Yeni Üyelik
23.
Bölüm

23. Bölüm: Aşkparem

@syildiz_koc


Medya: Çağan Şengül : Tablo


                                                                AŞKPAREM


Sen; aklım ve kalbim arasında kalan, en güzel çaresizliğimsin.


                                                                                                                 Cemal SÜREYA


Geceki konuşma uykumun daha da açılmasına sebep olmuştu ve ben tüm gece yatağımda dönerek mesai yapmıştım. Mervan'ı düşünüyordum. Dünkü hâli oldukça tuhaftı. Yarasını saklamaya çalışması... Gönlümle oynadığı kumar... Her şey kafamı allak bullak etmişti. Çevirdiği dolapları bir bir öğrenmeliydim; ama nasıl? Düşünceler beynimi yoğururken dalgın dalgın yatağımdan doğruldum. Krem rengi bir elbise giyip hazırlandım. Aşağıya inmek ve o tuhaf curcunaya katılmak istemiyordum. Özellikle de Raziye Hanım, varlığıyla tüylerimi diken diken ediyorken bunu arzu etmem imkânsızdı.


Bana söylediği o korkunç sözleri bir türlü unutamıyordum. Onun gözünde bir kalemde harcanabilecek, basit bir kızdım ve bu evde geçici bir gönül eğlencesinden fazlası asla olamayacaktım. Varlığımı kabullenemiyordu ve beni hiç sevmiyordu. Ablamı istemeye geldikleri o karmaşık dönemde de hiç sevmemişti. Tuhaf bakışları, iğreti duran hâl ve tavırlarıyla o zaman bile huzurumu kaçırmayı başarmıştı.


Benimle ne derdi var acaba diye düşünmekten beynim karıncalanmıştı sanki. Beni sevmiyor oluşu çok da anormal bir durum değildi esasen. Asıl tuhafıma giden mesele, Mervan'ı da sevmiyor olmasıydı. Onları anne-oğul gibi görmek, aralarında özel bir bağ olduğuna inanmak imkânsız gibiydi. Mervan'ı görünce sevinmez; annesinden çok düşmanı gibi davranırdı. Bir kez tebessüm ettiğini, ona şefkatle dokunduğunu görmezdim. Oğlum dediğine bile şahit olmamıştım aylardır. Aralarına duvarlar değil; uçurumlar inşa etmişti sanki ve hiçbir güç bu uçurumları yıkmaya yetmiyordu. Neredeyse Mervan'ı bir yük, eski bir günah olarak gördüğünü düşünecektim.


Durum Mervan için de Raziye Hanım'dan farklı değildi. Ona anne demez, sevgi dolu bir tebessümü bile esirgerdi. Aralarında hükümdarları aratmayacak kıyasıya bir rekabet vardı her nedense. Kadir Bey de dahil olmak üzere herkes bu savaşı bilirdi; fakat hiçbir şey olmamış gibi görmezden gelmeye çalışırlardı.


Mervan'ı ne kadar az tanıdığımı bir kez daha fark ettim. Onun ailesiyle olan bu tuhaf ilişkisini bir yabancı gibi uzaktan izliyordum. Öğrenmek isteseydim de buna izin vermeyeceğini adım gibi bildiğimden ona bu konuya dair soru sormamayı bir görev bilmiştim. Benimle ne işine ne de ailesine dair hiçbir şey paylaşmazdı. Acılarından da mutluluklarından da bihaber yaşardım bu evde.


Makyajımın son rötuşlarını yapıp kapıya yöneldim. Ayaklarım geri geri gitse de aşağı inmeye mecburdum. Yavaş yavaş merdivenleri indiğimde evdeki koşuşturmayı fark ettim. Henüz kimse kahvaltıya inmemişti ve ortalık bu hâliyle daha az tehlikeli görünüyordu.


Kendimi hâlâ bu eve ait hissetmiyordum. Bu insanların arasında duvarlar üzerime üzerime geliyordu sanki. Evimi özlemiştim. Bahçede dolaştığım, bostanda sebze topladığım o güzel günleri... Ablamla ve Ayşe'yle o yokuşları yarışarak koşturur; bahçedeki meyve ağaçlarına dalıp sepetimizi çeşit çeşit lezzetlerle doldururduk. Tuttuğumuz balıkları kızartırken yağın çıkardığı hışırtılı sesi ve damaklarıma tutunan o hamsi lezzetini bir türlü unutamıyordum. Burası oradan çok farklıydı. Her şey çok daha büyük ve gösterişliydi ama içi boştu işte. Ruh yoktu hiç kimsede ve en güzel şeyleri yaparken bile lezzet alamıyordu insan. Burada kimse gülmez, birbirine bir çift tatlı söz de söylemezdi. Herkes olabildiğince ciddi ve otoriter durmaya çalışırdı.


Mervan'ın diğerlerinin yanında en ufak bir tebessüm de bulunduğunu göremezdim. Hep katı ve vurdumduymaz davranmayı kendine görev edinmişti. Hizmetliler bile korkardı bu heybetli hâlinden. Ona diş geçirebilen bir ben vardım bu evde ve sanırım bir de Kadir Bey. Ona, gazabına rağmen vurup un ufak etmekten çekinmiyordum. Alışkındı kaprislerime ve sevimsiz tavırlarıma; yadırgamıyordu artık. O seçmişti bu hayatı, ne bir şey söylemeye yüzü vardı ne de beni kırmaya hakkı.


Gözlerim kendi oyun âleminde dolaşan Dicle'ye takıldı. Beni sevdiğini biliyordum ve ben de onu en az beni sevdiği kadar çok seviyordum. Ne yazık ki birbirimize yaklaşamıyorduk. Gülnaz, aramıza aşılamayacak duvarlar dizmişti ve onu karşımıza almamak için birbirimizden uzak durmaya çalışıyorduk. Mutsuz bir çocuktu. Onu anlayabiliyordum. Bu evde hayat yok gibiydi ve çocuk bu durumdan ister istemez etkileniyordu. Evdeki herkes Rönesans tablosundaki insanlar gibi birbirinden bu kadar ayrı hayatlar yaşarken ondan neşeli olmasını bekleyemezdim. Mutlu olmak için sevmek ve sevilmek lazımdı. Bunlar olmadığında her şey yavan ve anlamsız kalacaktı.


Bir bardak su almak için mutfağa gittiğimde kıyasıya bir hazırlığın çalışanları meşgul ettiğini gördüm. Durmadan, nefes almaksızın çalışıyorlardı. Telaştan beni bile fark etmemişlerdi. Usulca süzülüp kendime bir bardak su doldurdum. Rahatsız etmeden göz ucuyla ne yaptıklarını takip ettim. Ben suyu dudaklarıma götürürken Dilan, telaşla bana yöneldi. "Aman Gelin Hanım! Su için gelmeseydiniz, ben getirirdim." Onun şaşkın hâllerine gülmeden edemedim. Zaten her ihtiyacıma koşuyorlardı basit bir su alma işini de kendim yapabilirdim.


Hanımlık taslamak bana göre değildi. Oturduğum yerden emir vermeyi, birilerini kullanmayı sevmiyordum. Sade bir hayatım olsun istiyordum. Sade ve samimi... Bu evde ikisi de mevcut değildi. İnsanları ezmek bu insanların en iyi yaptığı şeydi ve ben en çok da bundan nefret ediyordum.


Ezildiğinde kendimi huzursuz hissettiğim iki şey vardı: İnsanlar ve çiçekler... Çiçekler ezildiğinde mahvoluyordu; insanlarsa mahvediyordu. Yıllarca itilip kakılmış bir insandan, sağlıklı bir psikolojiye sahip olmasını bekleyemezdik. Her bireyin kendini değerli hissetmeye hakkı vardı ve ötekileştirilmek hiç kimsenin kaderi olmamalıydı.


Dilan mahcubiyetle, "Bir isteğiniz mi var Gelin Hanım? "diye sordu. "Hayır! Sadece bu telaşınızın sebebini merak ettim. Neden bu hazırlık?" Makbule Hanım, kollarını sıvayıp terlemiş yorgun yüzünü gizlemeksizin yanıma geldi. "Bugün Mirzanoğlu ailesi yemeğe geliyor, onlar için hazırlık yapıyoruz. Eğer bir kusur olursa, Raziye Hanım hepimizi ipe dizer!" Mirzanoğlu... Daha önce hiç duymadığım bir soy addı. Telaşa ve hazırlıklara bakılırsa oldukça önemli insanlar olmalıydılar.


"Onlar da kim?" Sorum manalı gülüşmelere neden oldu. "Gülnaz Hanım'ın ailesini hiç duymadınız mı? Hanzâdelerin eski düşmanı, yeni dostu!" Demek birbirlerine düşmandılar. Merakımı dindirmeden rahat edemeyecektim. "Ne için geliyorlar! Özel bir sebebi var mı?"


"Sizin için geliyorlar; sizi tanımak, görmek istiyorlarmış. Kızlarının karşısındaki rakip, meraklarını cezbediyor olmalı! " İçimden ne saçma bir ziyaret sebebi diye geçirmeden edemedim. Gülnaz'la kanlı bıçaklı düşman gibiydik. Birbirimizi zerre kadar sevmediğimiz ortadaydı. İçinde bulunduğumuz durum yeterince saçma ve yorucuyken, onların bu gereksiz ziyareti hiç de hoşuma gitmemişti. Kızlarının kocasına ortak olan kadını neden tanımak ve görmek istemişlerdi acaba?


"Beni görmek istemeleri çok tuhaf!" Makbule Hanım gülümseyerek, "Aldırma Gelin Hanım, ters bir laf duyarsan kapat kulağını gitsin!" diye kestirip attı. Umursama demesi kolaydı tabii; içimde kopan fırtınaları kim nereden bilecekti?


"Nasıl insanlar?" Dilan pencereden içeriyi kolaçan edip, "Bunlar nasıllarsa onlar da öyle işte! Beter insanlar anlayacağınız."


Şaşırmamıştım. Gülnaz'ın ailesi de kendisi gibi ruhsuz ve huysuz olurdu elbette. Atalar armut dibine düşer diye boşuna demişti sonuçta. "Desene bir de onlarla uğraşacağız!" Sözüm ikisini de güldürmüştü.


Benimle fazla oyalanmadan yeniden işlerinin başına geçtiler. İçli köfteler, kavurmalar yapılmış; ev dip bucak temizlenmişti. Fırındaki nefis böreğin kokusu da daha şimdiden beni benden alıyordu. Dilan, sarmaları tamamlayıp ocağın altını yaktı. Bu ana kızın yemekleri gerçekten her övgüyü hak ediyordu. Bana annemin hasret kaldığım o güzel sofralarını hatırlatıyorlardı. Ne çok özlemiştim onun yemeklerini.


"Gül tatlısı yapacak mısınız?" Sözüm yeniden duraksamalarına sebep olmuştu. Makbule Hanım'ın dudakları şefkatle büzüldü.


"Ah güzelim, canın mı çekti yoksa?" Başımın mahcubiyetle eğdim. Canım çekmemişti; kokusunun, tadının bana hissettirdiği o samimi duyguları özlemiştim. Annemin kokusu, ablamın şakaları, abimin samimi bakışları, Ayşe'nin şen şakrak kıkırdamaları vardı o tatlının içinde. Kokusu beni çocukluğumun mutlu iklimlerine taşıyordu sanki.


Makbule Hanım, uzun zamandır hasret kaldığım o şefkatli dokunuşlarla saçlarıma uzandı.


"Sen iste hemen yaparım!" Gözlerimin dolmasına engel olamıyordum. Çok özlemiştim ailemi; evimin o mütevazi samimiyetini külçeler dolusu altına değişmezdim.


"Of!" dedim yüreğime bulaşmış hasretin inlemesiyle "Of!" Makbule Hanım, derdimi anlamıştı. Hemen yanıma bir sandalye çekip oturdu. "Anneni özledin değil mi?" Yüreğim hasretle çırpınıyordu. Dolu dolu olmuş gözlerimle hüzünlü hüzünlü yüzüne baktım. Hissetmişti sanki yüreğimden geçen feryadı. Şefkatle elime dokundu.


"Zamanla alışırsın. İlkin zor geliyor; ama er ya da geç insan gelin gittiği evi de benimsiyor. Beni rahmetliye verdiklerinde 15'imdeydim. Ödüm patlamıştı ilk günlerde. Senin düğün sabahındaki hâlinde ne varmış; ben günlerce çığlık atarak uyanmıştım. Sonra alışıyor insan, uyum sağlıyorsun yeni hayatına. Tutunup yaşıyorsun bir şekilde işte!"


Ne acıydı çocuk gelin olmak. Kim bilir bu duruma alışana kadar ne kadar çok ağlayıp üzülmüştü. Bir insanın çocukluğunu çalmak bu kadar kolay olmamalıydı. Anne babasının bu duyarsız tavrına kızmadan edemedim. Pek çok kız çocuğu, henüz oyuncak bebeklerini bile bırakmadan gelinlik giymek zorunda kalıyordu ve toplum olarak uzunca bir süre bu duruma karşı üç maymunu oynamıştık. Babasıydı; yaşı küçük de olsa vermeye yetkisi vardı kızını(!) Hem kız çocuğu emanetti ne de olsa(!) Er ya da geç kocasını, yerini bulacaktı; değil mi? Onun mutlu olup olmaması, iyi olup olmaması kimin umurundaydı ki?


18'imdeydim ben, çocuk da sayılmazdım hani; ama evliliği taşıyacak kadar büyük de değildim elbette. Hayatın mağlubu, evliliğin acemisiydim. Bir anda değişen hayatımın yeni ritmine uyum sağlayamıyordum bir türlü. Yanlıştı bir şeyler. Mehmet'i unutamadan kendimi başka bir adamın karısı olarak bulmuştum. Mehmet'le düşündüğüm bu evliliği nişandan ancak 3-4 yıl sonra gerçekleştirebilirdim ve bu sürede olgunlaşmam için yeterdi.


Mervan'ın iradesi beni üniversite hayalleri kurarken bu eve gelin olarak getirmeye yetmişti. Üstelik varlığımı zerre kadar istemeyen ve beni sevmeyen insanların gelini... Yorucuydu tüm bunlarla baş edebilmek, bir o kadar da sahte. Kendimi, benliğimi kaybetmekten korkuyordum. Hiç olmadığım bir insana dönüşmek en bitirici korkulu rüyamdı. Düşüncelerimden sıyrılmak istedim. Daldıkça kara bir delik gibi beni içine çekiyordu ve ben yüzleşmek zorunda kaldığım başka gerçeklerle mücadele etmekten takatsiz kalmıştım.


"Gül tatlısını ben yapabilir miyim?" Şaşkınlıkla aval aval yüzüme baktılar. Bu girişimi beklemiyorlardı besbelli. Kendimi kötü hissettiğimde pasta, tatlı tarzı şeyleri yapmak bana hep iyi gelirdi. Tatlı yapmaya imkân bulamadığımda ise çiçeklerle ve bahçeyle ilgilenirdim. Bir şeylerle uğraşarak kendimi oyalar dururdum işte. Tatlının şekeri içimdeki acıyı alır; çiçeklerin kokusu ruhumu ferahlatırdı sanki. Hayat bulan bedenim gerçeklere salınırken ben de yenilenip, başka bir Nazar oluverirdim.


Kem küm ederek geveleyip durdular.

"Yapmak istiyorum. Hem biraz oyalanmış olurum!" Dilan utana sıkıla, "Nasıl olur Gelin Hanım? Mervan Bey'im ne der sonra?" diyerek dudaklarını büzdü. Kaşlarımı çatıp, kızgın gözlerimi yüzlerinde gezdirdim.


"O bana karışamaz! Her şey için ondan izin alacak değilim." Alt dudaklarını ısırıp endişeyle başlarını salladılar. "Hadi hadi oyalanmayalım. Sen şu malzemelerin yerini göster bakalım. Hıh! Bir de şurup için taze gül yapraklarına ihtiyacım var. "


"Tamam Hanımım, siz nasıl isterseniz." Malzemeleri kullanıp hamuru hazırladım. Gül yaprakları ile tatlandırılmış şurup da kaynamak üzereydi. Günler sonra ilk defa benim için özel olan bir şey yapıyordum ve bunun heyecanı kalbimi tutkulu bir rüyaya kilitlemiş gibiydi.


Şerbeti karıştırırken göz ucuyla onlara baktım. Suratları bembeyaz olmuş; adeta Çin heykelleri gibi kaskatı kesilmişlerdi.


"Neyiniz var sizin?" Dilan, kaşıyla kapıyı işaret etti. Elimde yuvarladığım hamuru kenara bırakıp merakla arkamı döndüm. Yine o... Mervan... Dudaklarını belli belirsiz bir tebessümün okşadığını fark ettim; ama elbette güçlü Bey tavırlarından asla ödün vermeyecekti. Başıyla onlara çıkmalarını emreden bir işaret yaptı. Onlar suçlu suçlu mutfağı terk ederken, tekrar önüme dönüp gül şeklini verdiğim hamurlara odaklandım.


Adım sesleri yaklaştıkça kalbimin atmasına, şakaklarımın terlemesine engel olamıyordum.

   

"Ne yapıyorsun?" Yüzüne bile bakmadan, "Gül tatlısı!" diye cevap verdim. Hemen sol yanıma yanaşıp şekillendirdiğim hamurlara bir göz attı. Yumuşak yüz hatlarından onları beğendiğini anlayabiliyordum. Gözleri, ellerimden yüzüme ve saçlarıma odaklandığında içimde bir utanmanın peydahlandığını hissettim. Hafif dalgalı saçlarımı yukarı çıkmaya üşendiğim için çatalla tepeden gelişigüzel tutturmuştum. Krem rengi, düz kesim elbisemle sade ama bir o kadar da şık görünüyordum. Yine yalınayak, salaş ve biraz da serkeş bir hâlim vardı. Tüm süsüme inat, asi bir duruşa kucak açmayı asla ihmal etmezdim ben.


Gelinliğimin nişanı olan beyaz tüylü terlikleri giymeyecektim ve ne kadar kızarsa kızsın evdeki topuk seslerine inat yalınayak dolaşmaktan asla vazgeçmeyecektim. Gözleri ayaklarımdan başlayıp omuzlarıma, omuzlarımdan da gelişi güzel topuz yapılmış saçlarıma odaklandı. Ona bakamadım. Hayranlık ve hasret dolu bakışlarını görmeye dayanamıyordum. Arkama geçip usulca belime sarıldı. Parmakları karnımın üzerinde gezinirken dudakları saçlarından oluşan o tuhaf yığına gömüldü.


"Hiç değişme ne olur, hep böyle kal! Bunca sahteliğin içinde, senin masum gerçekliğine tutunmak istiyorum."


Ona cevap vermek istemiyordum. Umursamadan işime odaklandım. Dudaklarını kulaklarıma yaklaştırıp fısıldadı.


"Aşkparem!" Bana her yaklaştığında serçe gibi titremekten bıkıp usanmıştım. Hamurun yağlandırdı ellerimle parmaklarını belimden çözmeye çalıştım. Bu hiç kolay olmayacaktı. "Bırak!" Küçük bir kıkırdama omzumun üzerinden saçlarıma esti. "Bırakmazsam ne yaparsın?" Çok kızgındım ve bir o kadar da inatçı. "Ne yaparım öyle mi? Al bakalım!" Elimi gıda boyası kutusuna daldırıp bir avuç pembe boyayı yüzüne savurdum.


Birkaç kez öksürüp yüzünden yakalarına, yakalarından gömleğinin uçlarına kadar inen pembe boyayı alaycı, yarım muzır bakışlarla süzdü. "Demek savaş istiyorsun ha! Yaramaz kız!" Un kutusundan bir avuç un alıp hızla suratıma savurdu. Saç diplerimden dirseklerime kadar bembeyaz olmuştum. Onda duymaya alışkın olmadığım bir kahkaha patlattı. Üzerindeki o pembe boyalarla Bey'den çok palyaçoya benziyordu. Hızımı hâlâ alamamıştım. Elimdeki boya kutusunu alıp hızla onun yüzüne savurdum. Şimdi eskisinden de komik olmuştu. Siyah, ciddi takım elbisesi, sakalları ve dalgalı gür saçları pembe boyaların içinde kaybolmuş gibiydi. Kirpiklerinden dökülen tozlara inat, kutudaki tüm unu başımdan aşağı boşalttı.


Camdaki yansımamı görünce gözlerimi hayretle açtım. Ruh gibi olmuştum. Göz kapaklarımdan tut saç diplerime kadar her yerim un içindeydi. Cama yaklaşıp aynada kendine baktığında bir kahkaha daha patlattı. Karşımızda gördüğümüz yansımalar biz olmaktan öyle uzaktı ki gülmekten kendimi alamadım. Bir çift kahkaha ortalığı inletirken iki küçük fare gibiydik. Una, boyaya bulanmış iki yaramaz fare...


Dicle kahkahaları duyunca içeri geldi. Siyah, güzel gözlerini kocaman açıp hayretle bize bakıyordu. Üstümdeki unları çırparken neşeli gülücükler saçtığına umutla şahit oldum. Uzun zaman sonra ilk defa yaşına uygun davranıyordu. Tüm ciddiyetten ve kalıplardan sıyrılıp çocuk oluyordu yeniden. "Çok komik olmuşsunuz!" Şen kıkırdamaları bana kendimi günler sonra yeniden iyi hissettirmişti. Yaşadığımı hatırlamıştım sanki.


Mervan, Dicle'yi kucağına alıp tezgâhın üzerine oturttu. Bu evde herkese çok sert davranıyordu; hatta hırçınlaştığında ben de bu gazaptan payıma düşeni alıyordum. Oysa Dicle ve kardeşi onun hep iyi yüzünü görmüştü. Nedendir bilinmez yetişkinlere karşı oldukça gaddar davranan bu adam, çocuklara merhametsiz olamıyordu. Onların yanında sesini yükseltmemeye gayret eder, mümkün mertebe yumuşak görünmeye çalışırdı. Tabii Mervan Hanzade ne kadar yumuşak olabilirse!


"Demek yaramazlık yaptınız!" Bu çocuksu ithamına gülmekten kendimi alamadım. Mervan, muzır tavrıyla, "Çok gülme kerata, bakalım boya sende nasıl duracak?" diye takıldı. Eliyle avuçladığı pembe boyayı gözlerimin önünde Dicle'nin yüzüne savurdu. Zavallı çocuk kulaklarına kadar toza bulanmıştı. O hevesle gülerken şu hâlimizle dalga geçmeden edemedim. Neredeyse bir aile olduğumuza ben bile inanacaktım.


Raziye Hanım'ın topuk sesleri tüm dikkatimizi dağıttı. Bu sefer yalnız değildi, yanında Gülnaz da vardı ne yazık ki! Gülnaz, önce Mervan'a sonra da Dicle'ye ters bir bakış attı. Benden ne kadar iğrendiğini tahmin etmek için bakmasına bile gerek yoktu. Yanlarında olmamdan oldukça rahatsız görünüyordu. Kahkahalar bu ziyaretle yüzümüzden tamamen silinip gitmişti. Raziye Hanım'ın öfkesini, Gülnaz'ın kıskançlığını gören kimse de gülecek heves kalmamıştı maalesef. Raziye Hanım, bakışlarını yine en aksi hâliyle çirkef naralar atarak üzerimizde gezdirdi.


"Bu ne rezillik, çocuk musunuz siz? Ortalığı darmadağın etmişsiniz, şu hâle bak!" Mervan, üzerindekileri elinin tersiyle çırptı. "Ne varmış hâlimizde? Biraz eğlendik; hepsi bu! Tabii sen gülmeyi bilmediğinden bu tip şakalaşmaları tuhaf karşılaman normal!"


Mervan'ın bir nefes kadar yakınına gelip, "Bir zamanlar sende bilmezdin, ne oldu şimdi? Ne oldu ciddi Bey tavırlarına? Şaklabana dönmüşsün!" diye ateş püskürdü. Mervan dişlerini sıkarak, "Senin gibi huysuz bir zebaniye dönmeyeyim de şaklabanlığa razıyım!" diye karşılık verdi. Yaşlı cadının gözleri öfkeyle açılırken; Mervan, arkasına bile bakmadan mutfaktan çıkıp gitti.


Raziye Hanım, bana kin dolu bir bakış atıp ardından salona geçti. Gülnaz'la yalnız kalmaktan nefret ediyordum. Yine beni karanlık sözleriyle boğmaya çalışacak ve bu evdeki gereksizliğimi hatırlatmaktan geri durmayacaktı. Dicle'ye ters bir bakış atıp, "Çık dışarı! " diye bağırdı. Onu tezgâhtan indirdim ve öfkesine öfkeyle karşılık verdim.


"Bağırma çocuğa, bir suçu yok!" Dicle'yi çekiştirip kapıya doğru itti. "Karışma bana!" Hamile olduğu için onunla didişmek istemiyordum. Muhtemel bir sıkıntının tek suçlusu olacağımı çok iyi biliyordum. Önümü dönüp son hamurları da gül biçiminde şekillendirdim. Tatlıya devam ederken, defolup gideceğini ummuştum; fakat yaraları kanarken bana kin kusmaktan asla vazgeçmeyecekti.


"Senden nefret ediyorum!" dedi yaralanacağımı umarak. Ondan gelen hiçbir şey beni yaralayamazdı artık. Ben hicran kotamı Mervan'la çoktan doldurmuştum. Nefretine karşılık vermekte gecikmedim. "Ben de!" Tepsileri fırına dizdiğimde, "Yapamayacaksın!" diye fısıldadı. Sırtımı ona dönmüş defolup gitmesini bekliyordum. "Kocamı aldın, kızımı da göz göre göre benden çalmana izin vermeyeceğim." Ona dönüp acıyan gözlerle baktım. "Kimseden bir şey çalmadım ben! Asıl siz benden hayatımı çaldınız. İçimdeki tüm güzellikleri soldurdunuz; hâlâ bana nasıl hesap sorabiliyorsun?"


"Onları senden geri alacağım. Mervan'ın yeniden tek karısı ve sahibi ben olacağım. Er ya da geç defolup gideceksin hayatımızdan!" Kollarımı birbirine bağlayıp imalı bir şekilde göz kırptım.


"Keşke! Keşke dediğin olsa; defolup gidebilsem bu evden. Ardıma bile bakmasam!" Arkasını dönüp gitmeye yeltendi.


"Bana yardım et!" Son sözüm onu yeniden durdurmuştu.


"Ne diyorsun sen?" Ona doğru 2 kararlı adım attım. "Bana yardım et, kaçıp gideyim buradan. Benden kurtulmak istemiyor muydun? İşte sana fırsat!" Gözlerini benden ayırıp boşlukta kararsız bir şekilde kıvrandı.


"Delisin sen! Buradan çıkış yok, kaçamazsın!" İlk sözleriyle çeliştiğini görünce imalı bir şekilde güldüm. "Sen bir yolunu bulursun; yapabileceğini biliyorum." Başını olumsuz anlamda salladı.

"Mervan seni bırakmaz, kaçsan bile bulur getirir. Boşuna bir uğraş bu! O istemedikçe bu kapıdan dışarı tek bir adım dahi atamazsın. "


"Seni anlamıyorum. İkimizin kurtuluşu da benim kaçmama bağlıyken, nasıl böyle umursamaz olabiliyorsun?" Ciğerlerinden efkârlı bir nefes havaya karıştı.


@"Çok aptalsın! Hâlâ ondan kurtulabileceğini umacak kadar aptal! O tanıdığından çok daha güçlü bir adam. Eli, kolu her yerde. Abinle kaçmaya kalktığında seni nasıl buldu sanıyorsun? Kaçmanı sağlasam bile yine bulur ve seninle birlikte benim de canımı okur. Gazabından beni kimse kurtaramaz, anladın mı? O senden bıkana kadar buradasın! Dua et de hevesi çabuk geçsin!"


Arkasını dönüp yeniden benden uzaklaştı. Onu bırakmamaya kararlıydım. Zavallı biri durumuna düşme pahasına yardımını istemekten geri durmayacaktım. "Adını vermem, yakalanırsam tüm suçu üstlenirim. Yemin ederim!" Son kez yan bir bakış attı. "Ne halt ediyorsan et; ama beni sakın hiçbir şeye karıştırma. "


                                                                        🔥🔥🔥


Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🔥


Loading...
0%