@syildiz_koc
|
Medya : Şanışer &Eda baba (Bütün Ümitleri Almışlar) Masallar gerçekten ötedir; bize ejderhaların var olduğunu anlattıkları için değil, ejderhaların bile yenilebileceğini anlattığı için. GİLBERT KEİTH CHESTERTON
Bu büyük odada esaretin her bir demini umutsuzca yaşamaya mecbur edilmiştim. Cesaretim yine başıma bela olmuştu. Mervan... Ne çok öfkeliydim ona! Beni evden çıkarmadığı gibi şimdi de onursuzca odamda alıkoyuyordu. Saatteki tik tok sesleri bile beynimin içinde çınlıyor; sanki geçen her dakika başıma balyoz gibi iniyordu. Kapıya defalarca vurdum, beni bu dipsiz kuyudan çıkarsızlar diye; fakat kimse ne sesimi duydu ne de derdimden anladı. Boğuluyordum sanki! Yastıkları her yere fırlatıp yatağı darmadağın ettim. "Çıkarın beni!" diye bağırıp elime ne geçerse duvarlara fırlatıyor; kırılmadık ayna, parçalanmadık eşya bırakmıyordum. Sonunda hâlsiz düşüp bir köşeye sindim. Başımı kollarımın arasına alıp içli içli ağlamaya başladım. Öyle çaresiz ve zavallıydım ki hâlimi düşündükçe acı ve öfke tüm benliğime yayılıyor; beni iyice çileden çıkarıyordu. Nasıl olmuştu da Raziye Hanım odama gelip beni türlü hakaretleriyle duvardan duvara vurmamıştı; bir türlü anlam veremiyordum. Belli ki Mervan dediğini yapmıştı. Onu bize karşı uyarmış; tabiri yerindeyse kulaklarını çekmişti. Yoksa bunca taşkınlığa susmaz, hırsla odaya girer ve beni dövmekten beter ederdi. Tüm günümü umutsuzca o bir haftanın dolacağını ve bir gün bu cehennemden kurtulacağımı düşünerek geçirdim. 2 gün kalmıştı. Kâbus gibi geçecek 2 gün... Diz çöküp kıvrıldığım yerden tüm gün kalkmamış; bana getirdikleri hiçbir yemeğe elimi bile sürmemiştim. Ne açlık umurumdaydı ne de hastalık... Akşama doğru kapı açıldı. Kimin geldiğini tahmin etmek hiç de zor değildi. Başımı çevirip bir kez bile yüzüne bakmadım. Issız, sakin bir deniz gibiydim. Umursamazlık ve keder gözlerimden okunuyordu. Yavaş yavaş yanıma doğru yürümeye başladı. Ayakkabılarının sesi içimdeki huzursuzluğu körüklüyor; yürürken bastığı kırık cam ve porselenler ruhumu yırtan tiz sesler çıkarıyordu. Hemen karşıma geçip diz çökerek oturdu. Bir süre darmadağın olmuş odayı ve perişan bekleyişimi seyretti. Gözlerine bakmıyordum. Bacaklarımı, karnıma çekmiş bana olan bakışlarını görmezden geliyordum. Acıyan gözlerle bakmasına tahammül edemiyordum. Beni böyle tükenmiş görmekten hiç de hoşnut olmamıştı belli ki. "Ortalığı savaş alanına çevirmişsin!" dedi yılgın bir tavırla. Ona cevap vermedim. Küskün tavırlarıma alışkındı. Büyük öfke nöbetlerimin kaçınılmaz sonu hep böyle olurdu nedense? "Yaralandın mı? Bir yerini incitmedin umarım!" Gözlerimi bir noktaya dikmiş, dikkatimi bir an olsun oradan ayırmıyordum. "Yemek de yememişsin! Açlıktan ölmeyi mi planlıyorsun?" Başımı dizlerime gömüp sessiz sedasız, içli içli ağlamaya başladım. Güçlü durmaya çalışmaktan ne kadar da çok yorulmuştum böyle! Durup nefeslenmeye, acılarımın denizinden huzur limanlarına demir atmaya ihtiyacım vardı. Ağladığımı fark ettiğini biliyordum. Yanıma yaklaştı. Saçlarımı parmak uçlarıyla incitmeksizin okşamaya başladı. Artık ondan nefret dahi edemeyecek kadar güçsüzdüm. Ne zaman görecekti perişanlığımı ve yıkılmışlığımı? Beyaz elbisemin örttüğü yıpranmış dizlerime küçük buseler kondurdu. Kendi kör kuyularından benim baharsı tazeliğime sığınmıştı yine. Biraz sakinleşince başımı geriye bırakıp duvara yasladım. "Beni seviyor musun?" O an bu soruyu hiç beklemediğini biliyordum. Cevabını bildiğim bir soruydu. "Sevmesem bu koca sevda ve nefret yükünü omuzlarımda taşıyabilir miydim?" Eline aldığı camı hırsla sıktı. "Seni sevmek kor bir ateşi yana yana avucumda tutmak gibi. Aşkını ummaksa, kelebeğin ölümsüzlük rüyasına benziyor." Onun aşk anlayışına anlam veremiyordum. Sevmeyi sahip olmak, kontrol altında tutmak olarak görüyordu; sevilmeyi ise koşulsuz itaat... "Neden zarar veriyorsun? Beni de bu evdeki cesetlere dönüştürdüğünü görmüyor musun?" Başını yalanlar gibi salladı. "Beni buna sen mecbur ettin! Uyum sağlamamak için direniyorsun. Sözlerimi dinlemiyorsun. Başına buyruk, asi tavırlarınla beni zorba bir adam olmak zorunda bırakıyorsun!" "Böyle biri olduğumu ve seninle evlenmek istemediğimi çok iyi biliyordun!" "Aklımın bu malayani bilgisi gönlümün sevda perdelerini yırtmaya yetmedi. Seni sana rağmen sevmekten, beklemekten vazgeçemedim." Gözlerine baktım. Oradaki çaresizliği görebiliyordum. Onu ilk gördüğüm günden beri beni hırs yaptığını, aramızdaki bu tuhaf düelloyu kazanmak için evlenmek istediğini düşünüyordum. Beni bu eve getirip kölesi yapmıştı. Bu odanın içinde onun süs bebeği gibiydim. İstediği kıyafetleri giyiyor; izin vermediğinde odadan bir adım dahi dışarı atamıyordum. Tüm gün evde ne yaptığımı, kimle görüştüğümü biliyordu. Beni uzaktan kumandayla kontrol altına almıştı sanki. O gün silahı kafama dayadığımda esarette olanın sadece ben olmadığımı anlamıştım. Ben görünüşte onun kölesiydim; ama o da duygusal olarak bana ve aşkıma köle olmuştu. Ölümle burun buruna geldiğim o an gözlerindeki o tarifsiz korkuya anbean hayretle şahitlik etmiştim. Titreyen dudakları ve korkudan kıpkırmızı olan yüzü rol sayılamayacak kadar gerçekti. Kendisine doğrulttuğumda ölümden çekinmemiş; ama söz konusu ben olduğumda yüreğinin tutuşmasını engelleyememişti. Onu defalarca odamdan ve yatağımdan kovmuştum; o ise her seferinde sevda dilenerek kapıma bıkmaksızın yeniden gelmişti. Ne yaparsam yapayım benden vazgeçemiyor, küstahlığıma ceza olarak beni toprak altına gömemiyordu. Onun esareti benimkinden çok daha çaresizdi ve belki de ölene kadar onu bana tutsak edecekti. Ayağa kalktım ve yavaş yavaş yürümeye başladım. Yerinden kımıldamadan öylece bekliyordu. Aniden midemin kasıldığını, başımın döndüğünü hissettim. Hiçbir şey söylemeden kendimi odamdaki banyoya attım. Bir şey yemediğim halde midem parçalanırcasına kasılıp, bulanıyordu. Bendeki bu tuhaflığı fark edip yanıma geldi. Yüzüm bembeyaz olmuştu. Tenimin ılık ılık terlediğini hissedebiliyordum. Gözlerimin önüne gelen saçlarımı zarifçe geriye itip, "Neyin var?" diye sordu. "Bilmiyorum!" dedim kayıtsızca. "Bir haftadır sürekli böyle! Bulantılar yüzünden hiçbir şey yiyemiyorum." Yüzündeki o umut dolu ifadeden benimle aynı şeyi düşündüğünü anlayabiliyordum. Bu asla olamazdı. Kullandığım o haplar böyle bir şeye asla müsaade etmezdi. Etmemeliydi! Beni yavaşça koltuğa yaklaştırdı ve oturmam için kollarıyla destek oldu. Şimdi kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Ellerimi avuçlarının arasına aldı. "İyi olacaksın!" Halsizdim, ona cevap vermeye bile gücüm yoktu. İyi hissetmek denilen şeyin benden ne kadar uzak olduğunu anlamıyordu. Makbule Hanım, en sevdiğim yemeklerle dolu bir tepsiyle yanıma geldi. Mervan, biraz daha ılımlı olmaya çalışarak tepsiyi önüme çekip hazırlanan yemekleri yememi istedi. Midem düğümlenmiş gibiydi. İçimdeki o korku lokmaları yutmama engel oluyordu. Bedenimde ummadığım bir hayatın filizlenmesi şu ortamda ve durumda en son isteyeceğim şeydi. Onun karışık işlerle uğraştığını biliyordum. O belgelerin ne anlama geldiği alenen ortadaydı. Onlarla ne derece bir ilişkisi olduğunu bilmiyordum; ama bu işlerin içinde olduğu açıktı. Böyle birinin çocuğunu taşıma ihtimalim beni içten içe öldürüyordu. Mervan, sabırsızlıkla odanın içinde dolaşmaya başladı. Sadece basit bir mide üşütmesi olduğuna inanmak istiyordum. Onu buna inandırmak için de ardı ardına pek çok sebep sıraladım durdum yemek müddetince. O ise buna inanmamakta direniyor; sözlerimi dikkate almıyordu. "Üşüttüm, biliyorum. Boşuna bu telaşın!" dediğimde hışımla odadan çıktı. Birkaç dakika sonra sağlık malzemeleriyle geri döndü. Koltuğa yaklaşıp hemen sağ tarafa oturdu. Ne yapmak istediğini anlamıştım. Kan örneği alıp test edecek; böylece hamile olup olmadığıma dair şüphelerini gidermiş olacaktı. "Kolunu uzat! Sorununun ne olduğunu anlamamız gerek!" dedi sakinliğini korumaya çalışarak. Kolumu uzattım. Eldiveni özenle ellerine geçirdi. Turnikeyi koluma sabitleyip antiseptikle bölgeyi zarifçe temizledi. Küçük tırnak darbeleriyle damarımı belirginleştirip; incitmeksizin iğne ucunu damara yerleştirdi. Vakumlu tüplerle örnekleri aldı. Kan beni oldukça rahatsız etmişti; fakat o işini bu kadar profesyonel yaparken korktuğumu asla belli edemezdim. Dilan'ın endişeli sesiyle ikimiz de irkildik. Nefes nefese içeri girdi. Gözleri heyecandan kan çanağına dönmüş; dudakları koşturmaktan kupkuru olmuştu. Mervan, ayağa kalkıp ne olup bittiğini sordu. Genç kız korku dolu gözlerle, "Gülnaz Hanım! O iyi değil. Hastaneye gitmesi lâzım!" diye sayıkladı. Mervan, hızla yerinden doğruldu. Koşar adımlarla Gülnaz'ın odasına geçti. O gün, o odada olanlar gözlerimin önüne geldiğinde yüreğimin deli gibi çarpmasına engel olamadım. Yoksa! Hayır buna inanmak istemiyordum. Cezama rağmen odadan çıkmakta tereddüt etmedim. Yanlarına geldiğimde onu muayene ettiğini fark ettim. Hiç iyi görünmüyordu. Gözleri mosmor olmuş, dudakları ise kuru yapraklar gibi cansızlaşmıştı. Mervan, telaşla, "Arabayı hazırlayın!" diye bağırdı. Onu kucaklayıp, merdivenleri dikkatlice inmeye başladı. Evde eli kolu bağlı oturmaya hiç niyetim yoktu. Dış kapıya kadar peşlerinden geldim. Onu hemen önüne gelen siyah araca soğukkanlılıkla yerleştirdiğinde arabaya binmek için bir adım attım; fakat kolumdan tutup önüme geçti. Ben öfkeli bir şekilde solurken beni, "Sen burada kalacaksın!" diyerek tersledi. Kendisiyle hastaneye gelmemi istemiyordu. Böyle bir durumda bile kurallarına körü körüne bağlıydı. "Gelmek istiyorum!" diye direttim. "Sana odadan çıkmayacaksın demiştim. Dicle'nin desteğine ihtiyacı var; onu da alıp odana dön! Tek bir sorun dahi duymak istemiyorum." Konuşmama fırsat vermeden arabaya binip, "Sür!" emrini verdi. Onun için endişeleniyordum. Arkama döndüğümde odaya gitmem için pusuda bekleyen 2 iri adam olduğunu gördüm. Emri uygulamam için bakışlarıyla beni zorluyorlardı. Böyle bir zamanda sorun çıkarmak istemiyordum. Mervan haklıydı... Dicle'nin bana ihtiyacı vardı. Merdivenleri çıkıp Gülnaz'ın odasına gittim. Raziye Hanım'ın söylenmelerini, bağırtılarını duymak şu an en son isteyeceğim şeydi. Şimdi düşündüğüm tek kişi Dicle'ydi. Olaylardan ne kadar etkilendiğini tahmin edebiliyordum. Odaya girdiğimde küçük kız ortalarda görünmüyordu. Tam kapıdan çıkacakken zayıf ağlama sesleri kulaklarımı yokladı. Yavaş yavaş sesin geldiği tarafa yöneldim. Örtüyü kaldırdığımda Dicle'nin yatağın altında gözyaşları içinde korkuyla saklandığını gördüm. "Korkma!" dedim şefkatimi hissettirerek. "Ben yanındayım! Seni bırakmayacağım!" Oradan çıkması için elimi uzattım. Küçücük elleriyle çekingen bir şekilde bana tutundu. Annesine rağmen beni sevdiğini ve bana çok güvendiğini biliyordum. Bakışlarından ve ürkekliğinden annesine karşı suçluluk duyduğunu anlayabiliyordum. Çocuksu, masum kalbi bu suçluluk duygusunun altında çaresiz serzenişlerde bulunuyordu. Ellerini tutup kapımı bekleyen adamlara aldırış etmeksizin onu odama götürdüm. Neyse ki oda Makbule Hanım ve Dilan sayesinde yeniden eski hâline getirilmiş; o harabe formatından kurtulmuştu. Artık yalnızdık. Yanaklarına yapışmış siyah saçlarını zarif dokunuşlarla geriye ittim. Yatağımın üzerinde dizlerime uzanmış kırgın kırgın soluyordu. "Benim yüzümden oldu!" diye sayıkladı. Gözlerinden dökülen yaşlar içime işlemişti. Yüzünü kendime çevirip, "Hayır! Sen masumsun!" diye fısıldadım. Onu teselli etmek ve karşı karşıya kaldığı o korkunç manzarayı bir çırpıda zihninden silip atmak istiyordum. "Ama bana..." Elimle ona sus işareti yaptım. "Senin suçun değildi. Hem dur bakalım. Belki de korktuğumuz gibi bir şey yoktur!" Onu rahatlatmaya çalışmam netice vermiş ve artık biraz olsun sakinleşmeye başlamıştı. Yüzünün sükûneti gözümden kaçmadı. Makbule Hanım'dan onun için kurabiye ve meyve suyu getirmesini istedim. Portakallı kurabiyeleri çok seviyordu ve şu durumda ona moral vereceğinden hiç şüphem yoktu. O iştahla kurabiyeleri yerken ben de bu evdeki tek gerçek şeye; onun çocuksu masumiyetine bakıp huzurla iç çektim. Ayşe'yi ne kadar da çok özlemiştim. Dicle'nin varlığı ve sevgisi içimdeki hasreti bir nebze de olsa dindiriyordu. Ona sarılıp saçlarını okşamaya başladım. Kollarımda kendini güvende hissediyordu. Benim babamın şerrinden anneme sığındığım gibi o da korkularından ve suçluluklarından bana sığınıyordu. Uykuya dalmak üzereyken biraz kıpırdanıp, "Bana masal anlatır mısın?" diye sordu. Böyle bir isteği hiç beklemiyordum. Evet manasında gözümü kırpıp şefkatle gülümsedim. Ona, büyük bir ilgiyle masalı anlatmaya koyuldum. Ben masalı anlatırken birkaç gün önce yaşadığı şoku unutmuş, siyah gözleri huzur ve uyku mahmurluğuyla kapanıp gitmişti. Henüz uyumadığını farkındaydım. "Bu masalın adı ne?" "Güzel ve Çirkin" "Neyi anlatıyor?" "Babası tarafından çirkin bir canavara verilen güzel, iyi kalpli bir kızı anlatıyor." Dicle masaldan hoşlanmıştı. Ben tane tane okurken, "Ne kadar da kötü bir canavarmış. Kızı yanında kalmaya mecbur etmiş." diye kızmaktan kendini alamadı. Buruk bir şekilde gülümsedim. Canavarı Mervan'a benzetmekten kendimi alamıyordum. "Masalın sonunda kız canavardan kurtulup yeniden ailesine kavuşabilecek mi?" Gülümsedim. "Bilmem, okuyup görelim." Konuyu dağıtmadan okumaya devam ettim. Canavarın Güzel'e evlenme teklif etmesiyle aralarındaki ilişki farklı bir boyuta taşınır. Güzel, canavarın evlenme teklifini kabul etmez. Canavar da onu daha fazla zorlamaz. Bir süre daha birlikte o şatoda yaşamaya devam ederler. Günler su gibi akıp giderken Güzel, babasının hastalandığı haberini alır. Onu ziyaret etmek için canavardan izin ister; canavar da bir hafta içinde gelmesi koşuluyla bu ziyarete müsaade eder. Sözünde durmayıp gelmemesi hâlinde kendisinin öleceğini Güzel'e önceden bildirir. Kız sözünde durmaz ve ikinci haftanın sonunda vicdan azabına dayanamayıp geri döner. Canavarı bahçede yatarken görünce öldüğünü sanır ve ona olan bağlılığının farkına varır. Kendisine yaptığı evlenme teklifini kabul ettiğinde aralarındaki aşkın büyüsüyle canavar, yakışıklı bir prense dönüşür. Prens, kötü bir cadının kendisine büyü yaptığını, gerçek aşkı bulduğundaysa büyünün bozulduğunu Güzel'e anlatır. Evlenip, birlikte sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Gözlerinin ışıl ışıl parladığını fark etmiştim. "Ne güzel!" diye heyecanla fısıldadı. "Canavar, göründüğü kadar da kötü değilmiş. Belki de canavar böyle biri olmak istememiştir. Belki de o korkunç cadı karşısına çıkmasaydı, hep bir prens olarak kalırdı." Zihnim düşüncelerin düğümlerine teslim olmuş, yüreğim sessizce ona kulak veriyordu. Anlık bir ürperti içimi sardı. Mervan'ın sözlerinin zihnimde yankılanmasına engel olamıyordum. "Karşılaşmamız tesadüf değildi. Bilmediğimiz gizli bir amaca hizmet ediyor beraberliğimiz. Allah, seni eksik yönlerimi tamamlamak için gönderdi?" "Güçlü Mervan Hanzade... Para babası, yakışıklı... Senin eksik yönlerin de mi var?" "Var. Merhamet ve sevgi... Sen içimde eksik olan bu iki parçayı ruhuma kazandıracaksın! Bana yıllar sonra bir kalbim olduğunu hatırlattın. Senden önce, titremeyen, korkmayan, özlemeyen bir et parçasıydı o!" Aklım allak bullak olmuştu. Masaldaki canavarın yüzü çirkindi, Mervan'ın ise kalbi. Yüzdeki çirkinlik görmezden gelinebilirdi; peki ya kalpteki? O eşsiz yüze karşılık, kalbinin karanlığını görmezden gelebilir miydim? Dicle'ye baktım. Masal dinlemeyi çok seviyordu. Anlatımımı beğenmişti ve gözleri uykunun son demlerine tutunuyordu. "Hep yanımda ol, ne olur! Yanında kendimi çok mutlu hissediyorum." Ona sarılıp uzun zamandır hissetmediğim bir mutlulukla uykuya teslim oldum. Annesi gibi hissetmiyordum; ama bu duygu da annelik kadar özel ve değerliydi. Keşke her kalp onunki gibi temiz ve masum olabilseydi. *** Kuş cıvıltıları, beni içinde bulunduğum derin uykudan hoş sedalar bırakarak uyandırdı. Gözlerimi güneşin parlaklığından rahatsız olmuş bir halde zorla açtım. Bahar havasından mıdır bilinmez, bedenimde bir uyuşukluk ve belli belirsiz bir yorgunluk vardı. Yüzümü sola çevirdiğimde Mervan'ın hüzünlü yüzüyle ve kırgın gözleriyle karşılaştım. Ne kadar zamandır bizi izlediğini bilmiyordum. Çok üzgün görünüyordu. Bakışlarından bizim bu tatlı samimiyetimizden hoşlandığını anlayabiliyordum. Yarım bir tebessümle, "Çok güzel görünüyorsunuz!" diye fısıldadı. "Ne kadar zamandır buradasın!" Elini şakaklarına dayayıp, "Oldu bir yarım saat." dedi kayıtsızca. "Gülnaz'dan bir haber var mı?" Başını hüzünle salladı. "Gülnaz iyi... 2 gün hastanede kalması gerekiyor." Esas soruyu sormaya bir türlü cesaret edemiyordum. Sonunda derin bir nefes alıp o can alıcı noktayı sorularımla açtım. "Peki ya bebek nasıl?" Gözleri dolu dolu olmuştu. Hüznünü belli etmemeye çalışıyordu. Zayıf duygularını bey kisvesine yakıştıramıyor olmalıydı. "O öldü! Yaşamıyor artık!" diyerek kırgın gözlerini gözlerimde dinlendirdi. "Üzgünüm!" Onu nasıl teselli edeceğimi bilmiyordum. Zaten teselli etme işini oldum olası beceremezdim. "Günler önce ölmüş zaten! Sadece biz anlamamışız. Eğer biraz daha anlamasaydık Gülnaz'ı da kaybedecektik!" Söyleyecek tek bir söz dahi bulamıyordum. Sağlıklı bir hamilelik geçirmişti. Olanların en yakın tanığı olarak bebeğin ölüm sebebini tahmin etmek hiç de zor değildi. "Neden ölmüş, belli mi?" "Sert bir darbe almış." Tüm kanımın bedenimden çekildiğini hissettim. "Bu evde hiçbir şeye el atmaz; sakin sakin otururdu. Nasıl darbe alabilir? Aldıysa bile bunu bize söyleyebilirdi; gereken neyse yapardık! Neden saklasın?" Söylemek istediğim sözler boğazımda düğümleniyordu. Olanları öğrendiğinde Gülnaz'a neler yapacağını düşünmek dahi istemiyordum. Konuşmalarımız Dicle'yi de uyandırmıştı. Babasını gördüğünde nasıl huzurlu ve mutlu olduğunu büyük, parlak gözbebeklerinden anlayabiliyordum. Hızla doğrulup kendini babasının kollarına attı. Yaramaz, sevimli tavırlarıyla Mervan'ı güldürmeyi başarmıştı.
Onun bu hâli babamın öfkeyle bakan, hiddetli yüzünü getirdi gözümün önüne. Ben hiç babama böyle sarılmamış; yanaklarını sıkıp, öpmemiştim. Onunla oyunlar oynamamış; dizlerinde uyumamıştım. Üzüldüğümde elimden tutmamış, sığındığımda bağrına basmamıştı. Niye biz hiç baba-kız olamamıştık? Neydi biz de eksik olan? Mervan, öfkeli bir adamdı. Bazen odasında kasırgalar esiyor, öfke deryaları koca evi kasıp kavuruyordu. Hırslıydı... Korkmuyordu hiçbir şeyden! Şimdiyse kızının sevgi dolu dokunuşlarında kadife bir atlas olmuş; gözlerimin maviliğinde başka bir hülyanın tatlı sarhoşluğunu yaşıyordu. Bir insanın kaç yüzü olurdu? Dicle'ye kardeşini kaybettiğini söylemedi. Belki de şimdilik doğru olan da buydu. Bugün ev oldukça ıssızdı. Raziye Hanım, Kadir Bey'in isteği üzerine Gülnaz'ın yanına gitmişti. Kadir Bey, ise olaylardan hemen sonra seyahate çıkmış ve malikâneyi Mervan'a emanet etmişti. Kahvaltımızı yapıp salonda oturmaya başladık. Mervan, oldukça yorgun görünüyordu. Uzun süre ayakta kalamayıp odama geçti. Tüm gece gözünü kırpmadığı her halinden belli oluyordu. Dicle oyun oynarken ben de kitabıma gömülüp zihnimi dağıtmak istedim. Ne yazık ki aklım hâlâ Gülnaz'daydı. Onu düşünmekten kurtulamıyordum. Ne olacaktı şimdi? Sırrımız bir şekilde açığa çıkarsa diye ödüm kopuyordu. Onu ve yaptıklarını gizleyerek iyi mi yapıyordum? Oturmaktan sıkılıp mutfağa geçtim. O korkunç manzarayı unutmak istiyordum. Saatlerdir düşünmekten aklımı kaçırma seviyesine gelmiştim ve ne yazık ki bu durumun bize en ufak bir katkısı olmamıştı. Ben mutfağa geçince Dicle de merakla peşimden geldi. Gül tatlısı yapmak için kolları sıvadım. Bu Ayşe'nin en sevdiği tatlıydı. Onu hatırlamak yüreğimi biraz olsun rahatlatacaktı. Düşünebildiğim en hassas noktamdı Ayşe. Başka bakardı benim kardeşim. Samimiyeti ve sıcacık duruşu onu dünyadaki en eşsiz manzaraya dönüştürürdü. Dicle, tatlı yapacağımı duyunca mutluluktan havalara uçtu. Birlikte malzemeleri karıştırıp tatlı hamuru yaptık. O dinlenirken zevkle gül yapraklarını dallarından ayıkladım. Onu mutlu görmek bana kendimi iyi hissettirmişti. Birlikte tatlıyı şekillendirmeye giriştik. Ona nasıl yapacağını dikkatli bir şekilde öğretiyor, yamuk yumuk şekillere sahip hamurunu çocuksu bir hayranlıkla takip ediyordum. Dicle'nin "Baba!" diye küçük bir çığlık atması tüm dikkatimi dağıttı. Mervan'ı bizi keyifle izlerken görmek ister istemez elimi ayağımı birbirine dolaştırmıştı. Gülerek yanıma geldi. Onu görmezden gelmeye çalıştım. Dicle'nin beni kendisine karşı yumuşattığını düşünmesini istemiyordum. "Bu tatlılar ne kadar da güzel böyle!" deyip keyifle ikimizi süzmeye başladı. Onu umursamadan un kutusunu alıp yanından uzaklaşmaya çalıştım. "Hay aksi!" Kahkaha sesleri yeniden dikkatimi ona çevirmişti. "Komik olan ne? Bir kap dolusu unun yere dökülmesinden neden bu kadar zevk aldın, merak ettim doğrusu." Dudaklarını imalı imalı kıvırdı. "Beni görünce elin ayağın birbirine dolaşıyor. Ayaklarını yerden kesiyor olmalıyım!" Kaşımı kaldırıp, "Umurumda değilsin!" dedim kaygısızlığımı haykırırcasına. Dicle'nin ortamdan uzaklaşmasını fırsat bilip yine saçma aşk oyunlarına başlamıştı. "Ben senin aşk ateşinle kavrulurken; sen de benim rüzgârıma kapılmaya başladın!" "Ne zaman hayal kurmaktan vazgeçeceksin?" Elimdeki tepsiyle fırına yöneldim. Hemen afacan oğlan çocuğu edalarıyla önüme geçti. "Neden olmasın? Benimle mutlu olmamak için hiçbir nedenin yok!" "Bu evde senin cariyen olarak yaşıyorum unuttun mu? Beni ailemle tehdit edip zorla aldın. Öğretmen olma hayallerimi yıktın! 18 yaşında kendimi hiç hazır hissetmediğim halde bu evin gelini, senin karın oldum. Pardon ikinci karın! Bana senden nefret etmemem için bir neden söyle!" Yüzünün mutlulukla aydınlandığını fark edebiliyordum. Simsiyah gözlerini yeniden gözlerime hapsetti. Yanıma yaklaştı. Elleriyle yüzüme dokunup, "Doğacak çocuğunun babasıyım!" diye fısıldadı. Sözleri karşısında neye uğradığımı şaşırmıştım. Bir süre ne yapacağımı bilemeyerek öylece donup kaldım. Ellerini yüzümden indirip yerde, etrafa saçılmış bir hâlde duran un kalıntılarına yöneldim. "Yalan söylüyorsun! Yalan söylüyorsun! Yalan! Yalan!" Sayıklamalarımı hayretle takip ediyor; kendisinden bekleyemeyeceğim kadar sabırlı davranıyordu. Onu görecek hâlim kalmamıştı. Tüm unu kaba doldurmak için uğraşıyor, yaşadığım şokun etkisiyle tir tir titriyordum. Yanıma diz çöküp, una bulanmış ellerimi umutla tuttu. "Yalan yok! Hamilesin! Bebeğimiz olacak!" Ellerimi hızla çektim ve "Olamam! Hayır!" diye bağırdım. Onu umursamaksızın yerdeki unlarla cebelleştim bir süre. "Bu mümkün değil! Olamaz!" Yalanlamalarım canını sıkmıştı. Yeniden yüzümü incitmeksizin avuçlarının arasına aldı. Gözleri, çakır gözlerime kitlenmiş bir hâlde beni soluksuz bırakıyordu. "Bebeğimiz olacak! Bundan daha gerçek ne olabilir?" "Bu olamaz!" Söyleyecek tek bir söz dahi bulamıyordum. Cebindeki kâğıdı çıkarıp bana uzattı. "İşte rapor burada. Oku! Oku hadi! Ne yazıyormuş söyle bana!" Titreyen ellerimle kâğıdı kararsız bir şekilde aldım. Sonuç pozitifti. Hamileydim! Bu nasıl olabilirdi? O ilaçları bir kez bile aksatmadığım halde nasıl hamile kalabilirdim? Gözlerimden dökülen yaşlara engel olamadım. "Bu olmaz!" diyerek kederle yüzüne baktım. Kesik kesik aldığım nefeslerden ciğerlerim yorgun düşmüştü sanki. Tüm bedenimle birlikte sesim de titriyordu. Efkârlı, derin bir nefes aldı. Yine o egolu kendinden emin tavrına bürünmüştü. "O doğum kontrol haplarını fark etmeyeceğimi mi sanıyordun?" Hayretler içinde yüzüne bakakalmıştım. Sözlerinin yakıcılığını artırıp, tutsak hakikatini ruhuma üfledi. "Evet biliyordum o ilaçları kullandığını. Başka türlü muhtemel bir hamileliği engelleyemezdin. Hapları kendisine birebir benzeyen başka haplarla değiştirdim. Üreme kolaylaştırıcı haplar... O hapları kullanmak konusunda o kadar istekliydin ki; aralarındaki farkı anlayamadın bile!" Gözyaşlarım, gözpınarlarımın esaretinden kurtulurken dudaklarım en acı gerçeğimi inkara kalkıştı. "Bunu yapmış olamazsın!" "Neden? Sana seninle bir aile olmak istediğimi söylemiştim. Beni umursamadan başına buyruk davrandın! Sevdiğim kadından çocuk sahibi olmak istemem suç mu?" Gözlerimden delicesine boşalan yaşlara aldırmadan üzerine yürüdüm. Göğsüne indirdiğim sert darbeleri omuzlarımdan tutarak engelledi. "Nasıl yaparsın? Nasıl?" Elime geçen bir düzine tabağı elimin tersiyle savurup, paramparça ettim. Sırtımı tezgâha yasladığımda tüm yaşananların bir kâbus olmasını diledim. "Beni buna mecbur ettin!" Kendisine bağırıp tepki göstermem onu kızdırmıştı. Biraz önceki çekişmenin yerini sert bir tartışma almıştı. Suratına okkalı bir tokat patlatmak için elimi kaldırdığımda beni bileklerimden yakalayıp, tezgâha sıkıştırdı. "Nazar, yeter!" Hıçkırıklarım tüm evde yankılanıyordu. "Henüz 18 yaşındayım. Ne evliliğe ne de anne olmaya hazır değilim. Kendimi bu eve ve sana ait hissetmiyorum!'' "Artık ne hissettiğinin bir önemi yok! Sen istesen de istemesen de bu eve ve bana aitsin! Karnında çocuğumu taşıyorsun!" Dizlerimin bağı çözülmüştü. Yakıcı sözlerine, yıkılmışlığıma rağmen devam etti. "Onu gözün gibi koruyacaksın! Sakın zarar vermeyi aklının ucundan bile geçirme. Kaçmak, göçmek yok artık! Şunu iyice anla: Nereye gidersen git, peşindeyim. Yerin dibine de girsen bulurum seni. O zaman şu beğenmediğin hayatı mumla arasın!" "Beni tehdit mi ediyorsun? Dinle o zaman! Tehditlerin zerre kadar umurumda değil! Korkmuyorum senden!" Çenemi tutup kendine çekti. Keskin gözleri savaşmaktan yorulmuş ruhumu yaralamaktan vazgeçmiyordu. Beni tezgâhtan çekip tenine bastırdı. Sağ elini, boynumda incitmeksizin dolaştırdı. "Seni uyarıyorum! Beni karşına alma Nazar! Gerekirse bütün dünyayı karşına al; ama beni sakın alma!" Fısıltı halinde, ürpertici bir ses tonuyla konuşuyordu. Parmak uçlarıyla boğazıma küçük bir baskı yaptı. Yüzümün acıyla kasılmasına engel olamadım. "Seni incitmek istemiyorum! Beni zorlama!" Göz pınarlarımdan süzülen yaşlara, çaresizlikle titreyen dudaklarıma aldırmadan boğazımın incinen yerine küçük bir buse kondurdu. Bana acı veriyor; sonra da aynı acıyı şefkatle tamir etmeye çalışıyordu. Bu sadist adamın ne aşkı gerçek bir aşk deniziydi yüreğimde, ne de nefreti zulmünün kor karanlığından öteye gidiyordu benliğimde. Hem yıpratıyordu hem de delicesine koruyordu. Hem acı veriyordu hem de mutlu etmek için çırpınıp duruyordu. Ne zaman kanat gereceği ne zaman ezip yok edeceği tam anlamıyla bir muammaydı. Ve ben bu muammanın içinde âraftaki bir divane gibi rüzgârın benden tarafa eseceği zamanı bekliyordum. "Sen de beni seviyorsun! Neden bu inkâr? Bu kaçma arzularının asıl sebebi bu. Benim gibi zor ve küstah bir adamı seviyor olmak zoruna gidiyor! Bana bağlanmadan, daha fazla tutunmadan kaçıp gitmek istiyorsun. Kalbini ateşe verip, seni kendime karıştırmamdan korkuyorsun! Ellerin beni iterken gözlerin aşka çağırıyor! Neden kendi gönlüne bu kadar yabancısın?" Onu itip hırsla odama doğru yürümeye başladım. Şimdi istediğim tek şey tüm bu kabuslardan kaçmak; geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış ruhumun hüzünlü nâmelerini esefle dinlemekti. Sözleri umurumda bile değildi. Zalimliğiyle beni susturmaya çalışıyordu. Ne yaparsam yapayım bana çizmeye çalıştığı kadere engel olamıyordum. Allah beni onunla ne çok imtihan etmişti böyle! Karnıma endişeyle dokundum. Ne kadar da şansız bir çocuktu. Kendi bedenine bile sahip olamamış zavallı bir annesi; sadist, kibirli bir babası vardı. Bu evde ailesinin kendisine biçtiği rolü yaşayacak ve bu yüksek duvarların arasında benim gibi ömrünü heba edecekti. Ne yazık ki bebeğim de aramızdaki bu savaşın kurbanı olacaktı. Artık Mervan, asla peşimi bırakmazdı. Ne yapmalıydım? Nasıl bir çıkış bulabilirdim bundan sonra? Kimden yardım isteyebilirdim? Onun çocuğunu taşıdığımı bilmek içimde tarifi imkânsız bir korkunun filizlenmesine sebep oldu. Nasıl yapabilmiştim bu hatayı? Beni göz göre göre kandırmasına nasıl müsaade etmiştim? Elimi karnıma götürdüğümde amansız bir hıçkırık dudaklarımı yokladı. Gözyaşlarım yanaklarımdan göğsüme kadar akmış değdiği yerlerde serin ürpertiler oluşturmuştu. "Mervan..." dedim. "Mervan Hanzâde... Daha kaç kez beni ecelin kollarında uyutacaksın? Daha kaç kez gerçeğimizi kör tutkunun kuyusunda boğacaksın? Kimsin sen?" *** Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🔥 |
0% |