Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Bölüm: Suskun Çığlık

@syildiz_koc

Bölüm şarkısı: Gallian returns (Harika bir film arkadaşlar. Ek Villian ve Ek Villian Returns)


Bölüm yorumlarınızı bekliyorum. Sizce hikaye nasıl devam edecek?


Her insan yağmur damlası gibidir;


Kimisi çamura, kimisi gül yaprağına düşer.


                                                                                                                        MEVLÂNA


Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı bir odada ve yabancı giysilerin içinde buldum. Aceleyle doğrulmaya çalıştım. Başım dönüyordu. Anlamsız anlamsız etrafa bakındığımda sanki beynim durmuş, her şey zihnimde bulanıklaşmaya başlamıştı. Tutunarak ayağa kalkmaya çalıştım. Dün gece olanlar zihnime bir bir hücum etmiş ve bulunduğum yerde adeta donup kalmıştım. Ağlamak içimdeki karanlığa ışık olabilir miydi?


Ne çok ağlanacak şey olmuştu hayatımda ve ben ağlamayı bile Mehmet'ten öğrenmiştim. Oysa yıllarca güçsüz görünmemek için debelenip durmuştum bu hayatta. En şefkatli yürekler bile acılarımın yetiştirdiği dikenlerle karşılaşmıştı. Ne çok şeye ağlamamıştım yıllarca. Babamdan gördüğüm onca şiddetten sonra bile dökülmemişti o kanlı yaşlar gözlerimden. Tam tersine kin dolu bakışlarımı gözlerine mıhlayıp ona nefret kusardım hep.


Beni odunluğa kilitlediğinde, o karanlıkta yalnız başıma aç bir halde 2 gün beklemiştim; ama ağlamak gelmemişti içimden. Saçlarımı makasla kesip benden hıncını almaya kalkmıştı, okula göndermemek için eve kilitlemişti; dinlemedim. Duvardan atlayıp çizilen dizlerime ve kollarıma rağmen kaçarak okula gitmiştim o gün. Sıramda otururken sızlayan yaralarımın acısını unutmaya çalışıyor; ama yine de ağlamamak için direniyordum.


Bugün müydü tüm susuşlarımın diyeti? Şimdi hepsine doya doya ağlıyordum işte! İçimi kanatırcasına temizliyordum ruhumu tüm kirli tutsaklıklarımdan. Kollarım, dirseklerim, çürükler içinde kalmıştı çoğu zaman; ama hiçbiri şu anki kadar acıtmıyordu canımı. Yaşadığım bu psikolojik şiddet hepsinden daha çok yakıp yıkıyordu benliğimi. Gelinlik hayallerimi, aşkımı çalmışlardı. Uğradığım en büyük haksızlık bu değil de neydi?


Doğruldum. Hesap soracaktım. Tüm olan bitenin hesabını soracaktım o zalimden. Sabahlığı dahi üzerime geçirmeden sahanlığa yöneldim. Ayaklarım hızlı bir şekilde merdivenleri tekmelerken kendimi geniş bir salonda bulmuştum. Beni bu halde koşturur görünce herkesi belirgin bir şaşkınlık yokladı. Evin içinde delirmiş gibi dolaşmam insanları hayrete düşürmüştü. "Mervaaaan!" Haykırışım tüm evde yankılanırken, Raziye Hanım'ın merdivenleri hırsla indiğini fark ettim. Gözlerindeki öfke görülmeyecek gibi değildi.


"Mervaaaan!" Her yerde dip bucak onu arıyor, girmedik oda bırakmıyordum. Makbule Hanım, korku dolu gözlerini üzerime dikti, yaşlı elleri koluma kenetlendi. "Gelin Hanım, Bey evden şimdi çıktı." Ona endişeli bir bakış atıp, o tuhaf kılığıma rağmen kapıya doğru koşmaya başladım. Nefesim daralıyor, yüreğim hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Yerleri arşınlarken ardımdan yükselen, "Neler oluyor burada?" serzenişini bile duymuyordum. Üzerimdeki kısa sayılabilecek saten gecelikle uygun olmadığını bile bile bahçeye doğru koşmaya başladım. Makbule Hanım ve Dilan da olanlara anlam veremeyerek peşimden gelmişti. "Gelin Hanım! Allah aşkına dur! Bu kılıkla burada dolaşamazsın."


Ordaydı, siyah aracın içinde dikiz aynasından dağılışımı izliyordu. Ona doğru koşmaya başladığımda gaza basıp büyük, siyah kapıdan aracıyla çıkıp gitti. Nefes nefese kalmıştım. Haykırarak kendimi dizüstü yere bıraktım. Ellerim yere yapışmışken, gözyaşlarım beton zemine feryadımı duymuşçasına hızlı hızlı düşmeye başladı. Saçlarım yüzümü kapattı ve boyun eğişime şahitlik etti umarsızca.


Makbule Hanım, yanıma gelip beni mahcubiyetle kucakladı. Beni bir anne gibi sarmış, yüreğimin çarpıntısına derman olmaya çalışıyordu. "Tamam kızım, korkma! Yok bir şey!" Başımı göğsüne gömüp, hıçkıra hıçkıra ağladım. İçimdeki acıyı onun sinesinde bastırmaya çalışıyordum. Dilan, elindeki şalı omuzlarımın üzerine bıraktığında içimin tir tir titrediğini, boğazımın yangın yangın olduğunu hissettim. Birkaç topuk sesi kulağımı yırtarcasına soğuk zeminde yankılandı.


"Şu rezilliğe bak! Düğün gününün sabahında, bu ne hâl?" Makbule Hanım, mahcubiyetini koruyarak itaatkâr bir tavırla, "Korkmuş işte Hanımım! Daha küçük sayılır, aklı ermiyor. Mazur görün." dedi. Ben içli içli ağlarken iki büyük kundura gözlerimin önüne kara bir gölge gibi düştü. Utanıyordum, zavallı bedbahtlığımı görmeleri beni içten içe yakıp kavuruyordu. "Şu haline bak! Edepsiz! Bu kılıkla çıkarken hiç mi utanmadın; Kadir Bey görse ne der?"


Öyle dağılmıştım ki ne Kadir Bey'in görmesi ne de diğerlerinin beni ayıplaması zerre kadar umurumda değildi. İçimdeki acı ve utançta boğuluyordum ve şu an sadece yüreğimdeki yangının derdine düşmüştüm. "Kaldırın şu kızı! Daha fazla rezillik çıkarmadan odasına götürün!" Anne kız, güç bela beni kapandığım yerden kaldırdı ve koluma girerek odama doğru sürükledi. Bedenim kaskatı kesilmiş gibiydi ve ağlamaya bile korkarak içli içli titriyordum. Kurumuş dudaklarım kekeleyerek birbirine düğümlendi. Dişlerim yıkıcı bir savaşa tutuşmuş gibi ağzımın içinde itişip duruyordu.


Tekrar salona girdiğimde, Gülnaz'ın kindar bakışlarıyla karşılaştım. Saçlarım yüzüme doğru dökülürken, yarı eğik bir vaziyette yalın ayak tırabzanlara yöneldim. Bir düşmanı süzer gibi gözlerini yıkılmış zayıf bedenimde gezdirdi. Gözlerindeki iğrenme dürtüleri, içimi ürpertirken mecalsiz bir şekilde merdivenleri çıkmaya başladım. Makbule Hanım, kopacak kıyametleri sezmiş gibi daha hızlı bir şekilde beni yukarı çıkarmaya çalışıyordu. Gülnaz'ı görmezden gelerek içli içli ağlamaya devam ettim. Beni duymuş olmalıydı ve şu an beni parçalamak için yanıp tutuştuğunu tahmin edebiliyordum.


Odanın kapısını açıp beni olabildiğince hızlı bir şekilde içeri soktular. Dilan, sarsmadan yatağa oturtmak istediğinde, "Hayır, hayır!" diyerek karşı koydum. Ağlamam daha da şiddetlenmişti şimdi. Oraya dokunmaksızın hemen kenarına, halının üzerine örselenmiş ruhumu sere serpe bıraktım. O yatağa bakmaya bile tahammül edemiyordum. Dizlerimi karnıma doğru çekip, başımı dizkapaklarıma acıyla gömdüm. Sırılsıklam olmuş olan zarif yüzüm, saten gecelikte iğreti lekeler oluşturmuştu.


Aynı topuk sesi, bu sefer odanın içinde yankılandı. Raziye Hanım'ı yüzünden çok topuklarının tıkırtısından tanır olmuştum. Titreyen dudaklarımı umursamaksızın, nefretli bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Şu zayıf hâlimle bile beni ezmeye çalışmaktan vazgeçmiyordu. Bu kadın da hiç mi merhamet yoktu?


"Kaldırın şu çarşafı! Şu odaya çeki düzen verin. Yerdeki altınları toplayıp kasaya yerleştirin. Dün geceki rezilliğin izlerini biraz olsun silebiliriz belki!" İmalı sözleri ve kin dolu bakışları olan biteni çok iyi bildiğini en zalim hâliyle yüzüme haykırıyordu. Müsabakada başlama ateşini duyan sporcular gibi tedirgin bir şekilde ayaklandılar ve çarşafı kaldırıp alelacele ortalığı toplamaya giriştiler. Artık onları duymuyordum ve ne yaptıklarını görmek dahi istemiyordum. Buradaydım... Mervan'ın cehenneminde... Karanlığa gömülmüş korkunç bir hayatım vardı. Umut ettiğim ne varsa kocaman bir gemiye atılıp anbean benden uzaklara doğru yol alıyordu.


Kapının açılmasıyla tüm dikkatim dağıldı. Dizlerime gömdüğüm ıslak yüzümü kaldırmak istemiyordum. Onu görmekten, yüz yüze gelmekten öyle korkuyordum ki! Gitti dedi yüreğimde saklambaç oynayan kırgın, küçük kız. Gelmez artık! Nefes alıp verdim içimdeki tüm zehri kusar gibi. Sanki bunu yaptığımda bir nebze de olsa rahatlayacak ve yaşadığım acıyı unutacaktım.


Küçük bir elin saçlarıma dokunduğunu hissettim. Merakla başımı kaldırdım, gelen Dicle'den başkası değildi. Bana şefkat dolu gözlerle bakıyor, nemli gözlerime anlam vermeye çalışıyordu. Çok güzel, masum bir yüzü vardı. Simsiyah, iri, badem gözleri tıpkı babasına benziyordu. Uzun, siyah kirpikleri matem dolu siyah bir tülü andırıyordu. Üzgün bir tebessümle, "Neden ağlıyorsun?" diye sordu.


Kolum kanadım kırılmıştı, konuşacak gücü dahi kendimde bulamıyordum artık. Hassas bir bakış atarak, "Canım acıyor!" diyebildim. Tatlı tatlı bakıp, "Yere düşünce benim de canım acır! Hatta bazen kan bile akıyor, biliyor musun?" diyerek tatlı tatlı gülümsedi. Yanıma diz çöktü ve aynı samimiyetle sözlerine devam etti. "Annem yaraya merhem sürünce hiç acısı kalmaz; iyileşiverir hemen!" Onun bu masum hali beni umutlandırmıştı. "Keşke benim yaralarımı da merhem iyi etse!" diye sayıkladım. Olmayacaktı. Yaralarım öyle derin, öyle tutuktu ki ne merhem iyi gelirdi onlara ne de dikiş.


Parıldayan gözleri merakla aydınlandı. "Sen benim annem mi oldun şimdi?" Ona verecek bir cevabım yoktu. Neydim ben bu evde? Kimdim? Mervan, Gülnaz, Dicle ve kardeşi... Onlar bir aileydi. Peki ben? Bu odada, bu eşyaların arasında nasıl bir rolü üstlenmiştim. Beni kendi hayatımdan söküp almış ve bu evde hiç bilmediğim bir dünyaya iliştirmişti. Evim diyemediğim bu taş yığınında ait olmadığım insanların arasında hayat mücadelesi veriyordum.


Hani bir elbise yırtılır da o deliği kapatmak için alakasız başka bir kumaşı getirip hasarlı yere diker ve tekrar onun eskisi gibi olmasını beklersin ya! İşte öyle bir uyumsuzluk vardı ruhumda. Kökünden koparılıp ait olmadığı bir toprakta yetiştirilmeye çalışılan çöl bitkileri gibiydim. Su boldu, güneş eskisi kadar yakmıyordu; ama varlığın içinde hiçliğe mahkûm edilmiştim. O kavrulan çölde dimdik durabilmişken bu vahada çürüyüp tükenmiştim sanki. Meğer kaçıp gitmek istediğim, cehennem dediğim o çölmüş benim dünyam. Bu yalancı cennette Ayşe'me, anneme, abime hasret kaldım.


Ben cevapsız bir şekilde, onun yüzündeki masumiyet kırıntılarını umutla seyrederken ikimiz de Gülnaz'ın sesiyle irkildik. Gözlerini zavallı çocuğun üzerine dikip, "Ne işin var senin burada?" diye azarlamaya başladı. Zavallı Dicle, suçlu gözlerle manasız manasız annesine baktı ve koşar adımlarla odadan uzaklaştı. Kalbinin ne kadar kırıldığını, çocuksu gururunun nasıl incindiğini anlayabiliyordum. Belli olmuştu. Aramızdaki düşmanlığın en büyük kurbanı Dicle olacaktı.


Yalnız kalmıştık. Aynı adama bağlanmış iki bezgin, yaralı kadın... Nefretle hemdem olmuş, birbirimize düşmüştük Mervan'ın serkeş hevesleri yüzünden. Atalar yorgan gitti kavga bitti derler ya! Ne tuhaftır, ortalıkta kavga etmeye değer bir yorgan da yoktu bizim için. Mervan gibi zalim ve duyarsız bir adam için ne kırmaya gerek vardı ne de kırılmaya. Öylesine zoraki, tuhaf bir ilişkiydi bizimkisi. Üçlü bir aşk çekişmesi... Benim cephemde savaşılacak bir aşk yoktu; ama Gülnaz için savaş daha yeni başlamıştı belli ki.


Bana nasıl kin dolu gözlerle baktığını hissedebiliyordum. Nefretin mesken tuttuğu gözlerinde acının pırıltıları aymaz gönlüme sert çığlıklar attı. O da bıkkındı. Oldukça zayıflamıştı görmeyeli. Yüzünün çöktüğünü, gözaltlarının morardığını acıyarak görebiliyordum. Ben gelinlikle bu odaya girdiğimde yan odada olmak kim bilir ona nasıl bir acı vermişti? Düğünde yoktu; olması da bekleyebileceğim bir şey değildi zaten. Kocasının düğününde eğlenip dans etmesi akla kâr bir davranış olmazdı. Aynı evde iki yabancı yürek, iki acı çeken kadındık biz. O da aşk acısı çekiyordu, ben de. Aynı adamın karısı, farklı hikâyelerin acıklı figüranlarıydık. Aynı evde bir araya gelmemiz kaderin bize attığı hüzünlü bir çalımdan başka bir şey değildi ne yazık ki.


Onun karşısında acınası bir şekilde durmak istemiyordum; gözyaşlarımı silip güçlü durmaya çalıştım. Gözlerini gözlerimden ayırmadan, dudaklarını sinsi bir şekilde kıvırdı. Beni parçalamak istediğini çok iyi biliyordum. Elbette Mervan'a karşı duyduğu o köhne bağlılık, bu davranışın önüne geçen tek engeldi. Mervan'dan deli gibi korkuyordu ve böylesi bir hatayı yaptığında başına ne geleceğini herkesten iyi biliyordu.


Acılı gözlerini yapmacık bir tebessümle perdeledi. "Hayırlı olsun! Kocamla evlendin!" Bu iğreti sözleri bekliyordum. Bana bu evdeki değersizliğimi hatırlatmadan çekip gitmeyecekti ve var olduğu müddetçe yapacağım her hatayı hevesle bekleyecekti. Böylece olabilecek en kısa zamanda benden kurtulacaktı. "Mutlu olmalısın, sonunda soylu ve zengin bir aileye gelin oldun." dedi alay eder gibi.


Duyduklarım karşısından hayretler içinde kalmıştım. Bu nasıl duyarsız bir tavırdı böyle? Sanki olan biteni hiç bilmiyormuş gibi nasıl beni bu sözlerle itham ederdi? Yaralı kadın kisvesinden sıyrılıp, hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktım. Öfkeli gözlerimi sevimsiz yüzüne diktim. "Buraya isteyerek gelmediğimi sen de çok iyi biliyorsun! Mervan, beni zorla aldı. Ailemi, abimi öldürmekle tehdit etti." İğreti gülüşünü biraz daha belirgin kılarak, "Bu madalyonun sadece bir yüzü! Bu sahte gözyaşlarına inanacağımı mı sanıyorsun?"


Reddediyordu. Masum olduğumu, esas suçlunun Mervan olduğunu reddediyordu. Kızamıyordum bile ona. Sevdiği adamı aklamak ve alelade bir kadını onu kandırmakla suçlamak en kolayıydı belki. Böylesi kadınlık gururunu daha az eziyor olmalıydı. Ona göre Mervan beni sevmemiş, istememişti; ama ben yapışkan bir böcek gibi ona tutunmuş ve cazibemi kullanarak aklını çelmiştim. Mervan'ın tek suçu erkekliğine yenilip bana kapılmak olmuştu elbette. Kadın kuyruk sallamasa erkek tav olup peşine düşmezdi ne de olsa(!) Böyle değil miydi toplumumuzdaki anlayış? Erkeklere sınırsız egemenlik veren mahalle zihniyeti, kadını ezip gururunu un ufak etmiyor muydu?


Kendime kızıyordum. Ben de bu zihniyetin ürünüydüm ne yazık ki. Suçlanmaktan korkmuş, Mervan'ın yanlış girişimlerini ailemden saklamıştım. Bu saklanışımın ablamın evliliğini, evimizin huzurunu koruyacağını sanmıştım. Meğer ne büyük bir yanılgıymış yaptığım. Eğer gerçekten arkamda olacağını bildiğim bir babam olsaydı, cesur bir annem olsaydı ben susar mıydım? Görmezden gelir miydim olanları? Bu suç hepimizindi. Her utandırılmış çocuğun arkasında ona güven veremeyen duyarsız bir anne-baba saklanırdı. Bizdeki hâl de bundan iyi olmamıştı ne yazık ki.


"Kocamın yeni, varoş karısı!" Sözleri sabrımın son noktasını zorluyordu. "Sen delirmişsin! Hasetten gözün kör olmuş!" Bu çıkışımın onu durdurmasını umuyordum. Yeterince örselenmiştim; bir de onunla uğraşacak takati kendimde bulamıyordum. Kollarını birbirine bağlayıp, etrafımda akbabalar gibi dönmeye başladı. Beni baştan aşağı dikkatle süzüp, acıyan ve tiksinen gözlerle bakıyordu. Bu tavırlarıyla neyi kanıtlamaya çalıştığını çok iyi biliyordum. Kendisini Hanım, beni ise bu eve gelmiş zavallı bir metres olarak görüyor; bunu bana hissettirmek için de elinden ne gelirse yapıyordu.


Sessizce bana doğru yaklaştı. Artık bir nefes kadar yakınımdaydı. Dudaklarımı büzüp dişlerimi sıktım. "Mervan'ı çok iyi tanırım. Zor ve elde edilmesi uğraştıran şeyler hep ilgisini çekmiştir. Fark ettiği an, o şeyi ilk başta çok ister. İstediğini parasıyla ve gücüyle elde eder; ardından biraz hevesini alıp, bir daha yüzüne bile bakmaz." Başımı reddeder gibi sallayıp, dudaklarımı alayla kıvırdım. "Aşağılık kocanı iyi tanıyorsun; garibime gidense onun bu iğrenç heveslerini gördüğün halde erkektir yapar deyip görmezden gelebilmen!"


Sözlerim, canını sıksa da duymazdan gelip yaralayan sözlerine devam etti. "Ne düşünüyorum biliyor musun? Mervan'ın bu zavallı Nazar hevesi bir gün bitecek ve senden bir paçavra gibi kurtulmak isteyecek! O zaman süklüm püklüm geldiğin çöplüğe geri döneceksin!" Aynı kinayeli bakışlarla, "İnşallah! Benim de en büyük temennim o. Benim çöplüğüm bu ruhsuz mezarlıktan iyidir. Sevgisizlikten ve umutsuzluktan yürüyen cesetlere dönmüşsünüz!" dedim. Sözlerimi duyunca yüzü öfkeyle kasıldı. "Bu mezarlığı çok arayacaksın!"


Ona cevap vermeye bile gerek görmüyordum. Acıyordum ona. Bu evde benden daha zavallı bir hâldeydi ve bunu görmekten bile acizdi. Sözlerini tamamlayıp hırsla odadan çıktı. O da biliyordu haklı olduğumu. Bu ev ölü ruhlar diyarından farksızdı. Büründükleri rollerden sıyrılıp gerçek benliklerine kavuşamıyorlardı bir türlü. Kendilerine, duygularına öyle yabancılaşmışlardı ki buranın bir in mi yoksa herkesin rol yaptığı bir tiyatro sahnesi mi olduğunu ayırt edemiyordum.


Beynimdeki bu gürültüyü susturmak istiyordum. Cama vuran yağmur ve dolu seslerini duydum. Çıplak ayaklarımı ipeksi, uzun tüylü halıya sürerek yavaş yavaş terasa yaklaştım. Cam kapıyı açıp terasa çıktığımda biraz olsun nefes alabildiğimi fark ettim. Islak, soğuk zemine usulca oturdum ve üzerime yağan yüzlerce damlanın tenimi okşayıp temizlemesine izin verdim. Bu serin dokunuşlar beni biraz olsun rahatlatmıştı. Hava soğuktu ve ben bu soğukluğa rağmen yüreğimdeki yangından kurtulmaya çalışıyordum.


Ne ölüm ne de hastalık beni korkutamıyordu artık. Mervan, bedenimde gezinen ve her geçen gün beni içten içe tüketen bir kanser gibiydi; bana sunduğu hayat ise ölümü aratır cinstendi. Ben ne yaşıyordum ne ölüyordum. Araf'taydım. Cennet hasretiyle umutlanan, cehennem aleviyle yakılan tuhaf bir ömrü işliyordum amel defterime. Zordu böyle yaşamak, ama yaşıyordum işte. Hayat insana çok şey öğretiyordu. Önce en ağır zelzelelerle sarsıyor, sonra da şaplağı atıp hadi toparlan yoldaş diyordu serkeşçe.


Soğuk, ruhuma işlerken; yaşananları hatırlayan zihnim içime gözyaşlarımdan bir fırtına akıttı yeniden. Rüzgâr saçlarımı hareketlendirdi. Havanın bulutlu, kasvet dolu çırpınışı içimdeki zifiri karanlığa eşlik etti. Nefes alabiliyordum artık; biraz olsun ruhum soğumuştu yağmur damlalarıyla. Ya da ben soğuduğunu sanmıştım.


Terasa gelen Makbule Hanım, beni o fırtınanın altında görünce adeta şoka girmişti. Yanıma gelip, "Gelin Hanım! Hasta olacaksın, gir içeri!" diye telaşla bağırdı. Ben ise onu duyamayacak kadar dağılmıştım. Defalarca seslendiği halde onu duymamak ve umursamamak konusunda direniyordum. Bana sözünü dinletemeyeceğini anlayınca koşar adım terastan çıktı. Soğuk, ıslak bedenimi çoktan ele geçirmişti ve ben ne soğuğu ne de diğerlerini zerre kadar umursamıyordum. Yağmur bardaktan boşalırcasına bedenime akıp gittiğinde ipli saten gecelik ikinci bir deri gibi üzerime yapıştı. Umursamıyordum. Ne soğuğu ne de bedenimi hırpalayan yağmur damlalarını göremeyecek kadar körelmiştim. Artık o evde değildim. Kendi dünyama kaçıp, bir başka alemde kendi rüyamı yaşıyor gibiydim.


    


Ne kadar zaman o fırtınanın altında yarı uyuşuk vaziyette durduğumu hatırlamıyorum. Saçlarım sırılsıklamdı ve vücudum yağmur damlalarıyla dolup taşmıştı. Bir elin başımı kavradığını hissettim. Gözlerimi araladığımda gördüğüm kişi beni hayal aleminden sürüklercesine koparıp aldı. Kolumdan tutup sarsarak beni oturduğum yerden kaldırmaya çalıştı. Mervan... Altı harf, iki hece... İçimdeki yakıcı celladım... Bu sözcük varlığını ve zulmünü ifade etmeye yeter mahiyette miydi bilmiyordum. Bildiğim tek şey yenilmişliğimdi. Yaşadıklarım, yaşayacaklarımın fragmanı bile değildi; çünkü biliyordum, ben ucuz kurtuluşların kadını değildim.


"Ne yapıyorsun sen?" Kendimi boşluğa mecalsizce bıraktım. Sabah ki gazabımdan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Durgun bir deniz gibiydim. Tüm öfkem de yağmurla birlikte akıp gitmişti sanki. Sarsarak beni kollarına hapsetti. Kukla bebek gibiydim kollarında. Küçülmüş, ufacık olmuştum debdebesinin içinde. Ne ellerim ne de bacaklarım beni dinlemiyordu sanki. Zihnimin direksiyonunda ben yoktum, o vardı. Bana her yerde acıtarak çelme takıyordu. "Bu soğukta, bu yağmurun altında oturulur mu hiç?" Hiddeti umurumda değildi. Ona uyuşuk, mahmur gözlerle baktım. Çok hâlsizdim, sanki bir şey tüm enerjimi çekip almıştı içimden.


Dökülen yağmur damlaları siyah, dalgalı saçlarını dağıtmıştı. Fırtına sesi ve gök gürültüsü tok sesini bastırıyor ve onu duymama engel oluyordu. Beni duvara yasladığında ceketini çıkarıp omuzlarıma bıraktı. Ceketindeki koku yeniden zihnimin karıncalanmasına sebep olmuştu. İçimdeki tüm öfke, yutkundukça hıçkırık misali genzimden sıçradı. Ceketi, hırsla yere fırlattım. Öfkeli bakışlarımı gözlerine dikip, "Yaptığın sana yakışmadı Mervan Bey!" diye haykırdım. Ne demek istediğimi çok iyi anlamıştı. Anlık bir duraksama yüzünde gezindi. Dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini kaçırdı. "Şimdi bunların ne yeri ne de zamanı! İçeri gir, hasta olacaksın!"


Kollarımı kollarından kurtardım. Ayakta sarhoş gibi sallanmaktan kendimi alamıyordum. Gecelikten dökülen suları umursamayarak duvara dayandım. Soğuk, bedenime işlemiyor gibiydi. İçimin hararetle kavrulduğunu hissettim. Sanki saçlarımın her bir zerresinden lav akıyordu. "Nazar, içeri girelim; kurulanman lâzım!" İğrenen gözlerimi, kederli yüzüne mıhladım. Beni gören ya deli zannederdi ya da sarhoş. Hâlimin tuhaflığı söyleyeceklerime engel olamayacaktı.


"Bırak beni! Zaten bir cenazeden farkım yok! Ölürsem belki kurtulurum senin zindanından." Ellerini alnımda gezdirip, "Ateşler içinde yanıyorsun! Bırak şu inadı!" diye hiddetlendi. İradesi yine bana galip gelmişti. Kolumdan tutup zorla içeri soktuğunda kendimi ondan uzaklaştırmakta gecikmedim. Yüzüne bakmaya dayanamıyordum. Alnımı duvara yaslayıp sığınır gibi diz çöktüm. Sırtım ona dönükken ve perişan yüzümü görmüyorken kendimi daha az zavallı hissediyordum.


Havluyla beni kurulamaya çalıştı. "Dokunma bana!" Onu itip kendimden uzaklaştırdım; bana dokunmasına tahammül edemiyordum. Derin bir iç çekip beni deli bakışlarıyla bir kez daha yordu. "Nazar! Bunu bize yapma!" Alayla gülümsedim. "Biz... Biz diye bir şey olduğunu mu sanıyorsun hâlâ? Ben senin kanattığın yerden, doğrulup yaşamaya çalışan bir zavallıyım; neden görmüyorsun?" İçimdeki acıyı, iliklerine kadar hissetmesini istiyordum. Ruhumdaki acıyı hiçbir sözcüğün, hiçbir vaveylanın içine sığdıramıyordum.


O, kendi hayal dünyasında geleceğe tutunarak bir şeyleri umut ediyor ve bugünün haksızlıklarını vicdanından uzaklaştırıyordu. Bu düşleri yüzünden hiçbir sözüm onu acıtmaya yetmeyecekti. "Canım yanıyor!" Başını eğdi. Gözlerime bakmaya dayanamıyordu belli ki. Orda bir ölü vardı. Orda yitik bir ruh, solan bir ömür vardı. Hangi kara gönül dayanırdı kendi kıydığı hayata bakmaya?


Üzüntü duyması beni hiç olmadığı kadar rahatlatmıştı. Onu üzmek içimde sadistçe bir mutluluğa sebep oluyordu. Acıtmak istiyordum. Kanatmak... Delicesine tüketmek istiyordum paramparça ederken. "Senin canın acıdığında benim de canım yanıyor!" dedi inanacağımı umarak. Ona vurmuyordum. Benim en ağır darbelerim bile ona sinek vızıltısı gibi gelecekti, biliyordum. En zayıf noktası bendim ve Mervan'ı incitmek için kendimi bile harcamaya razıydım. "Demek canım yandığında acı çekiyorsun! Öyle mi?"


Karşımdaki boy aynasına delirmiş gibi baktım. Solgun yüzüm, ıslak dağınık saçlarım girdiğim muharebenin en yakın tanıkları gibiydi. Suratım acıklı bir tebessüme kucak açarken yumruğumu o gösterişli aynaya hırsla geçirdim. "Canın acısın o zaman!" Yumruklarımı ardı ardına aynaya indirirken, "Canın acısın! Kahrol! Mahvol benim gibi!" diye çıldırmışçasına bağırdım. Belimden yakalayıp, beni çekiştirerek engellemeye çalıştı. Kollarımı var gücüyle sıkıp, hareketsiz koyması birkaç saniyesini almıştı. Ne yazık ki bu birkaç saniye, kendime vereceğim zararı engellemeye yetmeyecekti. "Yapma Nazar! Bırak şu aynayı!"


Beni hırsla çekip yatağın kenarına sıkıştırdı. Alnının terlediğini, yüzünün acıyla kasılıp kızardığını görebiliyordum. Canım çok yanmıştı. Yansın dedi gururum, tek yanan sen olmadın. Onun canının da yandığını bilmek, bana kendi acımı unutturmak için yetiyor da artıyordu bile. Titreyen dudakları alnıma gömüldüğünde sadistçe bir zevkle gülümsedim. "Keşke daha fazla acı verebilsem sana! Kıvrandırabilsem, yakıp kül edebilsem!" Başını boynumdan arta kalan o boşluğa gömüp sımsıkı sarıldı. İçi yanıyordu. Teni ateş gibi sıcaktı. Bedeni ıstırapla titrerken, elleri sırtımda dolaşıp acılarıma derman olmaya çalıştı.


Başarmıştım. Kanatmıştım onu. Kendimle, yüreğinden vurmuştum. Kollarından ayrılıp gözlerine doyasıya baktım. Acı... Ne de güzel yakışıyordu kederle kıvranmak ona. Ne de güzel ölüyordu bana bakarak. Ellerimi nemli gözlerle inceledi. Ben canımın acısını unutmuş, dişlerimi sıkarak tükenişini seyrediyordum. Hayatımda pişman olmayacağımı düşündüğüm en güzel deliliklerimden biriydi bu. Başını hüzünle sallayıp, yazık eder gibi fısıldadı. "Delisin sen!" Deliydim. Hiçbir zaman inkâr etmemiştim ki zaten. Delinin tekiydim ben. Dokunanın elini yakan, haylaz, berduş bir kor gibiydi asi ruhum.


Sesini son perdesine kadar kullanıp ortalığı yıkan bir feryat bıraktı. "Ecza çantasını getirin!" Dilan, korkuyla alelacele içeri girdi. Ellerimin hâlini görünce gözleri iri iri açılmaktan kurtulamamıştı. "Gelin Hanım!" Sayıklayışı Mervan'ı bir kez daha bağırttı. "Çık dışarı!" Biraz önceki enkazdan sıyrılmış, öfkeyle ellerime bakıyordu. Anlamıştı yitikliğinden aldığım zevki ve beni bu davranışlarım konusunda cesaretlendirmek istemiyordu besbelli. Üzerimdeki ıslak gecelikle dizkapaklarımın üzerine çökmüş, darmadağın ettiğim adamın merhametli ellerinde iyileşmeyi bekliyordum. Gururum ne yazık ki bu kadarcık rahmete bile müsaade etmeyecekti. Ellerimde dik bir şekilde duran cam kırıklarına meydan okuyarak, "Bırak!" dedim. "Yardımına ihtiyacım yok!" Eşine az rastlanır bir gazap rüzgârı mavi gözlerimden esip savruldu. "Saçmalama! Rahat dur!"


"Senden gelecek tek bir merhamet kırıntısına bile tahammülüm yok." Elimi çekiştirip avuçlarında küçülttükçe küçülttü. "Beni en sevdiğimden vurmaya kalktın. Aldın intikamını; eğer benim de aynı intikamı almamı istemiyorsan uslu dur! Şakam yok! Hiçbir şey bitmiş değil!" Yine tehditler çağlıyordu dudaklarında. Ne acı... Boynumu yine sevdiklerimi kullanarak bükebilmişti. Elindeki ince yapılı, sivri aletle kesikleri kurcalamaya başladı. Tir tir titriyordum. Islak gecelik ilk uyuşukluk geçince bana buzdan bir tabut gibi azap vermeye başlamıştı. Hem yanıyor hem de ayazda sabahlamışçasına donuyordum.


Ardı ardına çıkardığı ayna parçalarına nemli gözlerle baktım. Elinden geldiğince canımı acıtmamaya çalışıyordu. Zaten acıtsa da aşırı tepkiler verip kendimi aciz bir duruma düşürecek değildim. Küçük parçaları çıkardığında bu yangıya dayanmakta zorlanmamıştım. Şimdi en büyük parçaya odaklanmış, olabilecek en acısız şekilde çıkarmanın yolunu arıyordu ve ben o kan revan içindeki yaraya bakamıyordum bile. Kan kokusu... Beni nasıl da mahvediyordu öyle. Özel, tehlikeli bir ameliyat yapıyor gibi dikkatle odaklandı ve camı en az tahribatla yavaşça saplandığı etten çekip çıkardı.


"Ahhhhh!" Acı, gözlerimden birkaç damla yaşı akıtırken, "Acısın! Acısın da bir daha böyle aptalca davranma! Kendi kuyunu kazıyorsun, bana inat kendi kendini tüketiyorsun!" dedi. Cevap vermedim. Belki haklıydı, belki haksız... Ben gerçeklere yüz çevireli çok olmuştu; doğru ya da yanlış fark etmezdi artık. Normalde sınavlarda üç yanlış bir doğruyu götürürdü; fakat Mervan öyle bir yanlış yapmıştı ki, onun tek bir yanlışı benim bütün doğrularımı alıp götürmeye yetmişti. Ne yazık ki doğrularımla birlikte onlara tutunan hislerim de karanlık kuyularına akıp sır olmuştu. Sitem etmeye hakkım var mıydı bilmiyorum. İstemesem de bedel ödemeyi ben kabul etmiştim. Ailemin hayatına karşılık ona teslim olmuştum. O da attığı ilmekle, beni hayatına fütursuzca kördüğüm etmişti.


Yaralarımı temizleyip, merhemi incitmeden sürdü. Sargı o görüntünün üzerini örttüğünde biraz olsun rahatladığımı hissettim. Artık o feci manzarayı görmüyor olmak bile yetmişti iyileşmem için. Yüzündeki gergin ifade gitmişti. Sıcaklık bedenimi uyuşturmuştu. Gözlerimin önü karardı ve titreyerek bulunduğum yere yığılıp kaldım. Beni kucaklayıp, tekrar yatağıma yatırdı. Sırılsıklam geceliği çıkardığında içimi alan utanç dalgasına engel olamıyordum.


Yaklaşık 30 saniye kadar duraksadı. Derin bir iç çekişten sonra, "Tüm bu çürükleri, izleri baban olacak o alçak yaptı değil mi?" diye mırıldandı. Bana acıdığını hissediyordum. Uyuşuk zihnim, heceleyerek son sözlerini fısıldadı. "Sen, ruhumda bundan çok daha büyük izler bıraktın! O senin kadar acıtmamıştı." Anlık bir duraksamadan sonra kuru giysileri usulca bedenimden geçirdi.


Titremelerime bir türlü engel olamıyordum. Birkaç dakikalığına odadan ayrıldı. Dönüp geldiğinde elinde şırınga, ilaçlar ve bir serum torbası vardı. Dikkatli bir şekilde iğneyi seruma enjekte etti. Ardından damar yolu açıp serumu koluma bağladı. Makbule Hanım, elindeki su dolu kabı dökmemeye çalışarak telaşla içeri girdi. "Bunu alın Beyim! Ben Dilan'ın ateşini hep böyle dindirirdim!" diye fısıldadı. Mervan, sıkılgan bir tavırla yüzümü sirkeli suyla sıvazlayıp ateşimi düşürmeye çalıştı. Bu adamı anlamıyordum. Bana hem en büyük acıları veriyor hem de acılarıma çare olmaya çalışıyordu. "Kimsin sen!" diye haykırmak geldi içimden. Tanımadığım ve sevmediğim bir adamın ikinci karısı olarak daha kaç yüzünü görecektim bu evde?


Gözkapaklarım gitgide ağırlaşıyordu ve ben onun karşısındaki bu zayıflığı bir türlü kaldıramıyordum. "Nazar!" Fısıltı hâlindeki sesi anlık bir şekilde irkilmeme sebep olmuştu. Gözlerimi araladım; görüntüsü şimdi eskisinde de bulanıktı. Üst dudağı alttakini nemlendirirken, "Eğer gitme, sana ihtiyacım var demeseydin; asla sabaha birlikte uyanmazdık!" Son sözleri beynime yırtıcı pençeler atmıştı. Hatırlayamıyordum olanları. Belli belirsiz kareler gözlerimin önünde gezinirken, içimdeki moloz yığını bir kez daha su yüzüne çıktı. Ben en zayıf anlarıma bulanırken ona tutunmuş olamazdım, olmamalıydım. Gözlerim usulca kapanırken son odaklandığım nokta, boğazının kenarındaki o morluk olacaktı. Beni kahreden o koyu, köhne morluk.


***


Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🔥

Loading...
0%