Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16. Bölümm Herkes Öldürür Sevdi̇ği̇ni̇

@syildiz_koc


Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek...


Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek...


Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine lâyık olabilmek...


Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek.


                                                                                                           ÖZDEMİR ASAF


Pencerenin pervazına dayandım. Dışarda çiselenen yağmurun sesini dinliyor ve ruhumdaki yanığın biraz olsun serinlemesini umuyordum. Issız bir sahili andırıyordu sol yanım ve ben gitgide hissizleşiyordum onun yanında. O dağ evinden ayrılmıştık. Mervan, abimin bildiği o tenha yerde daha fazla kalmamızın doğru olmayacağını düşünmüş; emeline uzanacak muhtemel tüm engelleri bu şekilde bertaraf etmişti. Artık bir şeylerin düzelmesi için umut etmekten bile utanır olmuştum. Suskundum...


Odama Mervan ve ailesinden türlü türlü hediyeler geliyordu. O hediyelerin yüzüne bile bakmıyordum. Beni mutlu etmek şöyle dursun öfkemi bin kat daha arttırıyorlardı. Öyle soğuk ve uzaktım ki başka bir erkek olsa bu duruşumu asla kabul etmez; yolun yarısında vazgeçerdi. İnatçıydı... Zamanla aşkımı kazanacağına öyle inanmıştı ki, bu düşüncenin verdiği hevesle tüm bu kaprislerimi görmezden geliyordu.


Diyarbakır'daki bu çiftlik ailenin mülkiyetindeki evlerden sadece biriydi. Kınama sayılı günler kala burada konaklayacak ve bu sayede belli başlı bazı alışverişlerimizi yapacaktık. Düğünün Diyarbakır'da olması kararlaştırılmıştı. Gelinliğimi de Zeynep'le birlikte giyecektim. İçimdeki öfke dinmişti. Kızamıyordum ona, zaten şu saatten sonra kızmak da hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Olan olmuştu bir kere, bağırıp haykırsam ne çıkardı bundan sonra? İçimdeki sızı dinmiyordu, iliklerime kadar üşüyordum. Donan duygularım pervasızca belleğimi tokatlarken unutmayı diledim. Mehmet'i unutmayı, kim olduğumu unutmayı, yaşadığımız ne varsa küle çevirip uçurumlara savurmayı arzu ediyordum. Ya acılarım geçecekti o andan sonra ya da ben kendimden geçecektim sonu belirsiz yolumda.


Abimden ve Zeynep'ten haber alamaz olmuştum. Mervan, onlarla ilgili hiçbir bilgiyi bana vermiyor, bir an önce şu prosedür nitelikli işlerin bitmesini istiyordu. Geçen her gün, ondaki sabırsızlığı su yüzüne çıkarırken, telaşını uzaktan acıyarak izledim. Ben böyle mutsuzken yüz yüze bile gelemiyorduk. Birbirimizden utanıyorduk sanki. Tüm sözler tükenip bitmişti bizim için; geriye bir ağız dolusu suskunluk kalmıştı. Ben onun kölesiydim o da benim mutlak sahibim. Maskotunu acınası bir halde görmekten utanacak değildi ya; vardı kafasında yine bin bir tilki. Bu susuşlar hayra alamet olamazdı.


Mehmet... Telefonlar toplandığından beri ona giden tüm yollarım kapanmıştı. En son kazandığım üniversitenin haberini taşımıştım ona. Sonrasında hiç mektup yazmamıştı. Sevdam ve çaresizliğim büyük bir suskunluktu. Neden? Sözleşmiştik. Kendi ailesine mektup yazarken aynı adrese 2 tane yazacaktı; kız kardeşi de mektubu bana elden verecekti. Belki de Sıdıka Hanım bu kadarcık iyiliği bile bana çok görmüş, o mektupları bana ulaştırmamıştı. Mektup kültürü dünyayı yavaş yavaş terk etse de onun dokunduğu kağıtlara dokunmak, yazdığı dizeleri okumak benim için hâlâ tarifsizdi. Hasretimi dindirecek başka bir şey düşünemiyordum.


Mehmet, döndüğünde kim bilir hakkımda ne düşünecekti? Kendisini zengin bir adamın kuması olmak için terk ettiğime inanır mıydı acaba? İnanmasa da inandırmaya çalışanlar olacaktı hiç şüphesiz! Artık tüm bunları düşünmek için bile çok geçti. Alışverişler tamamlanmış, hazırlıklar bitmişti. Yalnızlık köşeme çekilip, olan biteni ruhsuzca izledim.


Abimin onun elinde olmasına dayanamıyordum. Kim bilir ne haldeydi? Hâlâ dövüyorlar mıydı onu? Aç mıydı? Hiç değilse doyurup, bakabilselerdi ona. Abimi kırmıştım; hayatını kurtarmak için paragöz, hırslı bir kız oluvermiştim gözlerinde. İnanmamıştı. İnanmazdı, biliyordum. Tanırdı kardeşini; bilirdi bir avuç hevesin pençesine düşmeyeceğimi. Ama vazgeçmiştim ben direnmekten. Kaçtıkça en dibe batmaktan yorulmuştum. İçimi yitirme korkusu kemirirken duygularımdan nasıl kaçacaktım?


Kapının açılması içimdeki ayazı açığa çıkardı. Adım sesleri kulağıma ilişiyordu. Kim olduğunu tahmin etmekse hiç zor değildi elbette. Ben berjerde öyle suskun suskun otururken karşıma dikilmiş gelişine tepki göstermemi bekliyordu. Bense ne onu ne de sayılı günler kalan düğünümüzü zerre kadar umursamıyordum. Dizlerimi soğuğa direnir gibi karnıma çekip başımı berjerin sırtına yaslamıştım. Kayıtsızca cama çiselenen yağmuru dinliyordum. Getirdiği tepsiyi hemen sol yanımdaki sehpanın üzerine usulca yerleştirdi. Tavırları, beni huzursuz etmekten ürküyor gibiydi.


Günden güne solmuştum. Yüzümdeki tüm kemikler zayıflığıma isyan eder gibi ortaya çıkmıştı. Gözaltı morluklarımı düşünmeye bile gerek görmüyordum. Şu hâlimle bir zombiden farksızdım ve ruhsuz zavallı bir kurban gibiydi duruşum. Zombi olan ben değildim; oydu aslında. Küçük kızları kaçırıp kalbini yiyen acımasız bir zombi... Bana bunca acıyı ve utancı yaşatan bu adam hakkında, bundan daha iyi ne düşünebilirdim ki?


"Yemeğini getirdim. Hadi, doğrulup bir şeyler ye!" Yüzümü o kadife kumaşa biraz daha gömüp, çekilip gitmesini bekledim. Saçlarım ve alnımı açıkta bırakan uzun perçemlerim, kumaşa değince belli belirsiz bir elektriklenmeye sebep olmuştu. Ellerinin saç tellerimde gezindiğini hissettim ve ne yazık ki onu durduracak en ufak gücü bile kendimde bulamıyordum. Ne zaman ayağa kalksam baş dönmeleri ve göz kararmaları beynimi yokluyor ve çaresizce diz çöküp bu buruk tadın geçmesini bekliyordum. Elleri saçlarımdan omzuma, oradan da belime kaydı. Teselli vermek için yaptığı hiçbir şey bende bir tesir oluşturmadığı gibi içimi daha da sızlatıyordu.


"Güçsüz kaldın iyice, bırak inadı ne olur! Benim için değil, kendin için yap bunu!" Dizlerime küçük bir buse kondurduğunda irkilmekten kendimi alamadım. "Günlerdir hiçbir şey yemedin, hastalanmandan korkuyorum." Tepkisizliğimden emin olduktan sonra bacaklarımı kollarının arasına alıp sımsıkı sardı ve yüzünü medet umar gibi dizlerime gömdü. Bu adam diz çökmeyi bilir miydi? Sevmeyi, kıyamamayı, dokunurken yavaş yavaş solmayı bilir miydi? Başımı ona çevirdim. Bu zavallı hâlini görme keyfinden kinle hemdem olmuş gururumu mahrum edemezdim.


Düşüncelerimi anlamış gibi başını dizlerimden ayırdı. Göz göze geldik. Biraz önceki zayıflığından sıyrılmış, ürkütücü gözleriyle bana yakıcı naralar patlatıyordu. Bakışlarını sehpanın üzerine çiviledi ve şahsına münhasır bir hareketle gözlerini kırptı. "Ye onu!" Emri sinirlerimi yeniden zıplatmaya yetmişti. Dudaklarımı birbirine bastırıp, "İstemiyorum!'' dedim. Gözlerini kapatıp parmaklarını sitemle alnında gezdirdi. "Sana ye dedim. En basit şeyleri bile tehditle yapmaktan bıktım artık. Bir şeyi de ben söylemeden yapsan olmaz mı?"


Onunla kavga edemeyecek kadar mecalsizdim. Yerimden kalkıp yatağa doğru usulca yürümeye başladım. Peşimden geliyordu; her an düşüp kalacağımı bilir gibi. Ve beklenen tüm direnmelerime rağmen nihayet oldu. Sendeledim, beni bekleyen kollarını ummadan bilincim darmadağın oldu yeniden.


Beni yavaşça yatağa iliştirdiğinde dudaklarıma ilişen kaşığın sıcaklığı dişlerimi kamaştırdı. Hiçbir itiraz kabul etmeksizin bana kendi elleriyle yedirmeye çalışıyordu. Ağzıma iliştirilen lokmalardan birkaçını güç bela yutabilmiştim. Biraz daha aç kalmam hâlinde ölümüm kaçınılmaz olacaktı. Mervan, gelinlikle hayal ettiği kızın, kefene sarıp sarmalanmasını asla kabul etmezdi. Açlıktan değil, nefretten ölmem daha tercihe şayan olmalıydı onun gözünde. Ölmeyecek kadar yiyip, yüzümü bana uzatılan tabaktan çevirdim. Daha fazlasını kabul etmeyeceğimi bildiğinden ısrarcı olmadı. Zaten günler süren açlıktan sonra bundan daha fazlasını yiyebilmem imkânsız gibiydi.


"Yedim işte!" Zihnim biraz olsun aydınlanmıştı. Tabağı tepsiye bırakıp, "Bugün işlerimiz var!" dedi. Sözlerinin devamını merak etmekten kendimi alamadım. "Ne işi?" Gözlerime manidar manidar baktı. "Sana bir gelinlik seçmemiz lâzım. Diktirmek için yeterli vaktimiz kalmadı. Bu yüzden hazır olanlardan birini alacağız. Yüzümü buruşturarak suratına bıkkın bir şekilde baktım. "Gelinlik falan istemiyorum. Evliliğimiz çok normalmiş gibi bir de gelinlik işleriyle mi uğraşacağım?"


Bir şeye de itiraz etme der gibi mimiklerini kastı. "Gelinliksiz düğün olmaz. Her genç kız gibi gelinlik giymek senin de hakkın. İtiraz istemiyorum. Kıyafetlerin burada; geldiğimde hazırlanmış ol. Bilirsin zor kullanmaktan hiç çekinmem. Şu son günleri badiresiz atlatalım!" Arkasından öfkeyle yıkık bir şekilde baktım. Beni bir şeylere mecbur etmesinden nefret ediyordum ve bu tahammülsüzlüğümü umursar gibi bir hâli de yoktu.


Üzerime güç bela bir şeyler geçirip hazırlandım. Bu sirk gösterisinin daha fazla uzamasına tahammül edemiyordum. Ne olacaksa bir an önce olup bitmeliydi; artık tüm bu olanları dayanacak gücüm kalmamıştı. Odaya döndüğünde hayranlık dolu bakışları üzerimde gezindi. Aldığı kıyafetlerden birini giymiş ve saçlarımı dişli bir tokayla tutturmuştum. Yanıma gelip tokayı bir çırpıda saçlarımdan uzaklaştırdı. Tokanın serbest bıraktığı saçlar yeniden omuzlarıma ve alnıma döküldü. Beni uzun ve açık saçlarımla görmeyi daha çok sevdiğini biliyordum; ama onun neyi sevip neyi sevmediğini hiç ama hiç önemsemiyordum.


"Böylesi daha güzel!" dediğinde viran bir şehri andıran gözlerimi yorgun gözlerinde gezdirdim. Hayatıma yaptığı bu müdahalelere alışmam gerekecekti; zira o asi kısrağını bir jokey edasıyla kontrol edip, dizginlemekten asla vazgeçmeyecekti. Kolumdan incitmeksizin tutup sürüklercesine gelinlik mağazalarıyla dolu bir caddeye götürdü. Günler sonra çevremde Mervan ve adamlarından başka birilerini görmek bana biraz olsun iyi gelmişti. Kalabalığın bedenimi sürüklemesini ve beni olabildiğince Mervan'dan uzaklaştırması diledim. Ne yazık ki buna kimsenin gücü yetmeyecekti.


Onca insanın arasında herkes gibi ama aslında herkesten farklıydım. Dışardan bakıldığında evlilik arifesinde mutlu bir çift gibi görünüyorduk; yani öyle görünmemiz için Mervan ne gerekirse yapıyordu. Bu tuhaf oyunu Mervan'ın kurallarına göre oynamaktan başka çarem yoktu. Yüzüm yorgunluk ve mutsuzluk kıymıklarıyla zedelenirken; onun yalanlarla bezeli seyirliğine katıldım. Bendeki tuhaflığı kimse fark etmemişti. Tam tersine insanlar hayranlık dolu bakışlarını üzerimizde gezdirip, arkamızdan ne kadar yakıştığımıza dair söylenip duruyordu. Onu bu şehirde çok iyi tanıdıklarını anlamıştım. Saygınlığı karşısında hayretimi gizlemekte oldukça zorlandım.


Oyalanmadan bir mağazaya yöneldik. Elimi sıkıca tutmuş, yer yer bakışlarıyla beni kolluyordu. Kaçacağımı düşündüğünü sanmıyordum; abim onun elindeyken asla böyle bir kalkışmaya girişmeyeceğimi anlamış olmalıydı. Aksi takdirde beğendiği herhangi bir gelinliği seçer ve benden beğenip giymemi beklerdi. Oysa işini zorlaştırmış ve beni buraya getirerek risk almıştı. Belki de beni insanlara karısı olarak takdim etmek için bu alışveriş işlerini fırsata çevirmişti, kim bilir? Onu anlamakta zorlanıyordum. Sağı solu belli olmayan bir tipti ve asla ona güvenmek gibi bir hatayı yapmayacaktım.


Oldukça sakin olan bu mağazada onlarca gelinliğin içinden bir tane seçip beğenmemi istedi. Ne gelinlik bakmaya ne de denemeye zerre kadar arzum yoktu. Mervan, bendeki bu duyarsızlığı çoktan fark etmiş gibi öne atılıp gelinliklerin arasında dolaşmaya başladı. Ona dikkat kesildim. Bir erkek olarak gelinliğimle bu kadar ilgilenmesi şaşırtmıştı doğrusu. Epey dolaştıktan sonra yanıma gelip seçtiği gelinliği bana uzattı. "Bunu bir kez denemeni istiyorum. Beğenmezsen zevkine göre tasarımcıyla anlaşırız!" Bıkkın bir tavırla gelinliğe uzandım. Yüzüne bakmadan asık suratlı bir şekilde kabine geçtim. Birkaç dakika sonra çıktığımda tüm gözler yeniden üzerime düşmüştü.


Mervan, tüm ilgisiz hâlime rağmen gözlerini gözlerimden ayırmadan, "Prensesler gibi oldun!" diye fısıldadı. Nasıl göründüğümü merak ediyordum. Sahi oradakilerin hayran kalacağı kadar güzel olmuş muydum? Yan taraftaki aynaya dönüp kendimi meraklı gözlerle süzmeye başladım. Doğrusu çok kısa bir zamanda benim için harika denebilecek bir gelinlik seçmişti. Prenses model bir gelinlikti seçtiği. Sade duruşu dantel kabartmalı gül detaylarla hareketlendirilmişti. İnsanı rahatsız etmeyecek uzunlukta hoş bir kuyruğu vardı. Sadeliği şıklıkta buluşturmuş olan o zarif dokunuşlar, gelinliği oldukça özel yapıyordu.


Aynaya uzun uzun baktım. Mervan'ı aynanın kenarından beni süzerken görebiliyordum. Tüm keyifsizliğime rağmen cennetten müjde almış gibi mutlu görünüyordu. Badem gözlerini üzerime dikmiş, hayran hayran beni izliyordu. Çalışanlarsa benim mutsuz ve sıkılgan tavırlarımdan ortada bir problem olduğunu sezmiş gibi işmarlaştılar. Başımı aynadan çevirdiğimde bana bir mücevher kutusu ve uzun, zarif bir duvak gösterdi. Belli ki bunları çok önceden düşünmüş ve benim için hazırlatmıştı. Kendinden emin bir tavırla duvağı gözlerini gözlerimden ayırmaksızın başıma sakince iliştirdi. Ardından mücevher kutusunu açıp arkama geçti ve kolyeyi özenle boynuma taktı.


Kendi kolyemi düşündüm. Maddî olarak bu kadar değerli değildi; birçok kızın, "Alelade gümüş bir kolye diyeceği!" kaybolsa bile yokluğunu hissedemeyeceği türden bir şeydi. Ama benim tüm hayallerimin hissiyatı olmuştu o kolye. Mehmet'ten bana kalan en değerli şeydi ve ben onu kaybetmiştim. Çalışanların bizi hayranlıkla izlediğini fark edebiliyordum. Onlar bizim bu zavallı hikâyemizi bir aşk efsanesi olarak görüyorlardı. Mekânın sahibesi yanımıza gelip, "Buraya yıllardır pek çok çift geldi, ama hiçbirini sizin kadar birbirine yakıştıramadım. Allah bir yastıkta kocatsın inşallah!" diyerek temennilerde bulundu.


Mervan, memnun bir şekilde tebessüm edip; "Teşekkür ederiz, değil mi karıcığım!" diyerek bana baktı. Yüzümü öfkeyle ondan çevirdim. Kadıncağız acaba ters bir laf mı ettim diye düşünmüş olmalı ki endişeli bir şekilde kenara çekilmeyi tercih etti. Çalışan kız, Mervan'ın el hareketini dikkate alıp birkaç adım öne atıldı ve onun bana seçtiği gelinlik ayakkabılarını büyük bir dikkatle kutudan çıkarıp önüme bıraktı. Bu gelinliği tamamlayan ve oldukça eşsiz görünen bir parçaydı.


Oradaki herkesi görmezden gelerek usulca duvağıma dokundu. Seçtiği tüm bu parçalar için onay bekliyordu. Bana bir nefes kadar yakındı ve bu yakınlık beni oldukça rahatsız etmeye başlamıştı. "Senin için seçtiğim şeyleri beğendin mi?" Cevap vermek dahi istemiyordum. "Eğer hoşlanmadığın başka bir şey varsa değiştirebiliriz. Bu hiç sorun olmaz!" İnsanlar gözlerini dikmiş, benden cevap bekliyordu. Ona küskün ve küstah bir ifadeyle bakıp, "Hayatıma dair her şeye sen karar veriyorsun zaten. Bunlara da sen karar ver! Benim için fark etmez!" dedim.


Mervan'ın kızdığını hissedebiliyordum; fakat onu umursamaksızın tek bir söz dahi söylemeden yeniden kabine geçtim. Kıyafetlerimi tekrar giyip, aynı umursamazlıkla mağazadan çıktım. Yol boyunca hiç konuşmadık. Davranışlarımdan hiç hoşlanmamıştı; ne kadar sessiz olsam da içinde bulunduğumuz hâli insanlara hissettiriyordum ve bu durum onu oldukça zor durumlara sokuyordu. Çıkardığı pet şişeyi dudaklarına götürüp, birkaç yudum su içti. Bir başka şişeyi bana uzattığında istemediğimi belli eder tarzda başımı salladım.


"4-5 saatliğine Rize'ye gideceğiz. Orada kına merasimi yapılacak. Ardından yeniden uçağa atlayıp, Diyarbakır'a döneceğiz. 2 gün sonra da düğün..." Arabanın penceresine yaslanmıştım. Başım, yaralı bir çocuk gibi kollarımın arasında salınırken, gözlerim camın ardındaki gizemli şehri kolluyordu. Elleri saçlarıma uzandı. Parmak uçlarını saç derimde hissedince ürpermekten kendimi alamadım. Hâlimi fark edince ellerini tenimden uzaklaştırdı. Bu kadarcık temasa bile dayanamazken nasıl onunla aynı yastığa baş koyacaktım?


"Her şey güzel olacak; çok az kaldı!" diye fısıldadı. Yüzümü ona çevirdiğimde iyiliğe dair bir beklentim olmadığını anlamıştı. Mutluluk falan beklemiyordum ondan, neyimeydi hülyalı düşler? Duygularım can çekişerek hayatta kalmaya çalışıyordu sadece.


Yolumuza devam ettik. Seçtiği gelinlik ve kınalıkla birlikte hikâyemizi anbean tamamlamaya gidiyorduk.


***

Loading...
0%