Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. Bölüm: Senden Önce

@syildiz_koc


23. SENDEN ÖNCE!


Sana bir şiirler olmuş sevgilim; yüzün, gözün söz içinde.


Hangi imla kitabına baksam, "ben" den ayrı yazılıyorsun.


                                                                                                                                   ÖZDEMİR ASAF


     


Hayatımın uğradığı bu korkunç türbülans, içimde kanayan derin yaralara gebeydi. O zamanlar gözyaşlarımda gizlediğimi sanırdım olanları; oysa tahribat çok daha büyük olacaktı. Ellerim gözümü her açtığımda sızlarken, beynim aynı sese ve dokunuşa kulak veriyordu. İçimdeki karanlık sokaklarda kaybolmuştum. Dudaklarımın vaveylası dinmiyor ve kaybettiğim çocukluğum ıssız bir yokuşun en tekinsiz harabelerine sığınıyordu ürkerek. Yalınayak çok yürümüştü ve soluklanmaya, dinlenmeye ihtiyacı vardı. Şimdi o enkaz, darmadağın olmuş duygularına dikiş atacak ve belki görmeyi reddettiği yaraları örtbas edecekti.


Çocukluk... Ne lanetli bir maziydi benim için. Artık büyümüştüm, çok daha güçlüydüm; ama içimi tarayan yara, genç bir kadın olduğumda bile yanıp kavrulmaktan vazgeçmiyordu. Kılıç yarası derler ya böylesine, geçiyordu acısı geçmeye ama; izi olduğu yerde, kalem kalem işlenmiş gençliğimin hoyrat sandallarına galebe çalıyordu acımasızca.


Hangi gündeyiz, hangi aydayız bilmiyordum; hatta bazı zamanlar geceyi mi gündüzü mü yaşadığımdan bile emin olamıyordum. Bu beyaz, rahat yatak beni kendine hapsetmişken yastığın gül kokusu yüzümü kollarını almış; uykunun esaretinde tüketip duruyordu. Uyuşukluk hissi perde perde hatıralarımı örttüğünde, yalancı bir huzur zihnimin kurak bahçelerinde dolandı. Yorgundum... Oysa günlerdir bu yataktan hiç kalmamıştım. Yürümemiştim, koşmamıştım... Sıradan günlük işlerimi bile başkaları yapıyordu benim için. Adeta uyuşuk bir kedi gibi kendi etrafımda, yatağın üzerinde dönüp duruyordum işte.


Gözlerimi araladığımda hep aynı yüzün beni izlediğini görüyordum. Mervan... Gölgem gibi beni sürekli izliyordu. Uyandığımda onu ya baş ucumda saçlarımı okşar buluyordum ya da benimle aynı yatakta uyurken. Hayatımın yutan elemanı gibiydi. Oradaydı. Vardı; ama sahip olduğum her şeyi bir bir çalıp götürüyor, varlığımı varlığına mahkûm ediyordu. Ve ben onun kokusunu her alışımda içimde beni ben yapan pek çok şeyin eriyip tükendiğini hissediyordum. Her duygum yavaş yavaş silinirken; önceliği cesaretim ve onuruma vermiştim.


Onun hayatında etkisiz eleman gibiydim. Vardım ama aslında yoktum da. Hayatına sonradan dahil ettiği, yatağını süsleyen küçük bir detay gibiydi varlığım. Burada uyuyor ve onun beni saatlerce seyretmesine müsaade ediyordum. Ölmeyecek kadar yiyor ve kokup cazibe mi kaybetmemek için yardımcılar tarafından düzenli olarak yıkanıyordum. Ellerimin ayna kırıklarıyla yaralanmış olması beni sadece Mervan'a değil, varlığıma tahammül edemeyen diğer kişilere karşı da zayıf düşürmüştü. Şimdi karşılarında en normal ihtiyaçlarını bile görmeyi beceremeyen, sürekli başkalarına ihtiyaç duyan aciz bir cariyeydim. Mervan'ın canını yakmaya çalışırken yine kendi ayağına kurşun sıkmıştım.


Gözlerimi araladığımda yine o bilindik manzarayla karşılaştım. Pürüzsüz, beyaz yatak, siyahlar içindeki bir adamın vurgun bakışlarına şahitlik ediyordu. Yaralı ellerim yatakta gezinirken, içimin öfkeyle köpürdüğünü hissettim. Yine yanımdaydı. Benimle aynı yatakta, kurduğum ateş çemberinde ıssız ıssız beni izliyordu. Gözlerimi ezercesine kapayıp, bu yaşananların bir kâbus olmasını diledim. Değildi, olmasını dilemek gökyüzünün denizle kucaklaşması gibi mistik bir hayal olabilirdi ancak.


"Günaydın prenses!" Üzerimdeki uzun kollu, salaş, beyaz elbise bir gecelik olmaktan öyle uzaktı ki bununla yatağa girdiğim için kendi kendimi alaya almaktan kurtulamadım. Elleri, elmacık kemiklerimin üzerinde gezinirken; mahmur gözlerimi, uzun kirpiklerinin gölgelediği siyah kuyulara diktim. "Beni uyuşturuyorsun, o yüzden bu kadar uyuyorum." Biraz daha yaklaşıp burnuma küçük bir buse kondurdu ve ne yazık ki onu durduracak en ufak bir güce sahip değildim. "Senin için yapıyorum, kendine zarar vermemen için. "


"Ruhumu varlığınla zehirlediğin yetmezmiş gibi şimdi de bedenime mi musallat oldun?" Sesim bir inilti gibi zayıf çıkıyordu ve konuşmam hiç olmadığı kadar yavaştı. Derin bir iç çekip merhametin can çekiştiği umut dolu gözleriyle bana baktı. "Daha fazla kendini incitmene dayanamazdım. Sadece yatıştırıcı... Biraz toparlayabilmen için!" Titreyen dudaklarımı kinle birbirine bastırdım. "Sen bir canavarsın!" Başını acıklı bir şekilde sallayıp, "Biliyorum! "dedi ve ekledi. "Sen de benim krallığımdaki masum prenses..." Yüzünü yüzümden çevirip sırtüstü döndü. Bakışları oldukça yüksek olduğunu fark ettiğim tavanda gezinirken, kollarını başının altına aldı. "Benim zorba bir şövalyeye mahkûm olmuş masum prensesim. Aşkımın talihsiz kurbanı..."


Uyku yeniden gözlerimi ve zihnimi ele geçirmişti. Son kez zayıf bir şekilde fısıldadım. "Bir gün, o krallığın başına yıkılacak; işte o gün, enkaz altındaki çaresiz debelenmelerini zevkle izleyeceğim! " Gülümsedi. "Eğer benim sürünmem seni mutlu edecekse debelenmeye de razıyım!" Bulanıklaşan bakışlarıma ve dağılan zihnime inat, "Mahvolacaksın!" diye sayıkladım. Cevabı gecikmeyecekti. "Olurum, isteyen sen ol! "


Sıçrayarak uyandığımda gözlerim ilk saati aradı. Saat öğleden sonra 5 sularındaydı ve hava güneşliydi. Zihnimin biraz daha berrak olduğunu hissettim. Dünden beri yemek yememiştim ve vücuduma aldığım ilaçlar yavaş yavaş etkisini yitirmişti. Yavaşça doğrulup yataktan uzaklaştım. Yanımda yoktu ve bu bana kendimi biraz olsun huzurlu hissettiriyordu. Yattığı köşeye baktığımda belli belirsiz kırışıklıklar olduğunu fark ettim. Demek gördüklerim hayal değildi. Bana içirdiği ilaçlar yüzünden artık hayal ve gerçeği ayıramaz olmuştum. Gördüğüm rüyaları gerçek sanıp sıçrayarak uyanıyordum ve zihnimin oynadığı tüm oyunlara karşı oldukça şaşkındım.


Elbisemi kokladığımda aldığım o koku içimdeki korkuları ve hayal kırıklıklarını hareketlendirmişti. Onun gibi kokuyordu. Ve yatak hayatımdaki varlığının delili gibiydi. Tenine değen ne varsa kendi kokusunu bir imza gibi üzerlerine hapsetmişti. " Bana aitsin!" demişti. Bu koku sözlerinin mührü gibi üzerime yapışmışken onu ve yıkıcı zırvalıklarını inkâr edemiyordum.


Elimdeki sargıları alelacele çıkardım. Kokladığımda insanı rahatsız eden bir merhem kokusu burnuma kadar ulaştı. Yeni sürülmüş olmalıydı; uyuduğum o tekinsiz saatlerde hissettirmeden halletmişti tazeleme işini ve benim bu dokunuşları ruhum bile duymamıştı. Profesyonelliğini bir kenara bırakıp, banyoya girdim. Şimdi tek derdim üzerime yapışan o kışkırtıcı kokudan kurtulmak ve iyi bir duş almak olacaktı. Ilık su, beni biraz olsun kendime getirmişti. Pudra rengi bornozumu takıp saçlarımı kuruladım. Dolabı açtığımda kendime oldukça sade olan bir elbise seçtim. Yine beyaz... Onun bu beyaz takıntısı artık beni delirtme seviyesine getirmişti. Anlamalıydı artık, onun siyah dünyasını ağartmaya benim beyaz sinem yetmezdi. Birkaç çaput parçası bu siyahlığı değiştiremeyecek kadar zayıftı.


Bordo bir elbiseyi dolaptan çıkardım. Sırtındaki ve eteklerindeki siyah dantellerle oldukça sade ve şık duruyordu. Mervan'a inat onu bir çırpıda üzerime geçirdim ve saçlarımı tarayıp tamamen düz bir hâle gelene kadar şekillendirdim. Önüme koyulmuş gelin terliklerini ayağımla itip yalınayak merdivenlere yöneldim. Evin içinde terliklerle dolaşmayı sevmezdim. Toza çamura inat bahçede bile yalınayak dolaşırdım. Böylece toprakla ve çimenlerle kucaklaşır içimde olumsuz ne varsa benliğimden atıp yeşile karıştırırdım.


Yavaş yavaş inerken aşağıdaki salon, gözümde daha da belirginleşti. Beni görmüştü. Büyük bir tahtı andıran tekli koltuğunda dik duruşunu bozmaksızın ince ince süzmeye başladı. Belirgin bir tebessüm ve hayranlık dudaklarında gezinirken oldukça mahmur ve tedirgindim. Makbule Hanım'a otoriter bir şekilde baktım. "Bir şeye ihtiyacınız mı vardı Gelin Hanım?" Başımı alnımı açıkta bırakan perçemlerimi titreterek olumsuz anlamda salladım. Asık suratım ikisinin de dikkatinden kaçmamıştı.


Mervan, yanıma biraz daha yaklaşıp, "Sargılarını açmışsın!" dedi. Kararlı bir şekilde, "Evet açtım, gerek yok artık!" diye karşılık verdim. Ayağa kalkıp yanıma geldi. Ellerimi avuçlarına alıp dikkatle inceledi. Canımı acıtmak pahasına ellerimi ellerinden sertçe geri çektim. Aksiliklerime rağmen sabırlı olmaya çalışıyordu. "İyileşmiş!" Ona sırtımı dönüp Makbule Hanım'a doğru yalınayak yürüdüm. Bir yandan da hâlimdeki değişikliğin yüzüne nasıl yansıdığını merak ediyordum. Gözleri ayaklarımda gezindi. Terliksiz olmam dikkatinden kaçmamıştı.


Bana manasız gözlerle bakan Makbule Hanım'a, "Bundan sonra ne pahasına olursa olsun yemeklerime yatıştırıcı koyamayacaksınız; ilaç istemiyorum!" dedim. Bu otoriter ve güçlü tavrım onu etkilemişti. Mervan, bir Hanım gibi davranmamdan oldukça hoşnut görünüyordu. Emrim, Makbule Hanım'ı tedirgin bir şekilde Mervan'a yönlendirdi. Mervan, gözlerini kırpıp isteklerimi onayladı. Onayı alan Makbule Hanım, biraz daha rahatlamış bir şekilde, " Peki Gelin Hanım! "diye karşılık verdi.


Benden çok Mervan'ı dinlemesi, benim en haklı isteklerimi bile onun rızasına başvurarak onaylaması fena hâlde canımı sıkıyordu. Bu evde ufak tefek ricalarım dışında hâlâ bir otoriteye sahip değildim. Kimseyi yönetmek gibi bir derdim de yoktu zaten; ama en azından beni ilgilendiren şeyler Mervan'a sorulmamalıydı artık. Kendi tercihlerimi kendim yapabilmeliydim.


Mervan; geniş, lüks bir koltuğuna yerleşip bana yan bir bakış attı. Sol eliyle hemen yamacını işaret ederek, "Yanıma gel. Biraz otur, günlerdir çok yıprandın." dedi. Dudaklarımı öfkeyle kıvırdım. "İstemiyorum!" Kapıya yöneldiğimde, "Yine yaramazlığa başladın!" diye üstü kapalı kızdı. Onu dinlememek için yanından biraz daha uzaklaştım. "Nazaaaar!" Mervan'a dönüp kin dolu bir bakış attım. Sıkılgan bir şekilde sözlerine devam etti. "Yalınayak dolaşmamalısın. Havalar soğudu artık, hasta olabilirsin. "


"Beni düşünmene gerek yok; çocuk değilim. Bana neyin iyi neyin kötü geleceğini tahmin edebilirim." Bir süre sessiz kaldı. Bahçeyi gösteren, çerçevesiz, camdan bir duvar bulunuyordu. İç mekândan ayrılmadan bahçedeki manzaranın seyredilmesi için özel olarak tasarlanmıştı. Hemen sol tarafına ise bahçeye açılan cam bir kapı iliştirilmişti.


Epey zamandır uyumuş olmanın verdiği bir hâlsizlik üzerimde hâlâ etkisini devam ettiriyordu. Kendimi oldukça aç hissediyordum; ama ait olamadığım bu evde dolabı açıp canımın istediği herhangi bir şeyi yemek benim için oldukça sıkıntılı bir işti. Buraya yuvam diyemiyordum, diyemezdim de; çünkü ben burada yeşermemiştim. Toprağımdan sökülürcesine yerleştirilmiştim. Herkesin gözünde içinde bulunduğumuz durum tam da böyleydi.


Bana evdeki gereksiz bir detay gibi, belki bir paspas nazarıyla bakıyorlardı. İstenmediğimi bilmek bu ortama uyum sağlamamı daha da zorlaştırıyordu ne yazık ki. "Sana yemek hazırlatayım. Dünden beri hiçbir şey yemedin. Biraz toparlanman için iyi beslenmem gerekiyor." Yine içimden geçenleri okumuş gibi bana nokta atışı yaptı. Gururlu tavrımı bozmadım elbette. "Bir şey yemek istemiyorum. Sürekli beni kontrol etmekten vazgeç artık! Bu telaşların boşuna; samimiyetine zerre kadar inanmıyorum!"


Sesimi yükseltmemden hiç hoşlanmamıştı. Bu evde emirleri hep o verirdi, benim başıma buyruk davranmam ve özellikle de diğerlerinin yanında sesimi yükseltmem gözlerinin kana bürünmesine sebep oluyordu. En çok da yanımızda başkaları varken tersleyip üzerdim onu. Böylece küstah gururu ve bıkmaksızın taktığı beylik maskesi un ufak olurdu karşımda. Çoğu zaman otoritesini belli ederek bana karşılık verir ve gururunu harcamama müsaade etmezdi. Bazen yemek masasından kovulurdum bazen de kolundan tutup bizzat kendisi sürüklercesine odama götürürdü. Er ya da geç yılıp benden vazgeçecekti. Atalar fazla naz âşık usandırır diye boşuna dememişti ne de olsa.


Benimle aşırı ilgileniyordu; evde yokken bile her an gözlerinin üzerimde olduğunu hissediyordum. Oysa biz evlenmeden önce de evlendikten sonra da Gülnaz'a bu yakınlığı hiç göstermemişti. Hamile olduğu halde onun iyi ya da kötü olmasıyla pek fazla ilgilenmezdi. Evden çıkmadan önce bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorar; bir şey istemesi hâlinde yardımcılarına gerekenleri emrederdi. Odasına gitmez, aynı koltukta yan yana bile oturmazdı. Gülnaz'ın bu ilgisizliğe ve sevgisizliğe nasıl dayandığını hayretle izlerdim. O tüm bunlardan yoksunken beni aşırı ilgisiyle resmen boğuyordu. Tüm davranışlarının bu evde yeni oluşumdan kaynaklandığını düşünürdüm. Bir zaman sonra varlığıma alışacak, yediğim içtiğim şeylerle ilgilenmeyi bir kenara bırakacaktı.


Davranışlarıma oldukça kızmış görünüyordu. Bıkkın bir şekilde, "Bir şeyleri yoluna koymaya çalışıyorum, biraz yardımcı olamaz mısın?" dedi. Öfkeli çıkışlarıma alışkındı. "Benden hiçbir şey bekleme. Ne sevgi ne samimiyet..." Tek bir söz dahi söylemesine izin vermeyecektim. Hızla cam kapıyı açıp bahçeye geçtim ve yalınayak dolaşmaya başladım.


Bahçe mükemmel bir şekilde dizayn edilmişti. Kocaman bir havuz, budanmış, bakımlı ağaçlar ve birbirinden güzel çiçekler insanın ruhuna eşsiz bir renk cümbüşü sunuyordu. Güller, menekşeler, laleler sıra sıra dizilmiş nazlı nazlı süzülüyordu. İçimdeki huzursuzluğun biraz olsun dağıldığını hissettim. Ayaklarım beni duvarların dibine usulca yaklaştırdı. Bahçeyi iki kez boylu boyunca dolaştığım halde bir çıkış kapısı bulamamıştım. Başımı çevirdiğimde Mervan'ın büyük cam kapının ardında durgun gözlerle bana baktığını fark ettim. Gözünü üzerimden bir an olsun ayırmıyordu.


O büyük, kalın duvarlar Çin Seddi gibi tüm malikâneyi çepeçevre sarmıştı. Ellerimle duvara dokundum. Pürüzlü bir yapısı yoktu ve basıp çıkabileceğim delikler de mevcut değildi. Yaralı ellerimle tırmanarak bu duvarları aşmam mümkün değildi. Bir gölgenin gölgeme yaklaştığını fark ettim. Elbette bu gölgenin kime ait olduğunu anlamak hiç de zor değildi. "Boşuna bakma, kaçamazsın bu bahçeden "


Buraya daha önce de gelmiştim. Elbette bahçedeki onca güzelliği bırakıp bu duvarın dibinde beklememin sebebini daha ilk bakışta kavramıştı. Sinirlerimle oynar gibi sözlerine devam etti. "Bu duvarlar aşamayacağın kadar kalın ve uzun... Tepesinde cam kırıkları ve sivri, demir direkler var. Bu yaralı ellerle oraya tutunamazsın. Diyelim ki ilk duvara aştın, karşına ikinci bir bahçe çıkar. O bahçe eğitimli köpeklerle dolu ve elbette silahlı adamlarımla. Onların bir adım bile atmana izin vermeyeceğinden emin olabilirsin. Diyelim ki ikinci bahçenin uzun duvarlarını da aştın; o zaman bir düzine silahlı adam ve tehlikeli bir orman çıkar karşına. En yakın yerleşim yeri 35 kilometre uzakta ve o tenha yoldan bir aracın geçmesi hiç de olası değildir." Sözleri beni bıçak gibi delip geçerken, "Kısacası kaçmayı unut! Bu bir hayal bile değil." diye ekledi.


Nemli, hırs dolu gözlerle alayın kıskıvrak yakaladığı yüzüne baktım. "Nasıl yapabiliyorsun bunu? Seni sevmeyen, yanında olmaya bile tahammül edemeyen bir kadını yatağına nasıl alıyorsun?" Sakin yüzü öfke kırıntılarıyla dolup taşmıştı yine. Onu en çok acıtan yarasından vurmuştum. Kızaran yüzü, gözleri umudun muhafızlığını yapan siyah hareleri sırtından vurdu. "Yeter sus!" Acımasızca güldüm. "Niye?" dedim paramparça ederken. Onu dağıtıp bir kalemde harcamayı öyle seviyordum ki asla hiçbir fırsatı kaçırmak gibi bir gaflette bulunmazdım. "Yalan mı?" Sustu, haklıydım.


Beni mahvediyordu. Hayatımı alt üst etmişti. Sevdiğim ne varsa acımadan bir çırpıda çekip almıştı elimden. Benden geriye sadece bir avuç hicran kalmıştı. Kolumdan tutup kendine çekti, artık o kadife sesten ve tutku dolu, alaycı bakışlardan geriye hiçbir şey kalmamıştı. "Sus Nazar, sus!" Bağırdım, hem de deli gibi. Haykırırcasına... Bizi birilerinin duyması umurumda bile değildi. "Aşağılık bir gangsterden başka bir şey değilsin. Adamlığın bu kadar işte! Gücün bana yetiyor değil mi?"


Ellerimi göğsüne hırsla indirdim. Defalarca onu ite kaka örselemek, mahvetmek istiyordum. Gururu ayaklarımın altındaydı ve hep de öyle kalacaktı. Beni daha da sert bir şekilde kendine hapsetti. "Canını yakarım Nazar, beni zorlama!" Sözlerimin bir bedeli olacağını bile bile alayla güldüm. Tutmaya çalıştığım gözyaşlarım, asi yüreğime hapsolmuşken içimdeki vaveylayı tükürürcesine suratına haykıracaktım.


"Senden nefret ediyorum Mervan Hanzâde. Hiçbir zaman kazanamayacağın aşkımı ummaktan bıkmadın mı? Bir et yığınının peşinden koşan adi bir zavallısın. Ruhuma asla değemeyecek adi bir zavallı... Senden ve arzularından iğreniyorum. Keşke dokunduğun her yeri ateşe verip, bedenimdeki tüm izlerini silebilsem." Tüm kinimi kusmuş olmanın verdiği rahatlıkla onu son kez itip kendimden uzaklaştırdım. Öfkeden deliye döndüğünü, tir tir titrediğini görebiliyordum.


Yüzümü parçalar gibi avuçlarının arasına alıp sıkmaya başladı. "Demek bedenindeki tüm izlerimi silmek istiyorsun; öyle mi? Tamam... Silelim o zaman!" Kolumdan çekiştirerek sürüklercesine koşar adım yürümeye başladı. "Bırak beni!" Bırakmazdı. Onu öfke girdabına ben itmiştim ve şimdi bedel ödeme sırası bana gelmişti. Aşağılayıcı sözlerimi yanıma bırakmayacak lâyıkıyla karşılığını verecekti.


"Nereye götürüyorsun beni? Dur dedim!" Sesimin titremesine engel olamıyordum. "Kes sesini!" Haykırışı ne kadar delirdiğini ele veriyordu ve ben başıma gelecek felakete çoktan teslim olmuştum. Beni savururcasına duvara yapıştırdı. Burası oldukça büyük ve lüks bir garajdı. Sıra sıra dizilmiş araçların içinde benim için planladığı cezayı anlamaya çalışıyordum. Ne yazık ki birkaç saniye sonra zihnimdeki tüm sorular, cevabını bulacaktı.


Uzunca bir hortumu takılı olduğu yerden hırsla çekip çıkardı. Bir yandan da, "Demek kendini benden arındıracaksın, öyle mi?" diye söyleniyordu. Korkudan iri iri açılmış gözlerimi kan dolu gözlerinde gezdirdim. Yüzümün yarısını kapatan sarı uzun saçlarım bile endişelerimi örtmeye güç yetiremiyordu. Tazyikli su, göğsümden yüzüme doğru fışkırırken duvara sığınan yaralı ellerim istemsizce kasıldı. Su ona attığım her adımı geri çevirerek beni ite kaka sığındığım duvara mahkûm ediyordu.


"Yapma!" Çığlıklarım onun nasırlaşmış gönlüne değmeden, dalga dalga uzaklaşıyordu sanki. Saçlarım, giysilerim sırılsıklam olmuştu. Ayaklarım güçlü suyun da etkisiyle çime, çamura bulanmış o sefil hâlinden bir çırpıda kurtulmuştu. "Mervaaaan! Duuuuuur! " Gözlerimi yoğun su akışından kurtarıp ona çeviremiyordum. Attığım her adım, güçlü bir dalga gibi beni yerden yere savuruyordu. Arkamı dönmem ya da ellerimle suya karşı durmam hiçbir şey ifade etmiyordu. Tsunaminin karşısındaki zayıf bir sonbahar yaprağı gibiydim.


Sesim çıkmaz olmuştu. Nefes bile alamadığımı, boğulduğumu hissettim. Genzime kaçan su kulaklarımın zonklamasına sebep oluyordu. Bir hortumdan böylesine güçlü bir suyun fışkırmasını hayretle izliyordum. Yüzünü göremiyordum. Bu hâlimden zevk alıyor muydu gerçekten? Ağzıma dolan suları iğrenerek tükürdüğümde, ıslak zeminde kaymamak için çırpınıyordum. Saçlarım birbirine karıştı. Ağzıma ve burnuma giren suların etkisiyle kahredercesine öksürmeye başladım. Boğazımdaki yangı günlerce gitmeyecekti ve ben her yutkunuşumda bugünü, bu anı hatırlayacaktım.


Acımayacaktı, konuşmayacaktı ve ben pes demedikçe durmayacaktı. Pes demeyecektim, boyun eğmeyecektim ona. Bağırmayı çoktan bırakıp duvara, acizlik köşeme sinmiştim. O azgın sular bedenime şaplaklar atarken usulca diz çöküp başımı kollarımın arasına aldım. Sert düşüşüm dizkapaklarımın acımasına sebep olmuştu. İnlemelerim kesik kesik devam ettiğinde artık sisli gözlerini göremiyordum. O zulmünden utanmazken, ben bu aciz hâlimden hiç olmadığım kadar çok utanıyordum.


Bir süre daha hortumu acımasızca üzerimde gezdirdi. Hiç bitmeyeceğini inandığım bir anda bedenimdeki baskının kesildiğini hissettim. Saçlarımdan ve elbisemden sular tüm saydamlığıyla boşalırken bana yaklaşan adım seslerini duyabiliyordum. Yüzüm dizlerime gömülmüş, parmak uçları saç diplerimde sevimsizce geziniyordu. Tir tir titriyordum. İçimde öyle bir ürperti vardı ki kırk kat battaniyenin altına girsem geçeceğini asla ummazdım.


Yılan derisi ayakkabıları, yere mıhlanmış haldeki gözlerimin kadrajına girerken bir çift el yüzüme tutundu. Yaralı parmaklarım saçlarımdan akıp gitti ve yüzüm insafa susamış yüzüne çevrildi. Öfkesi dinmişti. Almıştı benden hıncını doyasıya. Sözlerimin intikamını gururumu iliklerime kadar dağıtarak almıştı. Karşısında yine diz çökmüştüm. Beni suyla değil kahrolası kininin tükürüğüyle boğmuştu.


Oysa haklıydım bağırıp, aşağılamakta. Hak etmişti tüm o sözlerimi ve hatta daha fazlasını. Haklı olmak yetmiyordu işte! Ne haklı olmak yetiyordu ne de masum olmak. Zulmün karşısında güçlü olmak lazımdı. Büyük balığın küçüğü mideye indirdi bir okyanusta, benim delikanlı yüreğim beş para etmiyordu ne yazık ki.


"Sana benimle oynama demiştim!" dedi son öfke kırıntılarını kusarken. "Korum ben, yanarsın demiştim. Karşıma geçeceğine gölgeme sığınabilseydin bunların hiçbiri olmayacaktı. Asi başını örse vurmaktan bıkmadın mı? "


Yüzümü ellerinden kurtardım. Bakışlarım acıyla ıslak zemine odaklandı. Söyleyecek sözüm yoktu; ama ilk fırsatta alacağımı bildiğim korkunç bir intikamın vardı. Perçemlerim yüzümün yarısını kapatmış, bir nebze de olsa incinen gururumu örtebiliyordu. Ne tuhaftır ki pençeleri o zayıf telleri de rahat bırakmayacaktı. Parmak uçları ile bir çırpıda onları yüzümden uzaklaştırıp kulağımın arkasına sıkıştırdı.


Yumruklarım, yaralarımın sızısına rağmen birbirine kenetlendi. Öfkeden ve soğuktan tir tir titriyordum. Alev alev yakan dudakları alnımda küçük bir öpücük bırakırken, içimdeki incir kuşları hep birden feryat edercesine kanat çırptı.


"Hadi gidelim!" Yeniden kadife bir hüviyete bürünmüş olan sesi umurumda bile değildi. Onu duymuyordum, duymayacaktım da. Susmalarım, gözlerindeki acıyı su yüzüne çıkarmıştı. Yüzünü yanağıma gömerken sağ eli şakağımı kavradı. Kokumda boğulmak istiyor gibi bir hâli vardı.


"Neden?" dedi. "Neden görmüyorsun beni? Aşkımın engin denizleri sana kucak açmışken, neden şiddetimin koruna gömülüp kaldın? Duy beni! Ben mezarımı bile senden ayrı düşünemiyorum; anla artık! "


Susacak sabrım bile kalmamıştı. "Hastasın sen! Takıntıyı aşk zanneden bir tımarhane kaçkını..." Gözlerim ıslak zemindeki ufak dalgalanmalara gömüldü yeniden. Dudaklarımı dizlerime bastırıp, asi serzenişlerimi boğmaya çalıştım. Yeni bir felaketin zilini çalmaya hiç niyetim yoktu. Bileğimi kavrayıp, "Hadi gidelim!" dedi dalga geçer gibi. Elimi sertçe çekip, bir zinciri andıran pençelerinden kurtardım. "Nazar gidelim, hasta olacaksın!" Amansız bir mücadele eder gibi birbirine vuran dişlerime ve titreyen dudaklarıma inat, "Hayır! "diye bağırdım. "Senin köpeğinmişim gibi davranmaktan vazgeç. Kuyruk sallayarak her emrine uşaklık yapacak değilim. İnsanım ben, kadınım... Senin yatağına bağladığın zavallı bir cariye değil! "


Ciğerlerindeki efkârı her nefeslenişte havaya karıştırdı. Başı isyan eder gibi göğe yükselirken ellerimi göğsüme hapsederek ısıtmaya çalıştım. Ayağa kalkıp asılı duran büyükçe bir havluyu üzerime örttü. Yüzüne bile bakmadım. Yaptığı zorbalıklardan sonra ona minnet duyacak değildim ne de olsa! Ben kirpiklerimden damlayan su damlalarına hicranımı yakınırken, bacaklarımdan ve belimden yakalayıp kucakladı.


Siyah bir mahzeni andıran garajdan adım adım uzaklaşıyorduk. "Ne yapıyorsun, indir beni!" Sesimi duymuyordu bile. Ayaklarımın hoyrat darbeleri ve ellerimin cansız çırpınışları umurunda değildi. Sele karşı durmaya çalışan acemi bir yüzücü gibiydim. Beni alıp götürürken yapabileceğim bundan fazlası olamayacaktı. Tekrar bahçeye çıktığımızda hafif bir yel ıslak bedenimde ve saçlarımda belirgin bir ürpermeye sebep oldu. Üzerime attığı havluya daha sıkı bir şekilde kenetlendim. Güneşe trip atan yüreğim buz kesmiş gibiydi. Sevgisizlikle donan ruhumu ısıtacak bir şey, bu koca evde mevcut değildi maalesef.


Renk cümbüşünün zarafetle dans ettiği bahçeyi geride bırakıp, yeniden cam kapıya yöneldik. Salonu adımlarken Raziye Hanım ve Gülnaz'ın hayret dolu bakışlarına tosladık. Ayağa kalkıp öfke ile karışık, "Bu ne hâl? "diye bağırdı. Raziye Hanım'ın bu kükreyişi Mervan'da en ufak bir etkiye sebep olamamıştı. Alakasız, donuk bir tebessümle merdivene yöneldi. "Mervan!" Bu son çığlık, adımlarımızı istemsizce durdurmuştu.


Mervan, yüzünü bıkkınlığını gizlemeksizin ona yöneltti. Üçüne kaçamak, tedirgin bakışlar atıp sıkılgan bir tavırla kıpırdandım. Mervan, sakince beni yere indirirken işiteceğim azara çoktan hazır olduğumu fark ettim. Kısa bir sessizliğin ardından Raziye Hanım'ın kin dolu bakışları hâlâ ıslaklığın hâkim olduğu bedenimde gezindi. "Ne oldu bu kıza böyle, niye sırılsıklam? " Mervan, kollarını birbirine bağlayıp otoritesini hissettirerek güvenle göz kırptı.


"Onunla bu kadar ilgilendiğini bilmiyordum!" Cevap gecikmeyecekti. "Bu evde olan biten her şey beni ilgilendirir. Şimdi cevap ver, bu kız neden böyle sırılsıklam?" Mervan, sertlikle karışık bir alayla gözlerini mutsuzluğun rengine boyanmış olan yüzümde gezdirdi. "Biraz eğlenmek istedik, tabii senin için de bir mahsuru yoksa!" Gözlerim Gülnaz'a odaklandığında kıskançlıktan dudaklarını kemirdiğini fark ettim. Bu oyun palavrasına inanmış görünüyordu. Elbette dişi kurt, bu kadar saf olmayacaktı.


Bana hırsla dönüp dişlerini birbirine bastırdı. "Yine kim bilir ne saçmalıklar yaptın? Ne dedin de kendini bu hâle getirttin? " Yüzümü, dudaklarımı sıkarak başka bir tarafa çevirdim. Elbette söylediğim hiçbir sözün hesabını ona verecek değildim. "Küstah!" diye bağırdığında yaşlı ellerinin suratıma inmek üzere olduğunu fark ettim ve irkildim. Hemen önümde, dağ gibi duran bir beden dikkatimi yeniden üzerine çekti.


Mervan, Raziye Hanım'ı bileklerinden yakalayarak suratıma inecek bir tokadın önüne geçmişti. Bu feci manzara karşısında hayrete düşmüştüm. Mervan'ın öfkeli gözleri Raziye Hanım'ın kırışıklıklarla dolu yaşlı yüzüne bıçaklar savuruyordu. "Bir daha ona asla el kaldırmayacaksın! Karımı incitecek el kimin olursa olsun kırarım!" Raziye Hanım'ın titreyen zayıf ellerine bir çırpıda hınçla bıraktı.


"Bana cevap vermeye bile tenezzül etmiyor; bu küstah, kibirli kadına haddini bildirmek için geç bile kaldım! Ben..." Mervan, elini sinek savar gibi kaldırıp sözünü kesti. Otoritesinin karşısında kimsenin durmasına izin vermeyecekti. Raziye Hanım'ın bile... Keskin hatların gölgelediği yüzünü bozmaksızın aynı beylik tavırlarıyla devam etti. "Bu evin beyi benim. Sözümün üzerine söz tanımam! Nazar benim karım ve bu evin hanımı. Ona kalkan el bana kalkmıştır; ona söylenen her küstah söz, bana söylenmiştir. Herkes ayağını denk alsın!"


Bileklerimi yeniden kavrayıp, şaşkın hâlime aldırmadan merdivene doğru sürüklercesine götürmeye çalıştı. Raziye Hanım, bu yenilgiyi kabul etmeyecekti. "Bu evin hanımı benim!" Son sözü Mervan'ı duraklatırken aynı hırsla devam etti. "Bu kenar mahalle yosmasını getirdin, sesimi çıkarmadım; ama o asla bu eve Hanım olamayacak. Onunla istediğini yap, karşı duracak değilim; ama hevesin geçtiğinde onu bu evde hiçbir güç tutamayacak." Son sözler Mervan'ın içinde büyük bir patlamanın yankısı olmuştu.


Utançtan ellerimi yüzüme kapatıp gözyaşlarımı gizlemeye çalıştım. Bana hiç kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği ağır sözler etmişti ve ben susmaktan başka bir şey yapamamıştım. Mervan, hırsla arkasını döndü ve eline geçen vazoyu gözlerimizin önünde yere fırlattı. İrkilmiştim. Dağılan parçalar etrafa yayılmıştı ve Raziye Hanım bu hışım karşısında ürkmekten kendini kurtaramadı. "Bir daha karıma bu konuyla ilgili en ufak bir imada bulunmayacaksın. Burada Bey olan benim! Emirlerime karşı gelmekten vazgeç yaşlı kadın; yoksa gazabımdan kimse seni kurtaramaz! Karşında hırpalayıp utandırdığın o zayıf çocuk yok artık!"


Yeniden bileklerimden kavrayıp sürüklercesine odama götürdü. Hıçkırıklar dudaklarımdan kurtulmak için fırsat kolluyor gibiydi. Kendimi zapt etmekte çok zorlanıyordum. Son sözüyle neyi kastettiğini anlamamıştım. Kapıyı açıp yatağıma bıraktığında için için ağlıyordum. Üzerimdeki havluyla saçlarımı ve bedenimi hızlı bir şekilde kuruladı. Zihnini benle uğraşarak dağıtmaya çalışıyordu besbelli. Hâlâ öfkeliydi ve kesik kesik solumaktan kurtulamıyordu.


Yüzüne bakamıyordum. O sözleri nasıl sineye çekmiştim? Oysa Karadeniz'de kimse bana tek bir söz dahi söyleyemezdi; söyleyense cevabını misliyle alırdı. Kabullenmiş gibi susmuştum ve kendimi savunacak hiçbir şey yapamamıştım. "Yeter!" dedim kollarından uzaklaşırken. Ne kadar kırıldığımı biliyordu ve bu konuyu bir kez daha açmak istemediğini bakışlarından anlamıştım.


Gardırobu açtı ve içinden iklime uyacak birkaç parça giysi çıkardı. Kıyafetleri yatağa gelişigüzel bırakırken, komodini açıp çorap ve birkaç parça çamaşır hazırladı. O sözler Mervan'a da en az benim kadar ağır gelmişti. Ona ilk defa acıdım. Konuşmayan, gülmeyen despot bir baba... Hanımlık taslamaktan kadınlığa bile fırsat bulamayan şefkatsiz bir anne... Bu ikisinin yanında mutlu geçmediğini bildiğim tuhaf bir çocukluk...


Mervan'ın böylesine zalim, sevmeyi beceremeyen bir adam olmasına şaşmamalıydım. Ailesi birbirini sevmekten o kadar uzaktı ki, bu evde psikolojik açıdan sağlıklı bir çocuğun yetişmesi imkânsız gibiydi. Elbette, bunlar sadece görebildiklerimdi, hasırın altında saklananlarsa ancak bir muamma olabilirdi. Kim bilir ne kadar yalnız kalmıştı? Ne çok sıkılmıştı bu ruhsuz insanların arasında.


Ben zorba bir babanın elinde asi, deli bir kız olarak büyümüştüm. Kuralları tanımaz, lafımı sözümü kimseden esirgemezdim. Yüzlerce kez şiddet görsem de sinesine tutunabildiğim bir annem vardı. Oysa Mervan, bu şefkatten de bihaberdi ne yazık ki. Annesi öyle sert, mükemmeliyetçi ve kuralcı bir kadındı ki Mervan'ı babasına karşı korumak şöyle dursun, elinden gelse aç aslanlara yem ederdi.


İşte öyle tuhaf bir kadındı Raziye Hanım. Kimseye güvenmez; teşekkür nedir, rica nedir bilmezdi. Başını yarım yamalak kapatan ipek bir eşarp takar, dolgu topuk ayakkabılarıyla ve ayak bileklerine kadar inen uzun, kalem eteğiyle malikânede bir oraya bir buraya koşup bitmek bilmez emirlerini yağdırır dururdu. Esmer, soluk yüzü ve siyah, kırlaşmış saçlarıyla Mervan'ın annesi olmaktan ne kadar uzak olduğunu şaşarak izlerdim.


Mervan, kardeşlerinin hiçbirine benzemiyordu. Tuhaf gelecek belki ama annesine ya da babasına da benzemiyordu. Abilerinden Haşim ve Korkut; yeşil gözlü, sarıya yakın kestane rengi saçlara sahipti. Baran ise esmer, cılız bir oğlandı. Oldukça sinirli bir mizaca sahip olduğu daha ilk bakışta gözümden kaçmamıştı. Uzun saatler boyunca odasından çıkmaz, bağıra çağıra metal müzik dinlerdi. Kız kardeşi ayda bir ailesini ziyarete gelir, birkaç saat oturup koca evine geri dönerdi.


Mervan, kardeşlerine kıyasla daha uzun boyluydu bir kere ve oldukça biçimli sayılabilecek bir vücuda sahipti. Mizacı Haşim kadar yumuşak olmadığı gibi Kadir Bey kadar da sert değildi. Korkut kadar küskün ve Baran kadardı enerjik sayılmazdı. Anne-babasına nispet edilemeyecek kadar göz alıcı bir güzelliğe ve cazibeye sahipti. Bu eve ait olmayan tek kişinin kendim olduğunu sanırdım; oysa Mervan çok uzun zamandır kalabalıklar içinde büyük bir yalnızlık çekiyordu. Ve görebildiğim kadarıyla bu yalnızlık onu kendine bile yabancılaştırmıştı.


Fön makinesini saçlarımda gezdirip bir nebze de olsa kurumasını sağladı. "Neden? " dedim. "Neden seni sevmeyen bir kadın için herkesi karşına aldın?" Makinanın çıkardığı ses, sesimi bastırdıysa da ne söylediğimi anladığını biliyordum. Makineyi çevik bir hamleyle elinden çekip aldım. Artık yüz yüzeydik.


"Seni sevmeyen bir kadın için değer miydi bu yaptıklarına?" Suskundu. Gözlerini usulca yatağın üzerine serilmiş olan pikede gezdirdi.


"Çıkar şu ıslak kıyafetleri, hasta olacaksın!" Bu konuya girmek istemediğini biliyordum ve ben konunun değişmesine asla müsaade etmeyecektim. Raziye Hanım'ın kırıcı sözleri yeniden kulağımda yankılandı. Kenar mahalle yosması... Her an gözyaşların nezaretine tutunacakmış gibi duran nemli gözlerimi, acıklı bir gülümseme eşliğinde gözlerinde gezdirdim.


"Niye bağırdın o kadar? Raziye Hanım haklıydı." Öfkesini gizlemeksizin, "Ne diyorsun sen?" diye bağırdı. "Haklıydı! Bu evdeki değerimin ne olduğunu çok iyi biliyorum. Senin keyfini görmek için getirilmiş bir yosma... Alelade bir odalık... Söylesene, değil miyim? Bundan daha iyi ne yakıştırılabilir ki bana? "


"Yeter sus!" Omuzlarından tutup kendine çekti. "Sen benim karımsın! Nikahlı karım..." Başımı olumsuz anlamda salladım. "Soyadını bile taşımıyorum, kıydığın nikahı devlet bile tanımazken; sen kime, neyi ispatlamaya çalışıyorsun?" Bu sözleri sadece onu üzmek için kullanmıştım. Onun metresi sayılmazdım. Her şeye rağmen aramızdaki nikâha elbette saygı duyuyordum; fakat canını sadece kendimle acıtabildiğim için gerektiğinde hançerleri ruhuma saplamaktan vazgeçemiyordum.


"Nazar! Bunu yapmaktan vazgeç! Seni daha fazla üzmek istemiyorum." Giyinmem için arkasını döndü. Bakışları halının üzerinde gezinirken akla zarar bir hızla çıkardığı giysileri üzerime geçirdim. "Bu evde, bu odada herkese rağmen, bana rağmen kocam olmaya çalışıyorsun. Benimle mutlu olmak için çırpınıp duruyorsun. İstemiyorum varlığını! Sende hiç gurur yok mu be adam? " Bana tüm zihnimi delik deşik eden, hüzünlü bir bakış attı. Kızmasını beklerdim. Bu sözler karşısında kızıp bağırmasını... Bunun yerine yatağa uzanıp kollarını kanat çırpar gibi açtı. Artık gözleri bana değmiyordu. Tavana dikilmiş bakışları, başka bir dünyaya tek kişilik bilet keser gibiydi. Duraksadım. Aralanmış dudakları birazdan duyacağım o sözlerin fragmanını sunuyordu sanki.


"Senden önce gururlu bir adamdım ben!" dedi yitip giderken. "Hiçbir kadına tebessüm etmez; aşk dilenmezdim. Onlar koşardı peşimden, benim olmak için yarışırlardı hayasızca. Hani burnu yere düşse almaz derler ya, işte öyle bir tiptim işte. Ruhsuz ve kibirli... Aşkı umursamazdım; güler geçerdim inan! Malayânî gelirdi sevdaya dair her şey." Başını bana çevirdiğinde ayaklarımda en ufak bir mecalin kalmadığını hissettim. Aralanmış dolgun dudaklarım suskundu ve gözlerim umutsuzca tükenişini izliyordu.


"Sonra... Sen çıktın karşıma. Yüreğime binlerce hançerin saplanması gibiydi içimdeki varlığın. Zihnim avuçlarının içinde kıvranıyordu sanki. Senden kaçmaya çalıştıkça mavi bir bataklık gibi çektin içine. Ruhum seve seve sende boğulurken, aklım kaçıp gitmek istedi sadist muharebelerinden."


Yutkundum. Acıyan gözlerle ona bakıp yatağın diğer ucuna usulca iliştim. Susmayacaktı. Dili açılmıştı bir kere. Bedenen örselediği yetmezmiş gibi ruhumda da onun kesiklerini taşıyacaktım. "Şimdi!" dedi yüzündeki kırılgan, hassaslığı gizlemeksizin. "Sevdiği kadını zorla elde eden; onu yanında tutmak için tehditler savuran bir zavallı. Kibirli ve gururlu Mervan; adi bir pislik oldu. Aşkın için önce yüreğimi feda ettim, sonra şerefimi. Ben sana kavuşabilmek için korkunç, illet bir adam oldum. Sen sadece benim yaşama sebebim değilsin; en büyük günahımsın da..."


Kısa bir sessizlik yankılandı odanın içinde. Nemli gözleri tavana dikilirken ilk defa çocuksu bir masumiyete bürünmüştü yüzü. Kırılgandı. İlk defa kırmıyordu, dağılarak paramparça oluyordu karşımda.


"Senden önce mutlu bir kızdım ben." dedim gözlerim boşluğu tararken. "Çilekli bir sakız, toprak kokan ellerimle ektiğim çiçek fideleri ve denizin tatlı esintisinin okşadığı yemenim yeterdi beni gülümsetmeye. Düştüğüm yerden daha güçlü bir şekilde silkelenerek kalkardım ve umudu eksik etmezdim sol yanımdan. Sen geldin... Çaldın benden, beni ben yapan ne varsa. Hayatımın katili, ruhumun celladı oldun. Masmavi dünyamı kara bir ise boğdun. O günden sonra ben hiç eskisi gibi olamadım. Ağlamak istedim, gözyaşlarım yetmedi ıstırabı mı dindirmeye. Bağırmak istedim, sesim çıkmadı bu kara viranda ve parçalamak istedim gururumu kıran döken ne varsa. Olmadı.... Yapamadım. Senden sonra ben eskisi gibi olamadım. Hayat yine devam etti belki; güneş doğdu, yağmurlar yağdı, şakaklarımda ayazlar esti eylül akşamları. Varlığım devam etti sebepsizce. Kalbim attı mesela. Nefes aldım, yemek yedim, su içtim; ama yaşayamadım. Yaşamak değildi bu, her gün yavaş yavaş ölmekti. Anlıyor musun? Ölmek..."


Sözlerim bitince uzun bir sessizlik oldu. Artık ikimiz de konuşmak istemiyorduk. Konuşacak tüm sözlerimizi tüketmiş gibiydik. Yaşadığımız soğaltım, ikimizi de yormuştu. Birbirimize bakmadan öylece kaskatı duruyorduk. Bedenini toparlayıp cenin pozisyonuna geçti. Yatağın diğer tarafında düşüncelerin hışmına uğradığını sımsıkı yumulmuş gözlerinden anlayabiliyordum. Yatağın bana ayrılmış kısmına geçip aynı pozisyonda sırtımı dönerek uzandım. Sözlerimizle birbirimizde derin yaralar açmıştık. Şimdi o yaraların kabuklanmasına bekleme zamanıydı. Aynı yatakta savaşan iki ayrı beden... İki yaralı yürek... Yalnızlığı kana kana içen iki tükenmiş ruh... Bundan fazlası olamayacağımızı bile bile yatağın soğuk tarafında kendi zihnime gömüldüm.


***


Loading...
0%