@syildiz_koc
|
Medya: Simge (prens ve prenses) Aşk görmekten çok özlemeyi sever. Dokunmaktan çok düşlemeyi... Ve aşk öyle haindir ki; Nerde imkânsız varsa gider onu sever. ÖZDEMİR ASAF Gözlerimi açtığımda güneş çoktan doğmuştu. Elimi yatağın diğer tarafında gezdirdim. Yoktu! Çoktan kalkmış olmalıydı. Zaten pek uyumayı sevmezdi o. Aynı yastığa baş koyduğumuzda bile sessiz sedasız beni seyrederdi. Gözlerinden okunurdu mecruh duyguları. Kanatırcasına benliği benle hemdem olmaya alışmıştı belli ki. Uzaktan zayıf bir ezgiyi dinler gibiydi beni dinlerken. Tutkulu, yorgun, hercai... Tetikteydi hep. Silahı yastığın hemen ucunda. Ulaşabileceği en yakın ve korunaklı yerde dururdu. Bir an olsun ayırmazdı yanından. Güz yaprakları gibi kurumuş olan yüreği sanki her an ölümle amansız bir güreşe tutuşmuştu. Alışıyordum galiba... Onunla aynı yatağı paylaşmaya, bana dokunmasına, sabah uyandığımda ilk onun yüzünü görmeye... Her şeye... İnsan ne garip varlıktı değil mi? Ölürüm de yapmam dediği pek çok şeye başında esen kavak yellerine rağmen fütursuzca alışıyordu. Sanki zihnimiz labirentlerin karmaşasına ve vadilerin ıssızlığına mahkummuş gibi önüne gelen tüm hatıraları birer birer köstekleyip, kalbimize nakşediyordu. Bense bu hâlimden hiç olmadığım kadar yorgundum. Doğrulmak istedim. Başım dönüyordu. Besbelli dün gecenin emareleri tüm bedenimde kendini hissettirmeye çoktan başlamıştı. Midemin guruldadığını hissettim. Kalkmak zorundaydım. Karnımı tutup, yavaşça doğruldum. Üzerime kendimi yormadan salaş bir elbise geçirip, aynanın karşısına geçtim. Boş gözlerle kendimi seyrederken tarağı, incitmeksizin saçlarımda gezdirdim. Gözaltlarım çökmüştü ve yüzüm git gide tükenişlerimin matemli tablosu hâline geliyordu. Güçlü durmalıydım. Mervan'ın karşısına geceki bitik hâlimle değil; o özgüvenli, cesur duruşumla çıkmalıydım. Dünkü isteklerimi yinelemek istiyordum üzeri örtülmeden. İnatçıydım, baş edemezdi benimle. Annemin dediği gibi sarı keçinin tekiydim işte. Tuttuğumu koparana kadar vazgeçmeyecektim. Makyajımın son rötuşlarını tamamlayıp, sakin bir şekilde aşağıya indim. En sevdiğini düşündüğüm elbisemi giymiştim. Bugün ılık bir şekilde yaklaşacak ve istediğimi alana kadar asla yılmayacaktım. Kahvaltı masasında çoktan yerini almıştı. Beni görünce anlık bir bakış attı. Güzelliğimden ve zarafetimden etkilendiğini fark edebiliyordum. Elindeki gazeteyi katlayıp yanına koydu. Dudakları zevkle burkuldu. Yanaklarındaki gamzeler, aydınlanan yüzünde arsız kavisler oluştururken, gözlerimin derinliklerine cesurca sessiz ilmekler attı. "Nasıl oldun? Daha iyi misin?" Nasıl olduğumu ve nasıl olamadığımı çok iyi biliyordu. Dünkü o zavallı hâlimden utanıyordum. Onun karşısında güçlü durmaya çalışmaktan hâlsiz düşmüş ruhum, esaret zincirlerini parçalamak için onun dengesiz gururuyla amansız bir düelloya tutuşmuş gibiydi. İçimdeki öfkeyi dizginlemeye çalışarak, "Bana neyin iyi geleceğini çok iyi biliyorsun!" dedim imalı imalı. Konuşmaya başlamanın tam sırasıydı. Masada bizden başka kimse yoktu. Raziye Hanım ve Gülnaz teşrif etmemişti. Kadir Bey'in gelmesi için tüm masanın tamamlanması gerektiğini çok iyi biliyordum ve onu sıkıştırmak için bu ideal zamanı asla geri tepemezdim. Sessizlik uzamıştı ve cevap bekleyen bakışlarımı gözlerinden bir an olsun ayırmıyordum. "Seni oraya götürdüğümde neler olabileceğini tahmin edebiliyorum." Kayıtsızlığın gölgelediği gözleri, elindeki çay fincanına odaklandı. Aldığı yudumdan sonra dilini kalın sayılabilecek dudaklarında gezdirdi. Tekrar bana baktığında yüzüm öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. "En son dışarı çıkmak istediğinde başına silah dayamıştın! Nerdeyse beni vuracaktın ya da kendini!" dedi belleğimi çivili sözleriyle tazelerken ve devam etti. "Sana güvenemiyorum!" Beni öyle çaresiz bırakmıştı ki... Sonunda silahı başıma dayamaktan başka bir yol bulamamıştım bu cenazeler evinde. Kaçmak için çırpınmalarımı bir suç gibi göstererek kendi zalimliklerini örtmeye çalıştığını nefret ederek görmezden geldim. Onu yaramazlık yapmayacağıma dair ikna etmeliydim. Sakin ve olgun görünmeye çalışarak, "Bir şey yapmayacağım! Söz veriyorum!'' diye fısıldadım. İkna olmuş gibi durmuyordu. Ellerine dokundum. Yüzünün kızgın bir demirle dağlanmışçasına kızardığını hissedebiliyordum. Ellerine zorlama olmaksızın ilk dokunuşumdu. Bu durum onu şaşırttığı kadar heyecanlandırmıştı da. Tereddüt ediyordu. Ellerimi ilgiyle okşadı. "Onlar gelsin! Koca malikâne. Odalarını hazırlarız. İstedikleri kadar kalırlar." İstediğimi yine alamamıştım. Elimi hırsla çektim. "Olanlardan sonra buraya gelmeyeceklerini çok iyi biliyorsun" Sesim oldukça yüksek çıkmıştı. O sırada bize servis yapmakla meşgul olan Dilan bile gayriihtiyari sendeledi. Çatalına bir zeytin saplayıp, umursamazca ağzına götürdü. Bense düğümlenmiş midemle ve peşimi hiç bırakmaya kahrolası bulantılarımla meşguldüm. Çay fincanını ağzına götürüp göz ucuyla beni süzdü. Tatmin olmadığımın o da farkındaydı. "Seni oraya gönderemem! Başımızı belaya sokabilirsin! Üstelik şimdi bir de hamilesin!" Dudaklarımı kıvırıp, yan bir gülüşle karşılık verdim. "Hamile olduğumu sen söyledin. Bu hâlimle ne yapabilirim ki?" Yüzünün kararsızlık çizgileriyle kıvrıldığını, gözlerinin çakır gözlerimden olabildiğince saklandığını görebiliyordum. "Bırak da biraz olsun huzurlu kalalım!" Çok kızgındım. Çok normal bir şey istiyordum. Ailemi görmeyi... Onları özlemiştim. Neydi bu kadar anlaşılmaz olan? Esirler bile benden daha çok hakka sahipken, neden bu adamın dudaklarını kolluyordum bir soluk umar gibi? "Bu hasrete dayanamıyorum artık, bırak gideyim!" Sesim çok zayıf çıkmıştı. O severdi karşısında itaatkâr ve yalvarır bir şekilde eğilip bükülmemi. Zihnimin düğümleri ve dudaklarımın prangaları yine çözülecekti şüphesiz. Hoş! Onları istesemde çok uzun süre zapt edemiyordum ne yazık ki. Karakterim isyan ederek dilimi ve yüreğimi kırbaçlıyor; benliğim şahlanarak yeniden asi, bedbaht, yaralı Nazar olmaya devam ediyordu. Değişmek kolay olmuyordu. Mervan'ın hastalıklı kontrol anlayışı; ev halkının sıkıcı, töreli tavırları, beni bir yere kadar durdurabiliyordu elbette. "Oraya gitmeyi bu kadar çok mu istiyorsun?" dedi son yudumlarını alırken. Hiç düşünmeden, "Evet!" diye haykırdım. Sesimin yüksek çıkmasını engelleyememiştim. Biraz duraksadı. Yüzündeki kıvrımlardan kendisini zorlayacak bir söz vermekten çekindiğini anlayabiliyordum. Sabırla kararını vereceği o anı beklemeye koyuldum. En sonunda, "Tamam!'' dedi "Birlikte gidelim o halde!" Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. "Benimle mi geleceksin?" "Elbette! Neden olmasın?" Çok ciddiydi. Boşa kurşun sıkmazdı Mervan. Bu sözler beni endişelendirmek için söylenmiş sözler olamayacak kadar açıktı. Yüzünde yeniden alaycı bir ifade oluşmaya başladı. Ne zaman benimle uğraşmak istese bu ifade bir pandomim sanatçısıymışçasına yüzüne yapışır, beni öfkeden deli ederdi. Kızaran yüzümü bıyık altından gülerek izledi. "Muhterem kayınvalidemi ve kayınpederimi ziyaret etmemek olmaz! Bir de eniştem var tabii. Son görüşmelerimiz pek iyi olmamıştı." Aynı sahte, vakarlı tavrıyla devam etti. "Hem Dicle'de hava almış olur. Çocuk çok bunaldı olanlardan." Yüzündeki o imalı gülüş ve bakışlarındaki kararlılık tüm şimşek bulutlarını üzerime düşürdü. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam? Yaşanan onca kötü şeyden sonra nasıl gidecekti o kapıya? Bu nasıl bir arsızlıktı böyle? Neler planladığını anlamıyordum. "Elbette bir şartım daha var!" diye ekledi. Merakla gözlerine baktım. Gözlerim heyecanımı ele veriyordu hadsizce. "Ne istiyorsun?" Ürkekliğimi anlamıştı. Oraya delicesine gitmek istediğimi biliyordu ve bu isteğimi bir karşılık beklemeden asla yapmazdı. Mervan'dı bu... O nefessiz koyduğu her an bana çetrefilli bir çıkış gösterir, sonra da o çıkışı kendi dikenleriyle bambaşka bir çıkmaza sürüklerdi. Kedi fare oyunumuz böylece onun için eşsiz bir keyfe dönüşürdü ve ben de bir çıkmazdan başka bir çıkmaza savrulur dururdum. Yüzümün kızarmasına engel olamıyordum. Ne vardı her utandığımda ve heyecanlandığımda tutukluğumu ele verecek? "Merak etme! Çok zor bir şey değil!" Normal davranmaya çalışıyordum. Tabağımı yemek yiyormuş gibi karıştırdım. Sadece bu konuyla meşgul olduğumu düşünmesini istemiyordum. Ona karşı sızdırdığım her zayıf yönüm keşkelerin gölgesinde yüzüme her an bir tokat gibi çarpabilirdi. "Senin bir portreni daha yapmak istiyorum. Ama bu sefer canlı." Heyecanını ve arzusunu gizlemeyerek gözlerini kıstı ve tam da çayımı yudumlarken duyduklarım kursağımı acıtan bir düğümle kasıldı. Ben öksürük tufanına tutulurken keyifli yüzü ve otoriter bakışları yeniden bedenimi yalayıp geçti. "Hemen karşımda benim seçtiğim bir kıyafeti giyip poz vereceksin. Birlikte güzel bir sanat eserine imza atacağız." Bu isteğine anlam verememiştim. "Bu da nerden çıktı şimdi?" Sayıklamalarım umurunda bile değildi. Zaferine odaklanmış bir halde, "Aşkımızın ölümsüzleşmesini istemiyor musun?" dedi dalga geçer gibi. Kızgınlığım bir kat daha artmıştı şimdi ve sabrımın son limanına doğru yelken açmaya başlamıştım. Ne aşkından bahsediyordu bu adam? Ortada bir aşk yoktu ki. Yaşadığım şey esaretten başka ne olabilirdi? Peki uğradığım tüm bu duygusal şiddet... "Buna gerek yok!" dedim öfkeyle dudaklarımı birbirine bastırırken. "Hem ben anlamam öyle şeylerden." Yalan söylüyordum. Sanatı çok severdim. Hem de her türlüsünü... Ama bu adamın çapkın bakışlarının altında poz verme eziyetine bedenimi maruz bırakmak istemiyordum. Benden daha fazla şey almamalıydı Mervan. Sudaki aksimi ve hatta peşimden hiç ayrılmayan o karanlık gölgemi bile esirgeyecek kadar çok nefret ediyordum ondan. Sesimdeki umursamazlığın hevesini kırmasına izin vermeyeceğini biliyordum. Tekrar gazeteyi eline aldı. "Öyle mi?" dedi kayıtsızca. Bakışlarım tabağı silip süpürürken göz ucuyla beni süzdüğünü çok iyi biliyordum. Geri adım atacağımdan o kadar emindi ki sözlerim yüzünü düşürmeyi bile becerememişti. "Demek kabul etmiyorsun! Pekâla, gitmeyelim o halde annenlere!" Sahte bir iç çekişle kestirip attı tüm umutlarımı. Kaşını kaldırıp, dalga geçer gibi kızarmış yüzümü yokladı. Çok keyif alıyordu bu hâlimden. Küçük, varoş karısını yenik görmek gibi yersiz tutkuları vardı Mervan'ın. Ben kenar mahalle dilberiyken, o bir Beydi ne de olsa (!) Beni bir kukla gibi oynatarak egosunu tatmin ediyor; zayıf düşürerek beylik tahtını omuzlarımda yükseltiyordu. Tuhaf bir adamdı benim despot kocam. Sağı solu hiç belli olmazdı. Sessizlik uzadıkça korkularım arttı. Şartından vazgeçmeyecekti. Yeniden, "Gitmek istiyorum!'' diye direttim. "Şartlarımı kabul etmezsen olmaz!'' İnadını çok iyi biliyordum. Dediğini yaptıracaktı. "Tamam!" Geri adım atmamdan hoşlanmıştı. Çaresizliğim yabancı olduğu bir durum değildi nasılsa. Bakışlarındaki memnuniyet, her an masayı kafasına geçirecek kadar delirtmişti beni. Yenilgi öfkemi tokatlayıp, yeniden koltuğunu hüzne bırakmıştı. Bekliyordu. Kabul edip beyaz bayrak sallayacağım o anı sabırla bekliyordu. Çocuksu küskünlüğüm hoşuna gitmişti. "Sen kazandın! Ne istiyorsan yapacağım.'' Zafer kazanmış bir edayla gözlerimin içine bakıp gülümsedi. Benim kızgın mimiklerim ve delici bakışlarım umurunda bile değildi. "Ben hep kazanırım çakır gözlüm. Buna alışsan iyi edersin!'' Sıkılgan bir tavırla, "Ne zaman yapacaksın tablomu?" diye sordum. Hâlimden etkilenmemiş gibi davranıyordu. "Kahvaltını yap, birazdan odaya çıkarız." Biz konuşurken ailenin diğer üyeleri de bir bir masada yerini almaya başlamıştı. Sakin ve ruhsuz bir şekilde kahvaltımızı tamamladık. Raziye Hanım, hamileliğim müddetince bana ilişmemiş, tam tersine uyumlu sayılabilecek davranışlarda bulunmaya başlamıştı. Ne hinlik düşündüğünü ise hiç bilmiyordum. Gülnaz ise oldukça mutsuz görünüyordu yine. Son olanlardan sonra yemeden içmeden kesilmiş; git gide zayıflayıp yıpranmıştı. Ona kin ya da kıskançlık duyamıyordum. Seven bir kadındı ve aşkı için mücadele ediyordu. Bir an kendimi onun yerine koydum. Mehmet'le evlenseydik ve o benim üzerime ikinci bir evlilik yapsaydı kıskançlıktan aklımı kaybederdim herhalde. Onu benden daha fazla sevmesi, bana dokunduğu gibi ona da dokunabilmesi ihtimali beni öldürürdü. Zorla birkaç lokma bir şeyler yemeye çalıştım. Gözbebeklerim istemsizce Büyük Bey'e odaklandı. Kadir Bey, her zamanki gibi sessiz ve sert bir şekilde sofrada oturuyordu. Olanlardan haberdar olmuş olmalıydı çoktan; fakat tüm yaptıklarına rağmen Gülnaz'a en ufak bir söz dahi söyleyemiyordu. Belli ki o da dünürü ve ortağıyla olan ilişkisini zora sokmaktan çekiniyordu. Dicle'nin umutsuz ve üzgün bakışlarıysa adeta içime işlemişti. Mervan haklıydı. Çok yıpratmıştı yaşananlar onu. Kendini suçlayışı, annesine olan küskün ve ürkek bakışları fark edilmeyecek gibi değildi. Gülnaz, aramızdaki anlaşmayı sezmiş gibi gözlerini üzerimizde gezdiriyor; kahvaltısını mecburî bir tavırla ederken yer yer bilgi kırıntıları arıyordu. Onu umursamadım ve her zamanki gibi görmezden geldim. Biz kaçamak bakışlarla masada paslaşırken, Mervan çoktan odasının yolunu tutmuştu. 10 dakika kadar bekleyip ben de peşinden gittim. Merdivenleri ağır ağır çıkarken heyecanımın kesik kesik solumalarıma çalım attığını hissedebiliyordum. Resmimi yapmasını hiç istemiyordum; fakat ailemi görmek için buna mecburdum. Şimdi olabildiğince soğukkanlı davranmalıydım. Ne de olsa bir deney faresi çaresizliğiyle işin sonunda ödülüm olan peynire ulaşacaktım. Odaya usulca süzüldüm. Geldiğimi fark etmişti. Oldukça büyük bir hevesle tuvalini ve boyalarını hazırlamaya koyulmuş, beni görmemiş gibi davranıyordu. Bense hissiz bir şekilde küçük anlaşmamızın sonuçlanmasını bekliyordum. Üzerinde poz vereceğim koltuğu ses çıkarmamaya çalışarak en uygun yere itti. Merakla neler yapacağını gözlemlemeye başladım. Gardırobumdan peri masallarındaki prensesleri hatırlatan beyaz bir elbise çıkardı. Büyülenmiş gibi elbiseye hayran hayran baktı. "Bunu giymeni istiyorum!'' Elbiseyi üzerime tutup aynadaki yansımamı işaret etti. Zevkli bir erkekti Mervan. Benim için yine cazibedar, güzel bir elbise tercih etmişti. Alışıktım onun tercihlerine. Bu başına buyruk tavırları hiç de yabancı olduğum türden değildi ne de olsa. Elbiseyi koltuğun üzerine gelişigüzel bıraktı. Şimdi sıra ışıkları ve perdeleri ayarlamaya gelmişti. Odamdaki pudra rengi perdeleri asil bir şekle büründürmek için epey uğraştı. Her şey mükemmel olmalıydı. Söz konusu sanat olduğunda en ufak bir hataya ya da kusura tahammülü olmadığını anlamıştım. Ruhundaki cürme ve kalbindeki zulme inat seviyordu sanatı. İnce ince işleyip kimseye göstermediği eserlerinde boğulmak başlıca hobileri arasındaydı. Mutluydu... Bana rağmen mutluydu hem de... İnadına yapıyordu sanki... Bey pozlarını bir kenara bırakıp, sanatkâr kimliğine bürünüşünü hayretle takip etmekten geri duramadım. Öyle hevesli görünüyordu ki bu mutlu duruşuna imrenmemek zihnimin kara deliklerinde imkânsız bir hâl almıştı. En son ne zaman keyifle yemek yemiştim? En son ne zaman korkusuzca banyoya girip duş almıştım? En son ne zaman severek aldığım bir elbiseyi giymiştim; bilmiyorum. Bu keyiflerden ne kadar uzak kaldığımı, hayatın tüm farklı lezzetlerine bu eve gelişimle nasıl yüz çevirdiğimi esefle düşünüyor; düşündükçe boğuluyordum. Eskiden yolunda olduğunu sandığım bir hayatım vardı. Babama, Sıdıka Hanım'a rağmen bir şekilde umutlarıma saklanmış, küçük oyunumun başrolünü üstlenmiştim. Şimdiyse Mervan'ın çekiştirerek attığı o dipsiz kuyuda kendi alevli mağaralarımda gün sayıyordum. Kendisine yöneltilmiş şüpheli gözlerimden habersizmiş gibi işine odaklanmıştı. Bakışlarımı fark ettiğini adım gibi biliyordum. Bundan ne kadar zevk aldığını söylememe gerek bile yoktu sanırım. "Dolabımdaki elbiselerimi bulamıyorum." dedim yalancıktan bir endişeyle. Bendeki de huydu işte! Cevabını bildiğim soruları sorar, yok yere kavga çıkarmayı severdim. Bana yüzünü bile dönmeden, kayıtsızca, "Dolap elbise dolu! İstemediğin kadar... Dilediğini giy!" diye karşılık verdi. Boyalarına ve tuvaline hapsolmuş gibiydi. Beyazlar içindeki odama simsiyah bir matem getirmiş, tenimi kayışlarla sıkıyordu sanki. Beni alelade bir sineği savuşturur gibi görmezden gelmesine izin vermeyecektim. "Yanımda getirdiklerim... Onlar yok!" Sesimdeki kararlılık tonunu anlamıştı. Gözlerini üzerimde gezdirdi. Otoritesini sonuna kadar hissetmemi istiyordu. "Onları kaldırdım!" Şaşkınlığım küstahlığı karşısında daha da artmıştı. "Neden?" Bunu öyle büyük bir öfkeyle söylemiştim ki ses tonunun ve bakışlarının sertliğini arttırarak olası bir çatışmayı yadırganamaz bir hâle getirdi. "Fazla kısaydılar; bazıları da dardı." Fütursuzluğu sabrımın sınırlarını zorluyordu. Ben okyanussu gözlerimi yüzünde gezdirirken, "Uzun elbise sana daha çok yakışıyor. Bu evde o şekilde giyinemezsin. Sana aldıklarımı kullan!" diyerek benliğime ve kadınlık gururuma hiç hesapta olmayan korkunç bir tekme savurdu. Artık kendimi zapt edemiyordum. İşin sonunda alacağım ödülü kaybetmek pahasına hesap sormaktan gocunmayacaktım. "Benden gizli, dolabımdaki eşyalara nasıl dokunursun?" Kasırgaları ıslıklayan feryadım, öfkesini ve tepkili gözlerini yeniden üzerime dikmişti. Yanıma yaklaştı. Artık çatışmamız kaçınılmazdı! O da cümlelerin seyrinden olası girdaplarımızın farkına varmayı bir görev gibi öğrenmişti. Ne yazık ki benim tufanıma kapılmamak gibi bir meziyete evlendikten aylar sonra bile erişememişti. "Senin kocanım!'' dedi beni inandırmak ister gibi. "Sana ve sana dair her şeye hakkım var!'' Artık kaçtığı her şeyi yüzüne vurma arzusu yeniden avuçlarımda bir serçe gibi titremeye başlamıştı. Onu kahreden sözlerimi sarf etmekten geri durmayacaktım! "Beni almasaydın Mervan Hanzade! Biliyordun nasıl olduğumu. Giyimim, kıyafetlerim, tavırlarım, karakterim senden gizli değildi. Beni kendine tutsak edeceğine arkanı dönüp gitseydin!" Zehirli oklarım hedefi tam on ikiden vurmuştu yine. Yüzü öfkeyle kasıldı. Şimdi o gözler sahipsiz bir mezarı andıran bir ölüm küresine dönüşmüştü. "Benimsin ve bu bizim en asil gerçeğimiz!" Umursamıyormuş gibi davranarak yeniden yerini aldı. Artık onun için bir gölgeden farksızdım. Yüzüme bakmadan devam etti. "O kahrolası cazibenin ve okyanus mavisi gözlerinin beni tutsak ettiği gibi başkalarını da esarete sürüklemesini istemiyorum. Karımsın... Ve ne kadar kıskanç olduğumu çok iyi biliyorsun." Tam karşısına geçip pufun üzerindeki makyaj malzemelerini hırsla yere savurdum. Beni görmesini istiyordum. Ona karşı en büyük silahım nefretimdi; böyle sırt çevirerek beni ekarte etmesine dayanamıyordum. "Kıskançlığın umurumda bile değil!" Gözlerini incecik bedenimde kırgın ve hasret dolu bir ifadeyle gezdirdi. Bu sözümden hiç hoşlanmadığını sezebiliyordum. Korkuyordum. Bu gözlerin ne zaman su ne zaman ateş olacağı hiç belli olmazdı. Ne zor bir adamdı. Onunla başa çıkamıyor oluşuma üzülemiyordum bile; çünkü tüm üzüntüler kursağıma yerleşmiş bir zakkum gibi bedenimden akıp gideceği güne vuslat özlemi duyuyordu. Sıkıntılarıma ve acizliklerime bir yenisini daha eklemek, düşünmekten bitap düşmüş zihnime ağır geliyordu. Dudakları küçümser bir edayla kıvrıldı. "Umurunda olmalı bence." dedi malzemelerin üzerindeki örtüyü savururken. "Başka biri sana göz ucuyla bile bakamaz. Bakarsa da bedelini öder! Bilirsin ben bedel ödetmeyi severim!" Üstü kapalı bana da gözdağı veriyordu. Gülmek istedi içsesim. Zaten en büyük kötülükleri yapmıştı. Daha ne yapabilirdi ki? Küçümseyerek gözlerimi gözlerinde gezdirdim. Bu hâllerimin onu ne kadar deli ettiğini çok iyi biliyordum. "Zavallı Mervan Hanzade!" Sözlerim gözlerinin siyah harelerinde bir kıvılcım çakmıştı. "Hiçbir zaman seni sevmeyecek bir kadını ne de güzel sahipleniyorsun öyle!" "Beni zorlama!'' dedi dişlerini sıkarak. "Bak kendine! Her şeyinle bendesin! Aldığın hava, içtiğin su... Her şeyinle benim iki dudağımın arasını mesken tuttun!" Yanıma yaklaştı. "Sözlerimi dinleyip, kurallarıma uyacaksın. Mutluluğumuzun önündeki tek engel senin bu tekinsiz inadın!'' "Sen ne dediğinin farkında değilsin!" Acıyan bakışlarımın onu delirteceğini çok iyi biliyordum; ama onu ezme zevkinden vazgeçemiyordum bir türlü. Ses tonum yükseldi. "Senin oyuncağın değilim! Bana dair isteklerini bu kadar küstahça açıklamak zorunda mısın? Benim isteklerimin bir önemi yok mu?'' Yine umursamazlık kisvesine bürünmüş, heyecan ve öfkeden savrulan ruhuma çeltikler atıyordu. "Her neyse!" dedi kontrolü eline alırken. "Daha açıklamalarım bitmedi. Bahçede çok fazla dolaşmanı istemiyorum. Hem iç hem dış bahçe, evi koruyan adamlarımla dolu. Çevrende bu kadar erkeğin olmasından rahatsız oluyorum. Bu yüzden göz önünde olmaman en iyisi. '' Konuyu daha fazla uzatmak ve bana tanınmış bu ikramı asiliğim yüzünden kaybetmek istemiyordum. Konu elbet kapanmamıştı. Hesabı sorulmak üzere yeniden gündeme gelecekti şüphesiz; ama şimdi sessizlik en doğru tutum olacaktı. Hissiz bakışlarını gözlerimden ayırmadan elbiseyi bana uzattı. Hırsla çekiştirerek aldım. Zafer kazandığını hissettiren ruh hâli içimdeki kin hendeklerini tutarsızca alevlendirmişti. Yeniden bana sırtını dönmüş ve boyalarına odaklanmıştı. Bunu fırsat bilip bir çırpıda kıyafeti üzerime geçirdim. Bana hazırladığı koltuğa sakince oturdum. Tuvalin üstünden kaşını kaldırıp beni dikkatle süzdü. Elbiseyi bana ne kadar yakıştırdığını bu mesafeden bile anlayabiliyordum. Yüzündeki o zarif kıvrımlar hayranlıkla kırışmaya ve önüne düşen perçemi, kesik solumalarıyla titremeye başladı. Yanıma yaklaşıp savarowski taşları olan, dişli bir tokayı saçlarıma usulca iliştirdi. Çekmeceden çıkardığı aynalı tarakla kalın, sarı saçlarıma hoş bir ahenk verdi. Önümdeki iki uzun perçemi kıvırarak alnımda birleştirdi. Saçlarıma olan dokunuşları ister istemez titrememe ve heyecanlanmama sebep olmuştu. Verdiği ahengi bozmadan, uzun düz saçlarımı sağ yanımda buluşturdu. Dökümlü salaş elbisemi açıp koltuğa yayarak çekici bir görüntü elde etmişti. Benim için seçtiği elbise parlak, kaliteli bir kumaştan yapılmıştı. Volanlı uzun kollarıyla masallar diyarından gelmiş gibiydim. Duruşumu özenle düzeltip yeniden tuvalinin başına geçti. Bedenimin her bir detayını ince ince süzerek resmimi yapmaya koyulmuştu. Karşısında bıraktığı gibi, adeta bir barbie bebek edasıyla öylece kaskatı duruyordum. Onun oynamaya doyamadığı küçük süs bebeğiydim sanki. Hayranlık dolu bakışlarını bir an olsun ayırmıyor; her fırça darbesiyle sanki kendinden geçiyordu. Resmin onun için nasıl bir tutku olduğunu bugün daha iyi anlamıştım. Utanıyordum. Evleneli aylar olmuştu ama gözlerinden ve dokunuşlarından çekinme huyum bir türlü geçmemişti. Yanımdayken dudaklarımın titremesine, yüzümün kızarmasına bir türlü engel olamıyordum. Gözlerimi kapattım. Daha ne kadar sürecekti bu işkence? Bu adam benim bir taş bebek değil; bir insan olduğumun ne zaman farkına varacaktı? "O gün Gülnaz'a yaptıkların canavarcaydı?" Sözlerim yüzünün düşmesine, keyfinin kaçmasına sebep olmuştu. Duymazdan gelip susmayı tercih etti. Onu rahat bırakmaya hiç niyetim yoktu. "Zalimsin!" dedim. "Tıpkı babam gibisin! Öfkelenince gözün hiçbir şey görmüyor." Susuyordu. İçten içe haklılığımı kabul ettiğini biliyordum. Susmayacaktım. O sussa da kelimelerimi yutup başına buyruk hâllerine tepkisiz kalmayacaktım. "Bana prensesler gibisin demiştin! Hatırlıyor musun?" Bir an durdu. Sözlerimin sonunun nereye varacağını merak ediyordu belli ki. "Ne yazık! Sen hiçbir zaman bir prens olma zevkini tadamayacaksın. Masum prensesi kuleye hapseden kara şovalye olmaktan asla kurtulamayacaksın!'' Yüzünün öfkeden kızardığını, gözlerinin çakmak çakmak olup nasıl gazap kıvılcımları çıkardığını zevkle izliyordum. Pek severdim canımı yakanların canını yakmayı. "Sus artık Nazar! Dikkatimi dağıtıyorsun! Biraz daha konuşursan her şeye yeniden başlamak zorunda kalacağız." Kindar kindar gülümsedim. Vicdanının sesi olmaya kararlıydım. Çocuksu, alaylı tavrımı bozmadan akıttım içimdeki tüm zehri. "Zalim, kötü şovalye kendisine delicesine âşık olan cariyesini döverek herkesin içinde terbiye etti. Çünkü o kadınları hırpalamayı çok severdi. Yakmayı, yıkmayı, acıtmayı, kanatmayı çok severdi. Elleri, tırnakları kan içinde gezerdi hep. Uzun çizmelerindeki çamurlar en hassas ruhları bile kirletmeye yeterdi ne de olsa.'' "Yeter sus!" Daha büyük bir hırsla, kelimeleri hızlandırmaya çalışarak devam ettim hançerli sözlerime. "Şovalyenin 2 tane yüzü vardı: Biri ay gibi güzel, aydınlık, temiz; diğeriyse canavarsı, korkunç, zalim... Kimse bilmezdi o ikinci yüzü masum prensesin dışında. Prenses kendi içinde onun güzelliğiyle savaşırken, dışarda zalim yüzüne korkunç pençeler atıyordu herkesten gizli." "Nazaaar!" Her an her şeyi paramparça edecek kadar öfkelenmişti. Onu delirtmeyi çok seviyordum. Kızması, üzülmesi bana yaptığı onca kötülüğün kefareti gibi geliyordu. Bazen aşkıyla, bazen de nefretimle aşağılıyordum onu. "Tüm yaptıklarımı hak etti!'' Kendisini aklamaya çalışıyordu. "Şiddetin mazereti olmaz Mervan!" dedim yıkılmaya yüz tutmuş kalelerini tarumar ederken. Yanıma yaklaştı ve beni oturduğum koltukta minicik bırakacak kadar sıkıştırdı. "Çocuğumu öldürdü. Daha kötü ne yapabilir? Dicle hâlâ kabuslar görüyor, çığlık çığlığa uyanıyor uykularından. Bundan çok daha fazlasını yapmalıydım!" İşte yine başlamıştı. Suçunu Dicle'ye duyduğum sevgiyi kullanarak kadife kutularda saklamaya girişmişti hayasızca. Yanımdan uzaklaşmak için birkaç adım attı. Bırakmayacaktım yanına. Zulmünü her fırsatta hatırlatacak ve hatalarını şiddetli bir tokat gibi acımasızca yüzüne vuracaktım. Sığındığı beylik kanatlar, köhneleşmiş yüreğini korumaya yetmeyecekti bu sefer. "Ya ben yapsaydım!" Bu girişimi beklemiyordu. Afallamış yüzü hırsla kasıldı. "Ben yapsaydım Mervan!" diye kindar kindar yineledim zehirli sözlerimi. Yanıma geldi. Gözlerimin derinliklerine hassas bir şekilde baktı. Gözlerinden ne kadar çok çekindiğimi biliyordu ve her asiliğimde onları bana karşı küstahça kullanmaktan geri durmuyordu. Çenemi kendine çekti. Dudaklarımız ve burnumuz birbirine değecek kadar çok yaklaşmıştı yine. Beni kendiyle boğmaya çalışıyordu. Kaçmadım bu sefer. Ürkekliğimin haklılığımı gölgelemesine izin vermeyecektim. Sıcaklığımın ve kokumun karşısında derbeder bir sarhoşluğa kapılmıştı. Kalp atışlarını ve ılık ılık terleyişlerini hissedebiliyordum. Bana karşı zayıftı. Hem de delicesine tutkun! Artık çok daha sessiz konuşuyordu beni soluksuz koyarak. "Sen asla böyle bir şey yapmazsın!" Beni iyi tanımıştı. Yapmazdım... Asla kıymazdım yavruma. Benim tüm öfkem, zalimlere ve küspe ruhlara karşıydı. Ama bu sorumu örtüp, kilitli sandıklara hapsetmesine izin vermeyecektim. "Yaptığımı varsayalım. Bana da meydan dayağı çeker miydin? Boşamaya kalkar mıydın?" Diretmelerim yüzünde yeniden bir şimşek çaktırmıştı. "Benden yeni kurtulma planın bu mu?" "Bilmek istiyorum." Sustu. Bir iç muhasebesi yaptığından adım gibi emindim. "Başka türlü bir ceza düşünürdüm. Ama yaptığın karşılıksız kalmazdı." Gözlerini kapayıp dudaklarını hazla yanaklarıma sürdü. Şimdi yüzünü kalbime tutuşturmuş, hoş bir seda dinler gibi nefes almaktan bile imtina ederek sessizce ruhumu ruhuna bastırıyordu. Bir süre öylece bekledi. Sineme sığınmış o çocuksu ürkekliğine engel olamadım. Bu zayıflığı kendine yakıştıramamış olacak ki ani bir kararla tekrar doğruldu. Yalancıktan bir dikkatle duruşumu düzeltmek için ellerini elbisemde, saçlarımda gezdirdi. Omuzlarıma dökülen saçlarıma ahenk verirken ellerinin tenime değdiğini hissettim. Çok sert ve güçlüydüler. Babamın ellerinden bile daha güçlü. Belki onunkiler kadar büyük değillerdi; ama bedenime indiğinde balyoz gibi acıtacağından en ufak bir şüphem yoktu. "Ellerin..." dedim. "Ellerin!" Anlamamıştı. Duyarsızca avucunu, parmaklarını kontrol etti. "Bir gün onlar benim de canımı yakacak!" Hissiyatımı gizleyemiyordum artık. Acıklı bir tebessüm yüzüme yayıldı. "Yoksa silah mı tercih edersin? Doğru ya, işimi tamamen bitirmek dururken dayağa ne gerek!" Gözlerinde alışık olmadığım hüzün kırıntıları belirmişti. Dudakları suçlu ve mutsuz bir çocuk gibi kıvrılırken, sözleri benliğime sağlam tokatlar indiriyordu. "Sana olan duygularımı kullanarak canımı yakmaya çalışıyorsun. İntikam alıyorsun kendince. Anladın sensiz nefes alamadığımı. O çocuksu gözlerine kıyamadığımı anladın! Değil mi? Şimdi yorarak kalbimi lavlarla dolu bir kuyuya atıyorsun." Haklıydı. Yaptığım tam olarak bundan ibaretti. Ne yapalım dedim içimden. Ben de böyleyim! Başka bir şey yapamıyordum ona. Bu kadarcık intikam bile biraz olsun içimdeki yangınlara su, kanayan yarama merhem oluyordu. "Sen de yapmamış mıydın?" Afallamıştı. Yüzünü sinemden çekmiş, gözlerini kindar gözlerime kelepçelemişti. "Aileme duyduğum sevgiyi kullanarak bana sahip olmadın mı? Korkularımdan beslenen bir canavar değil de nesin şu hayatta?" Gözlerinde müthiş bir yorgunluk gördüğüm halde sesimin onu bir bıçak gibi kesmesine mani olamadım. Patlama noktasına geldiğinden hiç şüphem yoktu. Ellerini boynumda gezdirdi. Başını usulca göğsüne hapsedip tükenircesine "Yap!" diye fısıldadı. Sesi ölmeden önce son nefesini veren aciz bir hastayı andırıyordu. Belli ki içten içe ölen sadece ben değildim. "Durma! Al intikamını! Hırsını tamamen giderinceye kadar durma! Bu odada seninle köşe kapmaca oynamaktan yoruldum. Hayatındaki zalim kara şovalye olmaktan yoruldum." Başını kaldırıp, hâlâ kindarlığını koruma savaşı veren gözlerime baktı. Parmak uçları alevli bir çakmak gibi ateşler içinde yanan elmacık kemiklerimde dolaştı. "Aşkın olmak istiyorum." Sözleri fısıltı hâline düşmüştü yeniden. Çok kurnazdı bu adam. Biliyordu beni nasıl etkileyeceğini. Güçlü Bey pozlarıyla yapamadığını merhametimin engin denizlerine sığınarak yapmaya çalışıyordu. Susuyordum. Dilim düğümlenmiş, kalbim tüm hissiyatını kara bir matemin gölgeliğinde yitirmişti sanki. Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı. Öpmesinden delicesine korkuyordum. Onu engelleyemezdim. Benden daha iri ve güçlüydü. Kolları ve sert cüssesi rüzgâra karşı duran engin dağlar gibiydi. Bense onun sinesine hapsolmuş ürkek incir kuşlarını andırıyordum. "Köhne bir haziran gecesi başlamış olan hikâyemizin mutlu sonla bitmesini istiyorum." Yüreğim mutlu son sözüne acıklı kahkahalar atarken sözlerine devam etti. "Acıma bana! İndir ruhuma intikam balyozlarını. Senin çorak topraklarında, keşmekeş sokaklarında yalnız yürümek istemiyorum artık. Biraz nefeslenmeye ihtiyacım var sende! Beni sevmeni istiyorum! Bu kadar zor mu sana hicret?'' Sözleri boğazıma düğüm olup sıkıyordu ruhumu. Acıyor muydum ona? Asla! O bana acımamıştı. Abime acımamıştı. Hayallerime acımamıştı. "Kötü bir kalbin var Mervan Hanzade! Taş olup, kitlenmiş eski bir mezar gibisin. Dokunsam yüreğine taş kesecek tüm benliğim. Beyaz bir sayfayı andıran temiz dünyama girdin ve beni kendi karanlık, isli dünyana mahkûm ettin." Kendimi biraz olsun ondan uzaklaştırdım. Artık karanlığında kaybolmaksızın çok daha rahat ezebiliyordum onu. Kollarımdan tutum bedenimi bedenine sımsıkı yasladı. Onda kaybolmuş gibiydim. "Ben de sana mahkumum anlasana!" "Senin sevdana güvenmiyorum. Gözlerindeki ateşi görebiliyorum. O ateşin bir gün beni ve çocuklarımı yakacağından en ufak bir şüphem yok.'' "Uslu durursan hiçbir şey olmayacak.'' "Kıyamam diyemiyorsun!" "Bunları boşuna konuşuyoruz!" Ayağa kalkıp yanımdan uzaklaştı. "Neden bıraktın doktorluğu?" "Çok soru soruyorsun!'' Daha fazla konuşmak istemiyordu. Söylediklerim canını oldukça sıkmıştı. Yeniden tuvalinin başına geçti. Bakışları biraz önceki zayıf hâlinden uzak yeniden sertleşmiş; Karun'u aratmayan despot Bey imajına geri dönmüştü. Resmimin tamamlanmak üzere olduğunu sezebiliyordum. Oldukça sıkılmıştım. Aynı pozisyonda saatlerce durmak pek bana göre bir şey değildi. Sonunda kalkıp yanına gittim. Beni fark etmişti; ama işine olan konsantresini bozmadan resmine devam etti. Tablo karşısında adeta büyülenmiştim. Yaptığı en güzel resim tartışmasız buydu. Bu silah tutan ellerin böylesi bir meziyete sahip olması şaşılacak şeydi doğrusu. Gözlerimdeki en ufak bir pırıltıyı, saçlarımın esintiyle dalgalanmasını, yüz ve dudak kıvrımlarımı o kadar gerçekçi yapmıştı ki bunun bir resim değil, eşsiz bir fotoğraf olduğunu düşünmemek içten bile değildi. Elbisenin o beyaz, parlak dokusu, başımdaki toka ve boynumdaki yıldız detaylı kolye tablonun zarafetine zarafet katmış, gözlerin hayranlığını cezbediyordu. Son rötuşlarını da yapıp paletini bir kenara bıraktı. Kaşını kaldırıp simsiyah bir tülü andıran gözlerini gözlerimle buluşturdu. Oldukça özgüvenli bir tavırla, "Başarılı!" diyebildim sadece. İçimde uyanan tüm bu hayranlığı ona belli etmek istemiyordum. Kendisine hayran oluşumun o korkunç egosunu okşaması bu hayatta en son arzuladım şey olabilirdi. "Daha önceki tabloyu fotoğrafıma bakarak yaptın değil mi?" dedim imrenen bakışlarımı saklayarak. "Evet. O tablonun bendeki yeri çok ayrı. Düğünde giydiğin o bordo elbise asaletine asalet katmıştı. Bunu resmetmemek sana ve güzelliğine haksızlık olurdu." Gözlerimin önüne o gece geldi. Bana olan tutkulu bakışları saç diplerime kadar titrememe sebep oluyordu, bulunduğum o salonda korkularımı herkesten gizleyerek saatlerin geçmesini bekliyordum. Oynadığımız oyuna işaret ederek, "O gece birbirimize ait olduğumuzu anladım!" demişti. Pişmanlık... Zaman asla geriye akamayacaktı. Bazı şeyler bir kez yaşanmak zorundaydı. "Saatlerce seni seyrederdim!" dedi gözlerinin buğusunu gizlemeksizin. "Yüzüne, gözlerine bakmaya doyamazdım. Bahar çiçekleri gibi pırıl pırıldılar. İçimdeki o tarifsiz duyguları asla anlayamazsın. Seni düşünmediğim tek bir anım bile yoktu. Başımı yastığa her koyduğumda rüyalarım, zihnim seninle doluydu. Sensizlik korkusu beni dolu dizgin kabuslara iterdi. Geceleri hasretinin yangısıyla dolar taşardı içim." Gözleri, sözleri tüm zihnimi allak bullak ediyordu. Ne kadar da kırılgan bakıyordu öyle! Yalnız, anlaşılamamış, küskün... Başka bir yerde, başka koşullarda tanışmış olsaydık hayatımız nasıl olurdu kim bilir? Acaba ona âşık olabilir miydim? Hayır... Olamazdım... Biz çok farklıydık. O emretmeyi seven bencil ve kibirli bir adamdı. Bu davranışları onu sevmeme hep engel olacaktı; bunu biliyordum. Beni hep kontrol altında tutmaya çalışmasına içten içe hep öfke duyuyordum. İlk tanıştığımız o gün bile heybetinden çekinmiştim. "Küçük Hanım!" derken ki özgüveni bana kendimi zayıf hissettirmişti her nedense? O tartışmamızda bakışlarından ve davranışlarından hiç hoşlanmamıştım. Beni küçük bir çocuk gibi görmüş; öfkemi ve serzenişlerimi yaramazlık olarak algılamıştı. Hayatımı tamamen değiştirecek bir tufanı o gün yaşayacağımı nereden bilebilirdim? Hüsrandı... Yaşadıklarım tam anlamıyla bir hüsran... Hayallerimin, umutlarımın katili olmuştu. Üstelik işlediği cinayetin farkında bile değildi. Bu hayatı istemiyordum. Bu evde onun gölgede kalmış kadını olmak bana göre değildi. Kendi evimde kendi zevkime göre yemekler pişiremiyor, sorgusuz sualsiz bir şey alamıyor, izinsiz dışarı bile çıkamıyordum. Ailemi görmek gibi en tabii haklarımı kullanırken bile onun rızasını almak zorundaydım. Kendime ait bir evim yoktu. İstediğim gibi bir düzen kuramıyordum. Bir işim, arkadaşlarım, sosyal bir çevrem yoktu. Bunların yerine bolca altınım, hizmetkârlarım ve hakimiyet kurmaya meraklı despot bir kocam vardı. İlçedeki o küçük evde buradakinden çok daha mutlu olduğumu anımsadım. Beni hayata bağlayan tek şey doğacak yavrularımdı. Başka türlü dayanamıyordum bu zindana. "Kaçmayacaksın değil mi?" dedi tüketir gibi. "Sana güvendiğim için beni pişman etmeyeceksin!" "Tamam, sorun çıkarmayacağım!'' Beni tehditleriyle ve öğütleriyle yine köşeye sıkıştırmıştı. "Sana güvenmek istiyorum.'' dedi bakışlarını derbeder olmuş ruhuma indirirken. Ve ekledi, "Eğer beni buna pişman edersen bedeli çok ağır olur!'' Kızgındım... Hem de deli gibi... Susuşlarım er ya da geç yüreğine atacağımdan emin olduğum pençelerin ön senedi olmaktan öteye gitmeyecekti. "Sana kaçmayacağım dedim. Her şey istediğin gibi olacak!" Sözlerim onu biraz olsun sükûnete kavuşturmuştu. Yaklaşıp alnıma zarif bir buse kondurdu. "Her şey normale dönüyor. Bebekler evimize huzur ve mutluluk getirdi. Böyle olacağını biliyordum. Hayatımız çok güzel olacak!" Bana sımsıkı sarıldı. Yüzüm omzunun üzerinde beni bırakacağı anı bekliyordum. Gözlerim karşımda dimdik duran o boy aynasına kaydı. Yüzümle, gözlerimle karşılaştım yeniden. Bu sözlere hiç ama hiç inanmıyorlardı. Kimi kandırıyordum? Bu kadın ben miydim gerçekten? Ne olmuştu Karadeniz'in asi, deli kızına? Mervan'ın kırbaçları mıydı beni yola getiren; yoksa kaderin silleleri mi? Umutsuzluk tüm bedenimi sarmışken kimeydi bu tükenişler? *** Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. 🌹☺️🔥 |
0% |