Yeni Üyelik
29.
Bölüm

29. Bölüm: Esaretle Oynanan Kumar

@syildiz_koc


Medya: Dön Desem (Özcan Deniz)


Not: Merhaba arkadaşlar. Günlerdir yoktum. Sonunda minik bebeğimi kucağıma aldım. Defne Lina zorlu bir hamilelik ve doğum sürecinin ardından hayatımıza girdi. ☺️❤️ Fakat ne yazık ki sarılık geçirdiği için hastanede bir gece kaldık. Bu süreçte dualarınızı bekliyorum. Düşüncelerinizi yorumlarda bekliyorum. Yıldız atmayı unutmayalım.. 🤗⭐️


Gitmek istiyorsa bırakacaksın... Gitsin!


Aklı seninle olmayanın, bedeni yanında olsun ister misin?


                                                                                                                                  CAN YÜCEL


     


Kaç ay olmuştu sokağa çıkmayalı bilmiyorum. Bu bembeyaz odada ruhum karanlık hücrelere hapsedilmişti sanki. Eski günlerimi hatırladım. Korulukta koşup, Ayşe ile oyunlar oynadığım günleri... Bazen akşam yemeğini bahçede yerdik. Ablamla kurabiyeler, pastalar yaptığım o mutlu anlar geldi gözlerimin önüne. Babama rağmen ilçenin sokaklarına düşer kaygısızca salına salına dolaşır, özgürlüğün kana kana tadını çıkarırdım. Ne çok özlemiştim sorgusuz sualsiz dolaşıp alışveriş yapmayı. Şiir kitaplarının, renkli tabloların arasında dolaşmayı. Şimdi bunların hepsinin kıymetini daha iyi anlıyordum.


    

Babamdan yediğim onca dayağa rağmen, hayatım bir cennetten farksızmış meğer! Hele ki şimdiyle kıyaslayacak olursak. Mehmet... O benim yüreğimin cennetiydi... Onun manidar, aşk dolu tebessümleri İlkbaharım, kurumuş dallarıma konan incir kuşlarımdı. Kerbela' da tükenirken bulduğum aşk kadehimdeki bir damla suyumdu. Geç bulup erken kaybettiğim yitik sevdamdı Mehmet. Her yerde gözlerini görüyor, kokusunu, sıcaklığını arıyordum.


     

Ne çok kızıyordum ona! Vazgeçmişti benden! Bu kadar kolay mıydı? Hani dünyası da ahireti de bendim. Hani ömürlük değil; ölümlük sevdaydı bizimki. Yalan mıydı her şey? Ben senin çapkın, hercai yüreğindeki gelip geçici bir bahar esintisi miydim? Yoksa sen liseli, asi kızı kandıran, umutlarıyla oynayan tamirci delikanlıdan başka bir şey değil miydin bu tutsak ömrümde? Bu han duvarları beni kapana kıstırırken; aramızdaki bu aşk basit bir sergüzeştten mi ibaretti yoksa? Neydik biz? Kimdik? Yüreğimin otağına düşürdüğün bu ateş seni de çığlık çığlık yangınlara düşürmez mi sanıyorsun? Yakmaz mı? Fatma için mi vazgeçtin benden? Kolayına geldi onu çekip çevirmek. Çok zordum senin için! Ne istedin benim bakir duygularımdan?


    

Ablam, "Erkek milletine güven olmaz!" demişti. Ne kadar haklıymış meğer! Duraksadım. Ciğerlerim acıyordu. Bu düşüncelerden kurtulmalıydım artık. Eğer Mehmet beni sevseydi; ne yapar eder bir şekilde ulaşır, haber gönderirdi. Bu sessizlik, vazgeçişinin en büyük nişanesiydi ve ben de ondan geçebilmeliydim artık.


       

Nefes almak için bahçeye çıkmaya karar verdim. Yavaş yavaş odadan çıktım. Merdivenlere yönelirken gözüme Gülnaz'ın odası ilişti. Günlerdir doğru düzgün odasından çıkmıyordu. Raziye Hanım'ın sözlerine ne kadar içerlediğini anlayabiliyordum. Müjdeli bir haber bekledikleri bir esnada hayal kırıklığına uğramış; en zayıf olduğu anlarda destek beklerken hakir görülüp, aşağılanmıştı. Kadınlık gururu... Bu evde ne zordu bu değerleri korumak.


     

Beni rakibi olarak görüyordu. Kocasını paylaştığı, sürekli etrafında dolaşıp onun kıskançlığını cezbeden, güzelliği dillere dolanan, güçlü bir kadındım. Onun hasretiyle kavrulduğu adam peşimde pervaneydi. Mervan'ın bana aşk dolu gözlerle bakması ona kendi sevgisizliğini hatırlatıyordu besbelli. Eğer konumlarımız böylesine keskin bir bıçağın üzerinde olmasaydı, bir an bile tereddüt etmez onu teselli ederdim. Ama olmuyordu işte, bazı şeyler hayal dünyasına bile değemiyordu.


     

Aralık bırakılmış kapıya doğru yöneldim. Oyuncak bebeğiyle masum bir şekilde oynayan Dicle'yi seyrediyordu duyarsızca. Odaya girip girmemekte kararsız kaldım. Hâlini hatırını sorsam bile bana öfke kusacağından, kötü sözlerle yerin dibine sokacağından nerdeyse emindim. Ellerini iki yana bırakıp yavaşça yatağına uzandı. Yüzünü Dicle'den tarafa çevirip, "Yanıma gel!" dedi kayıtsızca. Dicle, annesine boş gözlerle baktı ve derhal dediğini yapıp yatağa doğru yaklaştı.


    

Gülnaz, kırgınlığını gizlemeksizin emreder bir tarzda, "Yatağa çık!" diye komut verdi. Dicle, annesine manasız gözlerle baktı. Bense biraz sonra nelerin olup biteceğinden habersiz bu tuhaf manzarayı seyrediyordum. Bu şaşkınlığın uzaması Gülnaz'ı öfkelendirmişti.


Sert bir şekilde, "Dediğimi yap!" diyerek sözlerini yineledi. Dicle, yatağa çıkıp ayağa kalktı. Gülnaz, elini şişmiş karnına götürüp, "Tekme atacaksın! Buraya... Tam buraya... Anladın mı? Hadi!" Çocuk korkudan tir tir titremeye başlamıştı. Ben ise beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Ne yapmaya çalışıyordu bu kadın? Şaka mıydı sözleri?


     

Gülnaz, biraz doğrulup, "Hadi!" diye bağırdı. Çocuğu sert bir şekilde kendine çekip karnına bastırdı. Dicle, ağlamaya başlamıştı. Daha fazla kendimi tutamayıp canhıraş bir şekilde odaya daldım. Bu saçmalığa bir son vermeliydim. Gülnaz, beni görünce hayretini gizleyemedi. Tüm dikkati dağılmış; heyecan ve korkudan titremeye başlamıştı. Nasıl yapardı bunu? Karnındaki çocuğa nasıl kıyardı? Bu canavarlık değil de neydi?


"Yapma! Delirdin mi sen!" diye bağırdım. Öfkeme öfkeyle karşılık vererek, "Karışma sen!" diye haykırdı. Hâlâ zavallı Dicle'yi sert bir şekilde karnına bastırıyor, onun zayıf bacaklarını kullanarak karnına ağır darbeler indiriyordu.


     

Dicle bu müdahaleyle daha da korkmuş, çığlıklar atarak bu hengameden kurtulmanın yollarını aramaya çalışmıştı. Çocuksu duyguları bu yanlışın çanlarına duyarsız kalamıyordu. Anlamıştı, bu dokunuşta yanlış ve kirli bir şeyler vardı. Çocuğu bırakıp ayağa kalktı ve beni kolumdan tutup çekiştirerek dışarı çıkarmaya çalıştı. Tüm engellemelerime rağmen kendimi kapının dışında bulmuştum. İçerdeki sesler ise hâlâ dur durak bilmeden devam ediyordu. Bağırıp şiddetli bir şekilde kapıyı dövmeye, Gülnaz'ı planladığı bu canavarlıktan vazgeçirmeye çalıştım. Sesim tüm binada yankılanıyordu. Önce Dilan ve Makbule Hanım, ardından da Raziye Hanım telaşla yukarı çıkıp yanıma geldi. Raziye Hanım, tüm bu tantanadan oldukça rahatsız olmuşa benziyordu.


"Ne oluyor burada?" Heybetli, kalın sesiyle ortalığı inleten bir yankı bıraktı. Onun kin dolu bakışları ve kalın sesi beni oldukça ürkütmüştü. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Gülnaz'ı ele vermeli miydim; yoksa susup olaylara duyarsız kalmayı mı tercih etmeliydim? Suskunluğumuz kapının ansızın açılmasıyla bölündü. Gülnaz, oldukça sakin bir şekilde bize yöneldi. Yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu.


    

Raziye Hanım, Gülnaz'ı köşeye sıkıştırıp, "Niye ağlıyor bu kız?" diyerek hesap sordu. Dicle'nin ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Gülnaz, sakinliğini koruyarak kendini toparlamakta gecikmedi.


"Yaramazlık yaptı; ben de biraz kızdım!" Olayı böyle ört pas etmesi oldukça şaşırtmıştı. Raziye Hanım, bu cevaptan tatmin olmuşa benzemiyordu.


"Sen niye alacaklı gibi kapıyı dövüyorsun? Başka işin gücün yok mu?" Hesap verme sırası bana gelmişti. Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Ona verecek tek bir cevabım bile yoktu. Gülnaz'ı ele versem yaptığı bu hataya karşılık çok ağır bir cezaya maruz kalacağını biliyordum. Sussam, sonraki yapacakları için onu cesaretlendirmiş olacaktım.


    

Şaşkınlığıma bir son verip, "Ağlama seslerini duyunca Dicle'ye bir şey olduğunu sandım!" diye yanıtladım. Raziye Hanım, ortalıkta bir dolaplar döndüğünü anlayıp, işkillenmişti; ama bu konuyu hizmetlilerin önünde daha fazla konuşmak istemediğini tahmin edebiliyordum. İşaret parmağını kaldırıp ikimize birden bağırmaya başladı.


"Bir daha bu evde gürültü patırtı duymak istemiyorum. Kendinize bir çeki düzen verin artık! Bu eve layık gelinler olun! Herkes kendi işiyle alakadar olsun; kimse kimsenin işine karışmasın!" Yanımızdan ayrılınca ikimiz de derin bir oh çektik. Otoritesini gösterip Hanımlık pozunu atmış ve bizi tedirgin bir halde yalnız bırakmıştı.


"Onun için evladına kıydığına değer mi? Nasıl bir annesin sen?" diye kızgın kızgın soludum. Bana doğru bir adım attı. Gözlerini tehditkâr bir edayla gözlerimde gezdirdi.


"Burada olanları tek bir kişiye dahi söylersen, sana hayatı zindan ederim!" Tehditleri umurumda bile değildi. Bana hayatı zindan edecekmiş(!) Sanki yapmadığı şeydi.


"Senden korkmadığımı anlamış olman lâzımdı. Olanları kimseye anlatmayacağım; ama sen de biraz önce yapmaya çalıştığın şeyi bir daha asla tekrarlamayacağına dair yemin edeceksin!" Yüzünün biraz olsun rahatladığını fark ettim. Bana güvenebileceğini biliyordu; ben onun gibi kötü kalpli değildim. Ne kadar sert ve huysuz görünürsem görüneyim; kimseye zarar vermeyi düşünmezdim. Kuyruğu dik tutmaya çalışarak, "Tamam! Öyle olsun!" dedi. Yanıma bir adım daha yaklaşıp, gözlerime kendinden emin bir bakış attı. "Yemin ediyorum, bir daha yapmayacağım! Oldu mu?"


        

İnatla, "Oldu!" diye fısıldadım. Olanları daha fazla düşünmek istemiyordum. Kitabımı alıp bahçeye çıktım. Dikkatimi göz gezdirdiğim sayfalara bir türlü veremiyordum. Biraz önceki olanlar unutulacak gibi değildi. Başımı kaldırdığımda Mervan'ın bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. İstifimi bozmadan sırtımı ağaca yaslayıp, çimlerin üzerinde oturmaya devam ettim. Burası benim en sevdiğim gölgelikti. İzin almaksızın sakince yanıma oturdu. Siyah takım elbisesinin tozlanmasını umursamıyordu besbelli.


    

Mervan'ı yaz kış takım elbiseyle görmeye alışmıştım. Sanki bu kıyafet onun kimliği oluvermişti. Belki de asaletini ve ağırlığını perçinlediğini düşünüyordu bu kıyafetle, kim bilir? Siyah ve beyaz... Ben çoğu zaman beyaz giyinirdim. Daha doğrusu giymeye mecbur bırakılırdım. Genel olarak romantik bir tarzım vardı. O ise bıkmaksızın siyah giyerdi. Siyah pantolon, siyah gömlek, siyah ayakkabı, siyah kol düğmeleri... Kendisi siyahlara bürünürken bana hep beyaz giysiler ve eşyalar alırdı. Odam bile beyazlara bürünmüştü onun isteğiyle. Kendimi onun siyah dünyasındaki beyaz bir leke olarak görmeye başlamıştım.


    

Yanımda olduğu halde kendisini umursamıyor oluşum mühürlü, badem gözlerinde hüzün kırıntılarına sebep olmuştu. Gözlerini yere dikip parmak uçlarıyla çimlere dokunmaya ve onları kayıtsızca incelemeye koyuldu. Fark ettirmemeye çalışarak ona bakmaya başladım. Otuzlarına yaklaşmış genç bir adamdı. Siyah gözleri, simsiyah kaşları ve kirpikleriyle uyumlu bir ahenk oluşturmuştu. Açık sayılabilecek ten rengi, tüm bu siyah detayları daha da ortaya çıkarıyordu. Simetrik, kemikli bir yüzü vardı. Şekilli burnu ve belirgin dudakları tüm yüzü uyumlu bir altın orana mecbur bırakıyordu.


     

Adamlarının yanında tam bir buz dolabı kesilirdi. Kendinden emin ve yavaş hareket ederdi. En basitinden araba kapısı açmak ve dosya taşımak gibi işlerini bile adamlarına yaptırır; asaletinin bu hareketlerle gölgelenmesine müsaade etmezdi. Başkalarının yanındayken nerdeyse hiç mimik kullanmaz; özellikle duyarsız görünmeye özen gösterirdi. Sadece benim yanımdayken tebessüm ediyordu. Belki yalan, belki gerçek... Güldüğüne sadece o anlarda şahit oluyordum.


     

Onun gülümsemeyi bir utanç olarak gördüğünü düşünmeye başlamıştım. Güldüğünde ortaya çıkan elmacık kemikleri ve onların hemen altındaki gamzeleri bir insan olduğunu ele veren küçük birer detay gibiydi. Gözlerini yerden kaldırıp tekrar bana yöneltti. Ona baktığımı fark etmişti. Tekrar gözlerimi kitabıma çevirdiğimde bu durumdan ne kadar hoşlandığını hissedebiliyordum. Gizlemeye çalıştığım telaşımı anlaması imalı bir şekilde gülümsemesine sebep oldu.


"Bugün bana bak bak doyamıyorsun!" En azından yanaklarımın kızarmamış olmasını umuyordum.


   

"Seninle bir konuda konuşmak istiyorum!" diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Konuyu değiştirmek istemediği her hâlinden anlaşılıyordu; ama yine de söyleyeceklerimi merak etmiş olacak ki girişimime engel olmadı. "Hangi konuda?" diye sorduğunda olabildiğince ciddî ve kararlı bir kisveye büründüm. "Raziye Hanım!" Şikayetimi anlamış gibi başını bıkkınlığını ele vererek salladı. "Onu fazla umursama. Çok sever Hanımlık taslamayı!"


     

Raziye Hanım'ı şikâyet etmek gibi bir derdim yoktu. Sadece kişisel tercihlerimize saygı duymasını istiyordum ve mümkünse bebek konusunda beni sıkboğaz etmemesini. Yeniden söze girdiğimde gözleri şaşkınlıkla açıldı. "Gülnaz'a bebeğinin cinsiyeti konusunda çok baskı yapıyor. Bu aylarda oldukça hassas... Yardıma ve anlayışa ihtiyacı var!" Sözlerim onu bir kez daha güldürmüştü.


  

"Demek sonunda kumanla dost olmaya karar verdin!" Beni ciddiyetsiz bir şekilde karşılaması hiç hoşuma gitmemişti.


"Dost olmakla alakası yok!" dedim haklı öfkemi belli ederken. "Günlerdir odasından çıkmıyor; bir şey yiyip içmiyor. Tüm bunların sebebi Raziye Hanım! Onun hamile olduğunun farkındasındır umarım!" Beni gözlerini ayırmadan gülümseyerek büyük bir ilgiyle dinliyor ve sözlerimin nereye varacağını anlamaya çalışıyordu. Aniden çenemi kavrayıp beni kendine çekti ve dudaklarımdan tutkuyla öptü. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Kendimi geri çekip, "Ne yaptığını sanıyorsun?" diye çıkıştım. Bu tepkilerime alışkındı.


"Karıma dokunmam suç mu?" Kayıtsızlığı daha da canımı sıkmaya başlamıştı. Beni böyle açık, göz önünde bir yerde öpmesinden çok rahatsızlık duymuştum. Hayır! Aslında alanın açık olmasından çok onun beni öpmesinden rahatsızlık duymuştum. Hatta öyle hissettiğimden emindim.


     

Biraz duraksadı. "Bu evde canlı olan tek varlık sensin! Yaşadığını, var olduğunu, duygularını hissedebiliyorum. Onlar vitrindeki oyuncak bebekler gibi hissiz hissiz rol keserken, sen bir insan olduğumu; korku, acı, aşk, mutluluk gibi duyguları hissedebildiğimi hatırlatıyorsun bana. Sen ve Dicle... İkiniz... Bu evde yaşayan ve hisseden iki değerli varlıksınız! Bencil olmadan bir başkasının da yaşama ve mutlu olma hakkı olduğunu düşünebiliyorsunuz"


      

Nasıl bir cehennemde yaşadığının o da farkındaydı. "Merhamet nedir bilir misin?" diye sordum. Bu soruyu bir süre önce kendisi bana sormuştu. Abim, yerde kanlar içinde yatarken, onun nefret söylemleriyle bir kez daha sarsılmaktan kurtulamamıştım. Gözlerini kaçırıp bakışlarını yeniden çimenlere indirdi. Beni duymamış gibi davranıyordu. Karanlık yüzünü hissettiğimin farkındaydı. Mervan, acımasız bir adamdı; fakat kime karşı, neye karşı, ne kadar acımasızdı? Esas soru da buydu galiba!


Sorumu yinelemeksizin sessizce tepkilerini ölçtüm ve onu anlamaya çalıştım. Ona alışmak, sevmek ya da bağlanmak istemiyordum. Hatta anlayıp hak vermek bile bana eziyet verici geliyordu. O kötüydü ve ne yazık ki bu bizim en büyük gerçeğimizdi. İstesek de istemesek de bu gerçeğe sırtımızı dönemezdik.


     

Sessizlik Dicle'nin ayak sesleriyle bozulmuştu. İkimiz de ona yöneldik. Korkusuzca çimenlerin üzerinde oturan babasına sarıldı. Kucağına oturup, başını güvenle göğsüne yasladı. Onun herkesin korktuğu bu zalim adamdan çekinmeyip sevgi dolu ve rahat davranması beni her seferinde şaşırtıyordu.


    

Mervan, tebessüm ederek onun siyah saçlarını şefkatle okşadı; alnına küçük bir buse kondurdu. Odamda kendi iç dünyama o kadar kapanıktım ki aralarındaki bu özel bağı çoğu zaman göremiyordum. Oysa Kadir Bey'in ve Raziye Hanım'ın yanında onunla hiç ilgilenmez, sarılma girişimlerine hep kayıtsız kalırdı. Özellikle de Kadir Bey'in yanında Dicle'nin adını bile söylemez; "Kızı getir, çocuğu götür!" tarzında alakasız bir tavır takınırdı.


      

Kız... Çocuk... Evladına böyle davranması beni içten içe deli ederdi. Aile büyüklerinin yanında çocukları sevmeyi ayıp karşılar; zayıf bir hareket olarak görürlermiş. Bu durumu garipsemeden edemiyordum. İsimle seslenmenin nasıl bir ayıplığı olabilirdi ki? Ya da nasıl bir saygısı?


      

Mervan'ın erkek evlat sözünü ağzından duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Bana "Çocuğumuz olsun istiyorum!" demişti. Kız ya da erkek diye bir kısıtlama getirmemişti. Erkek çocuk takıntısı olduğunu düşünmek istemiyordum. Özellikle de bana böyle bir kafayla gelirse onu doğduğuna pişman etmekten geri durmazdım. Düşüncelerim onun sesiyle aniden dağıldı.


Bana güven veren bir ses tonuyla, "Raziye Hanım'la konuşacağım. Bundan sonra ne Gülnaz'ı ne de seni rahatsız etmeyecek. İçin rahat olsun!" dedi. Bu sözüyle biraz olsun huzur bulmuştum. Kocamız bizi yine kanatları altına almıştı. Ne saadet(!)


***


      


Buraya geleli tam 4 ay olmuştu. 4 aydır ne dışarı çıkabilmiş ne de ev halkı dışında biriyle görüşebilmiştim. Bahçede dolaşmam bile istenmiyordu. Annemi, kardeşlerimi öyle özlemiştim ki her yerde onların kokusunu alıyor; eski hatıralara sığınıp yüreğimdeki koru biraz olsun söndürmeye çalışıyordum. Dışarı çıkmak, hesapsız kitapsızca caddelerde, sokaklarda dolaşmak; yanımdan geçen insan selini hissetmek istiyordum. Hanım ya da Bey değil; insan...


   

Yağmurun tenimi ıslatması, rüzgârın uçsuz bucaksız dağlarda yüreğime esmesi ne kadar da güzeldi. Memleketim... Öldürseler de gidecektim! Burada durmaya tahammül edemiyordum artık. Çantalardan birini alıp hızla merdivenleri inmeye başladım. Kapıda Mervan'ın adamları vardı ve beni dışarı bırakmama konusunda emir aldıklarından zerre kadar şüphem yoktu. Bu engeli tek başıma aşamayacağımı düşünüp doğruca Mervan'ın odasına çıktım. Kapıyı çalıp alelacele içeri girdim. Şaşırmıştı... Onu odasında pek ziyaret etmezdim.


     

Bakışlarını üzerime dikip, "Bu ziyaretini neye borçluyuz?" diye sordu. Kararlı bir edayla, "Dışarı çıkmak istiyorum! Biraz dolaşacağım!" dedim. Yüzü düşmüştü. Bu isteğimden hoşlanmadığı her hâlinden belli oluyordu. Ondan sabırsızlıkla bir cevap beklemeye başladım. Bir adım atıp benden uzaklaştı. Memnuniyetsizliğini gizlemeye ihtiyaç duymaksızın, "Buna izin veremem!" diyerek duyarsız bir şekilde arkasını döndü. Çok öfkelenmiştim. "Ne demek izin veremem?"


     

Her hareketiyle ses tonumu ve mimiklerimi görmezden gelmeye çalışıyordu. "İzin veremem; çünkü sana güvenmiyorum. Yine kaçma girişiminde bulunabilirsin!"


   

"Ne saçmalıyorsun sen?" Bana sırtını dönüp, yavaş ama kararlı bir ses tonuyla devam etti.


"Bu evden ve benden kaçmak istediğini ikimiz de çok iyi biliyoruz. Gözün hep kapıda; her gün acaba bir çıkış bulur muyum diye bahçeyi dolaşıp duruyorsun. O yüksek duvarları aşmak için nasıl yanıp tutuştuğunu bilmediğimi mi sanıyorsun?"


     

Delirmek üzereydim. Bu haklı arzularımı nasıl olur da bir suçmuş gibi diline dolardı? Ses tonumu arttırıp, "Peki sence bu düşüncelerde haksız mıyım?" diyerek cevabını bildiğim bir soruyu ona yönelttim.


"Seni kaybetmeyi göze alamam! Benim karımsın! Bu gerçeği kabul edip, yazılan kadere razı olana kadar kilitli kapılar ardında kalacaksın!" Onu omuzlarından sarsıp delicesine bağırdım.


"Bir kez daha söylüyorum; ben senin cariyen değilim! Beni hapsedemezsin! Sadece dolaşıp döneceğim."


"İkimiz de bu kadarıyla yetinmeyeceğini çok iyi biliyoruz!" Gözyaşlarım yanaklarımdan ılık ılık süzülmeye başladı. Susmayacaktım. Yorulmuştum günahlarını görmezden gelmekten. Haykırdım; beni duymayacağını bile bile deli gibi bağırdım ona. "Bıktım artık bu dört duvar arasında dolaşmaktan anlamıyor musun? Yapayalnızım... Bunaldım, sıkıldım... Benim acı çekmemden zevk mi alıyorsun?" Gözlerindeki hüzün kırıntılarını görebiliyordum; fakat kızgınlığımı ve öfkemi kırgın ifadesi bile yumuşatamıyordu.


      

Yanıma gelip sakinleştirmek için yüzüme şefkatle dokundu. "Eğer kaçmayacağına söz verirsen birlikte çıkabiliriz." Yüzüm hareketsizdi, küstahlığı karşısında diyecek tek bir söz dahi bulamıyordum. "Bana söz ver, uslu duracağına dair söz!"


      

Son sözleri beni adeta delirtmişti. Gözyaşlarıma engel olamıyor onu bir kaşık suda boğmak istiyordum. Yumruklarımı hınçla göğsüne indirip bağırmaya başladım.


"Senden nefret ediyorum! Nefret ediyorum! Nefret!" Kollarımı tutup beni engellemesini bekliyordum; ama hiçbir şey yapmadı. Tıpkı bir kum torbası gibi derbeder duygularımın ıssızlaşmasını bekledi. Sanki beni engellemezse tüm zorbalıklarına rağmen öfkem dindikten sonra hayat yine onun avcunda isteklerine göre akıp gidecekti. Sakinleşmemi ve kararlarını kabul etmemi bekliyordu. Kabul etmeyecektim. Zorbalıktı bu! Teslim olamazdım.


"Sakin ol!" diye sayıkladı. "Olmayacağım! Anladın mı? Gidiyorum... Seni sonsuza dek terk ediyorum. Bir daha izimi, tozumu dahi bulamayacaksın!" Yüzü kıpkırmızı olmuştu. "Buna izin vermeyeceğimi çok iyi biliyorsun!" dedi sert bir şekilde kolumu kavrarken.


İnatla, "Görürsün!" deyip odadan çıktım. Merdivenleri hızla inmeye başladım. Peşimden geliyordu, sanki beni engelleyebilirmiş gibi. Beyaz uzun elbisemin savruluşuna aldırmadan hızla kapıya doğru koşmaya başladım. Bu zindandan bir an önce çıkıp kurtulmak istiyordum ve çıkabilecek her türlü rezilliği de göze almıştım.


      

Adamlar bendeki hareketliliği fark etti ve istem dışı bir şekilde ellerini bellerindeki silaha götürdüler. Artık tam karşılarındaydım.


"Aç şu kapıyı!" diye emrettim. Adam sakinliğini zerre kadar bozmamıştı. "Buna izniniz yok efendim!" Karşı çıkışı tenimde isyan rüzgarları estirmişti. Mervan, birkaç adım ötemde kontrolü tekrar eline aldı. "Sana aç dedim; beni burada tutmaya hakkınız yok!"


"Üzgünüm Hanımefendi! Bunu yapamam!" Arkama dönüp deli bakışlarımı Mervan'ın üzerine diktim.


"Bu saçmalığa bir son ver!'' Dudaklarını alayla kıvırdı. "Sana bunu yapmayacağımı söylemiştim." Reddim gecikmeyecekti. "Yapacaksın!" Bağırmam onu zerre kadar endişelendirmiyordu. Yanındaydım ve güçlü olan da oydu. Beni kontrol altında tutmaya alışmıştı. Küçük bir çocuğun yaramazlıklarını izler gibi kollarını birbirine bağladı. "Yanıma gel" Sakin ve kontrollü hâli beni çileden çıkarmaya yetmişti. "Asla!" diye haykırdım.


     

En ufak bir harekette bulunmuyordu. Yorucu bakışlarını gizlemeden ne yapacağımı merakla bekliyordu. Hızla kapıya yöneldim. Adamları önemsemeksizin kolu tutup çekmeye başladım. Önüme geçip etten bir duvar ördüler. "Zorlamayın Hanımefendi! Size zor kullanmak istemiyoruz!" Onu dinlemeyip hırsla dizine bir tekme savurdum. Acıyla inledi.


     

Mervan'ın kıskançlığını bildiklerinden benimle muhtemel bir temastan olabildiğince kaçınıyor; dokunmaya bile cesaret edemiyorlardı. Diğer delikanlı dikkatini tekrar kola verip, kapıyı korumaya çalıştı. Bir anlık gafletinden faydalanıp belindeki korumasız silahı hızla çekip aldım. Silahı Mervan'a ve adamlarına doğrultup kapıyı açmalarını emrettim. Mervan, artık bu işin basit bir oyun olmadığını çok iyi biliyordu.


   

"Nazar saçmalama, bırak şunu!" Onu asla dinlemeyecektim. Namlunun karşısında, tek bir hareketimin esaretine düşmüştü. Korkmuyordu... O gözlerde, en ufak bir korku kırıntısına dahi rastlayamamıştım. "Nazar Hanım, eğer o tetiğe basarsanız buradan asla sağ çıkamazsınız!" Sesin geldiği tarafa yöneldim. Battal... Bu oydu. Mervan'ın en yakın dostu ve en güvendiği adamı... Beni öldürmekle tehdit ediyor; böylece Mervan'ı muhtemel bir ölümden korumaya çalışıyordu.


      

Bende bir hareketlenme göremeyince havaya 2 el ateş etti. Korkmamıştım. Zaten kaybedecek neyim kalmıştı ki? Gözümü kırpmadan namluyu üzerlerinde gezdirdim. Gerektiğinde ateş etmekten çekinmeyecektim. Mervan, oldukça öfkelenmişti. Kararlılıkla, "Kimse ateş etmesin! Onun kılına bile zarar gelmeyecek." diye bağırdı. Yeniden göz gözeydik. Sesini kısarak beni sakinleştirmeye çalıştı. "Sana bırak dedim. O oyuncak değil!" Öfkeden dudaklarının titrediğini, kesik kesik soluduğunu hissedebiliyordum. "Asla!" diye haykırdım.


   

"İkimize de zarar vereceksin! Buradan çıkışın yok! Anla artık!" Haklıydı... Bir kişiye karşılık 8 kişiydiler. Etrafımı çevirmiş anlık bir dalgınlığımı kolluyorlardı. Mervan'ın beni ucunda ölümü olsa bile bırakmayacağını anlamıştım. Silahtan korkmamıştı. Karşımda dimdik duruyordu. Hiç mi çekinmiyordu kendisini vurmamdan?


     

Battal, silahını bir kez daha bana doğrulttu. "Nazar Hanım, buna bir son verin. Tek bir hata, büyük bir bedel ödemenize sebep olur. Buradan çıkamazsınız!" Mervan, onu tehditkâr gözlerle süzdü.


"Battal, indir şu silahı! İstese de bir şey yapamaz!" Namluyu ondan çevirip kendi başıma dayadım. "Ya kapıyı açarsın, paşa paşa çeker giderim; ya da ölüme gidişimi seyredersin! Şakam yok!"


    

Gözleri, şimdi çok daha bitap bakıyordu. Artık daha da çaresizdi ve o tetiği çekmemden delicesine korkuyordu. Yüzünün değişen rengi ve şakaklarından damlayan ter içinde bulunduğu acınası durumun en önemli göstergesi gibiydi. Benim ölmemden bu kadar çok mu korkuyordu? Kendi hayatından daha mı değerliydim onun için?


"Elindeki silah tamamen dolu. Tek bir yanlış hareketin beynini tuzla buz eder. Bırak şu oyunu!"


     

"Oyun yok! Söyle indirsinler silahlarını!" Mervan, bana birkaç adım yaklaşıp parmaklarıyla silahlarını indirmelerini işaret eden bir hareket yaptı. Siyah gözlerini benden bir an olsun ayırmıyordu. "Yaklaşma!" Silahını aldığım adama dönüp, "Kapıyı aç!" diyerek son emrimi verdim. Endişeyle Mervan'a baktı. Mervan, isteksizce başını eğdi ve onu onayladı. Gözlerimi gafil avlanmamak için onlardan ayırmıyordum. Bu belki de benim kaçmak için son şansımdı. Bedenim onlara dönük bir şekilde kendimi eşikten dışarı attım. Artık aramız iyice açılmıştı ve ben kendimi bu gösterişli evin debdebeli duvarlarının dışında bulmuştum.


      

Mervan'a baktım. Gözleri bir hüzün deryasını andırıyordu. Gidişime üzülmesini önemseyemeyecek kadar duygusal anlamda körelmiştim. Adımlarım beni ondan hızla uzaklaştırdığında kurtulduğuma hâlâ inanamıyordum. Ve ne yazık ki sevinmekte acele ettiğimi anlamam birkaç saniyemi almıştı.


     

Gerisin geriye giderken ensemde yakıcı bir acı hissettim. Hiç ummadığım bir anda dizlerimin bağı çözülmüş; bu ani darbenin etkisiyle gözlerimin önü kararmıştı. Silah gürültülü bir şekilde yere düştü. Karıncalanmaya başlamış olan tutuk ellerim o ağırlığı daha fazla taşıyamamıştı. Ne olduğunu bile anlamadan kendimi yerde buldum. Mervan'ın telaşla başıma dikildiğini hayal meyal hatırlıyorum. Siyah deri ayakkabıları ellerimin birkaç santim gerisinde kalmıştı. Adamları etrafımı yeniden sardığında dudaklarım acıyla aralandı ve gözlerim tipiye yakalanmış gibi kısıldı.


     

Battal, birkaç adım mesafede sert bakışlarıyla beni ürkütüyordu. Başlarına bela olmamdan ne kadar rahatsız olduğunu tahmin edebiliyordum. Mervan, usulca yanıma diz çöktü. Öfkeyle karışık bir merhametle boynumu kollarının arasını alıp başımı kontrol etti. Avucundaki kan kokusunu alabiliyordum. Kanlı elini sert bir şekilde sıkıp, "Nazar!" diye sayıkladı. Dişlerini sıkması ya da yüzündeki kasların gerilmesi artık beni ürkütmüyordu. Onu düşünemeyecek kadar hayal kırıklıklarıma gömülmüştüm.


     

Gözlerimi açık tutmakta zorlandım. Başaramamıştım. Öfke pırıltıyla bezenmiş kara gözleri, bunun en önemli göstergesiydi. Artık zihnimin kontrolü benden tamamen çıkmıştı. Bedenimi çaresizce bu narsist adamın kollarına bıraktım. Duyduğum son cümleler ise Kadir Bey'in, "Karına sahip çık! Bir daha rezillik istemiyorum!" sözleriydi. Kulaklarımın uğultusu beni tüm seslerden soyutlamış ve sanki bir hiçliğe sürükleyip götürmüştü.


    

Ne kadar uyuduğumu hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda Mervan yanı başımdaydı. Oldukça kızgın ve küskün görünüyordu. Kendine göre haklıydı da! Onu babasının ve adamlarının karşısında küçük düşürmüş; yok sayışlarımla erkeklik gururunu incitmiştim. Bir bedel ödemem kaçınılmaz olacaktı. Alışkındım ben bedel ödemeye. O hayatıma girdiğinden beri ödediğim başka bir şey yoktu zaten.


     

"Dişi aslan sonunda uyandı!" dedi kinayeli bir edayla. Başım hâlâ dönüyordu. Yerimden doğrulmaya çalıştım; ama kılımı kıpırdatacak gücüm dahi kalmamıştı. Elimi ensemde gezdirdim. Sargı bezinden başka bir şey gelmiyordu parmak uçlarıma.


"Beni çok zor bir duruma düşürdün!" Yarı açık gözlerimle sinsice gülümsedim.


"Öyle mi? Çok üzüldüm(!)" Gözlerini yorgun bir edayla kapatıp, bir çırpıda ciğerlerindeki oksijeni boşalttı.


  

"Sakın bir daha böyle bir şeye kalkışma!" Öfkeliydim. Yattığım yerden hırsla meydan okudum. "Kalkışırsam ne yaparsın? Öldürür müsün beni?" Parmakları çeneme kitlendi. "Beni zorluyorsun!" Dalga geçer gibi küçümseyerek konuşmaya, bakışlarımla onu kızdırmaya çalıştım.


"Öldür! Durma! Kaybedecek neyim kaldı? Zaten her gün ölüyorum. Bin kez öleceğime bir kez ölürüm."


"Bana direnmekten bıkmadın mı artık? Sen bir gün olsun uslu duramaz mısın? Asilikten, yaramazlıktan bıkmaz mısın?" Kışkırtıcı bir şekilde güldüm. "Bunu yapacak cesaretin yok değil mi? Beni öldüremiyorsun!" Dudaklarımı büzüp yapmacık bir şekilde sesimi çocuklaştırdım. "Zavallı Mervan Hanzade! Kıyamıyor musun küçük karına? Nefret dolu yüreğimin karşısında nerde o biçare cesaretin?"


       

Öfkesi git gide artıyordu. Hırsla silahını çıkarıp başıma dayadı. Gözleri gözlerime kenetlenmişti yeniden. "Seni öldürmemden korkmuyor musun?" diye fısıldadı. "Korkmuyorum!" dedim aymazca. Silahın soğukluğunu başımda hissedebiliyordum. Oldukça ağır, kaliteli bir aletti. Parmağı tetikte, korku dolu gözlerle canımı bağışlaması için kendisine yalvarmamı bekliyordu. Bunu aklımın ucundan dahi geçirmiyordum.


"Demek gazabımı, aşkıma ve merhametime tercih ediyorsun!" diye sayıkladı hissizce. Ona cevap vermedim. Sadece ölümün amansız soğukluğunu düşlüyordum.


    

"Bu kurşunun beyninde yaratacağı acıyı tahmin edebiliyor musun? Tüm doku ve sinirleri tarumar edecek. Beyninin içinde mermiler dolaşırken pişmanlığın beş para etmeyecek. Bu beyaz yatak, kan gölüne döndüğünde, yavaş yavaş bedenin sıcaklığını kaybedecek. Gözlerin, dudakların, tenin saatler geçtikçe rengini ve canlılığını yitirecek. Kokmaya başlayacaksın. Etrafını türlü haşereler saracak. Biraz şansın varsa isimsiz bir mezar ya da dar bir çukur bulabilirsin. Belki de bir su birikintisi ya da kanalizasyon... Kim bilir?"


      

Suskundum... Dişlerini sıkıp, yabancı mimikleriyle ettiği bu sözler yüreğime değemeyecek kadar basitti artık. Bakışları tepkimi ölçmek ister gibi gözlerimde dolaştı.


"Bunlar seni korkutmuyor mu?" diye sordu. "Söylediğin her şeye hazırım!" dedim kayıtsızca. Bir nefes kadar yakınımdaydı. Birkaç santim daha yaklaşsa burunlarımız birbirine değecekti. Gözlerini yumdu ve dudaklarını hasretle yüzümde, saçlarımda gezdirdi. Bunun bir veda dokunuşu olduğunu sanıyordum. Öyle sanmamı istiyordu belli ki. Ellerim, hemen yanımda gelişigüzel hareketsiz bir şekilde duruyordu. Ani bir kararla tetiği hızla çekti. Gözlerimi bile kırpmamış, o an için nefesimi tutmuştum.


     

Beklediğim olmamıştı. Silah patlamaksızın yeniden yerini almış ve şaşkın bakışlarım eşliğinde başımdan uzaklaşmıştı. Gözlerinde o korkuyu bir kez daha gördüm. Bakışlarını yere odaklamış, zihnini ve yüzünü ürkütücü bakışlarımdan kurtarmaya çalışıyordu.


"Korkak!" diye soludum küstahlığımı gizlemeyerek. Beni umursamaksızın ayağa kalkıp pencereye yöneldi. "Bir hafta boyunca bu odada kilitlisin! Aklını başına alana kadar buradan dışarı adımını bile atmayacaksın. Bu senin cezan! Telefonla aileni araman da yasak. Yemeklerin odana gelecek. Boşuna kaçmayı deneme! Evin içi de dışı da adamlarımla dolu."


     

"Yeterli değil! Bence işini sağlama alıp beni yatağa zincirlemelisin! Hatta mümkünse bacaklarımı da kır! Böylece istesem de dışarı bir adım dahi atamam. Ne dersin?" Bebeksi beyaz dişlerini göstererek, imalı bir şekilde güldü. "Hiç şüphem yok; bu yaramazlıkların yüzünden bir gün bana bunları da yaptıracaksın!"


   

"Senin küçük oyuncağın olmayacağım. Ne yaparsan yap beni zapt edemeyeceksin!" Ters bakışlarını yüzümde gezdirdi. Elleriyle yastığımın iki yanına sert bir şekilde bastırdı. Kalbimin deli gibi çarptığını hissedebiliyordum. "Beni henüz tanımadın! Dikkat et!" Ürkütücü fısıltısı belli etmesem de yüreğimi ağzıma getirmişti. Onun karanlık yüzüne ne kadar yakın olduğumu o an bir kez daha hissetmiştim. Bir gün gizlediği tüm maskeler yere düşecekti ve ben belki de onun karanlığında çaresizce boğulup kalacaktım.


      ***


Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🔥


Loading...
0%