Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. Bölüm: Ölüme Yolculuk

@syildiz_koc

Karanlık, bütün günahların üstünü örten kirli bir yorgandır.


                                                                                                                        CERVANTES


Ani bir kucaklaşmanın ardından, soğuk bir titreme vücudumu sert bir şekilde okşadı. Ben en dibe doğru çekilirken, su bedenimi kısa sürede ele geçirmişti. Kulaklarımın dalga sesiyle uğuldadığını hissettim. Saçlarım burada da yüzümü okşayıp, gözlerimi perdelemekten geri durmayacaktı. Ki ben alışkındım onların kalın ve yumuşak dokusuna sığınmaya. Genzim tuzlu suyun yakıcılığına teslim olurken, soluk borumun suyla dolduğunu hissettim. Gözlerim yanıyordu ve ilk defa her şeye sulanan bu hassas yapı, suya hapsolmuşken ağlamak gibi boş bir eyleme tutunmuyordu.


Kararan zihnim bilinçaltıma ittiğim onca anı ile birlikte sessizliğe hapsolmuştu. Bir koku... Mehmet'in kokusu... Tam karşımda bedenimin tükendiği yerde başlamıştı varlığı. Adını haykırmak istedim; fakat dibe çekilen bedenim birkaç kabarcıktan başka bir şey oluşturamayacaktı bu ziyanda.


Gözlerimi kapattım. Teslimiyet hiç bu kadar güzel gelmemişti bana. Acıklı bir son hüsranlı bir kabusla yaşamaktan iyi geliyordu insana. Çocukluğumun tüm acı dolu hatıraları bir bir önüme düşerken, tek tek siliniverdi tüm mazi. Artık kökleri yerde, dalları gökte ulu bir ağaç gibiydim. Hem körkütük tutsak hem de bir o kadar özgür. Kaderimin bir cilvesi, bir çalımı gibiydi hayatım. Güldürürken tokatlar; ağlatırken eğlendirirdi beni dünya. 18 yıllık ömrümde ne doya doya gülmek kısmet olmuştu ne de utanmadan yana yakıla ağlamak. Bu da benim hikayemdi işte. Biraz buruk, biraz deli, biraz saçma...


Yitip gittiğimi sandığım bir anda güçlü bir çift elin göğsüme baskı yaptığını hissettim. Ayaz bin bir çeşit iğne gibi tenimde ince bir sızı oluştururken tüm soğuğa inat dudaklarımın alev alev yandığı gerçeğiyle yüzleştim. Kulaklarım anlamsız uğuldamalardan yorgun düşmüş gibiydi. Ciğerlerimdeki tuzlu su, genzimi son kez yoklarken, gözlerimi açıp derin bir nefes aldım. Ağzımdan dökülen su boğazımdan göğsüme aktı. Bir çift siyah gözün istilası yüzümde dolaştı. Islak yüzü ve dağınık saçlarıyla bıraktığım gibi bana bakıyordu.


"Biliyordum!" Başımı göğsüne bastırdı. Sert sakalları boynumda belli belirsiz bir kaşıntı hissi oluşturuyordu. Soluğunu ve dudaklarını ensemde hissettim. "Vazgeçmeyeceğini biliyordum. Bu kadar zayıf olmadığını anlamıştım." Sol yanağım, geniş ve güçlü omuzuna yaslanmıştı ve kurşunun bıraktığı kanlı doku birkaç santim yakınımdaydı. Sol eliyle belimi sararken, sağ eli yüzüme yapışmış bir halde duran saçlarımda dolaştı. Beni yüzüne hiç olmadığı kadar yaklaştırıp, "Seni ölüme bırakacağıma nasıl inandın? "diye sayıkladı.


Dalgın ve donuk bakışlarım hâlsizce gözlerinde gezindi. Kaçtığım yerdeydim yine; onun tehlikeli, hırslı kollarında... Kaçamamıştım varlığından. Ondan kaçıp ölüme sığınmıştım; o ise beni orada da rahat bırakmamış, peşimden gelmişti. Nasıl korkmuyordu ölmekten? Ben gemileri yakmıştım oysa, kaybedecek bir şeyim yoktu. Onun ise ailesi, parası ve kahrolası bir namı vardı. Peşimden gelirken ölebilirdi. Karadeniz'in azgın dalgaları, bu küstah adamı asla affetmezdi. Masum, hırçın bir kızı yuttuğu gibi onu da yutar sindirirdi; kendi suyuna karıştırırdı sorgusuzca.


Sevemezdi beni. Böyle siyah bir kalpte sevgiye yer olamazdı. Bana sarılıp kilitlenirken, ufacık kalmıştım kollarında ve üşümüyordum artık. Isınmıştım... Isıtmıştı... Aynı sudan çıkmıştık oysa, aynı havaya temas ediyorduk. Ben bir buzdağını andırırken, o nasıl böyle sıcak kalabilirdi?


Cansız bir madde olarak yaratılsaydım su olurdum şüphesiz. Öfkeliyken fırtınayı, sakinken denizi andırmam bunun en önemli kanıtıydı. O ise ateş olurdu. Ateş gibi sıcak, ateş gibi kızgın, ateş gibi savruk ve bencil... Dokunsam yanacağımı bilirdim, bilmeme rağmen de avuçlamak zorunda kalırdım onu. Benim cezam da buydu galiba.


Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdığında parmaklarımda onu engelledim. Öyle hissizdim ki bu güçsüz bedenimden böyle bir hamleyi beklemiyordu. Başını yere eğip gözlerini kaçırdı. Sert bakışları biraz önceki duygulu Mervan'ın gönül tahtını terk ettiğini fısıldıyordu. Düşünceleri zihnimden atıp ona döndüm. Elini belimden çözüp, vücudumu fütursuzca yaslandığım dizlerinden kurtardım. Ayakkabılarım ayağımda değildi; kim bilir neredeydiler şimdi? Doğrulmaya çalıştığımda beni tekrar kollarına hapsetti. Demir parmaklıkların arasında sıkışıp kalmış gibiydim. Çenemi kavrayıp kendine çekti ve "Bir daha..." dedi hıncını çıkarmak ister gibi. "Asla bunu yapmayacaksın! Ölüm belki seni kurtarır ama arkandakileri asla! Bir an bile düşünmeden yakarım o evi ve ardıma bile bakmam! "


Nefretle baktım yüzüne. Hiçbir zaman tehditleri bitmeyecekti. Onun insafını ummak ancak bir aptallık olabilirdi. "Sen zorba herifin tekisin, yaparsın!" Onu onaylamamdan rahatsızlık duymamıştı; alışkındı aşağılamalarıma. Belki de böyle biri olmak ona zevk veriyordu kim bilir? Fillerin savaşında ezilenler hep çimenler olurdu. Onun için bu savaşta fil olmak çimen olmaktan evlaydı belli ki.


İçimdeki kini dökmek istiyordum. Biraz önce hayatımı kurtarması ona teşekkür etmemi gerektirmezdi. O hayatımı kurtarmamıştı; zira bu saatten sonra ölüm ancak bir kurtuluş olabilirdi benim için. O kurtuluşumu koparıp almıştı ellerimden. "Beni hapsettiğin bu kafes bir gün ardına kadar açılacak ve ben arkama bile bakmadan defolup gideceğim!" Kollarını itip yeniden doğruldum. O ise hâlâ yerde bana alaylı bakışlar atıyordu. İlk defa diz çöken ben değildim; oydu. Diz çöktüğü ben miydim? Sanmam... O hırslarının karşısında diz çökmüştü. Küçücük bir kurtarma umudu için hayatını Karadeniz'e teslim etmişti.


Arabanın yönünü biliyordum. Soğuktan donmak üzere olduğum halde bunu belli etmemeye çalışıyordum. Mervan kadar nefret ettiğim bir diğer şey zayıf görünmekti galiba. Ben soğuktan tir tir titrerken o hâlinden hiç de şikayetçi görünmüyordu. Arabaya vardığımızda ceketini omzuma bıraktı. "İstemiyorum." dedim; fakat cevap açıktı. "Bin şu arabaya, beni daha fazla delirtme!"


Klimanın açık olması içeriyi oldukça ısıtmıştı. Hâlâ titresem de eskisi kadar üşümüyordum. "İyi misin?" Ona cevap vermek istemiyordum. Beni ölümün pençelerine atlayacak kadar takıntı yapmış bir adama bu saatten sonra ne diyebilirdim ki? "Seninle konuşuyorum!" Kızgındım ve yaşadığıma sevinemeyecek kadar da umutsuz. "İyiyim. Tatmin oldun mu?" Dudaklarımı alayla kıvırıp, "Hayatımı kurtardın; sağ ol. Beni ölümün pençelerinden aldın; şimdi de cehennemin dibine doğru götürüyorsun. Ne saadet(!)" dedim.


Sen uslanmayacaksın der gibi bıkkın bir edayla başını salladı. Yeniden dağ yollarına girmiştik. Bu sefer çok daha eğimli bir arazi bizi bekliyordu. "Ölmene izin vereceğimi mi sanıyordun! Öylece çekip gideceksin, bende aptal aptal seni izleyeceğim. Öyle mi?" Aşağılayıcı bakışlarını üzerimde gezdirirken, "Hayalinde bile göremezsin!" dedi.


Yollar tenhalaştıkça içime düşen korkunun hezeyanından tir tir titriyordum. "Daha ne kadar gideceğiz?" diye sorduğumda, kontrollü bir şekilde aracı çevirdi. Büyük, ahşap bir eve gelmiştik. Evin önünde bir başka aracın bizi beklediğini fark ettim. Kapı gıcırtıyla açıldı. İçinden çıkan adamı daha önce de bir yerlerde gördüğümü anımsadım. Battaldı bu. Mervan, ona hep böyle seslenirdi. Esas adının ne olduğunu hiç öğrenememiştim ve galiba bu gidişle de öğrenemeyecektim.


Araçtan indik. Artık karşı karşıyaydık. Mervan'a olan sadakati dikkat edilmeyecek gibi değildi. Sürekli çevrede dolaşan tekinsiz bakışları, insanı huzursuz etmeye yeter de artardı. Onu sevememiştim ve tavırlarına bakılacak olursa o da benden pek hoşlanmamıştı. Mervan'ı koruyordu ve eli hep belindeydi. Onunla arasında diğerlerinden çok daha farklı bir ilişki olduğunu sezmiştim. Dost gibiydiler; fakat araya koydukları mesafe Mervan'ın efendi olduğunu hatırlatacak tarzdaydı.


Battal, "Evi hazırladık efendim, kirası ödendi. İhtiyaç duyacağınız her şey var." dedi anahtarı uzatırken. Mervan, memnun bir şekilde başını salladı ve omuzuna beyliğini hissettirecek tarzda dokundu. "Şimdi gidebilirsiniz! Gerektiğinde sizi çağırırım." Mervan'ın bu sözü boğazıma yumru gibi oturmuştu. Onunla dağın başında, bu ıssız evde nasıl kalırdım? İçim deli gibi ürperdi. Battal, onaylayıp yanımızdan ayrıldığında yüzümü keyifle süzdü. Belirgin gülüşünün içimi titrettiğini hissettim. Benim cenazeyi andıran hâlimin aksine bu konaklama işine oldukça heveskâr görünüyordu.


Eliyle buyur eder tarzda bir işaret yaptı. Üzerimdeki büyük cekete sımsıkı sarıldım ve umursamaz bir tavırla başımı çevirdim. Bana doğru birkaç adım attı. İçinde küçücük kaldığım cekete inat, kolumu tutup sürüklercesine eve götürdü. "Ne yapıyorsun? Gitmek istemiyorum!" diye direttim. Beni dinlemeyip, kinayeli bir şekilde takıldı. "Hadi karıcığım. Erkene alınmış bir balayından daha güzel ne olabilir ki?" Sözleri yüreğimdeki korku deryasını daha da köpürtmüştü.


Tahta merdivenleri hızlı sayılacak bir şekilde çıktık. İçerde loş bir ortam vardı. Oldukça temiz, ahşap detayları olan sade bir evdi burası. Şömine çoktan yakılmıştı ve hemen yanındaki içecekler de bizim için hazırlanmıştı. Ahşap bir gardırop ve yuvarlak büyük bir yatak vardı odanın sol köşesinde. Şöminenin karşısına kırmızı büyük yastıklar konulmuştu ve bu detay ortamın ambiyansını daha da güçlendiriyordu. Arkamı dönüp mutfağa göz gezdirdim; ufak ama kullanışlı görünüyordu.


Mervan, "Güzel karıma layık değil ama! "diyerek tepkimi ölçtü. Ölüme adım atarken bile bu kadar huzursuz olmamıştım. "Seninle bu evde kalmak istemiyorum." Yüz ifadesi değişmişti. Gazap rüzgarları şakaklarımda eserken, ceketini savurarak yere fırlattım. Arkasını dönüp şömineye doğru yürümeye başladı. Aramıza birkaç metrelik mesafeler girmişti artık. Onu merakla süzmeye başladım. Bir sonraki hamlesinin ne olacağı içimde yoğun bir endişeye sebep oluyordu.


Kızgın bir ses tonu ile, "Soyun!" diye emretti. "Ne? " Çığlığım yüzünü bana çevirirken, öfkeli bakışlarına tosladım. "Soyun! Asi prenses hasta olsun istemeyiz değil mi? Kıyafetler dolapta; bir an önce giyin. Islak kıyafetlerle daha fazla dolaşma." İçimin belli belirsiz rahatladığını hissettim. Aklımdan geçenleri anlamış gibi dudağını manalı bir edayla kıvırdı. Yüzünde beliren o sinsi tebessüm, kendisinden bekleyeceğim tüm kötülükleri bildiğinin yılmaz ispiyoncusu gibiydi.


Onu daha fazla bekletmeden içeri yöneldim. Dolaptan mor, uzun, dökümlü bir elbise seçip yan odada giyindim. Tekrar salona geçtiğimde beni ince ince süzmeye başladı. Bakışları utanmama neden olmuştu. Yuvarlak yatağa sırtımı ona dönerek oturdum. Yüzüne bakmak istemiyordum ve bana bakmasını da. Kana bulanmış beyaz gömleğini üzerinden bir çırpıda çıkardı. Geniş omuzları ve kaslarıyla benden başka her kadının hayalini süsleyebilecek bir erkek imajı çiziyordu. Onu bu şekilde görmek beni huzursuz etmeye yetti. Gövdesinin çıplak olmasından rahatsız olmuştum. Bu hâliyle yanıma gelmesi en son isteyeceğim şey olurdu şüphesiz.


Suratını ekşiterek kurşun yarasına göz gezdirdi. Eline aldığı kesici aletlerle yarayı kurcalamaya başladığında içimin bulandığını hissettim. Kan görmek bu mesafeden bile midemi alt üst etmişti. İğne bile vurmadan nasıl yapıyordu bunu? Yüzümü yanımdaki yumuşak yastığa gömdüm. Huzursuz kıpırdanmalarımı fark etmişti. "Korkma!" dedi. "Öldürücü değil; birkaç güne iyileşir." Yüzümü çevirdiğimde çıkardığı kanlı kurşunu gördüm. Profesyonelliğini hissettirerek o metal yapıyı, bir çırpıda şöminenin kenarına bıraktı. Alnında biriken terler ve yüzündeki gerginlik dikkatimden kaçmamıştı.


"Yanıma gel!" Ona yaklaşamayacak kadar çok korkuyordum. Yaşadıklarımız hiç normal değildi benim için. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabilirdi? "Gel buraya!" Daha fazla direnmem yersizdi. Güçlü durmaya çalışarak usulca yanına yaklaştım. Uyuşturmaya bile gerek görmeden dikiş işini yarılamıştı. Yarasını görmeye dayanamıyordum. Kan ve yara tahammül edemeyeceğim iç gıcıklayıcı birer detaydı maalesef. Başımın döndüğünü, gözlerimin karardığını hissettim.


"Abin berbat bir nişancı." Şöminenin ateşi yanaklarımı kızartırken gözlerimi kinle ona diktim. Alnındaki terlere rağmen alaylarından vazgeçmiyordu. "İyi ki o silah benim elimde değildi. Tetiğe ben bassaydım, alnının tam ortasından vurmuş olurdum onu. Hiç acımazdım ve asla korkmazdım." Bu sözleriyle sakinleşmiş ruhumu yeniden öfkeye bulamıştı. Dudaklarımı sıkarak, "Sen ölmeliydin!" dedim


Elindeki iğneyle yaraya son rötuşlarını yapıyordu. Ukala bir tavırla devam etti sevimsiz sözlerine. "Ölmüyorum işte! Başaran olmadı şu zamana kadar. Kısmet!" İğneyi bıraktığında eliyle sargı bezini açtı. "Yarayı sarmama yardım et." Biraz daha yaklaştım ve olabildiğince dokunmamaya çalışarak yarasını sardım. İşim bittiğinde uzaklaşmak için bir adım attım. Kolumu ani bir şekilde kavradı. Neye uğradığımı şaşırmıştım.


"Gitme, otur yanımda biraz. Hâlâ saçların ıslak, ısınman lâzım." Kan içimi yeterince bulandırırken, bir de ona yakın olma fikrine tahammül edemiyordum. "Isınmak falan istemiyorum; beni rahat bırak! " Yüzü düştü; fakat elimi bırakmamakta direniyordu. "Otur dedim; canavar değilim. Ciğerlerini söküp yiyecek kadar aklımı kaybetmedim, merak etme! Sadece ısınmanı istiyorum. Hasta olman işime gelmez. "


"Beni ne kadar çok düşünüyorsun böyle." dedim imalı bir ses tonuyla. Dudakları tebessümle kucaklaştı. "Ben fedakâr, düşünceli bir kocayım. Sen de şanslı bir kadınsın. Hem fena mı; biraz hasret gideririz, ayrı kaldık aylarca." Yüzümü ondan çevirip, alev alev yanan şömineye baktım. Ne gülen yüzünü ne de yanağında oluşan o çukuru zerre kadar görmek istemiyordum.


"Delirmişsin sen! Sana duyduğum onca nefrete rağmen nasıl böyle umursamazca konuşabiliyorsun?" Sırtını duvara yaslayıp, derin bir iç çekti. "Sevilmemeye, nefret edilmeye alışkın bir adamım ben. Çocukluğumdan beri yüktüm birilerinin sırtına. Düşmanlarım hep vardı çevremde ve durmadan mahvıma uğraşırlardı. Tek başıma her şeyi sırtlamaya alışkınım anlayacağın. Senin sevdanı da sırtlarım, iki kişilik yaşarım bu tuhaf ilişkiyi." Bu küçük itiraflar içimde belli belirsiz duyguları çağrıştırdı.


Benim çocukluğum da şiddet ve nefretle geçmişti. En büyük şansım ise annemin ve kardeşlerimin sevgisine sahip olmaktı. Mervan da onlara duyduğum bu bağlılığı kullanarak beni avcunun içine almıştı zaten.


"Hadi otur! " Reddettiğimde öfkesinin artacağını biliyordum. Sözünü dinletmek için zorbalaşacağını da... Yüzümü şömineye çevirip mindere iyice yerleştim. "Aç olmalısın, bir şeyler yiyelim!" Poşetteki yemeği çıkarırken ne cevap vermiştim ne de yüzüne bakabilmiştim. Çok açtım. Tüm gün mideme en ufak bir gıda girmemişti; fakat onun yemeğini yemeyecek kadar da gururluydum. Izgara köfteyi ve salatayı çıkarıp bana uzattı. Ona bakmıyordum bile. Göz ucuyla süzüp, "Hadi ye!" diye diretti. Kızgınlığımı koruyarak, "İstemiyorum, yemeyeceğim. " dedim. "Zorla yediririm, ye şunları! "


"İstemiyorum, istemiyorum anlasana! " Sözlerim sabrını taşıran son damla olmuştu. Bardağı hınçla yere fırlattı. Yakamı çekiştirip, "Lanet olsun! Niye bu kadar inatçısın? Sana bir şey söylediğimde bunu yap!" Yakamı ondan kurtarıp, "Bana köpeklerinden biriymişim gibi davranmaktan vazgeç." diye bağırdım.


Ayağa kalktım ve yatağa doğru yürümeye başladım. Peşinden gelip beni duvara sıkıştırdı. Artık burun burunaydık ve karanlık gözleri gözlerimi esarete sürüklüyordu. "Karım olmayı, bana itaat etmeyi öğreneceksin!" Onu hırsla ittim. Ellerimin yarasını incitmesi umurunda bile değildi. "Hiçbir zaman karın olmayacağım. Senden nefret ediyorum. Hem de deli gibi... Sen aşağılık, zorba bir adamsın Mervan ve bende sadece iğrenme hisse uyandırıyorsun!"


Sözlerim onun kızgın bir boğa gibi kesik kesik solumasına sebep olmuştu. Sağ elini uzatıp yüzümü sert bir şekilde sıktı. Elleri çok güçlüydü ve yapacağım hiçbir hamle onu durdurmaya yetmeyecekti. "Sen!" dedi gözleriyle beni boğarken. "İstesen de istemesen de benim olacaksın. O kalleş abin de yaptığı tüm pisliklerin bedelini en ağır şekilde ödeyecek." Elini savururcasına indirip, suratına gururunu paramparça eden bir tükürük savurdum. Şimdi hiç olmadığı kadar kızgındı.


Beni kolumdan tutup sert bir şekilde yatağa savurdu. Üzerime korkulu bakışlarıma rağmen öldürücü adımlar atıyordu. Bedeni o yaylı zeminde beni kıskaca alırken, ne olduğunu bile anlamadan yeniden yüzümü avuçlayıp sıkmaya başlamıştı. Gözleri ruhuma kükredi. "Boyundan büyük laflar ediyorsun küçük kız! Korkmuyor musun benden ha? Korkmuyor musun söyle!"


Nefesini yüzümde hissedebiliyordum. Öfkeden bastırdığı dudakları ve titreyen perçemi yanlış kuyuya taş attığımın en büyük göstergesiydi. Gözlerimi yumdum. "Bak bana!" diye haykırdı. "Bak!" Güçsüz durmamaya çalıştım. "Yaralı bir aslan gibiyim, vahşi bir aslan gibi... Girdiğin inin mezarın olacağını düşünmez misin sen? Ha! Söyle; düşünmez misin?" Asla karşısında kendimi aciz biri gibi göstermemeliydim. Gözlerine nefretle baktım.


"Bırak! "dedim dişlerimi sıkarak. "Bırak! " Delirmişti yine ve zapt edilemez bir hâle gelmişti öfkesi. "Bağır hadi! Durma! Yardım çağır! Kim duyar seni, kim kurtarır? Burada benimlesin. Kaderinle baş başa... Uslu bir kız olmazsan, canın yanar! Hem de çok... " Gözlerimin dolması ve zayıflayan mimiklerim yaşadığım şoka teslim olmuştu. "Anladın mı?" diye sorduğunda çaresizce başımı salladım. Ona direnmekten vazgeçmeyecektim ve ne olursa olsun yaptıklarının bedelini ödemekten kurtulamayacaktı. Onu onaylamam sadece zaman kazanmak içindi. Kokusu tenime yapışırken zihnimi bir türlü toplayamıyordum.


Beni zorbalığından taviz vermeden küstah bakışları eşliğinde bıraktı. Yeniden şöminenin başına geçip dalgın dalgın alevleri izliyordu. Yaklaşık bir saat geçmişti ve göz kapaklarımın ağırlaştığını, gözlerimin kendiliğinden kapandığını hissettim. Ben uykuya olabildiğince direnmeye çalışıyordum; o ise bu loş ortamda bile bir damla uykuyu arar gibi görünmüyordu. Oysa uykulu olmalıydı. Gözlerindeki yorgunluk fark edilmeyecek gibi değildi. Belli ki kaçtığımızı duyar duymaz bizi aramaya başlamıştı ve 2 gün boyunca doğru düzgün uyuyamamıştı.


Uykuya teslim olurken, beni meraktan çıldırtan soruyu yönelttim ona. "Beni neden kurtardın? Ölebilirdin." Yüzüme bakmadı. Gözleri köz olmak üzere olan zayıf alevlerdeydi hâlâ. Cevap vermiyordu ve sadistliğine yakışmayacak bir şekilde gözlerini kaçırıyordu. "Sen ve ben..." dedi bakışlarını uykulu yüzümde gezdirirken. "Bizim yollarımız bir artık. Ölüme de bir, ömre de..." Bu kadife ses gözlerimin tamamen kapanmasına sebep olmuştu. O kırmızı yatağa sere serpe uzanarak kaderle güreşmekten yorgun düşmüş bedenimi dinlendirmeye çalışıyordum. Güvende miydim, bilmiyorum. O an istediğim tek şey uyumaktı. Olabildiğince huzurlu bir şekilde uyumak...


Gözlerimi araladığımda şafak çoktan sökmüştü. Elimi yüzümde gezdirdim. Biraz olsun dinlendiğimi hissettim. Epeydir hissettiğim bıkkınlık duygusu uykuyla birlikte hafiflemişti. Saçlarımı geriye attım. Yanımdaki teni ve uykuya hapsolmuş yüzü seçtiğimde kendimi olabildiğince ondan uzaklaştırmaya çalıştım. Sol eli göğüs kafesimin hemen altındaydı. Bir yelpaze gibi açılmış olan parmakları, vücudumda belli belirsiz kıpırdanmalara sebep oldu.


Uzun, sarı saçlarım sol yanağımın altına hapsolmuşken kendimi ondan kurtarmak için direndim. Çekiştirmelerim belli belirsiz hareketlendirse de neyse ki onu uyandırmamıştı. Yüzüne korku dolu gözlerle baktım. Her fırsatta bana alev püsküren o iki siyah cehennem, göz kapaklarının altında dinleniyordu. Yüzündeki öfke ve intikam çizgileri kısa bir süre için de olsa durulmuş görünüyordu. Dudakları hafifçe aralandı ve bebeksi dişleri o küçük aralıktan endişe dolu yüzüme göz kırptı. Uyurken insanlar masumlaşıyorlardı demek. Hatta belki Mervan bile bu masumiyetten nasibini almıştı.


Yavaşça yataktan kalktım. Hava bugün daha sıcaktı. Güneşin açması bile içimi ısıtmaya yetmişti. Kapıya yöneldim ve kulpunu yokladım. Açılmıyordu. Mervan'ın kaçma ihtimalime karşı kapıyı kilitlediğini anlamıştım. Sessizce etrafa göz gezdirip anahtarı aramaya koyuldum. Yoktu. Ortalıkta başıboş dolaşması da şu durumda pek mümkün değildi zaten. Ahşap zeminde hareket ediyor olmam sessizliği zorlaştırıyordu ve uyanmasından delicesine korkuyordum. Çıtırtılar onu huzursuz etmişti ama geç uyuması sebebiyle gözlerini açmamakta direniyordu sanki. Pencereler şebekeli olduğu için tek çarem kapıydı.


Anahtarı almak için Mervan'a yöneldim. Kalbimin deli çarpıntılarına inat, elimi usulca cebine soktum ve anahtarı çekiştirmeye koyuldum. Hiç ummadığım bir anda beni kolumdan yakalayıp yeniden yatağa savurdu. 2 saniye içinde bacaklarını bacaklarıma kilitlemiş ve nereden çıktığını bile göremediğim silahını şakağıma dayamıştı. Ben, "Canımı acıtıyorsun! "diye çırpınırken, yine mi sen der gibi yüzünü düşürdü. Mimiklerindeki alaycı bezginliği fark etmiştim.


Üzerimden kalkıp gülmeye başladı; bense öfkeden kıpkırmızı kesilmiştim. Sağlam olan omzuna bana göre sert, ona göre vızıltı sayılacak bir yumruk attım. Ne yazık ki bu hamlem onu incitmediği gibi daha da güldürmüştü. Gövdesi oldukça sert ve güçlü görünüyordu. Benim darbelerimle sarsılamayacak kadar güçlü... İnsan böyle bir vücuda ancak iyi bir çalışma ve sporla sahip olabilirdi. Bu yapılı beden asla bir tesadüfün ürünü olamazdı.


"Yaramaz küçük kız!" dedi beni delirtircesine. "Silahlı ve uykulu bir adama böyle sessiz yaklaşılmayacağını bilmiyor musun? Seni yumruklayabilirdim. Belki de kurşunlarımın hedefi olurdun." Sözleri alayla yüzümün kıvrılmasına sebep oldu. "Öyle korkunç bir adamsın ki bana bir gün bundan daha fazlasını yapabileceğini çok iyi biliyorum. Senin bir kalbin yok!" Gözlerime manidar manidar baktı. "Doğru bildin, bir kalbim yok. Duygularım uzun zaman önce öldü. Benim için boş." Bu itirafına ne diyeceğimi bilemiyordum. Duygusuzluğunu ayan beyan itiraf eden birine ne denilebilirdi ki?


Ayağa kalktım ve ondan uzaklaşmak için bir adım attım. Attığım o adımla birlikte korkunç bir baş dönmesi beni sendeletti. Gözlerimin önü karardı ve diz çöktüm. Bu tuhaf hâlimi hemen fark etti ve beni yavaşça kaldırıp yatağa yatırdı. "Sana bir şeyler ye demiştim. Bir kez söz dinlesen ne olur? " Ona cevap vermedim. Suratımı asıp başımı çevirdim. Çok açtım ve bedenim bu durumu daha fazla kaldıramıyordu.


Yanımdan ayrıldı ve yaklaşık 20 dakika sonra elinde bakır bir tepsiyle tekrar yatağa geldi. Koku beni benden almıştı. Kendimi biraz olsun toparladığımı fark ettim. Tepsiye göz gezdirdiğim de bana güzel bir kahvaltı hazırladığını hayretle gördüm. Dumanı üzerinde menemen, karışık kızartma, envaiçeşit kahvaltılık, çay, portakal suyu... Her şey o kadar nefis görünüyordu ki dudaklarımı yalamaktan kurtulamadım. Yutkunduğumu fark etmişti. Dudaklarını keyifle kıvırdı.


"Balkona geçelim; hava bugün çok güzel. Yaramazlık yapmak yok!" Ona hâlâ çok kızgındım. Yüzümü çevirip sessizce teklifini reddettim. Açlığın son raddesine ulaşmışken yaptığım aptallıktı. Beni umursamadan kapıyı açtı ve tepsiyle balkona geçti. İçeri giren temiz hava iştahımı daha da açmıştı. Rüzgârın savurduğu beyaz perdeyi kenara itip, tepsideki tabakları masaya yerleştirdi. Beni masaya çağırmazsa diye deli gibi korkuyordum. Açlığa daha fazla dayanabileceğimi hiç sanmıyordum.


Birkaç dakika sonra yanıma geldi. "Hadi gidelim sofra hazır!" Bana uzattığı eli umursamayarak usulca balkona süzüldüm. Arkamdan imalı bir gülüş attığından adım gibi emindim. Ahşap masa, yemekler ve beyaz güllerle harika görünüyordu. Elbette bu beğenimi ona belli edemezdim. Sandalyelerden birine oturup o harika göl manzarasını seyrettim. Tabağıma kahvaltılıklardan koyup yemem için uzattı. Onunla göz göze gelmemeye çalışarak bir çırpıda kocaman bir bardak portakal suyunun mideye indirdim. Bana biraz olsun direnç vereceğini umuyordum.


Kendine hazırladığı tabağı önüne aldı. Keyifle, iştahlı iştahlı yemeğe koyuldu. Ben böreği dudaklarıma yaklaştırdığımda kopardığı bir parça ekmeği menemene bandırıp ağzına götürdü. Şaşırmıştım. O kadar doğal olması dikkatimi çekmişti. Onu kasıntı, bey pozları atarken görmeye alıştığımdan mıdır bilinmez, yanımdaki rahatlığı ve samimiyeti tuhafıma gitmişti. Aldığı keyfi dudaklarını küçük küçük şapırdatarak belli ederken çatalla patateslere uzandım. Şu an üzerindeki rahat spor pantolon ve siyah tişörtle o ağır kılığından epey uzaktı. Jöleli görmeye alıştığım dalgalı saçları, bu sade hâliyle bir insan olduğunu ele verir gibiydi.


"Bana bakmayı bırak ve yemeğini ye!" dediğinde yerimde huzursuzca kıpırdandım. Yüzüme bakmadığı halde beni fark etmişti. Bu adamın kafasının her yerinde gözü olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yiyeceklerden biraz biraz yiyip karnımı doyurdum. O ise kahvaltısını bitirmiş manzaraya karşı keyifle çayını yudumluyordu.


"Çok şanslı bir kadınsın! " dedi dalga geçer gibi. Alaylı bir tebessümle yüzüne baktım. "Yaaa! Belli(!)" Kendinden emin bakışları üzerimde gezindi. "Doğru söylüyorum. Benim gibi güçlü, zengin ve yakışıklı bir adama sahip olmak her kadının haddi değil! " Sözlerini gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Cazibesinin farkındaydı ve her hâlinden pek çok kadının ilgisine muhatap olduğu anlaşılıyordu. Belki de onu reddeden ilk kadındım. Kim bilir?


Sessizliğimin uzamasından güç alıp devam etti. "Senin yüz çevirdiğin her şey, başkalarının hayaliydi oysa!" Elimdeki bardağı sertçe masa indirdim. "Sahip olduğun hiçbir şey umurumda değil. Seni sevmiyorum ve her daim düşmanım olarak kalacaksın!" İmalı tebessümünden bir şey kaybetmemişti. "Göreceğiz!" Ona cevap bile vermeden hızla içeri girdim. Çarpan balkon kapısının ardında nasıl bir ifade bıraktığımı merak ediyordum. Onu birazcık bile yıktıysam bu sözlerimden onur duyacaktım. Ama o yıkılmazdı. Yıkılıp, dağılacak bir kalbi yoktu. Ne demişti? Benim için boş!


****

Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🔥

Loading...
0%