Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm: Aşka Davet

@syildiz_koc

AŞKA DAVET


                                                                            Ey yâr! Seninle ölmeye geldim.


                                                                            Ateşsen yanmaya, yağmursan ıslanmaya,


                                                                             Soğuksan donmaya geldim.


                                                                                                                MEVLÂNA


Mehmet... İsmini duyduğumda bile yüreğimin deliler gibi çarptığını hissedebiliyorum. "Adı aşk!" diyorlar; ne zormuş bu duyguyla baş edebilmek. Bir insanın gözlerinde boğulmak... Yanındayken bile özlemek... Hercai sevdaların arasından sıyrılıp gönlüme düşen puslu Fatihim... Sahi sana varmak bir hicret miydi yoksa sürgün mü? Adın yüreğime nakış nakış işlenmişken; sana çıksın diye yalvardığım tüm yollar neden ayrılığa ıslık çalıyor? Ve neden tüm umutlarım sararıp solmuş sonbahar yaprakları gibi pare pare avcuma dökülüyor?


     Askere gidecekmiş! Ben burada onsuzluğu kadeh kadeh içerken o başka bir şehirde yokluğumun karanlık ıssızlığı yaşayıp gün sayacak. Ablam, sayılı gün çabuk geçer diyor; nerden bilecek onun giderken tüm hayallerimi ve umutlarımı da alıp götüreceğini? Daha gitmeden ayrılığını kör kuyusu siyah bir yılan gibi boynuma dolanıp beni boğmaya başladı. Oysa her şey ne kadar da güzel yeşermişti bu kısacık zamanda.


    Onu tanıdığımda henüz 16  yaşındaydım. Koşuşturmalar içinde sıradan bir hayatım vardı. O günlerde şiddet ve huzursuzluk yine evimizin vazgeçilmezlerinden olmuştu. Babam incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir meseleden yine evde kavga çıkarmıştı. Bir canavar gibi annemi duvara sıkıştırmış, ağır darbelerle onu hırpalayıp duruyordu. Ben ve ablam,  annemi onun pençelerinden kurtarmak için çok uğraşmıştık; ama ne yazık ki o koca cüsse karşısında savrulan sineklerden hiçbir farkımız yoktu. Onu kurtaramadığımız gibi şiddetinden bizler de nasibimizi almıştık elbette. Abim gelene kadar o korkunç kemer darbeleri sırtımıza yakıp yıkarak iniyor; ablamı haykırışlara beni suskunluğa boğmaktan kurtulamıyordu.


    Ağzım, burnum kanlar içindeydi ve ben annemin üzerine kapanmış onu korumaya çalışıyordum. Sırtımda  hissettiğim o dehşetli  acı,  zerre kadar umurumda değildi. Zulme bile alışıyordu zamanla insan. Belki de alışmaktan başka çaresi kalmıyordu.


    Abim eve geldiğinde bu manzara karşısında hayretler içinde  kalmıştı. O vicdansız teni,  kolundan tutup hırsla bizden uzaklaştırdı. Babam, oğlundan gelen bu hareket karşısında adeta şoka uğramıştı. Kan ter içinde kalmış, kirli yüzü öfkeli bir hâle bürünmüş, gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi kocaman açılmıştı. Abim gür bir sesle, "Yeter baba! Bırak onları! Bu işgenceyi haketmiyorlar!" diyerek bizden yana bir tepki koydu.


    Babam, öfkeli bakışlarını onun üzerinde gezdirdi. Kindar bir sesle, "Sen ne zamandan beri babana karşı çıkar oldun böyle?" diye ateş püskürdü. "O benim annem! Artık ona bir fiske dahi vurmanı istemiyorum." Babam delici bakışlarını abime kitlediğinde ilk defa bu bakışlara muhatab olmasının şaşkınlığını iliklerime kadar hissediyordum.  "Vurursam ne yapacaksın? Ha! Beni mi döveceksin?"


      "Hayır! Annemi ve kardeşlerimi alıp burdan gideceğim. Bizsiz, yapayalnız kaldığında hatalarının farkına varacaksın!"  Babamın gözlerinin seyirmesi, dudaklarının titremesi şimdi çok daha şiddetli bir hâl almıştı. "Bu günleri de mi görecektim? Oğlum bana kafa tutuyor; beni evi terketmekle tehdit ediyor."  Abim, onun bu serkeş gururuna cevap vermekte gecikmedi. "Sen bunu çoktan hakettin baba! Artık çocuk değilim; benden zulmün karşısında susmamı bekleme!"


     Babamın yüzünde hiç görmediğim kadar büyük bir hayal kırıklığı görmüştüm. Demek o da üzülüp kırılabiliyordu. Sevdiği birini kaybetmekten korkabiliyordu. Ablam ve zavallı Ayşe ağlamaktan helak olmuştu. Annem ise artık bu dayaklara alışmış olmanın verdiği bir sakinlikle, en ağır darbelerde bile duyarsızlığını korumayı öğrenmişti. Şimdi hayatımda ilk defa gözlerinde büyük bir umut görüyordum. Abimi böylesine canavar bir babanın yanında bile merhametli, kadınlara saygılı bir erkek olarak yetiştirebilmenin verdiği kocaman bir zafer yüreğinden çığlık çığlık yükseliyordu. Demek her zaman oğullar babaların yolundan gitmiyordu. Hatta belki o yolu tersine çevirip bir ailenin makus talihini bile değiştirebiliyorlardı.


     Babam, tek kelime dahi etmeden şaşkınlık içinde usulca odasına geçti. Bense ailemin büründüğü bu karanlık manzaraya daha fazla dayanamıyordum. Arkamdan gelen seslere aldırmadan, evden hızla uzaklaşıp yakınlardaki koruluğa doğru koşmaya başladım. Sanki koştukça yüreğime ağır gelen o korkunç yükten kurtuluyor, içimdeki tükenmişliği aldığım her nefeste bedenimden uzaklaştırıyordum. Kendi acılarımla o kadar hemdem olmuştum ki, bir çift ela gözün beni takip ettiğini bile farkedememiştim. Nefesim kesilmişti; sanki aldığım o derin nefesler ciğerlerimi şişirmiş, bedenimi yıpratan bir mekanizmaya çevirmişti.


    Gözlerimi kapatıp, korkuyla kulaklarımı tıkadım. Nereye gideceğimi kestiremez bir halde bir sağa bir sola savrulup duruyordum. Sanki tüm duyularımı dış dünyaya kapatsam hiçbir şey yaşanmamış olacaktı. Kulaklarım kapatılınca o küfürleri duymayacak, gözlerim o iri cüsseyi görmeyecek, burnum ekşimiş bir yoğurdu andıran o ter kokusunu almayacaktı. Ve ben kendi hayallerimdeki o prenses masallarını, ilk çocukluğumun bahtiyar günlerinde yaşadığım gibi içimde tekrar tekrar yaşayabilecektim.


     Bu şekilde ne kadar yürüdüm bilmiyorum! Kendi dünyama o kadar dalmıştım ki ansızın önüme çıkan o derin çukuru farkedemedim. Paldır küldür yuvarlanmaya başladım. Durmak için en ufak bir harekette dahi bulunmuyor, sanki bu düşüşe gönüllü teslim oluyordum. İnsan darbelerin en şiddetlisini  alınca basit birkaç sıyrık canını acıtmaz oluyormuş demek. Ben de içimdeki yaraların sızısına kapılıp dizlerimdeki ve kollarımdaki acıyı hissetmemiştim.


     Gözlerimi tekrar açtığımda boyumu aşan bir çukurun dibini boyladığımı farkettim. Dizlerimden ve kollarımdan oluk oluk kanlar akıyordu. Yuvarlanmanın bir sonucu olarak yaraların üzeri toprakla sıvanmış, sızım sızım sızlıyor; adeta acılarımı ikiye katlıyordu. Birkaç kez tırmanarak çukurdan çıkmaya çalıştım. Ne yazık ki tutunup yukarı çıkabileceğim en ufak bir cisim görünmüyordu etrafta. Yardım bulma umuduyla vargücümle bağırmaya başladım. Çığlıklarımın arasında bir ses dikkatimi çekti. Bu sesler ağaç yapraklarının hışırtısıyla karışık adım seslerinden başka bir şey değildi.


     Başımı merakla çukurun tepesine doğru kaldırdım. Tam tepemde ayağa dikilmiş genç bir delikanlı duruyordu. Yüzü endişe kıvrımlarıyla bezenmiş, gözleriyse tutuk bir şekilde çukurdaki esefli bedenimi tarıyordu. Onu görünce tımarhane kaçkınını andıran bu dağınık hâlimden çok utandım. Üzerimdeki krem rengi, kısa kollu gömlek toza toprağa bulanmış; eteğimse düşmenin etkisiyle yırtılıp kan revan içinde kalmıştı. Peki ya saçlarım? Karma karışık bir halde tıpkı bir örümcek ağı gibi yüzümü sardığını hissedebiliyordum. İçindeki toprak ve ağaç çöpleriyle adeta bir çim adamı andırıyordu.


     Oğlan beni öyle savaştan çıkmış gibi görünce istemdışı hafif bir tebessüm etti. Onun bu yersiz gülüşü bir yandan içimi ısıtırken diğer yandan ego ve öfke duygularımı tekrar harekete geçirmişti.  Öfkeyle yüzüne bakıp, "Ortada gülünecek bir şey var da ben mi göremiyorum? Bu ne saçmalık böyle?" diye ateş püskürdüm. O ise zerafetinden ödün vermeyerek, "Yardıma ihtiyacınız var galiba!" diyerek olması muhtemel bir münakaşanın önüne geçmeye çalıştı. Ama ben kızmıştım bir kere, sözlerimle onu haşlamadan bırakır mıydım hiç?  "Yardıma ihtiyacınız var galiba da ne demek? Hiç ihtiyacım olur mu? Ben aslında ip atlayıp top oynuyordum. Oynamak için de bir aptal gibi bu çukuru seçtim!"


     Bu sözlerim onu daha da güldürmüştü. Kollarını birbirine bağlayıp imalı bir bakış attı. Belli ki o da laf cambazlığıma karşılık vermeye hazırlanıyordu. "Yaa! Öyle mi? Demek oyun oynuyordunuz; o halde ben sizi rahatsız etmeyeyim. İyi günler!" Dudakları çocuksu bir masumiyetle açılmış, sevimli dişleri batmaya hazırlanan güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu.


    Beni endişelendirmek için arkasını dönüp niyetlenmiş gibi bir adım attı. Adım gibi biliyordum beni korkutmaya çalıştığını; ama yine de "Gitme!" demekten kendimi alamadım. Kararsız ve titrek sesimi duyar duymaz tekrar yüzünü bana döndü. Bıyık altından gülerken gözlerinde bana tüm acılarımı unutturan o güzel şefkat kırıntılarını görebiliyordum ve bu bakışlar içimdeki buz tutmuş tüm benliğimi harekete geçiriyor, adeta beni yeniden hayata döndürüyordu.


    Çukura bir göz gezdirip koşar adımlar oradan uzaklaştı. Beni burda bıraktığını düşünme ihtimaline bile tahammül edemiyordum. Neyse ki çok bekletmeden kalınca bir halatla geri döndü. Halatı küçük kamyonetine bağladı ve bir ucunu da bana uzattı. Oldukça zayıf ve çevik olduğum için birkaç dakikada çukurun ağzına ulaşmıştım. Ben halata sımsıkı tutunurken kollarıyla belimi kavradı ve vargücüyle beni yukarı çekti. Sonunda çukurdan kurtulmuştum. Gözlerimi ondan kaçırıp, mahcup ve gururlu bir edayla teşekkür ettim. Dudaklarına yayılan o samimi tebessümü gizlemeye gerek duymadan, "Bir önemi yok!" diye karşılık verdi.


      Gözlerini, kollarımda ve dizlerimde gezdirdiğini farkettim. Rahatsız olduğumu hissettirerek saçlarımı sol omzumun üzerinde topladım. Perçemlerimin yüzümdeki morlukları ve yaraları örteceğini umuyordum. Burnumdan sızan kanları parmaklarımın üzeriyle  kapatmaya çalışıyordum. Babamdan haksız yere yediğim o darbeleri böyle sefil bir şekilde gizlemeye çalışmak genç kızlık gururumu öyle çok incitiyordu ki. Bu kırgın hallerimi farketmişti ve beni daha fazla rencide etmemek için en ufak bir soru dahi sormadı. Başımızı kaldırmaksızın bir süre sessiz kaldık. Sessizliği ilk bozan yine o oldu.


    "Yaraları temizlememiz gerek; yoksa mikrop kapabilir!"  Haklıydı da! Sabahtan beri yerlerde debelenip durmuştum. Enfeksiyon kapmam içten bile değildi. Bana şefkat göstermesini istemiyordum; özellikle de bu şefkât merhamet duygusundan kaynalanacaksa acı içinde kıvranmayı tercih ederdim. Bu utandıran ilgiyi savmak ve zaten yeterince kırılmış olan  onurumu daha fazla incitmemek için, "Ben eve gidince hallederim; zaten birazdan hava kararır!"  diyerek teklifini reddettim.


    Hilal kaşları öfkeyle gerildi. "Bu şekilde eve gitmen doğru olmaz!" Bana itiraz etmesi oldukça canımı sıkmıştı. Başımı kaldırıp, "Sen ne karışıyorsun?" der gibi hiddetle gözlerine baktım. O ise bu tavrımı görmezden gelerek sözlerine devam etti. "Kamyonette ecza kutusu var. Biraz beklersen hemen pansuman yaparım." Cevap vermeme bile fırsat vermeden hurdadan hallice küçük kamyonetine hızla yöneldi. 2 dakika sonra soluğu tekrar yanımda almıştı. Elindeki plastik, siyah kutuyu açıp içinden tentürdiyot ve pamuk çıkardı. Bana pansuman yapmasını istemiyordum; hatta doğruyu söylemek gerekirse hiçbir erkeğin ne maksatla olursa olsun bana dokunmasına tahammülüm yoktu.


    Duraksamasını fırsat bilip hızlı bir hamleyle elindeki malzemelere uzandım; fakat niyetimi anlar anlamaz onları çekip aniden arkasına sakladı. Bu tavrımdan hoşlanmamıştı. Kaşını kaldırıp, bana azarlar gibi bir bakış attı. Böyle ergensi davrandığım için kendimi kötü hissediyordum; ama meczup gururum, oldu bitti erkeklerden gelecek yardım ve ilgilere direnir ve ilk fırsatta her yaklaşanı bir fırtına gibi savurup tüketirdi.


    "Neden bu kadar sabırsızsın?" dedi kırgın gözlerini yüzümde gezdirirken. "Sadece sana yardım etmeye çalışıyorum. Bunda kötü olan ne?" Serzenişlerinde çok haklı olduğunu bildiğim halde öfkelenmiştim. "Ben yardım istemiyorum; kendi işimi kendim hallederim. Bu zamana kadar yanımda siz yoktunuz!"  Yüzünde alaycı bir ifade dolaşmaya başlamıştı. "Ha öyle mi? Biraz önce gördük!"  Üst dişlerimi dudaklarıma bastırıp, kırılgan gözlerine ters ters baktım.


    "Sen ne demeye çalışıyorsun?"  Eliyle işaret parmağını kaldırıp bir sus işareti yaptı. Benimle tartışmak gibi bir niyeti olduğunu düşünmüyordum. Hırçın mizacım, bu en basit iyiliği bile gözünde büyüttükçe büyütüyor; yersiz zamanlarda sert tepkiler göstererek başımı belaya sokuyordu.


     Bana doğru uzanıp büyük bir dikkatle dudağımdaki yarayı temizlemeye başladı. Sıvının etkisiyle yüzüme köz yapışmış gibi bir acı hissettim ve yangıdan gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü. Durumu farkedince işaret parmağının kemiksi dokusuyla zarif bir şekilde gözyaşlarımı sildi. Bu hareketi biraz önce yediğim onca dayaktan daha ağır gelmişti bana. Başımı omzuna yaslayıp doya doya ağlamak geldi içimden. Ne kadar tuhaftı değil mi? Bir erkeğin açtığı yaraları, başka bir erkek sarıp iyileştiriyordu. Hem de benim bitmek tükenmek bilmeyen öfkeme rağmen!


     Yıllarca babamdan hiç şefkât görmemiştim. Saçlarımdan yerlerde sürümüş, balyoz gibi sert elleriyle bedenimde kırıp morartmadık yer koymamıştı. Bir insana dayanıp güvenmek... Acaba ruhumdaki onca yara bereye rağmen yapabilir miydim bunu? Tutunabilir miydim beni sarıp sarmalayacak o güvenilir elleri?


   Tüm erkekler aynı derdim onu tanıyana dek. Şimdiyse geç keşfettiğim bazı gerçekler kulaklarımda hafif meltemler bırakarak dolaşıyordu. Döven, kıran, yaralayanlar olduğu gibi; koruyan, iyileştiren, seven erkekler de vardı. Yaralarını sararken yağmur yağmur bakan da... Gözyaşlarını silerken zarif bir çiçeğe dokunur gibi hassas davranan da... Kendi kendime kızmaya başladım o günlerde. Neler düşünüyordum ben böyle?  Daha ne kadar tanıyordum  ki onu? Hemen böyle peşin hükümlere varmıştım! Sadece bana yardım etmeye çalışmıştı. Onun yerinde kim olsa bu kadarını yapardı herhalde. Sonuçta genç bir kızdım ve bu tekinsiz yerde sahipsiz bırakılmam kalbi olan herkesi vicdanî anlamda rahatsız ederdi şüphesiz.


    Duygu karmaşası içindeydim. Bu kadar kısa zamanda kafamı allak bullak ettiği için istemdışı ona kızdım. Şimdiden tüm duygu dünyamı İstanbul'un köprü trafiğine çevirmişti. Bu koruluğa böyle genç bir delikanlı yerine yaşlı bir adam ya da olgun bir kadın gelemez miydi? Böylesi ikimiz için çok daha az tehlikeli olurdu herhalde.


     Ben bu düşüncelere dalarken o çoktan yaralarımı temizlemiş; sargı ve bantlarla durumu kontrol altına almayı başarmıştı.  "İşte bu kadar!" deyip sargı malzemelerini özenle yerine yerleştirdi. Tüm bu işlemleri yaparken o kadar düşünceli davranmıştı ki en ufak bir taciz hissini aklımdan dahi geçirmemiştim.


     Ayağa kalktım. Yavaş yavaş yürümeye başladım. Sanki aklım başımdan gitmişti. Nemli gözlerimi bir noktaya dikmiş adeta bir ruh gibi dolaşıyordum ortalıkta. Kamyonetini orda bırakıp peşimden gelmeye başladı. Bense her adımını kuş cıvıltısı dinler gibi sukunetle dinliyordum. Bu yabancı delikanlının ayak sesleri bile bana ayrı bir huzur ve güven veriyordu.


     Hava çoktan kararmıştı ve ben bu saatte gelişimin açıklamasını nasıl yapacağımı hiç düşünmeden sakin adımlarla eve ulaştım. Zihnim allak bullak olmuştu. Nerden çıkmıştı karşıma? Hem de bu hâldeyken... Bu delikanlıyla biri beni görse olmadık laflar uydurmaz mıydı? Ne de olsa bekar bir kızdım ; bu güzelliğimle çirkin bakışları ve kıskanç düşmanları mıknatıs gibi üzerime çekmekten kurtulamıyordum. Onlara istediği fırsatı vermek en son isteyeceğim şeydi.


    Kendime saçmalama dedim. Neler düşünüyordum böyle? Elalem ne derse desin! Kimseyi memnun etmek gibi bir derdim yoktu. Hayatımın ipleri yalnız bendeydi ve hep de öyle kalacaktı. Kimsenin sözlerinin ve davranışlarının bu hakimiyeti engellemesine izin veremezdim. Kimsenin beni sevmesine ya da takdir etmesine ihtiyacım yoktu. Kendimi seviyordum ve bu hâlimle de yeterince mutluydum. Belki de yalnızlığımın en bariz sebebi de buydu? Her an ihanet bekliyordum ve bu durum yapıcı ilişkiler kurmamı engelliyordu.


     Acaba bu saatte bu ıssız korulukta ne işi vardı? Bir kızla buluşmak için gelmiş olabilir miydi? Belki de onların görüşmelerini bölmüş, hızlı adımlarımla muhabbetlerine limon sıkmıştım. "Offf!!" Bana ne tüm bunlardan. Neyime gerekti? Tanımadığım bir kişinin burda ne işi olduğunu sorgulamak bana mı kalmıştı? Nerdeyse adını bile bilmediğim bir erkeği, olmayan birinden kıskandığımı düşünecektim. Zihnim sorulardan ve düşünceler bitap düşmüştü. İçten içe kendi kendimle kavga ederken, yol boyunca ikimiz de tek kelime bile etmedik.


     Artık evime varmıştım. Bu tek katlı fakir bina beni zerre kadar utandırmıyordu. Onun zengin ya da fakir olmasının ve beni aşağılamak amacıyla evimi süzmesinin zerre kadar önemi yoktu. Parayla pulla varolmaktansa, çarıklı bir kız olarak dolaşmayı tercih ederdim. Kimseye göstermeye yelteneceğim sahte bir yüzüm olmamıştı ve paranın etkileyemeyeceği nâdir insanlardan biri olduğumun bilincindeydim. Bir marka değildim ve olmak gibi bir derdim de söz konusu olamazdı. Sonuçta parayı bastırdıktan sonra alınamayacak hiçbir marka yoktu.  Ben satılık değildim; en büyük gücümü ve özgürlüğümü bu tamahsızlıktan alıyordum. Düzene ve para için birbirleri harcayacak onca insana kafa tutabilecek o basireti,  zerre şüphe olmaksızın içimde hissedebiliyordum.Benim için bundan daha önemli ne olabilirdi ki?


   Merdivenleri usulca bir bir çıkmaya başladım. İçeri girmek üzereyken en azından ona bir teşekkür borçlu olduğumu hatırladım. Ellerimi mahcup bir şekilde iki yanıma bıraktım. Tedirgin ve utangaç bir halde, karanlığın gölgelediği yüzüne bakıp, "Sağol!" dedim. Hayal kırıklığına uğramıştı. Kırgın ve küskün bir çocuk edasıyla, "Önemli değil!"  diye karşılık verdi. Hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp duyarsızca içeri girdim. İçeri girmemle tüm bakışlar bana çevrilmişti. Aynı duyarsız ve yorgun hâlimle tepki vermeksizin odama yöneldim. Bu tavrım babamı daha da öfkelendirmişti. O gür sesiyle, "Nerdesin sen?" diye haykırdı. Korkmuyordum! Dövecek miydi? Dövsün! Öldürecek miydi? Öldürsün! Yorulmuştum artık her şeyden. Ne olacaksa olsun! Olsun da her şey bitsin bir an önce. Sessizliğim onu sanki daha da kudurtuyordu.


    Büyük bir hiddetle bana yöneldi. Kılımı dahi kıpırdatmamıştım. Nasıl olsa alışkındım bedenime inen sert ellerine ve korkunç nemrutsu ayaklarına. Duyarsızlaşmıştım artık! Ağlamak gelmiyordu içimden. Hayatımın vazgeçilmez prosdürleri hâline gelmişti bu küfür ve harcayışlar ne de olsa. Annemin hâli de benden daha hallice değildi ne yazık ki! Kendisine gelince susup ibretlik hâline duyarsız duyarsız katlanır; söz konusu biz olduğumuzda da aslan kesilirdi babamın karşısında. Yine aynı şey olmuştu. Dayak yemek pahasına öne atılmıştı işte.


     "Yeterince dövmedin mi? Öldürecek misin onu?" Babam, bu sözler karşısında okkalı bir küfür savurdu ve onu eski bir eşya gibi kenara itekledi. "Çekil be kadın!"  Annem yeniden, "Uzak dur!" diye haykırdı. Kapı açılmıştı. O kadar yorgun ve duyarsızdım ki dönüp arkama bakacak kadar bile hâlim kalmamıştı. Babamsa onca dayak ve hırpalamadan sonra bile enerjisini kaybetmemiş, ağza alınmayacak küfürlerle eve tiksindirici köpükler saçmaya devam ediyordu. "Karışma sen! Suçunla otur!"


     Annem, hüzünlü gözlerle beni süzüyor; morluklar içindeki yüzüme, param parça olmuş eteğime dikkatle bakıyordu. Babam tekrar, "Bu saate kadar nerdeydin kız; konuşsana!"  diye kükredi.  Ablam ve abim sesler dışarı çıkmasın diye hemen kapıyı kapattı. Beni aramak için dışarı çıktıklarını o an farkettim.


    Ablam yutkunarak, "Biz onu her yerde aradık ama..." Sözünün devamını getiremiyordu. Abim öne atılıp, "Evet, onu dışarda bulamadık! Yaralarına baktırmak için sağlık ocağına gitmişti. Sağolsun arkadaşı bize haber verince  yanına gittik. Yaralarını tedavi ettirip, hep birlikte geri döndük."


      Babam yüzümdeki bantlara ve kolumdaki sargılara bakıp söylenilenlere inanmış bir vaziyette biraz olsun sukûnete kavuşmuştu. Elini ters bir hareketle sinek kovar gibi omzunun üzerinde silkeledi. Ekşiyen, biçimsiz, geniş suratı nefret kıvrımlarıyla belirginleşmişti. "Ne hâliniz varsa görün! Onun gidişiyle herkes derin bir oh çekti. Abim, omzuma dokunup, "İyi misin?" diye sordu. Ona verecek bir cevabım yoktu. İyi miydim gerçekten? Bir şey demeden aynı yorgun tavırla odama döndüm. Ablam da peşimden gelip hemen yanıma oturdu. Onun da yüzü morluklar içindeydi.


    Bana dönüp, "Nazar çok korkuttun bizi. Bu saate kadar nerelerdeydin? Aklım çıktı meraktan!" diye söylendi.  "İyiyim abla, burdan biraz uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Yalnız kalmak istedim işte!" Gözleriyle kollarımdaki sargıları işaret ederek, imalı bir şekilde beni sıkıştırmaya devam etti. "Peki ya bu sargılar?"


    Ona gördüğüm delikanlıyı anlatmak istiyordum; fakat sonra bunun yersiz bir davranış olacağını düşünüp vazgeçtim. Nasıl olsa onu bir daha göremeyecektim, bu yüzden anlatmanın da pek bir gereği yoktu. Ablam, uzun sessizliğimden işgillenmişti. "Sargılar diyorum!" diye sözünü yineledi. Bıkkınlığımı belli eden bir ifadeyle, "Sağlık ocağında temizleyip sardılar!" diyerek karşılık verdim. Ablam beni çok iyi tanıyordu. Kızdığımda gözüm bir şeyi görmez; değil sağlık ocağına gitmeyi, su içmeyi bile akıl edemezdim.


      Konuyu kapatmak için inanmış gibi görünmeye çalıştığının farkındaydım.  "İyi bari!" dedi tuhaf bakışlarını üzerimde gezdirirken. Artık sorgu sual işini bıraktığını düşündüğüm bir esnada sözleri beni kıymık gibi yeniden diken üstüne düşürdü. "Babam, evden öyle fırlayıp gidince çok sinirlendi." Alaycı bir şekilde gülümsedim. "Tamam, bir daha ki sefere iyice hıncını alana kadar bekler, bir yere gitmem(!)" Aynı alaycı gülümseme ablamın yüzünde de belirdi. "Haklısın! Yaşadığımız hayat değil! Keşke şöyle hayırlı bir kısmetim çıksa da şu evden bir an önce defolup gitsem! Ardıma bile bakmam inan!"


    Sözlerine inanamıyordum. Evet! Evimizde ciddi huzursuzluklar ve tantanalar olduğu bir gerçekti; fakat sırf bu yüzden evlenmek akıl kârı bir iş değildi elbette. Onu rahat bırakmak istemiyordum. Hatasını anlaması benim için önemliydi. O kadar farklıydık ki ne zaman konuşmaya kalksak aramızdaki bu düşünce uçurumu, ikimizi de esir alır; uyumlu bir muhabbetin önüne yorucu bir set çekerdi. Bense ablamın beni anlayacağını umarak düşüncemi olabilecek en beylik sözlerle taçlandırırdım. Ve maalesef birbirimizi anlamadan hareretli bir tartışmayı inşallahlarla maşallahlar kapatır; anlaşılmaz ilişkimize bu farklıkları görmezden gelmeye çalışarak devam ederdik. İşte yine tartışmanın fitilini ateşleyen kıvılcımlı sözlerini ortaya atmıştı. "Hayırlı kısmet!"


     "Kocaya varırken kısmetin hayırlı olup olmadığını nerden bileceksin? Bu karpuz mu ki eline alınca üçgen dilim kesip tadına bakasın?" diyerek ona vurucu darbeyi hesapsızca indirdim. Şaşırmıştı. Aslında beklediği bir karşılıktı sözlerim. "Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak var işin sonunda." dediğimde yüzünün hafifçe gerildiğini, bakışlarının benden uzaklaştığını hissettim.


       "İyi de iyi huylu adam anlaşılır be Nazar!" diyerek şahsına munhasır edasıyla karşılık vermekte gecikmedi. "Bu ilçe de şu babamın şirretliğini bilmeyen mi var?"


      "Bilseler ne olacak? Babamın yüzüne konuşmayı bırak, korkudan arkasından bile laf edemiyorlar." O da sözlerimde ne kadar haklı olduğumu biliyordu. Babam zalimliğiyle ün yapmış, bir çok insanın çekindiği bir adamdı. Onla dalaşmak buranın insanını ürkütür, edepsizliklerine susmalarına sebep olurdu.  Yapması muhtemel ayarsızlıkları düşündüklerinden midir bilinmez;  babamın selamı bile alınlarını  terletmeye yeterdi.


   "Hem herkes gelen dünürcüye kötü deyip başına göz göre göre bela alır mı? Duyulmasından korkup susuyorlar, bunu sen de biliyorsun!" Sözlerim yüzünün kırmızısını ve teninin kırışıklığını daha da arttırmıştı. Ellerini kaygıyla açıp, "Ne yapalım peki?" diye sordu. Elbette yanıtım gecikmeyecekti.


    "Oku abla! Oku... Bir erkeğin arkasına sığınma! Erkeğe güvenip bir dağ sanıyorsunuz; sonra da güvendiğiniz dağlar bir bir elinize geliyor. Bak İpek Öğretmen'e, anasız babasız okumuş. Yetimhanelerde büyümüş ama dimdik ayakta. Ne kadar da hâlinden memnun; güçlü, bilgili görmüyor musun? Gerçekten emek verip, çalışır çabalarsak çok güzel yerlere gelebiliriz. Hayatımızı güzelleştirmek, en iyi hâle getirmek bizim elimizde! Allah kaderimizi yazarken, bizleri eli kolu bağlı bırakmamış; akıl ve irade vermiş! Yalan mı?"


      Ne kadar da cüretkâr konuşmuştum öyle. Severdim ben, büyük büyük üstten konuşmayı. Ne de olsa güçlü bir kızdı Nazar! En sert rüzgarlara karşı bile kale gibi dimdik durur; kimseye boyun eğmezdi. Acından ölse kolunu keser yer; köhne vicdanlara minnet etmezdi. En çaresiz hâlinde bile sert duruşundan,  serkeş bakışlarından ödün vermez; deli yüreğinin dağları bile dize getireceğini küstahça düşlerdi.


     Diyorum ya! Deliydim işte!  Cesaret ruhumda sinsi bir yılan gibi kol geziyor; zehri ise kanımda ateş olup ince bedenimi pare pare küle döndürüyordu. Nerden bilecektim kaderin beni insafsız bir sevdanın kurbanı edeceğini ve tüm duygularımı adeletsiz, kara mahzenlerde zincire vurup içten içe çürüteceğini. Meğer pabuç pahalıymış. Konuşarak olmuyormuş hiçbir şey! Dinsizin hakkından imansız gelir derler ya! Hem de ne imansız... İşte öyle hoyrat, öyle deli bir rüzgardı beni bekleyen.


       "Haklısın! Ama okumuş olsan bile kötü bir eşe düşmeyeceğinin yine bir garantisi yok ki!" Peşpeşe döküldü dudaklarımdan incili, şirin dizeler. "İyi bir eşe sahip olmak için okunmaz abla. Vatanına, milletine   hizmet etmek için okunur! Kendi ayaklarının üzerinde durmak için okunur! Hayat sana çelme takdığında düştüğün yerden, tek başına daha güçlü bir şekilde doğrulmak için okunur. Şu hayatta bir kadının bir çok rolü var; anne, eş, evlat, kardeş... Ama her şeyden önce insanlık rolü... İnsan dediğin hep düz, çiçekli yollarda yürümez, bazen dikenler çıkar karşısına, sert taşlar... Bir başkasının sırtına binerek ne zamana kadar kendini bu engellerden koruyacaksın? Yara da alsan ayağa kalkıp gerekirse tek başına her şeyin üstesinden gelmekten gocunmamalısın!"


    Ablamın dudakları alaycı bir şekilde kıvrıldı. Gözleri acıklı bir bakışın kisvesine düşmüştü yine. "Ne güzel konuşuyorsun!"  Derin bir nefesi ciğerlerine indirirken, koyacağı yeri bile bulamayan, zayıf elleri omzuma dokundu. Başımı hissizce omzuma çevirdim. "Keşke hayat her zaman bu şansları sunsa." Sunmayacaktı. Sunmasını umut etmek de benim için anca boş bir hayal, budalaca bir beklenti olurdu zaten. "Umarım bacım her şey gönlünce olur." dedi umutsuzca. Sanki hissetmişti olacakları. Ablam zeki bir kızdı ne de olsa. Gönül gözü açık derler ya, tam da o cinsten.


     Yüzümü düşürdüm; ama güçlü duruşumdan, dik omuzlarımdan asla taviz vermedim. Ağlamayı unutmuş, asi bir savaşçı gibiydim. Ve en büyük savaşım da kendime karşıydı.


      Bir süre sessiz kaldık. Sonra ışığı kapatıp, yatağıma girdim. Elimde olmadan, "Acaba ben nasıl biriyle evlenmek isterdim?" diye düşünmeye başladım. Gözlerimi kapatmamla hayalime Mehmet'in yüzünün gelmesi bir oldu. Beyaz bir yüz, ela gözler, koyu kahverengi saçlar, her an tebessüm edecekmiş gibi duran zarif dudaklar... Gülümsediğinde ortaya çıkan ne kadar da tatlı bir gamzesi vardı yüzünde. Ruhumu kuşatan duygular tenime haylazca girmiş,  yüreğime hayallerimin şiirini okuyordu sanki.


      Bir anda irkildim. Kendi kendime çok kızıyordum. Daha yeni tanıştığım birini nasıl oluyor da bu kadar düşünebilirdim? Biraz önce söylediklerimle ne kadar çeliştiğimin farkında olmak beni utandırmış ve bir o kadar da kızdırmıştı. Her şeyi zihnimden atmak  istedim. Onu bir daha görmeyecektim ve konuşmayacaktım; çünkü benim tek amacım okumaktı. Hem kendimi, hem annemi, hem de kardeşlerimi o adamın zulmünden kurtarmaktı. Bunun için üniversite sınavlarına olabildiğince çalışacak ve başarılı olacaktım. Bu benim kendime ve sevdiklerime yapacağım en büyük iyilikti.


     Aradan haftalar geçti; mevsim kışa dönüyordu ve ben derslerimde başarılı olmak için deli gibi çalışıyordum. Babam, okumamdan hiç memnun değildi; ama komşu kızlarından okuyanların, iyi meslekli kısmetler bulduğunu görünce eğitimime engel de olmuyordu. Doktor ya da avukat bir damat onun da ilçedeki karizmasını arttırırdı ne de olsa. Ben nasılsa bostandaki ve evdeki işleri de fazlasıyla yapıp anneme yetişiyordum. Yani bu konuda da gözü arkada kalmıyordu. Hâl böyleyken meyve veren ağacı taşlamak onun gibi fırsatçı ve hesaplı bir adama yakışmazdı.


      Dalgındım. Kendimle ölesiye savaştığım halde o kopkoyu geceyi ve bana şafağı erken getiren yürekli delikanlıyı unutamıyordum. Ne kadar düşünmemeye çalışsam da kendimi,  zihnimin kuytu köşelerinde Mehmet'i düşlerken buluyordum. Kimdi, neyin nesiydi? Adını sormak bile gelmemişti aklıma. Onunla çok başka bir yerde, çok farklı koşullarda tanışmak isterdim. Her şeyin daha özel ve iyi olabileceği bir yerde... Bu arzu içimi delicesine kemiriyordu.


     Ben düşüncelerimin ve heveslerimin sıtmasına tutulmuşken; kader birbirine ırak olan aşinasız yollarımıza hatırlı ilmekler atmaya çoktan başlamıştı.  Meğer beklediğim o özel görüşme hiç de uzakta değilmiş. Kaderimin meczup sillesi, beni ummadığım bir anda kavak yellerinin estiği coşku dolu yüreğimden yakaladı ve ben sessizce, uzaktan bu tokadın tatlı acısını yaşamaya koyuldum.


    Şehir merkezine birkaç kitap almak için gitmiştim. O kitapçıları uzun uzun keyifle dolaştım. Sonunda beğendiğim tarzda birkaç kitap buldum ve daha önceden araştırdığım test kitaplarını da alıp elimde poşetlerle otobüs durağına gittim. Aracın gelmesine epeyce zaman vardı. İçim kıpır kıpırdı. Güneş bu güzel şehri, bu şirin yaz gününde ne kadar da samimiyetle kucaklamıştı böyle! Kıyı boyunca biraz yürümeye karar verdim.


    Birinin arkamdan, "Nazaaar!" diye seslendiğini duyuyordum. Hemen arkamı dönüp bu tanıdık sese yöneldim. Karşımda gördüğüm kişi Mehmet'in ta kendisiydi. Ama burda ne arıyordu? Merak içime pireler düşürürken,  yüreğimde sıcacık bir duygu hissettim ve istemdışı gülümsedim. Sonra bu rahat davranışımdan utanıp tekrar ciddi bir havaya büründüm.


     "Seni burda görmeyi beklemiyordum." dedi soluğunu dizginlemeye çalışırken. Alnında biriken terler, şakaklarında dolaşıyordu. Beni heyecanlandıran gülüşü, yüzüne bir muska gibi yapışmış; efsunlu gözleriyle aynı ritimde eşsiz bir şarkıyı fısıldıyor gibiydi.  Vakarlı bir edayla, "Bende!" dedim. Tabiki ergen,  heveskâr kızlar gibi lakayt tavırlarla yakınlık gösteremezdim. Ne de olsa o bir yabancıydı. Benden çok büyük bir alaka göremeyeceğini anlaması gerekiyordu. Mesafeli tavrımı umursamayarak, "Ustam bazı alet ve malzemeleri almam için gönderdi. Tesadüfen seni gördüm ve bir selam vermek istedim!" dedi.


      Üzerine istemsizce göz gezdirdim. Lacivert tulumu bazı boya izleriyle lekelenmiş, elleriyse yağ ve inşaat macunlarının eseri olarak, yüzlerce kere silinse bile geçmeyeceğini tahmin ettiğim koyu bir tabakayla kaplanmıştı. Kolları tıpkı benimkiler gibi morluk ve yaralarla kaplıydı. Tüm bu görüntü onun tamir ve boya işleriyle uğraştığının en büyük kanıtı gibiydi. Yaptığı  işin  oldukça zor ve meşakkatli olduğunu biliyordum. Çok dokunaklı ve hassas bakışlara sahip olan bu delikanlının  bu kadar bilek ve maharet gerektiren bir işte çalışması beni ister istemez şaşırtmıştı. Tavırları öyle yumuşak ve zarif duruyordu ki,  bir askısı dışarı kaymış tulumunun  ve nasırlı ellerinin şahitliği olmasa, onun ancak bir sanatkâr olacağını düşünürdüm.


       Bakışlarımı farketmesini istemiyordum. Yeniden kitaplarıma odaklanıp, gözlerimi kaçırdım. "Tesadüfün böylesi!"  dedim bu duruma kayıtsızmışım gibi davranarak. Bana imalı bir gülücük atmakta gecikmedi. Bu serkeş hâline rağmen karşımda durmaktan çekinmiyordu. Oysa benden hoşlandığına nerdeyse emindim. Karşımda mahcubiyet duyacağını düşünmüştüm. Hatta işçi tulumundan utanması; boya ve yağ lekeleriyle hemdem olmuş nasırlı ellerini gizlemesi gerekirdi. O ise bu durumu takmamış; en doğal hâliyle utanmaksızın karşımdan tebessüm ediyordu. Onun bu duruşunun beni içten içe çok etkilediğini itiraf etmeliyim.


      Bir insanın kendine ve yaptığı işe saygı duyması harika bir karakterin ön habercisi sayılırdı. Asla kimseyi hor görmezdim, insanlar benim için eşitti. Onlar ne paralarıyla göklere çıkardı gözümde, ne de fakirliğiyle ayak altına düşerdi. Böyle biriydim ben de... Yüksekten uçana gıptayla bakmaz; alçağa düşene ah vah etmezdim. Rüzgarın estiği yerde mutlu olmayı bilir ve sahip olduğum mütevazi şeylerle hayata gözkırpardım. Memnun hâli ve dik duruşu onun da benden çok farklı olmadığının en önemli göstergesiydi.


     "Sen ne için gelmiştin Nazar? Merkeze geldiğini pek görmüyordum." diyerek şaşkınlığını dile getirdi. Senli benli konuşması hoşuma gitmişti. Samimi görüntüsü, neşeli bakışları onu daha da içten bir havaya büründürüyordu. İçi içine sığmazken attığı bu çapkın bakışları, yüreğime tarifsiz bir ürperti veriyordu ve ben bu kadar gerçek bir insanla karşılaşmanın müthiş heyecanını yaşıyordum.


    "Kitap almak için gelmiştim." dedim meraklı gözlerine utangaç bakışlar atarken. Birden adımı haykırışı zihnimde şimşekler çaktırdı. Konuyu dağıtmaksızın, "Sen benim adımı nerden biliyorsun? Tanıştığımızı hiç hatırlamıyorum?" diyerek onu köşeye sıkıştırmaya çalıştım. Utangaçlığını gizlemksizin gülümsedi. "Sen beni tanımıyorsun; ama ben daha önce de seni defalarca görmüştüm. Hatırlarsan Nuri'yle beraber okulunuza boya ve tamirat işleri için gelmiştik. İşte ilk orda gördüm seni. Yanından geçerken, bir arkadaşın elinde çayla, 'Nazar, kaç şeker alırsın?' diye sormuştu. Sende, 'iki!' demiştin gülümseyerek.


      Beni takip etmesi gururumu okşamıştı. Etrafımız kızlarla örülü bir duvarı andırırken bile, bana dikkat etmiş ve yüzümü zihnine kazımıştı. Alaylı bir şekilde tebessüm ettim. "Evet, hafızan oldukça iyi; ama dikkatin hafızandan daha iyi anlaşılan. 560 kızın arasından beni farketmiş ve hem adımı hem de yüzümü ezberlemişsin."  Ona imalı bir güldüm. Utanarak gözlerimin derinliklerine mahcup mahcup baktı. "Ben unutmak istedim; sen bana kendini unutturmadın!"


    Sözlerinin nereye vardığını anlamıştım. Bakışları ve iması benden etkilendiğine dair bir  itiraftı şüphesiz. Konuyu derinleştirmek istemiyordum. Şu durumda anlamazdan gelmek en iyisiydi. Yalancıktan bir şaşkınlıkla, "Öyle mi?" demekten kurtulamadım. Konu beni yakıp kül eden bir noktaya erişmişti ve içimdeki utangaçlığı yenemiyordum. Başını eğip elindeki ağır poşetlere odaklandı.


"Ben senin adını hâlâ bilmiyorum."


  "Adım Mehmet." Bana samimiyetle elini uzattı. Oldukça iyi bir niyetle yaptığı bu hareketi başımı çevirerek görmezden geldim. Kaçırdığım gözlerimi farkettiğini bildiğim halde, "Memnun oldum Mehmet!"  demekle yetindim.


      "Otobüsün gelmesine 15 dakika var. Şu bankta oturalım mı, ne dersin?" Kabul edip etmeme konusunda kararsızdım. Birkaç saniyelik duraksamadan sonra, babamdan dayak yeme pahasına teklifini kabul ettim. Birlikte yakınlardaki banka geçip oturduk. Ellerimdeki  kitapları  göğsüme bastırmış utangaç ve tedirgin bir halde saatimi kontrol ediyor, bir an önce otobüsün gelmesini arzuluyordum. Ne zordu onun bu kadar yakınında olmak! Bir yanım bu anın ebediyyen sürmesini istiyordu; diğer yanımsa ondan kaçarcasına uzaklaşmak için fırsat kolluyordu.


     Saatime baktığımı görünce gülümseyerek, "Benden bu kadar çabuk mu sıkıldın?"  diye sordu. Yanlış anlaşıldığımı düşünüp telaşlanmıştım. Ne yazık ki bu telaşım da onun gözünden kaçmadı. "Hayır, olur mu öyle şey?" diyip durumu düzeltmeye çalıştım. Dudaklarımın titremesine engel olamıyordum. İçimde kocaman bir yangın çıkmıştı sanki. Kulaklarıma kadar kızarmıştım. Onun da benden aşağı kalır bir tarafı yoktu. Heyecandan elini kolunu koyacak yer bulamıyor;  adeta bir konu bulmak için karşımda çırpınıp duruyordu. Ellerimdeki kitaplara dikkatle baktığını farkettim. "Ne aldın?"


    Rahat olmaya çalışarak kitaplarımı gösterdim. "Bunlar şiir kitapları, bunlar test kitapları, bunlar da renkli kalemler..."  Telaşımı gizlemek maksadıyla da olsa, kitapları sayıp dökmem hoşuna gitmiş olmalıydı. Yüzünde beliren gamzeleri ve bebek dişleri bir anda seyirdi. Dudakları zevkle kıvrılmış, gözleri manidâr bir şekilde ellerime yönelmişti. Sağ eliyle ön perçemini zarifçe arkaya itip, "Şiir kitapları mı?" diye sordu.


"Evet, sever misin?"


"Çok severim."


     Şiirden hoşlandığını duymak beni oldukça etkilemişti. Okullu değildi.  Oldukça yorucu olduğunu bildiğim bu işle uğraşırken, edebiyata bu kadar ilgi duyması beni aynı zamanda şaşırtmıştı. Gözlerimi bir açık arar gibi gözlerinde gezdirdim. "Hangi şair?"  diye sorduğumda sesimdeki güvensizliği farketmiş gibi kasıldı. "Sezai Karakoç" Yüzünde açan o sıcak tebessüm beni biraz afallatsa da konuşmayı seyrinden uzaklaştırmadım.


     "Güzel tercih!"  Onun gerçekten Sezai Karakoç ve şiirleriyle ilgilendiğinden emin olmak istiyordum. Kaçamak bir soru bana gerçek düşüncelerini getirecek ve eğer yalan söylüyorsa da mahcup etme pahasına maskesini düşürecekti. "En çok hangi şiirini seviyorsun?" diye sorduğumda;  hiç düşünmeden, "Mona Rosa." diye cevap verdi. Hazır cevaplığı tamamen şüphelerimi gidermemişti. Acaba karşıma çıkmadan önce bu anı prova etmiş midir diye düşünmekten kendimi alamadım. Belki de doğaçlama davranmıyor; önceden konuşacaklarını planlayıp beni çapkınca etkilemeye çalışıyordu.


      Elbette bu kadarıyla yetinmeyecektim. "Ya! Demek sen de Mona Rosa hayranısın!"  diyerek sohbeti geliştirmeye kapı aralayan bir hamle yaptım. "Hem de çok!" dedi iç çekişleri eşliğinde. İçinin nasıl kıpırdandığını ve kıvrılmaktan bitap düşmüş dudaklarının nasıl titreyerek karşımda dans ettiğini görebiliyordum. "Ne güzel!"  Özgüvenli tavrımdan ödün vermiyordum. "O zaman bana birkaç dörtlük okursun, değil mi? " İkinci kışkırtıcı hamlemi yapmıştım. Hüzünlü ve umut dolu bir gülümseme yayıldı yüzüne. Gözlerimin derinliklerine bakarak başladı dörtlükleri tatlı tatlı dizmeye.


"Mona Rosa siyah güller, ak güller.


Geyvenin gülleri ve beyaz yatak,


Kanadı kırık kuş merhamet ister.


Ah senin yüzünden kana batacak


Mona Rosa. Siyah güller, ak güller."


      Mehmet... Sende boğulmuşken söylenecek şey miydi bu şimdi? Gözlerinden yüreğime bu birkaç dizeyle ne çok şey akıp gitmişti. Meğer ben bu kalabalığın içinde bile ne büyük bir yalnızlık yaşıyormuşum senden önce! Utangaçlığımı ve şaşkınlığımı farkettiği halde dizeleri okumaya devam etti.


"Ulur aya karşı kirli çakallar,


Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa,


Mona Rosa bu gün bende bir hâl var,


Yağmur iğri iğri düşer toprağa


Ulur aya karşı kirli çakallar."


    Şapşalımsı bir gülümseme tüm yüzüme yayılmıştı. O da benden farklı değildi. İkimiz de önümüze bakarak tebessüm ettik. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece, "Çok güzel bir şiir!"  demekle yetindim. Sezai Bey, gerçekten çok özel, başarılı bir şâirdi. Böyle birine hayranlık duyması beni çok memnun etmişti. Bana, "Hikâyesini biliyor musun?" diye sordu. Bilmiyordum! O kadar çok şiir okurdum ki, o zamanlar okuduğum şiirlerin çoğunun hikâyesinden habersizdim. "Hayır!" dedim kayıtsız görünmeye çalışarak.


    "Sezai Bey, üniversite yıllarında bir bayana aşıktır; fakat derdini bir türlü ona açamaz. Sessiz sedasız uzaktan onu sevmeye devam eder. Ne yazık ki aşkı, bir başkasına sevdalıdır. Arkadaşı sonunda dayanamaz ve  bu gizli aşktan sevdiği kadını haberdar eder. Sezai Bey, arkadaşının bu davranışını hiç affedemez. Okulun mezuniyet töreninde yazdığı şiiri utanmaksızın herkesin karşısında okur. Şiir çok beğenilir ve alkış tufanına tutulur. Arkadaşları ona bu şiiri o gece 3 kez okutturur."


   Söyledikleri beni etkilemişti. Sanırım ortaokul yıllarımda bu hikâyenin başka şekilleri de duymuştum. Heyecan zihnimi avuçlarken bu kadar eski bir hatırayı anımsamak pek mümkün olamayacaktı.


"Peki sevdiği kız onu sonradan kabul etti mi?"


"Hayır, ama o aşkına hep sadık kaldı ve onu severek öldü. Bu duyguları ona hiçbir kadın hissettirmemiş olacak ki, hayatı boyunca hiç kimse ile evlenmedi." Hislenmiştim. Derinlikli duygu dünyası beni oldukça etkilemişti. "Ne hüzünlü bir hikâye..." dediğimde bakışları yeniden gözlerime sabitlendi. Heyecanlı bir şekilde iç çekti.


" Öyle! Sevdalar karşılık bulmayınca ölmüyor."


"Ya da bu sevdayı taşıyanlar ölmedikçe..."


      Susmuştuk. Daha yeni tanıdığım bir kişiyle  bu kadar özel şeyleri konuşup tartışacak kadar yakınlaştığım için mahcubiyet duyuyordum. Nerden gelmiştik sanki bu konuya? Şart mıydı aşktan ve tüm bu özel duygulardan bahsetmemiz? Onun konuyu değiştirmesini dört gözle bekliyordum; zira bu konu içimde ötelemeye çalıştığım tüm bu hayranlığı ve özel duyguları açık edecek kadar derin ve yankılıydı. Bense duygularını gizlemeyi bir görev sayan, acılarıyla arasına kilit vurmuş ruhsuz bir kızdım. Dertlerimi içime gömer ve asla kimseyle paylaşmazdım. Bu benim yüreğimdeki dikenlerle ve acılarla savaşma şeklimdi. Hırçınlığım olmasa beni kabuslara sürükleyen şiddet dolu hayatıma dayanabilir miydim;  bunu ben de bilmiyordum.


     "Ölümün büyük sevdaları yok edeceğine inanmıyorum." Gözleri yeniden gözlerimle buluşmuştu. Biraz önceki utangaçlığından eser yoktu şimdi. Kavak yellerinin estiği güçlü başı dimdik olmuş; kirpikleriyse bana nameli sözler fısıldar gibi gözlerime siyah mızraklar uzatıyordu. Konunun değişmemesi beni tekrar mahcubiyet kumsalına sürüklemişti. Ne desem de sohbeti bu aşk ve gönül meselelerinden kurtarsam diye beynimi içten içe ufalıyordum.


    "Bir resimle, birkaç mektup ve saç teliyle ıssız bir hayale sarılıp yaşayan pek çok insan gördüm." dedi bana kaçamak bakışlar atarken. Yüzünün üzerimde gezinmesi beni ılık ılık terletmişti. Kendisi için bir iz bir umut aradığından zerre kadar şüphe duymuyordum.  "Bu bir saplantı değil mi sence?" diyerek ürkek hissiyatını baltaladım. Bu bakışım hoşuna gitmemişti. Biliyordum! Aşkı sadakâtle kıymetlendirip, basit bir kaçamak olma ihtimalini siyah bir perdeyle kamufle etmeye çalışıyordu. Bense duygularımın alabora olduğu kederli gemimde onun dümenine iç çekerek  göz gezdiriyordum.


       Çabalarımı görmezden gelmeye çalışarak devam etti. "Yürek bir kişiye mühürlenince kör bir kuyuya döner. O kör kuyu baktıkça bakanı içine çeker ve dışarıdaki dünyayı terkedip o kuyunun içinde mutlu olduğu hayali yaşar insan."


      "Sen hiç..." Sözümü tamamlamak istiyordum. Ama bu soruyu sormaya benim deli yüreğim bile takat getiremiyor, sözler sadece bir düğüm olup kalbimi sıkıyordu. Zamanın dolduğunu ikimiz de anlamıştık. İlçeye giden son otobüsün de kalkmak üzere olduğunu farkettik. Kitaplarımı ve poşetlerimi toplayıp durağa yönelmek istedim. Bu hesapsız toparlanmam onu oldukça rahatsız etti. Kaçışlarımı o da farketmişti ve maalesef kolumdan tutup durdurmak yerine mesafelerime eşlik etmeyi tercih ediyordu. Beni zorlamasının doğuracağı muhtemel sonuçları çoktan hesaplamıştı belki de.


     Oldukça şaşkın bir hâlde peşimden geldi. Birlikte otobüse bindik ve yol boyunca iki yabancı gibi hiç konuşmadık. Yollar uzadıkça uzamıştı ve biraz önceki kaçışım onda hissiz, buruk bir yüz bırakmıştı. Ne yapabilirim, dedim içimden. Ben böyleydim. Sevemiyor, bağlanamıyordum hiçbir erkeğe. Ne güzellikleri umrumdaydı ne de paraları. İstediğim tek şey beni yalnız bırakmaları, ilişmemeleriydi. En ufak bir temasa; hatta belli belirsiz üzerimde dolaşan bakışlara bile tahammülüm yoktu. Hepsi aynıydı nasılsa? Zorlamak, sahip olmak, yönetmek... Bildikleri tek şey buydu.


     Doğrusu hiç erkek arkadaşım olmamıştı. Bu yüzden olsa gerek hayatımda bu durumu asla tecrübe edememiştim. Ama zaten hayat sadece benim tecrübelerimden ibaret olamazdı. Başkalarının hayatlarına bakmam gerçekleri görmem için yeter de arttardı. Arkadaşım Aslı, yaklaşık 2 senedir bir çocukla beraberdi. Aslında buna bir beraberlik demek aşk dediğimiz kavrama büyük bir haksızlık sayılırdı. Sevgilisi Berk, başlarda anlayışlı iyi bir insan gibi görünmüş ve hayatına girmişti. Sonra ise hepimiz onun bu korkunç değişiminin umutsuz tanıkları olmuştuk. Deliliğe varan kıskançlıklarıyla onu herkesin içinde bağırıp rezil etmeye başladı önce. Sürekli bir mücadele hâlindeydiler ve Aslı bu durumdan gün geçtikçe daha büyük yaralar almaya başlamıştı.


     Telefonla olur olmaz yerlerde arıyor, giydiği her kıyafete bir kusur buluyordu. Aslı' ya verilmiş basit bir selam bile şiddetli bir kavganın sebebi olurken, hepimiz üzülerek olan biteni engellemeye çalışıyorduk. Sevmek sahip olmak mıydı gerçekten? Ve seven insan, yıpratır mıydı sevdiğini?


     Bir gün o korkunç kavgalardan birine tutuştukları esnada, üzerime hiç vazife olmadığını bildiğim halde aralarına girdim. Onu sert bir şekilde duvara yapıştırıp,  "Ayağını denk al!" diye fısıldadım. Bu davranışım Berk'in daha da delirmesine ve bana küfre varan sözler etmesine sebep olmuştu. Bense karşısındakinin kolay bir lokma olmadığını görmesini istiyor; hatta bunun için yanıp tutuşuyordum. Okkalı bir tokatla onu bir kez daha duvara yapıştırdım. Bana inmeye hazırlanan o korkunç yumruğu son anda sınıftaki başka bir erkek engellemişti. Cürretim tüm kızları etkilerken, erkeklere dudak ısırtmıştı ne yazık ki!


     Göz göre göre haksızlığa susmam elbette deli başıma ve keskin mizacıma yakışmıyordu. İçimde deli bir rüzgar esiyor ve bedenimi korkunç bir titremenin eşliğinde harekete geçiriyordu. Yakıştıramıyordum... Olmuyordu işte.... Susmak bana göre değildi. O böyle deli gibi kız arkadaşına bağırırken, ben nasıl olurda susup onların meselesi diyebilirdim bu konuya. Tükürmek istiyordum! Bu tükürüğün anun kirli ruhunda açacağı derin yaralar  umurumda bile değildi.


     İlçeye geldiğimizde ondan önce indim ve bir "Hoşçakal!" bile demeden otobüsü terk ettim. Eve giderken kulaklarımda sadece okuduğu o dizeler vardı. Koşar adımlarla odama gittim ve yatağıma girip başımı battaniyeyle tamamen örttüm. Canım ne yemek yemek istiyordu ne de ders çalışmak. Tek istediğim bu gün yaşanan o anları içimde tekrar tekrar düşünmek ve hissetmekti sadece. Kurduğu her bir cümleyi içimden tekrar edip adeta ezberliyordum. Benliğimin bu ıstıraplı ateşe kapıldığını üzülerek görüyordum; fakat bu duruma gönüllü razı olmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.


    Sabah uyandığımda gece biraz olsun dinlendiğimi hissettim. Keyifle duş alıp giyindim. İçim kıpır kıpırdı. Nurten ablamla birlikte kahvaltı hazırlıyorduk. O gün ablamda bir tuhaflık vardı. Kimsenin dinlemediğinden emin olunca bana, "Dün geceki hâlin neydi öyle?" diye sordu. "Ne olmuş ki !" dedim zeytini ağzıma atarken. "Sürekli sayıkladın durdun!" Şaşkınlığım ve korkum biraz daha artmıştı. "Ne sayıklamışım?"


    "Mona Rosa, güller, seviyorum, gözlerin... Bunun gibi şeyler işte! Böyle anlamsız, alakasız sözler söyleyip durdun tüm gece!" Aniden yudumladığım çayın sarsıntısıyla öksürmeye başladım. Duyduklarımın şokundan olacak, içeceğin boğazıma kaçmasına engel olamamıştım. Ablam meraklı bakışlarını üzerime dikmiş, kendisine mantıklı bir açıklama yapmamı bekliyordu.


    Yüz ifademi oldukça normal bir hâle getirerek, "Amaaan sende! Ne kuşkucusun. İlçe de biraz yoruldum, uyuyup kalmışım işte! O yüzden sayıklamışımdır." diye kestirip attım. Ablam tatmin olmamış bir şekilde, "Peki Mehmet kim?" diye sordu. Köşeye sıkıştığım o an gelmişti işte. Umursamazlığa büründüm bana inanacağını umarak.


   "Öyle birini tanımıyorum!"


     "Tanımadığın kişiyi neden sayıklıyordun?"  Artık sabrım taşmıştı. "Ne öğrenmek istiyorsun? Sevgilim olup olmadığını mı? Derin bir oh çekebilirsin sevgilim yok!"  Lafı ağzına tıkayıp içeri girdim.  Odama girip kapıyı hızla arkamdan kapattım. Kendime çok kızıyordum ve sürekli kalbimi onu sevmediğime inandırmaya çalışıyordum.


     İnsanın kaderinden kaçması pek mümkün olmuyordu ne yazık ki? Ben ondan kaçtıkça hayat onu inadına benim kucağıma bırakıyor gibiydi. Sadece beş gün sonra kısa boylu, çilli, turuncu kafalı bir çocuğu da yanına alıp okulumuza geldi. Sürekli etrafa bakınıp duruyordu. Beni aradığından nerdeyse emindim. Görmemesi için sınıf kapısının arkasına saklandım. Kalbim deli gibi çarparken kulağımı kapıya dayamış, ne konuştuklarını duymaya çalışıyordum.


     Adının Nuri olduğunu öğrendiğim kızıl saçlı çocuğa esefle, "Acaba nerelerde?" diye sordu. Nuri çirkin sayılabilecek bir çocuktu; ama insanları kendine çeken sempatik bir yanı da yok değildi.  "Senin buraya gelmek için ustaya niye bu kadar dil döktüğün anlaşıldı. O maviş gözlü kalp ağrın bu okulda değil mi?"


   Mehmet endişeli bir ses tonuyla, "Ne alakası var, işimizi yapmak için geldik; başka bir derdimiz yok!" diyerek hiç de inandırıcı olmayan bir bahane sıraladı. "Tabi tabi... Eminim öyledir!" Onun da bana karşı boş olmadığını biliyordum zaten. Gözlerine her baktığımda onun o ürkek duygularını yüreğimde hissedebiliyordum. Kapının arkasından çıkıp diğer girişe doğru yöneldim. Orada kendilerini dinlediğimi farketmelerini istemiyordum; ama deli dolu  kalp atışlarımı dizginlemek hiç de kolay değildi. Yanaklarımın kızarmadığını düşünmek ise şuan ancak bir ütopik bir heves olabilirdi.


      Derin bir nefes alıp ona doğru usul adımlarla yürümeye başladım. Sonunda gözlerimiz buluşmuştu. Beni görünce yüzünde utangaç bir gülümseme belirdi. Eli ayağı birbirine dolaşıyor, malzemeleri oraya buraya çekiştirip nereye koyacağını şaşırıyordu. Biz böyle kararsız edalarla şaşkın şaşkın dolaşırken okul müdürü odadan çıktı. Beklediğini bulmuş bir edayla Mehmet ve Nuri'ye yöneldi.  "İş için gelenler sizler misiniz gençler?"


   "Evet Müdür Bey."


   "Tamam, hoşgeldiniz. Ben Ziya Göknur, bu okulun müdürüyüm. Sizi buraya bazı tamir ve boya işleri için çağırdım." Beni farketmesini istemiyordum. Bu yüzden arkamı umursamaz bir şekilde döndüm. O ise varlığımdan habersiz konuşacaklarını ardı ardına sıralamaya başladı. "Okulumuz oldukça eski, bu yüzden  sürekli tamir ve yenilemeye ihtiyaç duyuyor. Ne yazık ki bu tamiratlar için bütçemiz oldukça  kısıtlı."


    Müdür, tam okulun sorunlarından ve bütçesinden yakınmaya başlayacaktı ki Mehmet lafı ağzına tıkayıp, "Biz ne gerekirse yaparız Müdür Bey! Siz zaten ustayla ücreti konuşmuştunuz." diye kestirip attı. Müdür, Mehmet'e kaş  altından sert bir şekilde baktı.


     "Tamam o halde!" dedi memnuniyetsizliğini gizlemeksizin. "İşlerinizi çok dikkat çekmeden ve ortalığı dağıtmadan yaparsınız!" Son sözleri Mehmet'i germişti. Haklıydı da... Herkes kendi işine bakmalıydı. Sonuçta ortalığın dağılması bunca iş arasında oldukça normal sayılabilecek bir durumdu. Bunu dillendirmek ise son derece yersizdi. Müdür Bey, bazen karşısındaki herkesi öğrencisi sanıyor; üstten,  emirvâri olan o sevimsiz üslûbuyla insanların gurururunu incitmeden duramıyordu. İdarecilerin en büyük sorunu da buydu galiba. Ast üst ilişkisinden sıyrılamamak ve bu yüzden ilişkilerini alaşağı edip, insanları kendinden uzaklaştırmak...


     Sözlerimi duymuş gibi benden tarafa yöneldi. Bense ilk defa görüyormuşcasına  duvarlardaki padişah resimlerini inceliyordum. Daha doğrusu inceliyormuş gibi yapıyordum. Hemen bana doğru bir el işareti yaptı. Bu hareketi üstüme alınmıştım. Anlık o tarafa yönelsem de bakışların hedefindeki ben değildim ne yazık ki. Hareket yanımdan geçmekte olan Merve'ye hitaben yapılmıştı.


     Aynı otoriter duruşunu bozmadan, "Kızım, bu beyleri bilgisayar sınıfına götür ve arızalı bilgisayarı göster. Hademeye söyle aşağıda boya malzemeleri var. Bilgisayar sınıfını ve koridoru boydan boya seçtiğimiz renklerle boyayacaklar. Ekstra bir şeye ihtiyacınız olursa bana haber verebilirsiniz. Odam koridorun sonundaki ikinci oda."


   "Tamam, teşekkür ederiz."


    Mehmet, yanlarına yaklaşamıyor oluşuma bayağı bozulmuştu. Müdürün yanında bana kaçamak bakışlar atıyor, bir an önce uzaklaşması için kafa sallayıp ne derse onaylıyordu. Ondaki bu tuhaflığı Müdür Bey de sezmişti sanki. Her ne kadar o tarafla ilgilenmiyor gibi gözüküp başka yöne döndüysem de aramızdaki bu elektriği farketmiş gibi bir hâli vardı. O an en son istediğim şey müdürün yanıma gelip bana onlarla ilgili bir şeyler sormasıydı.


    Alel acele hemen yakınımdaki kız grubuna yaklaştım. Onlara bu haftaki edabiyat ödeviyle ilgili sorular sormaya başladım. Bir anda yanlarına gelmemle kızlar şoka uğramıştı. Beni süzüp sorularıma baştan savma cevaplar verdiler. Konuşmamız biter bitmez arkamı döndüm; fakat ne Müdür Bey ne de Mehmet ortalıkta gözükmüyordu. Hızlı adımlarla koridorda yürümeye başladım. Sola döndüğümde önde Merve, arkada Mehmet ve Nuri bilgisayar odasına doğru yürüyorlardı.


     Ah bu müdür! Onca erkek öğrenci varken neden bu yapışkan kızı Mehmet'le göndermişti ki sanki? Kıskançlıktan içimi kurtların kemirdiğini hissedebiliyordum. Delicesine çırpınan hercai duygularım yine rotasını şaşırmış, beni bitmek bilmez kaoslarımın birine daha sürüklemeye başlamıştı. Bir an bile düşünmeden peşlerine düştüm. Merve, sürekli cilveli bir edayla Mehmet'e kırıtıyor; o da zoraki bir tebessümle bir sağa bir sola bakıp duruyordu.


    Sonunda odaya girdiler; adımlarımı hızlandırıp kapı aralığından içeri süzüldüm. Selam vermeye bile gerek duymadan bilgisayar masalarından birine oturdum. Oldukça yavaş olan, en ufak bir işlem için bile dakikalarca beklemeyi gerektiren bu bilgisayarlar, odada zaman kazanmak için son derece iyi bir fırsattı. Onları arkama dönmeden bilgisayar ekranından takip ediyordum. Merve, sonunda dayanamayıp  sessizliğini bozdu. Mehmet'in içine düşecekmiş gibi bir hâli vardı. Her an kısançlıktan üzerine yürüyüp saçlarını elime dolayabilirdim.


   "Sizi daha önce de okulda gördüğümü hatırlıyorum. Geçen seneydi sanırım, değil mi?"


   "Evet, öyleydi." Mehmet'in bu kızı kâle alıp cevap vermesi fena halde canımı sıkıyordu. "Duvarlar tek kelime ile harikaydı. Yaptığınız işten hepimiz çok memnun kaldık."  Mehmet, bu iltifattan hoşlanmadığını hissettirecek tarzda derin bir nefes aldı. Elleri bilgisayar parçalarında dolaşırken, "Öyle mi,  ne güzel!" dedi. Sesindeki kinayeden hoşlansam da içimde kopan deli rüzgarlara engel olamıyordum.


    "Bu sefer hangi renge boyayacaksınız?" dedi işgüzarlığı boynuna katre katre dolarken. Mehmet de bu kızın aptalca konuşmalarından oldukça sıkılmış olmalıydı. Bıkkın; ama nezaketi elden bırakmayan bir tavırla, "Müdür Bey, hangi boyaları hazırladıysa o renge." diye karşılık verdi. Oldukça sabırsızdım. Galiba engel olamayacaktım kendime. Hayır dedim. Saçmalama... Bırak bari bu sefer karışmasın ortalık. Hakim olmalıydım kendime ve onları düşünmemeliydim. Bu gün saçlarımı at kuyruğu yapmalıydım diye geçirdim içimden. Hatta daha koyu bir ruj sürmeliydim. Olmuyordu. Ne yaparsam yapayım, bir türlü zihnim şuan ki duygularımdan soyutlanmıyordu.


     Kendimi oturduğum masada delirmiş gibi hissediyordum. Merve bozulmuştu; fakat bozuntuya vermeden sürekli saçlarını geri itiyor, yer yer uçlarını dudaklarına götürüp anlaşılması güç bir şekilde Mehmet'e kur yapıyordu. Mehmet, masada oturanın ben olduğumu çoktan anlamış olmalıydı; yüzünün kızardığını, alt dudağını ısırmaya başladığını görebiliyordum. Öfkeyle bilgisayar kasasındaki açma düğmesine basmaya başladım; çünkü o aptal bilgisayar bir türlü açılmak bilmiyordu. Ortamın sıkıcılığından dudaklarımdan belli belirsiz "Öf!" sesleri duyulmaya başladı. Merve, sanki Mehmet kendisini kibarca terslememiş gibi şansını zorlamaya devam ediyordu.


     "Müdür Bey zevkli bir adam. Eminim güzel renkler seçmiştir." Usulca Mehmet'e karşı cüretkâr bir adım attı. Titreyen yanaklarım ve birbirine bastırmaktan kanın hücumuna uğramış olan dudaklarımla patlamaya hazır  bir volkandan farksızdım. Mehmet,  duvara dönerek ısrarla bu kızı görmezden gelmeye çalışıyordu. Bıkkınlığını ve sıkılmışlığını yersiz nefes alıp vermeleriyle belli etmeye çalışması beni memnun etmemiş; hatta daha da delirtmişti. Nasıl bu nazik tavırlarına devam ettiğini anlayamıyordum.


    Merve, onun önüne geçerek kendisini duvara hapsetti. Hemen karşısında durmuş ve burun buruna sayılabilecek temasının tadını çıkarıyordu.  "Benim en favori rengim kırmızı." dedi sesini bir fısıltıya dönüştürürken. "Aşkın rengi..."


     Acaba şuan Merve, küstahça onu öpmeye kalksa ne yapardı? Onu itip yaptığına pişman edecek cesareti ve iradeyi kendinde bulabilir miydi? Erkek milleti işte dedim. Tadını çıkarmak dururken neden yapsın ki böyle bir şeyi? Hem olası bir baskında vereceği cevap da oldukça basitti. Zorla öptü!  Sonuçta kaçacak bir yer yoksa tadını çıkarmak mübah sayılırdı böylesi bir durumda. En azından çoğunun böyle düşündüğünden emindim.


     Merve, gıcık olduğu kadar güzel de bir kızdı maalesef. Etrafındaki erkeklerin ilgisine şaşırmazdım bu yüzden. Benden çekinip kaçanlar, fukara sümüğü gibi ona yapışmakta bir an bile tereddüt etmezdi. O da bu cazibesinin farkında olacak ki her fırsatta tavırlarıyla Mehmet'i etkilemeye çalışmaktan geri durmuyordu.


     Mehmet, bu yakınlığa daha fazla dayanamayarak keskin bir dönüşle kendini ondan uzaklaştırdı. Öfkelendiğini tahmin edebiliyordum. Orada bu durumdan haz alan sadece iki kişi vardı. Merve ve Nuri...  Olanları keyifle takip etmekten geri durmayan Nuri, çarpık çurpuk olan sarı dişlerini göstererek sesli olarak gülmeye başladı. İş için geldiği bu kalabalık, sıkıcı yerde;  üçgen bir aşkın hipotenüsü olmak onun için oldukça enteresan bir durumdu.


     İkimizin de bu girişimler karşısında sinirleri bozulmuştu. Mehmet'in gerginliği her hâlinden hissediliyordu. Üst ön dişlerini sertçe dudaklarına bastırdı ve alaycı bir edayla, "Kırmızı duvarlar... Tabi çok yerinde bir tercihmiş gerçekten." diyerek iğreti bir bakış attı.


   Ben oturduğum yerde öfkeden kuduruyordum. Ders zili çoktan çalmıştı; fakat ne ben ne de Merve o zile kulak asıp derse girecek kafada değildik. Mehmet de bu gereksiz diyaloglardan sıkılmış olacak ki konuyu değiştirip malzemelerin nerede olduğunu sordu. Merve, "Hemen hademeyi çağırayım!"  diyerek odadan çıktı.  Nuri, şapşallaşmış bir halde bir yandan kaşıyla gözüyle Merve'yi işaret edip bir yandan da bıyık altından gülmeye devam ediyordu. "Bu kız sana hasta; bak demedi deme!" diyerek Mehmet'e benim hiç de hoşuma gitmeyecek tarzda bir meşale yakmıştı. Mehmet ise, "Sen işine baksana!" diyerek onu terslemekte gecikmedi.


    Gözleri tekrar bulunduğum masaya odaklandı. Bana doğru birkaç adım atmıştı ki Merve yine tüm büyüyü bozup soluk soluğa içeri girdi. "Hademe hastalanmış; bu gün gelmeyecekmiş."  Mehmet, ilgisizce arkasını döndü ve bilgisayarın arızalı parçalarını paketleyip getirdiği kutuya yerleştirdi. Nuri ise cebinden çıkardığı çikolatayı yemeye koyulmuş; Mehmet'i ve Merve'yi imalı imalı süzüp pişmiş kelle gibi sırıtıyordu.


    Merve, bu sessizlikten güç alarak, aynı lakayt tavırlarla boyaları getirmeleri konusunda ona yardım edebileceğini söyledi. Mehmet, bir süre daha sessiz kaldı. Sonra Nuri'ye dönüp, "Şu boyaları alalım da, işimizi bir an önce bitirelim!" dedi. Bilgisayar odasından çıkıp depoya doğru yürümeye başladılar. Nuri ise masaları geriye doğru çekip üzerini örtmeye girişti. Onların yalnız olduğunu düşündükçe kan beynime sıçrıyordu. Daha fazla dayanamadım, hızla ayağa kalkıp kapıya yöneldim. Ben çıkmak için hazırlanırken onlar da tekrar bilgisayar odasına doğru yürümeye başlamışlardı. Bakışlarımı odanın zeminine dikmiş öfkeli ve kırgın bir ifadeyle yerdeki mermerleri incelemeye koyulmuştum.


     Mehmet, olanlardan oldukça mahcup olmuştu. Gözlerini öfkeden kıpkırmızı olmuş gözlerime dikti. "Nazar Hanım demek siz..." Yüzüne söylemek istediğim onlarca söz vardı; fakat kalbim o kadar incinmişti ki bunların hiçbirini söylememe izin vermiyordu. Merve ise durumu anlamış gibi sinsi bakışlarla benim odayı terketmemi bekliyordu. Beni kıskandığını biliyordum. Bakışları ve laf sokmaları bunun en önemli deliliydi.


    Merve, imalı bir şekilde gülmeye başladı. Ona karşılık vermemiştim. Tek bir kıvılcım bile beni onu paramparça etmeye sevkedebilirdi. Benden bir hareket göremeyince üzerine hiç vazife olmadığı halde boya helkelerinin kapağını açmaya koyuldu. Mehmet, tüm öfkesini ona yöneltmemek için adeta sabrının sınırlarını zorluyordu. Bunu ters bakışlarından ve hırslı solumalarından anlamamak imkânsızdı. Beni bırakıp ona yöneldi,  Merve'nin elinden sert bir şekilde helkeyi çekip aldı.


    "Bu bizim işimiz hanımefendi, daha fazla yardım etmenize gerek yok!" Merve bozulmuştu; ama ısrarla helkenin kulpunu tutmaya devam ediyordu. Bu hareketleriyle bizi yalnız bırakmamaya yeminli gibiydi. Mehmet,  hiddetle helkenin kulpuna yapıştı ve çekiştirmeye başladı. Ellerinin  o kulpta birbirine yapıştığını görmemek imkansızdı. Bu hareketleri  sabrımı taşıran son damla oldu. Hızla helkenin diğer ucuna yapışıp vargücümle çekerek boya helkesini Merve'nin başından aşağıya boşalttım. Siyah saçları, yüzü ve okul kıyafetleri turkuaz rengi boyaya bulanmıştı. Bu haliyle tıpkı bir palyaçoya benziyordu. Yüzüm bu komik duruma rağmen asık duruşundan ve gerginliğinden hiç taviz vermedi. Nuri ise benim aksime tüm okulu inleten coşkulu bir kahkaha patlattı.


    Genç kız, hiç düşünmeden ağlayarak odayı terk etti. Mehmet alt dudaklarını ısırıp gülmemek için kendini zor tutuyordu. O çıkınca kendini toparlayıp ciddileşti. O da en az Merve kadar mahcup olmuştu. Şefkat dolu bir edayla bana baktı. Tek bir söz dahi söylemeden oradan koşar adımlarla uzaklaştım. Arkamdan, "Nazar!" diye haykırdı. Ayaklarım zemini tepelerken onun da  peşimden geldiğini farkettim. Etrafımızdaki tüm gözler bize odaklanmıştı ve maalesef okulun maskarası olmaktan kurtulamamıştık. Öğretmenler bile şaşkınlıkla olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. Bu anın hiç bitmeyeceğini düşündüm. Yarın hiçbir şey olmamış gibi o okula nasıl dönecektim?


   Nöbetçinin dur ihtarına uymaksızın can havliyle koşarak okuldan çıktım. Ayaklarım beni doğruca koruluğa götürdü. Sanırım onlarda alışmıştı benim hüzünlü sığınağıma. Mehmet,  hâlâ peşimden koşuyor; arkamdan "Dur!" diye ihtarlarda bulunuyordu. Onu asla dinlemeyecektim ve bir daha hiçbir şekilde yüzümü görmesine izin vermeyecektim. Gözlerimin önünde bir başka kızla flörtleşmek ne demek görmeliydi. Yaptıklarının karşılığını alıp, fütursuzluğunun bedelini sevgimi kaybederek ödeyecekti.


    Soluk soluğa köşe bucak kaçarken arkama bile bakmıyordum.  Mehmet ise büyük bir çeviklikle çoktan bana yetişmiş ve uzatmaları oynayan çırpınışlarımı birkaç adımda bitirmişti. Bir anda güçlü bir çift elin beni durdurup kendine çevirdiğini hissettim. Artık kaçış bitmişti ve ben gözlerimden akan yaşlara engel olamayarak en hassas hâlimle yine onun gözlerinde kaybolmuştum.


    Durmayacaktım. Bu zavallı yaşların, avcının elinde tutuk bir kuklaya dönüşmüş olan yüreğimin   beni zayıflatmasına asla izin veremezdim. Hemen kendimi toparlayıp ona okkalı bir tokat savurdum. Dudaklarım birbirine kenetlenmiş bir şekilde, kin dolu bakışlarımı onun üzerinde gezdiriyordum. Gururu incinmişti; yanaklarıysa kızgın demirle dağlanmış gibi alev alev yanıyordu sanki. Kollarıma sımsıkı yapışmış olan ellerini çözdü. Bana bir tokatla karşılık vereceğini düşünüp ani bir hareketle yüzümü ellerimin arasına alıp korumaya çalıştım. Ama o buna yeltenmemişti bile. Serbest kalınca kollarımın ne kadar sert bir şekilde tutulduğunun farkına vardım. Damarlarım her an patlayacakmış gibi zonkluyordu.


     Küskün bir çocuk gibi bana arkasını dönüp hemen önündeki ağaca yaslandı. Kollarını birbirine bağlayıp yere çömeldi. Omzu ağacın şefkatiyle hem dem olmuşken; o sanki ben yanında yokmuşum gibi umarsızca kırgın kırgın uzaklara bakıyordu. Mehmet'i böyle görünce attığım tokattan pişmanlık duymaya başladım; ama bunu ona söylemeye bile cesaretim yoktu ne yazık ki. Kayıtsızca karşısına geçip oturdum. Pişmanlığımı anlamış gibi bana hassas bir bakış attı. Yüzündeki öfkenin ve kırgınlığın biraz olsun azaldığını farkedebiliyordum.


     Dudaklarını küskünce büküp, yaralı bakışlarını üzerimde gezdirdi. Her yer sonbaharda tutunamayıp dalından kopan yapraklarla doluydu. Ve biz bu güzel manzaraya yakışamayacak kadar yaralı bir şekilde kıvranıp duruyorduk.  Bana en ufak bir şey sormasını istemiyordum. Sormak en doğal hakkıydı elbette; fakat verecek bir cevabımın olmaması bu sorgu sual hakkını elinden almam için yetiyordu ne yazık ki. Çocuksu hırçınlığımın ahkam kesmekteki mahirliği, onu sindirmem için kapı aralamakta gecikmezdi ne de olsa!


    Ne kadar da bencildim... Hiçbir şeyi olmadığım halde onu kıskanmış ve sanki hakkım varmış gibi bir de cezalandırmanın hevesine düşmüştüm. Neydim ki ben onun hayatında? Kimdim? Neyime güveniyordum onu böyle yıpratırken? Kalkıp şuan bana okkalı bir tokat patlatsa ya da ağza alınmayacak küfürler etse hakkı değil miydi? Hiçbir şeyi anlayıp dinlemeden eserekli Nazar olup çıkmıştım işte!


    Cesaretini toplayıp, yan bir bakış atarak gözlerini gözlerime dikti. "Neden o kızın üzerine boya helkesini boşalttın?"  Yüzündeki o imalı gülüşü farketmiştim; gururu elden bırakmaksızın cevap verdim. "Çünkü ondan hoşlanmıyorum."


    "Sadece bu yüzden mi?"  diyerek hilal kaşlarını kırış kırış olmuş alnına doğru kaldırdı. Severdim küstahlaşmayı ve bu konuda herkesle ölümüne kapışmaktan çekinmezdim. "Tabiki!" Hıh diyip küçümseyen gözlerle ona üstten üstten baktım. Kızmasını beklerken aksi gibi dudakları heyecanla aralandı ve bebeksi dişleri pırıldamaya başladı yeniden. "Yoksa seninle ilgisi olduğuna dair bir fikre mi kapıldın?" diyerek içimdeki son cephaneyi de patlatırcasına meydan okudum.


    "Ben öyle bir şey demedim; bunu sen söyledin!" dedi istifini bozmadan. Benim gibi rol yapmıyordu; her şeyiyle gerçekti o. Tepkileri gerçek, bakışları, duruşu hiç olmadığı kadar duruydu yanımda. Kendini güçlü göstermeye çalışmıyordu.  Yada hırçınlaşarak zayıflığını inkar etmiyordu benim gibi. Üzülecekse üzülüyordu. Gözleri dolacaksa doluyordu. Yok ben erkeğim ağlamam! diyerek omurgasız beylik sözlerin arkasına sığınmıyordu mesela.


     "Sen ve hayallerin... Komiksiniz(!)" dedim aşağılamamın dozacını arttırarak. Küskün küskün bakmıyordu artık. Tam tersine sevimli bir mutluluk dalgası tüm yüzüne yayılmıştı ve tebessümüyle bende küçük ukdeler bırakıyordu. "Senin kadar değil!" diye ekledi imalı bir şekilde. Canım iyice sıkılmaya başlamıştı. Neyim oluyordu sanki? Sevgilim, eşim, nişanlım... Hiçbir şeyim değildi. Zorlama bir tabirle de olsa en fazla arkadaşım diyebilirdim ona. Bu sahiplenişe ben de anlam veremiyordum; ama yanında başka bir kızın olması ihtimali bile beni delirtmeye yetiyordu. Sessizlikten sıkılmıştı, yüzüme bakıp yine o şiirin kıtalarından okumaya başladı.


"Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa,


Henüz dinlemedin benden türküler,


Benim aşkım uymaz öyle her saza,


En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.


Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa."


    Başımı kaldırıp tekrar yüzüne baktım. Biraz önceki ıssızlığının yerini çoktan bir sevinç dalgası almıştı. "Mona Rosa!" diye sayıkladım. Biliyordum bu bir aşk itirafından başka bir şey değildi; ama beni ona yakınlaşmaktan alıkoyan bu karanlık duygulara neden engel olamıyordum? Evet, seviyordum! Peki neden yaklaşamıyordum? Biraz düşününce bunun asıl sebebinin çocukluk travmalarım olduğunu anladım. Onun babamlaşmasından korkuyordum.


    Baba sevgisi görmemiş, itilmiş, kakılmış kızların en korkunç canavarı babasıdır. Evimizi düşündüm. Akşamları ne kadar da sessiz olurdu bizim ev... Kimse konuşmaz, gülmez, eğlenmez... Sanki hep bir yitiğin acısını yaşardı yüreklerimiz. Babam akşamları bir elinde tesbih, bir elinde ince belli çay bardağı o hiç bitmek bilmeyen spor programlarını, futbol maçlarını izlerdi. Karne günü büyük bir hevesle karnemi anneme gösterirdim, ama babam aynı ilgisiz tavırla karnemi sormayı aklının ucundan dahi geçirmezdi. Babamın o günün karne günü olduğunu bildiğini bile zannetmiyordum doğrusu. Ne zordu sevgisiz ama sevgiye susamış bir insan olarak yaşamak.


    Tekrar konuşmaya başlayınca tüm düşüncelerimden sıyrılıp yeniden ona odaklandım. Susmalıydı... Susmalıydı işte! Hakkı yoktu beni serkeş, deli bir rüzgara teslim etmeye. Ve ben asla onu sevmeyecektim yanacağımı bile bile.


"Zambaklar en ıssız yerlerde açar.


Ve vardır her vahşi çiçekte gurur


Bir mumun ardında bekleyen rüzgar


Işıksız ruhumu sallar da durur.


Zambaklar en ıssız yerlerde açar."


   Ne kadar da güzel okuyordu şiiri. Duyduğum en güzel sözleri, en güzel gözlere sahip insandan dinliyordum ve utançtan kızaran yüzümü ona çevirmeye bile cesaret edemiyordum. Cesaretimi toplayıp tekrar gözlerine odaklandım ve o gözlerde gördüğüm tek şey aşk ve sadakatti.


"Eğer bu gün seni okulda görebilseydim; sana bir şey vermek istiyordum."


"Nedir o?" dedim kayıtsızlığımı korumaya çalışarak.


      Cebinden bir kutu çıkardı. Kutuyu titreyen ellerine aldırış etmeksizin büyük bir özenle açtı. İçinde birkaç gül yaprağıyla birlikte kalp şeklinde çok özel bir kolye vardı. Bir kenarı küçük taşlarla bezenmiş olan kolyenin  içinde bulunan beyaz bir gül tomurcuğu dallarıyla kalbin uç kısmına kadar zerafetle iniyordu. Heyecanla gülümsedi ve kolyeyi beğenip beğenmediğimi sordu. Öyle çok beğenmiştim ki hayatımda aldığım hiçbir hediye bundan daha manidar olamazdı. Hüzünlü bir tebessümle, "Çok güzel!" dedim.


    "Bunu görünce bir tek sana yakışacağını düşündüm. Benden sana bir hatıra olarak kalmasını istiyorum."  İçimde tarifsiz bir burukluk oluştu. "Üzgünüm..."  diye fısıldadım. "Bunu ne yazık ki kabul edemem!"  Kırgınlığı her hâlinden okunuyordu.  "Lütfen!" dedi. "Lütfen al!" Yeniden kasvetli, asi maskemi yüzüme geçirmiş ve bu anın beni esir almaması için kalbime sık dikişler atmaya başlamıştım. Duyarsız görünmeye çalışıyordum. Duyarsız ve soğuk...


     "Prensib gereği erkeklerden hediye kabul etmiyorum." diye ekledim. Daha fazla yüzünü görmeye dayanamıyordum. Öyle incinmişti ki dudakları küskün bir çocuk gibi titriyordu. Utana sıkıla arkamı dönüp, kayıtsız görünmeye çalışarak yürümeye başladım. Arkamdan duyabileceğim bir ses tonuyla sözlerine devam etti:


"Artık inan bana muhacir kızı


Dinle ve kabul et itirafımı


Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı


Alev alev sardı her tarafımı


Artık inan bana muhacir kızı!"


       Bu son dizeler kalbime büyük bir ateş düşürmüştü. Öyle ki duygularımı dizginlemek konusunda tenim ruhumla savaşıyor; bu mücadele ise beni darmadağın etmeye yetiyordu. "Seni seviyorum Nazar!" dedi yüreğinin kilitli kapılarını açarken. "Sensiz bir hayatı düşünmeye dahi tahammül edemiyorum. Bizim birlikte bir şansımız olamaz mı?"


    Ona söyleyecek tek sözüm dahi yoktu. Kalbime hücum eden binlerce duyguyu kavramaya çalışıyor, kendi içimde kan revan içinde bir savaş veriyordum sanki. Aslında ruhumdan akıp giden binlerce dize vardı; fakat dilim umuzsuzluğun zincirlerine pelesenk olmuş çaresizce çırpınıp duruyordu. "Ben yapamam!"  diye fısıldadım. "Okumam gerekiyor, hayallerim var." Yüzümü ona döndüğümde umutsuzluğun esaretine düşen masum yüzü gölgelendi. "Eğitimine engel olmak istediğimi de nerden çıkardın?"


  "Lise biter bitmez üniversite için başka bir şehre gitmem gerekecek. İş sahibi olduğumda annemi ve kardeşimi de alıp orada yeni bir hayat kuracağım."


  "Seninle gelmemi teklif dahi etmediğine göre, benim senin hayatında bir yerim yok; öyle mi?"


  "Hayat şartlarını biliyorum Mehmet. Sana ihtiyacı olan bir annen ve küçük bir kardeşin var. Hâl böyleyken seni peşimden nasıl sürüklerim. Sen buraya aitsin."


     Gözlerinin derinliklerine baktım. İçimdeki o bitmek tükenmek bilmeyen hüznü görmesini istiyordum.  "Ben sana aitim. Seninle her yerde ve her koşulda yaşamaya hazırım. Bana güven Nazar, ne ailemi ne de seni bırakmam. Sana söz veriyorum, kimsenin üzülmediği mutlu bir hayatımız olacak." Hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğim bu hayale o kadar çok inanmak istiyordum ki.  "Tekrar soruyorum. Benimle bu yolda yürümeye var mısın?"


      Zihnim kumarhane masalarındaki iskambil kağıtları gibiydi. Darmadağın oluşumu daha ne kadar gizleyebilirdim ki? Gözlerine baktım. Gözleri vereceğim cevabı hasretle bekliyor; tek sözümü amansızca dudaklarımda kolaçan ediyordu. "Evet!" dedim.  "Sonsuza kadar evet!"


     Artık mutluluktan havalara uçuyordu. Belimden kavrayıp dakikalarca döndürdü. Bu kadar büyük bir sevinç görmeyi ummuyordum. Olmuştu işte! Bir çırpıda gururumun zincirlerinden kurtulmuş ve ilk defa aklımın değil kalbimin sesini dinlemiştim. Biraz sonra  şaşkın ikazlarıma daha fazla direnmeyip beni sakin olmaya çalışarak yere bıraktı. Kolyeyi boynuma özenle taktığında artık aramızda çok özel bir bağ olduğunu umutla kabul ediyordum. Herkese diken olmakta tereddüt etmeyen zorba gururum ona gülbahçeleri vadetmekten geri durmayacaktı. Sözüm sözdü ne de olsa... Başkası mümkün olamazdı.


     Artık kolye de ben de ait olduğumuz yerdeydik. Benim yanım onun yanıydı. Onun yanıysa içimdeki berrak duyguların soluklandığı ve yorgunluğumun dindiği  esaslı bir gölgelikti benim için. Bizim ne kadar da güzel bir hikâyemiz olmuştu. Sıcacık, samimiyetle, umut dolu... Bu bizim masalımızdı! Acaba sonsuza dek mutlu yaşayabilecek miydik! Gelecek kaygılarımı onun varlığıyla biraz olsun dizginleyebilmiştim. Artık yapayalnız değildim, güvenli bir limana demir atmış ufuktaki güzellikleri düşlüyordum.


***


               


                   Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️


Loading...
0%