sana bir şey yapmadı. Zeynep'le birbirlerini en başından beri seviyorlardı. Kavuşmak istediler; suç mu, günah mı?" Alaycı bir gülümseme tüm yüzüne yayıldı. "Umurumda bile değiller. Umurumda olan tek bir şey var, o da sensin!" Ne demek istiyordu. Bu beklenmedik söz dilimi düğümledi. "Ne demek bu?" Sustu. Köpük köpük kabaran denizi izliyordu en ıssız ve dalgın hâliyle. Bense bu cümlenin ardını takip etmekten geri duramayacak kadar meraklanmıştım. Ağzındaki baklayı çıkarmak zorundaydı. Ya o çıkaracaktı sözlerinin kanlı hakikatini ya da ben zorla çıkarmanın bir yolunu bulacaktım. "Ben olmasaydım onlara karşı durmaz mıydın? Zeynep'in abimle evlenmesine izin verir miydin? İntikam heveslerine düşmez miydin yani?" Kaş altından yan bir bakış attı. Yüzündeki imalı tebessüm gitgide belirginleşiyordu. "Prenses masum uykusundan uyandı!" Tenime iğneler batıyordu sanki. Soğuğa rağmen ılık ılık terleyen alnım, şaşkınlıkla kırıştı. "Benim yüzümden..."dedim kıvranarak. "Abim benim yüzümden çekti o acıları. Bedel ödeyen ben değildim; oydu. Her şeye ben sebep oldum." Adımlarım geri geri giderken uçurumun dibinde olduğumun farkındaydım. Biraz önceki sakinliği gitmişti ve yüzü tedirginlikle kasıldı. Mesafeyi açmamdan rahatsız olmuştu. "Tek bir adım daha atma sakın! Dur!" Onu duymuyordum. "O değildi; ben mahvettim her şeyi! Feda edilen abimdi aslında." Ruhsuzca delirmiş gibi sayıklıyordum. Mervan ise korkunun kırıştırdığı karanlık yüzüyle bana ilk defa yalvarır gibi bakıyordu. "Dur Nazar! Duuuuuur! Sakın düşündüğüm şeyi yapma!" Rüzgâr perçemlerimi yüzüme savurdu. Küçücük yüzümü, yoğun saç tellerinin arasında daha da küçültmüş; daha da çocuksulaştırmıştı. Gözümden akan sıcak yaşlara rağmen delicesine bir hırsla gülümsedim. Onu böyle korkulu ve çaresiz görmek hoşuma gitmişti. Yıllar sonra alacağım ilk intikam ve tadına doyulmaz bir keyifti benim için. Saç tellerinin okşadığı kalın dudaklarımdan son olduğunu düşündüm o yakıcı sözler döküldü. "Bana sahip olamayacaksın!" Küçük bir kıkırdama... Başını inkâr eder gibi salladı. "Yapma!" Hüzünlü bir tebessüm yüzümde gezinirken, "Artık onlara zarar veremeyeceksin, dokunamayacaksın, bedel ödetemeyeceksin!" Birazdan beni kucaklayacağını düşündüğüm denize baktım. Yükseklikten korkardım; kandan da. Hiçbiri Mervan'dan kötü değildi; hatta ölüm bile... Ellerini uzatıp bana doğru birkaç adım attı. "Nazar duuuur!" Gözlerimi kapattım ve o son ölüm adımını geriye doğru attım. İlk kez rüzgâra ve suya teslim oluyordum. Ve son duyduğum ses de onundu. Hafızamda kalan en yakıcı anlar onun son gülüşü ve ilk yıkılışı olacaktı ne yazık ki. "Nazaaaaaaar!" *** Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🔥 |
0% |