@syildiz_koc
|
Medya : Çağan Şengül: Kırlangıç 🥀🥀Merhaba arkadaşlar. Bu günkü bölümümüz sisli perde olacak. Tez savunma sınavında başarılı oldum. Emeklerimin karşılığını bulması gerçekten harika bir duyguydu. Hüsran'ın devam kitaplarını az da olsa yazmaya devam ediyorum. Hüsran'daki Leyla ve Niyazi karakterleriyle son kitabı yazacağımı söylemiştim. Şimdi bir başka karakterle apayrı bir polis ya da asker kurgusu yazmaya karar verdim. Elbette bu kurgu Hüsran bittikten sonra olacak. Av-avcı, suçlu-kanun adamı aşklarını sevenler eminim bu kurguyu da sevecektir. Şimdiden keyifli okumalar. Bölümü yıldızlayıp yeni kurgu için karakter tahminin de bulunmayı unutmayın. ☺️ Yorumlarınızı bekliyorum.
Seni bulmaktan önce aramak isterim Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de, Sana hep, hep yeniden başlamak isterim. ÖZDEMİR ASAF
Gözlerimi açtığımda siyahlarla bezeli bu oda yüreğimi gölgelendirdi. Onun odasındaydım. Dün gece dizlerimde uyumuştu ve onu uyandırmamak için yerimden kımıldayamamıştım. Dizlerimin uyuştuğunu hissettim. Tüm gece hareketsiz kalmak bana iyi gelmemişti. Göz ucuyla ona baktığımda hâlâ uyuduğunu, gecenin hatırasından rüyalara sığındığını fark ettim. Uyumak pek çok şeyin ilacı gibiydi. Dinlenen beyin biraz olsun rahatlıyor ve doğru düşünceleri kovalayabiliyordu. Ona acıyordum. Dün belki de hayatının en büyük travmasını yaşamıştı. Annesi olarak tanıdığı bir kadının aslında hiçbir zaman annesi olmadığını, her daim kendisinden nefret ettiğini öğrenmişti. Psikolojik açıdan ne kadar yıprandığını tahmin edebiliyordum. Hayal kırıklığı, reddediliş, ötekileştirilme... Her şey onun için kâbus gibi olmalıydı. Dayanabileceği tüm kapılar bir bir yüzüne kapanmıştı. Dizlerimde çocuksu bir hüzünle uykuya dalmışken, geldiğimiz bu anı düşündüm. Sevdiği pek az şey vardı; sevmediği şeylerse sevdiklerinin karşısında koca bir dağ gibiydi. Beni tüm öfkeme rağmen seviyordu; Dicle ise onu tamamlayıp aklayan bir masumiyet şelalesi gibiydi. Siyahı seviyordu, yemek pişirmek, resim yapmak, kitap okumak onun için bir tutkuydu. Sevmediği şeyleri sıralamaya kalksam sayfalar dolusu yazı yazmam gerekirdi. Kola tarzı şeyleri sevmez, onun yerine acı bir Türk kahvesini tercih ederdi. Az uyur, hareketli yaşardı. İtaatsizlikten ve ihanetten hoşlanmazdı. Anne-babasını ve Gülnaz'ı sevmediğini bilirdim. Yapay şeyler yiyip içmez, doğala yönelirdi. Genellikle ağır giyinir, yanına çok konuşan insanları kabul etmezdi. Sebzeden hoşlanmaz, et yemeklerini tercih ederdi. Kendisine dokunulmasına müsaade etmez, el öpmezdi. Sıcağı sevmezdi, soğuğu her daim tercih ederdi. Bense üşümekten hiç hoşlanmazdım. Kimsenin bedenine belli bir mesafeden daha yakın olmasını arzulamaz, en yakınlarıyla bile arasına sınır koymaktan çekinmezdi. Sanırım hevesle temas ettiği tek varlık bendim. Sevgiyle yaklaştığı bir de Dicle vardı. Ona olan sevgisi diğerlerinden çok farklıydı. Kıpırdandı. Dizlerimin uyuştuğunu, hareket ettikçe bacaklarımın karıncalandığını ve iğnelerin istilasına uğradığını hissedebiliyordum. Ah dediğimde siyah gözleri usulca açıldı. Dün gece bir ejderha gibi ateş püskürmüştü. Uyandığımda aynı gazap elbisesini üzerine geçirmesinden korkuyordum. Gözleri baş aşağı bir şekilde üzerime dikildi. Eli, yüzünde bıkkın bir edayla dolaştı. Alnı, bacaklarıma değdiğinde yüzüm acıyla kasıldı. "Tüm gece dizlerini istila ettim." Başımı eğip gözlerimi kaçırdım. Bana söylediği tehdit dolu sözleri unutamıyordum. "Ne kadar korkunç bir ailem olduğunu gördün. Bu evde ne kadar değersiz olduğumu da!" Haklıydı. Dilim ona cevap vermek istemiyordu ve gözlerine bakamıyordum. Bu adam nefretini haykırırken bile gözlerinde hüzünlü bir çocuğu kucaklıyordu. Siyah perdelerin ardındaki o ağlayan çocuk, maviliğime feryat ederken zihnimi toparlayamıyordum. Öyle ki bazen ondan nefret bile edemiyordum. Yine tüm gardım düşmüştü. Umutsuzca uyuşuk, hareketsiz dizlerime baktım. Gözlerini hayranlıkla yüzümde, dudaklarımda gezdirdiğini hissedebiliyordum. Kavisli, kalın dudakları aralanmış, dünkü gergin yüz hatları tutkulu bir sarhoşu andıran yumuşak bir kisveye bürünmüştü. "Dün gece olanlar için..." Ona baktım. Mervan Hanzade özür mü dileyecekti? Sustu. "O aşağılık adam sana bulaşınca dayanamadım, seni benden alma ihtimaline bile tahammül edemiyorum." Sol eliyle yanağımı kavradı. Bir cesetten farksızdım. Umutsuzluk yüreğimi bir ağ gibi sarmış öfkemin şakaklarında yeller estiriyordu. Donmuştum sanki, durulmuştu yüreğim. Öğrenilmiş çaresizlik diyorlardı buna sanırım. Düşen her damla zamanla mermiyi bile aşındırırmış; ne tuhaf! Benim deli yüreğim de aşınmıştı sanki. Dudaklarını dudağıma yaklaştırırken yüzümü ondan uzaklaştırmak için geri çekildim. Yanağımdaki eli birkaç santimden fazla mesafe koymama izin vermeyecekti ne yazık ki. Avuçları tenimi kavrayınca yüzümün acı çekiyormuşum gibi kasılmasına engel olamadım. Ellerini yanağımdan çözmek isteyince daha fazla inat etmedi ve beni usulca bıraktı. Bunu asla yapmazdı, bilirdim. O beni bana rağmen bırakmaz; iplerin kendisinde olduğunu haykırırcasına sahiplenirdi. Belki de dünkü sabrıma ve merhametime bir teşekkürdü nezaketi. Bu ikramlara alışkın değildim; alışacağım kadar da uzun süreceğini sanmazdım. Güç bela ayağa kalktım. Bacaklarımın uyuşukluğu geçmemişti; fakat buna rağmen ayaklanmakta tereddüt etmedim. Odasını onun ilgili, imalı bakışları arasında dolaşmaya başladım. Büyük bir aynası vardı ve siyah mobilyaları. Koyu renk perdeler ve parlak siyah biblolar... Pufları ve şöminesi de yerli yerinde duruyordu. Odasının tüm bu siyahlığa rağmen iyi dekore edildiğini itiraf etmeliyim. Kullandığı eşyalar bile karakterinin yansıması gibiydi. Etrafa gelişigüzel göz gezdirdim. Geçen günkü baskınımdan sonra ortalıkta dosya ve belge bırakmıyordu artık. Gerçeklerin peşini asla bırakmayacağımı bildiği halde zavallı oyununa devam etmekten vazgeçmeyecekti. Çekmecelerine yaklaşıp göz ucuyla ona baktım. Beni gözlerini ayırmadan takip ediyordu. Yarım ağız tebessümü ve imalı mimikleri yine yerli yerindeydi. Tepki göstermeyeceğinden emin olduktan sonra çekmeceyi açtım. İçinde düzenli bir şekilde yerleştirdiği kol düğmeleri ve saatleri bulunuyordu. O kadar çoktu ki bunca malzemeden koca bir koleksiyon rahat bir şekilde çıkartılabilirdi. İkinci çekmecede birkaç parça kişisel eşya ve kravatları yer alıyordu. Tekrar ona döndüğümde istifini bozmadan hâlâ bana baktığını gördüm. Kendini yatağa sere serpe bırakmış; odasına olan merakımı takip ediyordu. Verdiği sınırsız izin ve müsamahayla hevesimin geçip gitmesini beklediğini biliyordum. Cam kapıyı aralayıp terasa çıktım. Siyah mermerden bir masa ve iki sandalye havuza ve arka bahçeye bakacak şekilde yerleştirilmişti. Masasındaki antika kâse dikkatimi çekti. Kâsenin içindeki çakıl taşlarının arasında bir anahtarlık gözüme çarptı. 5 farklı anahtar, yuvarlak bir parça ile bir araya getirilmiş öylece duruyordu. Sırtım Mervan'a dönüktü ve neyle uğraştığımı görebileceği bir mesafede de değildim. Kaşla göz arasında kâseye uzanıp anahtarları aldım. Elleri belimi arkadan sardığında irkilmekten kurtulamadım. Anahtarlık oldukça büyüktü ve çoklu olması ses çıkarmasına sebep oluyordu. Onu avcumun içinde var gücümle sıktım. Gövdemi kollarının arasına hapsetmişti. Omzuma küçük bir buse bırakıp yanağını sırtına gömdü. "Seni yanımdayken bile özlüyorum! Tüm öfkene ve nefretine inat seni sevmekten kurtulamıyorum." Fısıltısı kulaklarıma sıcak bir meltem gibi dokundu. Hiçbir şey olmamış gibi yüzümü ona döndüm. Ellerimi belimin arkasına gizleyip, "Biliyorum!" diye sayıkladım. Olabildiğince doğal görünmeye çalışıyordum. Samimiyetten uzak bir tebessümle yüzüne baktım. "Bana su getirir misin?" Beklenmedik isteğim sol kaşının şaşkınlıkla kalkmasına ve yüzündeki o samimi tebessümün silinmesine sebep oldu. Bir şey demeden odasındaki mini bara yöneldi. Ona belli etmeden anahtarlığı kendi odamın terasına doğru fırlattım. Neyse ki amacıma ulaşmıştım. Çıkan çınlamayı duymamıştı; yani en azından ben öyle olduğunu sanıyordum. Elinde, kapalı bir bardak suyla döndüğünde olabildiğince gerginliğimi gizlemeye çalıştım. Bir tuhaflık olduğunu sezmiş gibiydi. Anahtar sesini duymuş olabilir miydi? Ben suyu dudaklarıma götürürken keskin gözleriyle etrafı taradı. Gözlerimi ondan kaçırdım. Telaşını fark ettiğimi belli etmek istemiyordum. "Ne oldu, bir sorun mu var?" Şüpheli bakışları yüzümde gezindi. "Yok bir şey!" diye dudaklarını kıvırdı. Teşekkür edip bardağı uzattı. Tekinsiz bakışları hâlâ etrafı didikliyordu. Arkamı dönüp odayı terk etmek istedim. "Bir şey unutmadın mı?" Sesi yüreğimin deli gibi çarpmasına sebep olmuştu. Yutkunup usulca ona döndüm. Karşı karşıya geldiğimizde elleri omuzlarımdan belime doğru kaydı. Sıvazlayışından bir şeyler aradığını fark ettim. Bunu öyle sinsi bir şekilde yapıyordu ki dışarıdan biri bu dokunuşların sevgi dokunuşu olduğuna inanmaktan başka bir yol bulamazdı. Ellerini bir yelpaze gibi sırtıma sabitledi ve göğsümü usulca göğsüne yasladı. Kulağıma eğilip, "Sen yanlış bir şey yapmazsın, değil mi prenses?" diye fısıldadığında beynimin korkudan uyuştuğunu hissettim. Anahtarlığın yerinde olmadığını fark etmiş olmalıydı. Sorusuna tedirginliğimi gizlemeye çalışarak "Hayır!" diye karşılık verdim. Suçumu fark ettiğini kanıtlamak ister gibi, "Sen benim karşımda olmaman gerektiğini bilirsin. Avuçlarımdan, kollarından kurtulamayacağını tahmin edersin değil mi? Sen hata yapmazsın!" diye devam etti. Dudaklarımın titremesine engel olmaya çalışarak, olumlu anlamda başımı salladım. Şüpheli bakışlarını değiştirmeden alnımdan öptü. "İşe gitmem lazım, bir isteğin olursa kime gideceğini biliyorsun." Rahatladığımı belli etmemeye çalışarak, "Biliyorum" dedim. Bir an önce evden çıkmasını istiyordum; böylece anahtarları deneyip birtakım bilgilere ulaşabilecektim. Belki de kaçıp, kurtulabilecektim bu zindandan. Odayı terk edip kendi odama geçtim. Birkaç dakika sonra hazırlanıp odadan çıktı. Kapı aralığından merdivenleri indiğini görebiliyordum. Yaklaşık 20 dakika sonra arabasına binip evden çıktı. Onun gidişiyle biraz olsun rahatlamıştım. Yalınayak merdivenleri çıktım, üst kata çalışma odasına ulaştığımda kalbim deli gibi çarpıyordu. Bu odayı daha önce de ziyaret etmiştim; fakat kilitli çekmeceler yüzünden hiçbir belgeye ve bilgiye erişememiştim. Bu sefer öyle olmayacaktı. Aradığımı bulmadan asla burayı terk etmeyecektim çünkü. Elimde sımsıkı duran ve benim için bir hazine değerinde olan anahtarlara umutla baktım. Bu anahtarlar sayesinde, Mervan'ın tüm foyasını ortaya çıkaracaktım. Onun gizli kapaklı çevirdiği tüm işleri, yalan ve sırlarla dolu dünyasını ona rağmen avuçlarıma almaktan asla geri duramazdım. Birkaç denemeden sonra doğru anahtara erişmiştim. Kapı açıldı. Etrafı kolaçan edip usulca içeri süzüldüm ve ardımdan giren olmasın diye kapıyı yeniden kilitledim. Önceki ziyaretimde gördüğüm hiçbir yere tekrar bakmadım; çünkü Mervan değişiklikten hoşlanmayan bir adamdı ve eşyalarının yerini kolay kolay değiştirmezdi. Çekmecelerini kurcaladım; tahmin ettiğim gibi kilitliydi. En küçük anahtarı denediğimde içindekilere ulaşmayı başardım. Biraz karıştırınca oldukça pahalı ve kaliteli bir cep telefonuna eriştim. Sakladığı dosyayı bulduğumda hazine bulmuş gibi sevinmiştim. İçini merakla incelemeye koyuldum. Sayfaları çevirdikçe bazı garip adam fotoğrafları gözüme ilişti. Haklarında toplanan pek çok bilgi bu dosyada korunuyordu. Bir bellek, dosyanın içine gelişigüzel bırakılmıştı. Onu alıp bilgisayarın başına geçtim. İçinde ne olduğunu öyle çok merak ediyordum ki bilgisayarın açılmasını bekleyecek sabrı bile kendim de bulamadım. Laptop saniyeler içinde açıldı. Şifre? Şifre ne olabilirdi? Birkaç denemeden sonra doğru şifreyi yazmayı başardım. Mervan, evlendiğimiz tarihi ve ismimi ters bir şekilde art arda yazmıştı. Bu neredeyse tahmin edilmesi imkânsız bir şifreydi. "razan9102" Normalde bu şekildeki bir yazıyı tahmin etmem pek olası değildi; fakat özel defterlerindeki önemli bazı tarihleri ve isimleri ters ayna tekniğiyle şifrelediği fark ettiğimden bu şifrenin de ters yazıldığını anlamam zor olmadı. Bilgisayar açılır açılmaz aceleyle dosyaları karıştırdım. Anlam veremediğim düzinelerce belge gözlerime hücum ediyordu. El yordamıyla bir kısmına göz gezdirdim. Belgelerin bir kısmının banka hesaplarına ait dokümanlardan bahsettiğini anlamıştım. Pek çok kara para Pitbull isminde bir şahıs tarafından aklanmış ve özel hesaplarda saklanmıştı. Kurye olduğunu anladığım bir başka şahıs Tilki lakabı ile anılıyordu. Resmini dikkatle süzmeye başladım. Onu bir yerlerde gördüğümü hatırlıyordum. Kadir Bey'in sürekli yanında gezdirdiği adamlardan biri olmalıydı. Esas ismini bu belgelerde bulmak pek mümkün olmayacaktı ne yazık ki. Yapılan sevkiyat raporları, yol güzergahı ve tarihler belgelere işlenmişti. Kafam allak bullak oldu. Mervan neyin sevkiyatını yapıyor olabilirdi ki? Bu gizli bilgiler nasıl bir şifreyle kodlanmış olabilirdi? Belgelerin kopyasını yazıcıdan çıkarıp elime geçen şeffaf bir poşet dosyaya el yordamıyla yerleştirdim. Her an kapı çalınacakmış gibi yüreğim delicesine çarpıyordu. Tekrar mavi dosyaya yöneldim. Tehlikeli pek çok adamla ilgili bilgiler yer alıyordu ve yazılanlardan bazılarının uyuşturucu ticareti ve tarihi eser kaçakçılığı yaptığını anlamıştım. Bu belgelerin kopyasını almak istedim. Ne yazık ki çıkardığım belgeler tüm kağıtları harcamıştı ve yenisini nereden bulacağımı da bilemiyordum. Çekmecede bulduğum telefonu açtım. Yeni bir telefondu; hafızanın boşluğuna ve kabına bakılırsa ilk kullanan da bendim. Ne yazık ki hat yoktu. Alelacele adamların ve işlerinin yer aldığı kâğıtların fotoğraflarını çektim. Telefonu cebime atıp kağıtları yerine yerleştirdim. Daha fazla burada kalmamalıydım. Epey zaman geçmişti ve Mervan'ın buraya ne zaman döneceği hiç belli olmazdı. Bilgisayarı kapatıp ortalığı topladım. Elimdeki çipin ne işe yaradığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kare şeklinde, küçük bir tableti andırıyordu; fakat önemli bir gereç olduğuna emindim. Aksi halde Mervan, bunu bu kadar gizli bir yerde saklamazdı. Onu da cebime attım ve bilgisayarı kapatıp kapıya yöneldim. Kapının önünde beklerken, buraya doğru yaklaşan adım sesleri tüm dikkatimi dağıttı. Anahtar deliğinden dışarıyı kolaçan ettim. Mervan'ın odaya yaklaştığını görmek yüreğimi ağzıma getirmişti. Yaklaşık 3 saattir buradaydım ve Mervan, gittiği yerden tahmin ettiğimden çok daha erken dönmüştü. Yakalanmam an meselesiydi. Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Yalınayak içeride saklanabileceğim bir yer aramaya koyuldum. Tek çarem odasındaki büyük dolaptı. Buraya özel günlerde giydiği pahalı ve ağır olan takım elbiselerini koyardı ve içinde bol bol yer olduğunu bilirdim. Zayıf olduğum için dolaba sığmakta zorlamayacaktım. Kapı usulca açıldığında nefesimi tutmuş beni bulmaması için dua ediyordum. Anahtar deliğinden onu izlemeye başladım. Yorgun görünüyordu. Büyük koltuğuna yerleşip elini düşünceli bir şekilde saçlarında gezdirdi. Burada uzun süre kalması hâlinde ne yapacağımı bilemiyordum. Yanımda olmadığı zamanlarda vaktinin çoğunu burada geçirirdi ve kapalı kapılar ardında ne yaptığını hep merak etmiştim. Telefon çaldığında irkilmekten kurtulamadım. O telefona yan bir bakış atıp otoriter bir edayla kulağına götürdü. "Evet!" Kısa bir sessizliğin ardından, "Sevkiyat kararlaştırıldı." diyerek başı ile karşı tarafı onayladı. Hemen önündeki bardağı evirip çeviriyor, karşısında biri varmışçasına otoriter bir şekilde alışık olduğum Beylik tavırlara boyanıyordu. Yüzünün öfke kıvılcımları ile hemdem olduğunu, çenesinin kasıldığını fark ettim. Gözleri dolabın üzerinde gezinirken bu küçük delikten bile görülebileceğimi düşünüp irkilmekten kendimi alamadım. "Delirtme adamı Berzah, ne demek istemiyorlar?" Öfkeli haykırışı boğazımı düğümledi ve sesimi çıkarmamak için dudaklarımı iki büklüm olmuş dizlerime gömdüm. Elini sertçe masaya indirdi. Dişlerini sıkarak heceler tarzda son cümlelerini söyledi. "altı ay sonra bu sevkiyat olacak! Anladın mı? Sorun istemiyorum." Telefonu kapatıp gelişigüzel bir şekilde masaya bıraktı. Sol eli şakaklarında ve alnında gezinirken büyük bir gürültüyle kupasını itip yere fırlattı. "Aptal herifler!" Kupa yere düşer düşmez cam kırıkları gözlerime ilişmiş gibi kıpırdanmaktan kurtulamadım. Mervan'ın yumuşak davranmayı bildiği söylenemezdi. Evdeki temizlikçiler ve Raziye Hanım da dahil herkes onun kükreyişinden ve öfkesinden çekinirdi. Ona bağıran hatta vurmaya kalkan tek kişiydim. Çevresindeki hiç kimse buna cesaret edemez; hatta hayallerinde aksi bir durumu tasavvur ettiklerine bile ihtimal vermezdim. Nasıl bu kadar otoriter ve sert davranabiliyor diye düşünmeden edemedim. Sürekli kasılmak, ciddiyetle her şeyi kontrol altında tutmak kolay bir şey olmasa gerekti. Herkesin ondan korkması ve koşulsuz şartsız teslim olması zihnimi tarayan bir diğer meseleydi. İnsanlar onun zulmünden ve öfkesinden ne kadar eminse; merhametinden de o kadar şüphedeydiler. Ellerini ensesinde birleştirip sırtını geniş koltuğa rahatça yasladı. Gözlerini bir noktaya dikip sakinleşmeye çalıştığını görebiliyordum. Yüzünün yumuşadığını, gözlerinin dehşet giysisinden silkinerek soyunduğunu fark ettim. Tabloma bakıyordu. Benden gizli yaptığı o tabloya... "Makbule Hanım!" Sessizce olacakları izliyordum. Onu neden çağırmış olabilirdi? Makbule Hanım, endişeli ve mahcup bir edayla odaya girdi. "Buyurun Beyim!" Ilık sayılabilecek bir ses tonuyla, "Nazar Hanım odasında mı?" diye sordu. Makbule Hanım, sıkıntılı bir durum olmadığını sezince biraz olsun rahatlamıştı. "Evet Beyim, en son ordaydı." "Yemeğini yedi mi? " "Odası kilitliydi; çaldım, çaldım açmadı. Uyuyordur diye daha fazla rahatsız etmek istemedim." Mervan'ın değişen ifadesini fark etmiştim. Odada olup olmadığım konusunda şüphelenmiş olmalıydı. "Yüzüğüyle masayı hafifçe tıklattı. "Hiç çıkmadı mı oradan?" Makbule Hanım, "Hayır Beyim, bahçede ya da salonda görmedik." diye cevap verdi. Elleriyle kirli sakallarını sıvazladı. "Yemeğini götürdüğünde sana cevap verdi mi?" "Hiçbir ses gelmedi Beyim." Mervan, şüphelenmiş olmalıydı. Hızla ayağa kalkıp, kapıya yöneldi. Dudaklarını birbirine bastırdığını ve yumruklarını sıktığını o küçük delikten bile net bir şekilde görebiliyordum. "Bahçeyi didik didik edin. Hemen bulun onu. "Makbule Hanım, onu onaylayıp koşturarak dışarı çıktı. Mervan, bir süre daha kararsızca ayakta dikildi. Kapıya yöneldiğinde kalbimin durmak üzere olduğunu düşündüm. Yokluğum ne yazık ki hemen fark edilmişti. Sabah ki şüphelerini düşününce saç diplerime kadar titredim. Yokluğumdan ne çıkarmış olabilirdi? Kaçtığımı ya da intihar ettiğimi düşünmüş olabilir miydi? Vakit kaybetmeden dolaptan çıkıp kapıya yöneldim. Elimdeki malzemelerle yakalanmam sonum olabilirdi. Telaşla yalın ayak parke zeminde koştururken ani bir şekilde ayağım kaydı ve kendimi yerde buldum. Yalın ayak dolaşmam hiç iyi olmamıştı. Düşmemle birlikte dirseğime cam kırıklarının derin çizikler atması bir oldu. Gözlerimi yaralara çevirdiğimde içimin titrediğini, kalbimin deli gibi çarptığını hissedebiliyordum. Kan, vücudumun bir yanardağ gibi ısınmasına sebep olmuş; beni ılık ılık terletiyordu. Canımın yanmasına ve terimin kaynamasına aldırmadan silkinip hızla ayağa kalktım. Kapı aralığından her yerde beni aradıklarını görebiliyordum. Bu halde hiçbir şey olmamış gibi elimi kolumu sallayarak odadan çıkamazdım. Beni yaralarımdan çok Mervan'a vereceğim hesap endişelendiriyordu. Sahanlığa çıkmaya bile cesaret edemedim bir süre. Mervan, kapımın önüne dikilmiş kapıyı açmam için bağırıyordu. Alnında biriken boncuk boncuk terler, ne büyük bir korku yaşadığının kelepçeli şahitliğini yapıyordu. Kapıya kırarcasına indirdiği her darbe, kalbime buzdan bir duvar gibi çarpıyor; içimi dört mevsimin karmaşasına teslim ediyordu. Yumruklarının ve bağrışlarının işe yaramadığını anlamış olacak ki bağırmaktan vazgeçti. Birkaç adım geriye gidip sağ ayağı ile odanın kapısına sert bir tekme geçirdi. Kapı gürültüyle açılırken hiç vakit kaybetmeden odaya girdi. Hemen ardından kendimi göstermeksizin banyoya koştum. Her odada banyo ve tuvalet mevcuttu. Buna ek olarak konforu arttırma amacıyla genel bir lavaboyu da her kata iliştirmişlerdi. Şu an tek sığınağım bu banyo olabilirdi. Nefes nefeseydim ve şakaklarım ecel terlerinin istilasına uğramış gibiydi. Anahtar deliğinden odamı dikizlemeye başladım. Mervan, odanın içinde değildi; terastan dışarıyı izlediğini ve beni bahçede aradığını sezmiştim. Lavabodan çıktım ve o terasta oyalanırken elimdeki kağıtları odamdaki yatağın altına ittim. Beni bulduğunda alacağım her cezaya razıydım. Tek isteğim bulduğum belgelere, telefona ve çipe ulaşmamış olmasıydı. Terasta telefonla konuşuyor ve adamlarına beni bulmaları konusunda emirler yağdırıyordu. Lavaboyu çoktan kontrol ettiğini biliyordum; fakat aşağısı yukarıdan daha tehlikeliydi. En azından burada sadece Mervan vardı ve ben birçok kişiyle uğraşmak zorunda değilim. Beni bir mahkûm gibi yaka paça Mervan'ın önüne atmalarına asla dayanamazdım. Arkamı dönüp kâğıt havludan kalın bir tomar alıp yaralarıma bastırdım. Ellerimi alelacele yıkadım. Havluyu bastırdığım halde dinmeyen kanın revanına engel olamıyordum. Ben çırpınırken kapı ardına kadar açıldı. Arkamı dönüp kimin geldiğine bakamayacak kadar endişeliydim. Birkaç ürkek titreyişten sonra korkunun hapsolduğu yüzümü usulca ona çevirdim. "Hanımım neredeydin, korkuttun bizi." Gözlerimi kaçırmaktan kurtulamadım. Ona işaret parmağımla bir sus işareti yaptım; fakat Mervan'ın olan biteni duymasını engellemekte geç kalmıştım. Bir çift adım sesi odaya hızla yaklaşırken yine saç tellerime sığınıp, yüzümü aralamaya uğraştım. Kolumu saklamaya çalışmıştım bir süre; fakat o hareli, siyah gözler zavallı hâlimi görmekte gecikmemişti. "Nazar!" Onu görmezden gelerek yerdeki fayansları izliyordum. İçeri öfkeyle karışık bir kisveye bürünerek girmişti ve her hâlinden onu kızdıracak bir şeyler yaptığımı ele veriyordum. Yaklaşıp beni sert sayılabilecek bir hamleyle bağrına bastı. Onun öfkesini harlamayı düşünemiyordum bile. Elleri yüzüme sabitlendiğinde gözlerine bakmakta hiç olmadığım kadar zorlandım. Çenemi kaldırıp yüzümü, tutsaklığın hüküm sürdüğü o donuk hatlarına çevirdi. "Neredeydin, seni çok merak ettim. Hem ne bu hâlin? Bu kanlar da neyin nesi? " Sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Titreyen dudaklarımı birbirine bastırıp, olabildiğince normal görünmeye çalışarak, "Bahçedeydim!" dedim. Saçmaladığımın farkındaydım elbette. Bu söylediğime şeytan bile kahkahalarla gülerdi. Adamları çoktan bahçeyi ve alt katı didik didik etmiş olmalıydı ve tüm ev ismimin nidaları ile yankılanırken benim onları duymayıp bahçede aylak aylak gezinmem imkânsız gibiydi. 2 el yanaklarımda gezindiğinde kendimi ondan uzaklaştırarak, "İyiyim ben, sorun yok!" diye sayıkladım. Bakışlarımın kendinden uzaklaşmasına asla izin vermiyordu; çünkü o lanet gözlerim serkeşliğime meydan okuyarak tüm yalanımı bas bas bağırıyordu ve ben o tutuk çığlıkları ne yapsam engelleyemiyordum. Hâlim çok normalmiş gibi sırtımı döndüm. Kokusuna hapsolan zihnim biraz daha rahatlamıştı şimdi. "İyi görünmüyorsun, bana ne olduğunu söyle. " "İyiyim Mervan. Beni biraz rahat bırak; yalnız kalmak istiyorum." Tavırlarım onu gitgide daha da şüphelendiriyordu ve ben o bakışların hapsinde boğulmaktan kurtulamıyordum. Yanıma yaklaşıp yarama bakmak istedi. Onu itekleyip uzaklaştım. Yarama bakmasını istemiyordum. Bakması hâlinde cam kesiği olduğunu anlayacak ve beni bitmek bilmez sorularıyla iyice köşeye sıkıştıracaktı. Tavrımı umursamadan kolumu sertçe çekti. Yarayı incelediğinde yüzündeki tüm kasların gerildiğini fark ettim. "Cam kesiği bu; bahçede cam kırıklarını nereden buldun da üzerine düştün!" Yalanlarım birer birer çözülmeye başlamıştı. Olan bitenler gerçekten tuhaftı ve bu tuhaflıkları bir araya getirip gerçeklere ulaşmak Mervan gibi zeki bir adam için hiç de zor değildi. Sorusuna cevap vermek istemiyordum; çünkü söylemeye kalkıştığım her yalan onu gizli sırrıma biraz daha yaklaştıracaktı. "Düştüm işte, başka bir açıklamam yok." Odama usulca girip kendimi yatağa oturur vaziyette bıraktım. Ecza çantasını açıp şüpheli gözlerini üzerimden ayırmadan pansuman yaptı. Olan biteni düşündüğünü anlamak hiç de zor değildi. Yaralarımı sarıp, araçlarını çantaya yerleştirdi. Yüzümü ondan kaçırıp sırtımı cüssesine döndüm. Şimdi onun için hazırladığım idam fermanının üzerinde oturduğunu bilse kim bilir ne yapardı? Kapı tıklaması odadaki sessizliği böldü. Dilan, gir emrini duymasıyla birlikte sakin bir şekilde odaya süzüldü. "Beyim, odanızın yedek anahtarını bulamıyorum. Yerde kan ve kahve lekeleri vardı; izninizle orayı temizlemem gerekiyor." Son sözü Mervan'ın yüzünde şimşekler çaktırmıştı. Ben nefes bile alamazken gözleri önce bana sonra odamdaki zemine kaydı. Yerde gördüğüm manzara karşısında hayrete düşmüştüm. Geçtiğim tüm yerler kan damlalarının istilasına uğramış gibiydi ve bu damlaları takip eden herkes hangi odalara girip çıktığımı kolaylıkla bulabilirdi. Bakışlarımı yerde gezdirirken, bana ters bir bakış attı. "Yedek anahtarları sana vermiştim, nereye koyduğunu bilmiyor musun?" Dilan'ın Mervan korkusu, adeta gözlerinden okunuyordu. Yutkunup siyah, iri gözlerini endişeyle açtı. "Temizledikten sonra odanıza bırakmıştım; ama şimdi bıraktığım yerde yok. '' Mervan, korkunç bakışlarını bir kez daha üzerime diktiğinde ne yapacağımı şaşırdım. Dilan'ın odaya olan ziyareti kördüğümü açmaya yetmişti ve ben sessiz sedasız kıvranmaktan başka bir şey yapamamıştım. Mervan, "Tamam, aşağıda bekle; çağırdığımda temizlersin!" dedi beni kindar kindar süzerken. Dilan'ın odadan çıkmasıyla koluma yapışıp beni sürükler gibi çalışma odasına götürdü. Cam kırıkları bıraktığı gibiydi; kahve kalıntıları ise kana bulanmış ve bu durum odada boğucu bir kokuya sebep olmuştu. O odadan çıktığımda belgelerle yakalanacağımı düşünüp öyle panik olmuştum ki damlayan kanları temizlemek aklıma bile gelmemişti. Hiçbir iş gizli saklı kalmıyordu ve hiçbir suç hakikatin keskin kılıcından kurtulamıyordu. Gözleri yerdeki kırıklarda ve lekelerde gezinirken, " Bu kanın kime ait olduğu konusunda bir fikrin var mı? "diye sordu. Dudaklarımın titremesine mani olamıyordum. "B-Ben... "diye kekeledim. Kızgın bakışları yeniden yüzüme çevrilmişti. "Sen!" Yutkunup sakin görünmeye çalışarak, "Bilmiyorum!" dedim ve ardından hızla kapıya yöneldim. Kolumdan tutup sırtımı göğsüne yasladı. Mahcubiyetle gözlerimi kapattım. Beni nasıl kapana kıstıracağını çok iyi biliyordu. En azından göz göze olmadığımız için şanslıydım. Bedenim zelzeleye yakalanmış gibi titriyor; zihnimse yalan rüzgarına bulanıyordu. "Odamda ne aradın?" Yüzümü kendine çevirip bir kez daha sorusunu yineledi. "Sana odamda ne aradın diye sordum." Suskunluk... Koca bir ağız dolusu suskunluk içime gömülüp kalmıştı. "Konuş Nazar, burada ne işin vardı?" Yutkunup, derin bir nefes aldım. "Ben bir şey yapmadım." Sesim inler gibi çıkmıştı. Eliyle yerdeki o çirkin manzarayı işaret etti ve "Bu kanlar senin; kırdığım bardağın üzerine düşmüşsün. Neden girdin çalışma odama? Gizli saklı ne arıyordun? " Yenilgiyi kabullenmekten başka çarem yoktu. Bu sabah yatak odasını merakla incelememden zaten bir tuhaflık olduğunu sezmişti. Son hatalarımla ona istemediği kadar prim vermiştim. Suçumu mahcubiyetle kabullenerek, "Merak ettim!" diyebildim. Şimdi yüzüm olabildiğince masum bir kisveye bürünmüştü. O beni masum ve ürkek görmeyi çok severdi. "Neyi?" diye sordu sıkılgan bir tavırla. "İçinde ne olduğunu..." Alaylı bir şekilde yerine oturdu. Elini alnına dayadı ve bir çocuk azarlar gibi beni süzdü. "İyice inceledin mi bari? Umduğunu bulabildin mi?" Umduğumu fazlasıyla bulmuştum; hatta biraz daha kalabilseydim bundan çok daha iyisini bile bulabilirdim. Elbette bunu ona asla söyleyemezdim; böylesi bir aptallık benim için müebbet esaret demekti. Çocuksu masumiyetimi kullanarak omuz silktim. Bu tavrından hoşlanmıştı. Dudaklarını kıvırıp bıyık altından gülerken, asık suratımla bu edalarını görmezden geldim. "Madem merak ediyorsun, incele odamı!" Mervan, odanın bu hâliyle bir tehlike teşkil etmediğini çok iyi biliyordu; günahlarını çekmecelere hapsetmiş olmanın verdiği bir rahatlığa sahipti. Odasını inceleyecektim ve böylece merakımdan kurtulup onu bir daha rahatsız etmeyecektim. Yani en azından o böyle olmasını umuyordu. Arkamı dönüp pencereye yanaştım ve "İstemiyorum artık, o kıymetli odanı al, tepe tepe kullan!" diye acemi bir trip attım. Sanırım şu an yapılabilecek en doğru iş, suçumu yaramazlığa vurmak olacaktı. En azından ilk kullandığım yoldaki kadar tehlikeli değildi. Hâlâ bana baktığını biliyordum ve elbette yüzü o sinsi tebessümden henüz kurtulamamıştı. Kendisini merak etmemden hoşlanmıştı ve belli ki bunu aramızdaki buzdan duvarları eritmeye yönelik bir hamle olarak algılamıştı. Ondan iyice uzaklaşıp misafirlerini ağırladığı üçlü koltuğa yerleştim. Siyah mobilyaların üzerinde emanet gibi duruyordum. Bu ortama ait olmadığım her hâlimden belliydi. 1 dakika sonra ayağa kalktı. Bana arkasını döndüğünü fark edince göz ucuyla ona baktım. Elinde büyük sayılabilecek bir kutu vardı. Getirip sehpanın üzerine yerleştirdiğinde içinde ne olduğunu merak etmekten kendimi alamadım. Cüssesi bana dönük bir şekilde yanıma oturdu. Ben küskün bakışlarla kutuyu süzerken, "Beni neden merak ettin?" diye sordu. Gözlerindeki umut kırıntılarını ve yüzündeki çocuksu masumiyeti göz ardı ederek cevap verdim. "Kocam olduğunu söylüyorsun; ama hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Sürpriz yumurtadan çıkar gibi hayatıma girdin. Seni merak etmem doğal değil mi? Aynı evin içinde iki yabancı gibiyiz." Sözlerim dudaklarında buruk bir tebessüm bıraktı. Elleri usulca saçlarımı uzandı. "Sevmek için tanımaya gerek var mı? " Elini saçlarımdan uzaklaştırıp, "Yok mu? " diye sordum. Asi tavırlarımdan olduğu gibi çocuksu şımarık tavırlarımdan da hoşlanıyordu. "Ben seni tanımadan sevdim!" Sesi zayıf ve tutkuluydu. "Bu tenlerin seçimi, kalplerin çığlığıydı. Aşka adanacak yarım bir adamın ömür borcu gibiydi sana düşüşüm." Sesi o gür ve gazap dolu tınısından kurtulmuş, yüreğimi okşayan, kadife bir hüviyete bürünmüştü. Böyle güzel sözler nerden geliyordu aklına? Yutkundum. Ona bir şey söylemek istemiyordum. Nefretiyle baş etmek kolaydı. O bağırdığında bağırıyor, bardak kırsa sürahiye dadanıyor; kendimi onla mücadeleye girişmekten alıkoyamıyordum. Peki ya aşkı? Onunla aynı parkurda yarışırken sendelemeden daha ne kadar sağlam durabilecektim? O beni böyle severken, intikam oklarım yüreğini bulabilecek miydi? Ben hiçbir zaman her şeye rağmen ille de aşk diye tutturanlardan olmamıştım. Aşk her şeyi affetmezdi, aşk her şeyi telafi edemezdi. Eskiden dünyamda doğrular vardı; bir de o duraksız yanlışlar. Mervan'ın ileriki zamanlarda bana katacağı en önemli şey, siyah ve beyazın dışında gri çizgilerin de olabileceği düşüncesiydi. O siyahtı; bense beyaz. Yaşadığımız şey ne beyaz kadar aktı ne de siyah kadar karanlık. Öylesine gri bir dünyaydı tutunduğum. Tertemiz olamadığı gibi kire pasa batmış da sayılmazdı hayatım. İçine yanlışlıkla pul biber eklenmiş tatlı gibiydim. Kolay kolay yenilip yutulamayacak kadar acı; dökülüp israf edilemeyecek kadar tatlı ve dolu doluydu benliğim. Elini kutuya attığında gözlerim yeniden sehpayı yokladı. Kutuyu ayaklarının dibine indirdi ve içinden bir albüm çıkardı. Albümü bana uzatmıştı. Onda ne bulacağımı merak etmekten kendimi alamıyordum. Sayfaları çevirirken küçük bir oğlan çocuğu çıktı karşıma. Çocuksu bir bakışın altında yaralı siyah gözleri vardı. Engelli abisine sarılmış, yaşından beklenemeyecek olgun duruşu daha ilk bakışta kendini ortaya koyuyordu. Yüzünü sarıp sarmalayan hüzün, en başından beri hep aynıydı. Aynı gözleri gördüm. Ruhumu sakat bırakan o yıkıcı gözleri... Bir insan nefret ederken bile nasıl böyle güzel bakabilirdi? "Bunlar çocukluk fotoğraflarım." Sayfayı çevirdi. "Bu da eski odam! " Odasına hiç şaşırmamıştım. Eskiden de mateme bürünmeyi severmiş belli ki. Odada yalnız oturan ve hiç gülmeyen bir çocuk... Oyuncaksız soğuk bir oda, koyu renk, yaşına uymayan siyah giysiler ... Yine aynı duyarsız, sert bakışlar ve ağır Beylik duruş... Sayfayı çevirdim. Abilerinin yanında kızgın bir çocuk gözlerimin maviliğine göz kırptı. Ortamdaydı; fakat herkesten uzak, farklı bir yerde kendi yalnızlığını yaşıyor gibiydi. Başka bir karede Raziye Hanım'dan ayrı, zoraki bir şekilde kareye dahil edilmiş gibi mutsuz bir bakış yüreğime esti. O benden hayatımı çalmıştı ve ne yazık ki birileri de ondan çocukluğunu. "Neden hiç gülmüyorsun?" Bir hata yapmış gibi, "Bilmem!" diye sayıkladı. "Neden hiç oyuncak yok?" İmalı buruk bir gülüş dudaklarını araladı. "Beyler oyuncakla oynamaz." Ne demek şimdi bu? Küçük bir çocuk ne bilirdi Beyliği? Rengarenk uçurtmaların uçması gereken renkli dünyası, nasıl Beylik kisvesiyle kapkara kömüre boyanırdı? Fotoğraflarda hep yalnızdı; diğer kardeşlerinden ayrı ve annesinden olabildiğince uzak. Oyuncuların yüzü değişmişti; fakat sahne yıllar önce de hep aynıydı. İçimden çocukluğuna sarılmak geldi. Ne yapmışlardı Mervan'a; nasıl böyle bir canavara dönüşebilmişti? Kimdi bu adam? Yüzüne tekrar baktığımda aynı kırgınlığı, aynı utancı gördüm manidar gözlerinde. Utandırılmıştı, ağlatılmıştı ve hiç olmadığı kadar hırpalanmıştı Mervan. Bir gün, ne yaşadığını öğrenebilecek miydim? Bana anlatır mıydı hikâyesini? Kutuya uzanıp el yordamı ile karıştırdım. Avcuma birkaç deniz kabuğu ilişti. "Bunlar ne?" Uzanıp birini aldı. "Denizin kalbi!" Manasız yüzüne baktığımda, anlamadığımı belli ederek başımı salladım. Avucundaki kabuğu sıktı ve gözlerini uzaklara diker gibi pencereye odakladı. "Çocukken çok merak ederdim denizi. O mavilikte kaybolurum diye bir o kadar da korkardım. Diyarbakır'da deniz yoktu ve ben maviyi çok severdim. O yıllarda bir kez gidebildim; bu kabukları da orada toplamışım belli ki!" Mervan'la ortak bir noktamız olduğuna inanamıyordum. Oysa biz çok farklıydık; aynı yastığa baş koyamayacak kadar ayrıydı dünyalarımız. Demek o da hem denizden korkuyor hem de denize hayran kalıyordu benim gibi. Çocukluğunu avuçlarıma dökerken, içimdeki nefretin geceye gizlendiğini hissettim. Karşımda o küstah, zorba adam görünmüyordu artık. Fotoğraflardaki küçük çocuk yamacıma ilişmiş, bana gecikmişliğimin hesabını soruyordu sanki. İçini kurcaladıkça onun için manalı pek çok şeye ulaşmıştım. Ayağa kalktı. Bana elini uzattı ve odasının saklı kalmış bir köşesine götürdü. Büyükçe bir bez altında ne olduğunu kestiremediğim bir nesnenin üzerine düzgün bir şekilde serilmişti. Mervan, bez parçasını tozu hava ile dövüştürür gibi hızla kaldırdı. Gördüğüm manzara beni hayrete düşürmüştü. Bir Barbie bebek evi, çitlerle çevrili bir bahçe... Beyazlar içinde bir yatak odası, pembe panjurlar, açık pembe duvarlar ve daha niceleri... Tıpkısının aynısıydı. Gösterdiği bu oyuncak benim odamla birebir örtüşüyordu. Gardırobundan biblosuna kadar bu oyuncak evin aslı gibiydi odam. Beyaz elbise giymiş bir oyuncak bebek, dikkatimi çekti. Saçları sarı, gözleri de tıpkı benimkiler gibi maviydi. Bu süslü, sevimli odanın içine yerleştirilmiş, bizden habersiz kendi hayatını yaşıyor gibi bir hâli vardı. "Bu benim sahip olduğum tek oyuncaktı. Bana alınan tek hediye!" Sözleri kafamı allak bullak etmişti. Erkek çocukları genellikle oyuncak bebekle oynamaz; bunun yerine su tabancası, bisiklet gibi oyuncakları tercih ederdi. Mervan'ın tek oyuncağının Barbie bebek evi olması gerçekten çok ilginçti. Aldığı tek hediye olmasına ve onu bunca zaman saklamasına da bir anlam verememiştim. Eli silah tutan, sert ve otoriter bir adamın bu oyuncak bebekle bu kadar alakadar olmasının altında nasıl bir sebep yatabilirdi? "Bu oyuncağın karşısına geçer, canlıymış gibi saatlerce onu izlerdim." Gözlerimi hayretle ona diktim. O çocuksu kırıklık hâlâ yerli yerinde duruyordu. Yıllar önce bu evin içindeki oyuncak bebeği saatlerce izlemişti; şimdi de hapsettiği odada beni saatlerce izlemekten vazgeçmiyordu. Odama geldiğinde hiç konuşmadan her tavrıma dikkat ettiğini hissederdim. Saçlarımı taramam, yaptığım hafif makyaj, içtiğin çay onu ilginç bir şekilde beni takip etmeye sevk ederdi. Uyurken de durum bundan farklı değildi. Çok sıra dışı bir şey yapıyormuşum gibi beni bıkmaksızın izlemesi buraya geldiğinden beri hep dikkatimi çekmişti. Bazen parmak uçlarının yüzümde, dudaklarımda gezindiğini fark eder; sıçrayarak uyanırdım. Gözlerimi açtığımda o hayran bakışların hedefi olduğumu görmek içimi ürpertirdi. Bana karşı olan tavrının sebebi yıllardır sakladığı bu oyuncak bebek olabilir miydi? Beni ona benzettiği için mi bu kadar tutkundu? Prenses... Oyuncak bebeğin başındaki taç dikkatimi çekti. Belki de bana prenses demesinin altında yatan sebep de aynı bebekten kaynaklanıyordu. "Sana bu hediyeyi kim aldı?" Buruk bir şekilde dudaklarını kıvırdı. Derin bir iç çekişten sonra dalgın hâlinden ödün vermeden, "Raziye Hanım!" diye cevap verdi. Raziye Hanım'ın onun gerçek annesi olmadığını biliyordum. Acaba erkek çocuğuna neden böyle bir hediye almaya ihtiyaç duymuştu? Asıl merakım Mervan'ın gerçek annesinin kim olduğuydu? Kadir Bey, kendi kanını taşımayan birine bu kadar güvenmezdi. Bu yüzden babası olduğundan neredeyse emindim. Mervan, onun gayrimeşru çocuğu olabilir miydi? Raziye Hanım, bu yüzden mi Mervan'dan nefret ediyordu? Kafam allak bullak olmuştu. Mervan'a tüm bu soruları soramazdım; zaten anlatacağını ummak da oldukça ütopik olurdu. Gözüme bir masal kitabı erişti. Onca bilimsel kitabın arasında daha ilk bakışta fark ediliyordu. Uzanıp kitabın sayfalarına göz gezdirdim. Uyuyan Güzel Masalı... Mervan, sadece bu kitabı mı okumuştu yani? Sahip olduğu tek masal kitabı bu muydu? Normalde insanlar hakkında bilgilere ulaşmak onları tanımamıza yardımcı olurdu; oysa burada tam tersine bir durum söz konusuydu. Mervan'ın hayatına ve zihin dünyasına dair aldığım her ipucu beni daha da allak bullak ediyordu. Çözülmesi zor bir bulmacanın ya da karışık bir pazılın karşısında terliyor gibiydim. "Bu kitabı sever miydin?" diye sordum. Yarım ağız, imalı bir tebessüm yüzüne yayıldı. "Komik gelecek belki ama; evet severdim. Her gece bakıcımdan okumasını isterdim; o da okurdu. Dinlemekten hiç bıkmazdım." Meraklı bir şekilde yüzüne bakıp, "Neden Uyuyan Güzel? Başka birini okuyamaz mıydın?" diye sordum. Kitabı usulca eline aldı ve çizgilerle yaratılmış harika prenses resimlerini yavaş yavaş incelemeye başladı. Son sayfalara geldiğinde prens ve prensesin kavuşma anının işlendiği resme uzun uzun baktı. "Bilmem!" Onun zihnindeki kara kutuya ulaşmam zor olacaktı; ama ne fark eder dedim kendi kendime. Yarın belgeleri de alıp buradan bir şekilde kaçacaktım ve hayatımdaki varlığı trajikomik bir şekilde son bulacaktı. "Sonsuza kadar mutlu yaşadılar. Güzel bir son değil mi? Prenses onca sıkıntı ve meşakkatten sonra sevdiği adama kavuştu ve birlikte hiç olmadığı kadar mutlu yaşadılar. " Kim bilir ne kadar mutsuz bir çocukluk geçirmişti; öyle ki basit bir masalın mutluluk vaatlerini bile teselli aracı olarak görebiliyordu. *** Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. 🔥☺️ |
0% |