@syildiz_koc
|
YAZAR NOTU: Merhaba değerli arkadaşlar. Bu gün Hüsran'ın ilk kitabı olan Cürmü Aşk'ı bitirdik. Paylaşımlarım elbette devam edecek. İkinci kitabımız olan Dîl-i Viran da en az ilki kadar heyecan verici. Umarım serinin tamamını seversiniz. Tavsiyem bölümleri ara vermeden okumanız yönünde. Aksi takdirde ipin ucunu kaçırabilirsiniz. İnstagramda tanıtım filmleri ve editler paylaşıyorum. Beni takip ederseniz çok mutlu olurum.Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayın. 🤗🥀 Sevgilerle, keyifli okumalar. Medya: Murteza Paşai (To Rafti) Bölüme yakıştırdığım bir parça oldu. Sözleri çok anlamlı. Günümüz Şafak vaktine az kalmıştı ve gece koyuluğunun son demlerini yaşıyordu. Siyah, gösterişli araç; taşlık, sakin bir boğaz kıyısına yaklaştı. Araç durur durmaz simsiyah, nemli gözleriyle bir adam, arabadan çıktı ve usul adımlarla suya doğru yürümeye başladı. Onun bu hâli Battal'ı endişelendirmeye başlamıştı; fakat ne yazık ki efendisine seslenmeye bir türlü cesaret edemiyordu. Mervan'ı çok iyi tanıyordu; o kesinlikle zayıf bir adam değildi. Gazabı ortalığı kasıp kavurur; tüm düşmanları bu öfkenin altında ezilmemek için sinip saklanabilecekleri bir delik arardı. Gözünü kırpmadan silahlı çatışmalara girdiğini, değer verdiği birçok insanı en ufak bir ihanetinde kurşuna dizdiğini hayretle izlemişti. Her yiğidin belini büken bir kamburu ister istemez oluyordu bu hayatta. Dünya imtihanların kol gezdiği tehlikeli bir mecraydı sonuçta. Yıkılmaktan kurtuluş yok denebilecek kadar azdı. Onun zayıf olduğu iki şey olmuştu yaşamı boyunca: Kadir Bey ve Nazar Hanım... Mervan'ın aile servetine ve itibarına gölge düşürmemek için babasına itaat ettiğini sanırdı; oysa zaman tüm bu düşüncelerini çoktan silip atmıştı. Aralarında adını bile koyamadıkları ilginç bir baba-oğul ilişkisi vardı ve bu ilişki yıllar geçtikçe anlayamayacağı kadar karışık bir hâle dönüşmüştü. Mervan, ailenin 4 oğlundan ikincisiydi. Abisi Haşim, bir karıncayı bile incitecek cesarete sahip olmayan, zayıf bir adamdı. İyi bir eğitim almaması ve silah kullanmaktaki beceriksizliği onu diğerlerinin gölgesinde bırakmaya yetiyordu. Bu yüzden ailede babasından sonra en yetkili kişi Mervan sayılıyordu herkesin nazarında. Kendisinden iki yaş küçük olan Korkut ise daha hayata ilk gözleri açtığında dünyanın şansız yüzüyle karşılaşmış, tüm ömrünü tekerlekli sandalyede başkalarına muhtaç bir şekilde geçirmişti. Kadir Bey, yürümek gibi konuşmak yetisi de zayıf olan bu sakat oğlunu insanlardan ve bağlı bulunduğu camiadan uzak tutuyor; mümkün mertebe evden dışarı bile çıkarmıyordu. Battal, bir kez Kadir Bey'in, "Bu çocuk benim günahlarımın beden bulmuş bir cezası gibi; sanki Allah onun acizliğiyle beni tokatlıyor." dediğini duymuş; o zalim adamın da kederlenebileceğine hayretle şahit olmuştu. Evin en küçük oğlu Baran Bey'di. Henüz 20 yaşında olan bu delikanlı sanat ve müzikle ilgileniyor; ailesinin kendisine biçtiği gangster rolüne girmeyi reddediyordu. O kalabalık, büyük evde kendi içine kapanır, derin yalnızlığını hiç sesini çıkarmadan yaşamaya çalışırdı. Mervan ise onun bu durumundan hiç rahatsız görünmüyordu. Battal, onun bir rakip istemediğini bildiğinden, diğerlerine göstermediği tüm ilgisini ona göstermiş, daha çocukken tarafını çoktan seçmişti. Babasıyla birlikte uzun yıllar bu ailenin hizmetinde bulunuyorlardı. Her ikisi de onların gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olmuştu. Battal, babasından az da olsa sevgi gördüğünü hatırlıyordu; fakat Mervan, en ufak bir şefkate bile hasret büyümüştü bu evde. Bir gün bahçedeki işleri bitirmiş, eve dönüyordu. Salona girdiğinde gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. Mervan, hiçbir özel gün olmadığı halde takım elbise giymiş, babasının koltuğunda saf saf etrafa bakıyordu. Kadir Bey, o koltuğa kimseyi oturtmaz; adeta koltuğu manevi bir taht olarak görürdü. Zavallı çocuk, henüz 8 yaşındaydı ve babasının ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlamıyordu. Battal, içerideki bu tuhaf gösteriyi meraklı gözlerle takip etmekten kendini alamadı. Tüm bu olanlar da neyin nesiydi böyle? Kadir Bey, emreder bir edayla, "Koltuğa otururken dizlerini birleştirme!" diye kızdı. Çocuk, oldukça şaşkın bir halde bacaklarını biraz araladı. Kadir Bey, aynı küstah tavırla devam etti. "Ellerini uşak gibi karnının üzerine koyma ve biraz dik dur!" Mervan, daha fazla azar işitmemek için duruşunu dikleştirdi ve ellerini sakince koltuğun yanlarına bıraktı. Babası, şimdi biraz olsun tatmin olmuştu. Onun memnuniyetini gören Mervan'ın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. Çocuk aklıyla babasının kendisine bir tiyatro sahnesi hazırladığını, hep heveslendiği o renkli oyun dünyasının kapılarını araladığını düşünüp, mutlu oluyordu. Kendisine yaptırılan şeylerin amacı hakkında hiçbir fikri yoktu ve uzunca bir zaman da olamayacaktı ne yazık ki. Öfkeli babanın yüzü tekrar asılmıştı. Aynı kalın ses tonuyla çocuğa yüklenmeye başladı. "Bey kısmı ciddi olur, gülümseme! Bakışların dik, kaşların çatık olsun!" Çocuk, kendisine söylenen sözlere birebir uyup daha sert ve kendinden emin bir edaya büründü. Büyük Bey, eliyle bir gel işaret yaptı. Onun işaretini alan uşak, saygı ve hürmet dolu bir ifadeyle eğilip tepsideki meyve suyunu çocuğa uzattı. Mervan, babasına kararsız bir bakış attı. Babası, onu başıyla onayladı. Mervan, meyve suyunu aldığında, "Teşekkür ederim!" diye fısıldadı. Bu sözü duyan Kadir Bey'in öfkeden yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Gözlerinden fışkıran ateş, tüm bedenini alevlerin istilasına mecbur ediyordu. Dudaklarını hırsla dişlerine geçirdi. Çocuğu kolundan tutup bir çırpıda koltuktan kaldırdı ve sarsmaya başladı. Mervan, ürkek bir kedi gibi sinip korkudan elindeki bardağı düşürmüştü. Düşen parçaların arasında tir tir titriyordu. "Ona teşekkür etmek de neyin nesi? Sen Beysin, Bey! O ise sadece bir uşak, bir hizmetkâr... Sana hizmet etmek onun görevi. Teşekkür etmeyeceksin; sen sadece emredeceksin! Eğer abin gibi yufka yürekli, zayıf bir adam olursan; bunca saygınlığı, malı, mülkü sana nasıl bırakabilirim?" Mervan kekeleyerek, "Okulda öğretmenimiz, biri bize bir şey ikram ettiğinde teşekkür etmemiz gerektiğini söylemişti." dedi. Büyük Bey'in öfkeli bakışları, daha büyük bir hersin kollarına teslim oldu. Duydukları beyninde şimşekler çakmasına sebep olmuştu ve bu hâliyle çok daha tehlikeliydi. "Okulda size ne öğretiyorlar böyle?" Birkaç adım atıp, Mervan'a biraz daha yaklaştı. "Artık benim seçtiğim hocalarla eğitimini evde tamamlayacaksın! Sıradan çocukların arasında değil! Şimdi emret ona!" Mervan, kırgın tavrını bir kenara bırakarak uşağa döndü. "Ne bekliyorsun, işini yap!" Mağrur edası Kadir Bey'i oldukça memnun etmişti. Bu çocuğa bu yaşta bile beylik ne kadar da çok yakışıyordu böyle. İçinde gizli kalmış bir asalet vardı ve bunu su yüzüne çıkarmak için ne gerekiyorsa yapacaktı. Biraz sonra küçük çocuk, tekrar koltuğun üzerinde kendine biçilen rolü emredilen şekilde yapmaya koyuldu. Acaba olmak istediği kişi gerçekten bu muydu? Kadir Bey, sertliğinden ödün vermeden onu başıyla onayladı. "Bu sefer oldu; ama bu kadarı yeterli değil." Kaşını kaldırarak çocuğa bir kalk işareti yaptı. Mervan, babasına olan korkusunu olabildiğince gizlemeye çalışıyor; ama yine de titreyen dizleri, her an ağlayacakmış gibi bükülen dudakları, içindeki sedefli korkuyu ispiyonlamaktan geri durmuyordu. Kadir Bey, oğlunun masumane gözlerine tüm hırsını eser gibi baktı. Bu bakışların Mervan'ı ne denli ürküttüğünü düşünmüyordu bile. Kendine has edasıyla oğlunun çenesini kavradı. Belli ki yine o beylik nasihatlerine başlayacak, Mervan'ın anlayamadığı pek çok öğüdü ardı ardına sıralayacaktı. "Adamlarını iyi tanıyacaksın!" dedi tespihini Mervan'ın yanaklarında gezdirirken. "Senin masanda oturmayacaklar, onlarla arkadaş gibi şakalaşmayacaksın. Otoriten bir gölge gibi sen yokken de onları takip edecek. Senden korkacaklar; deli gibi titreyecekler karşında. İşlerini maşa kullanarak halledeceksin! Kor ateşi avuçlamaya kalkarsan yanarsın! Adamların senin yerine her şeyi halledecek. Bir sözünle seve seve ölebilecek insanları yanına alacaksın! Sevgi yok; sadakât var! Maşalar kızıp elini yakacak seviyeye geldiğinde de onları atmakta tereddüt etmeyeceksin!" Mervan, donuk gözlerle babasını süzüyor; henüz ne söylemeye çalıştığını, kendisine nasıl bir görev biçtiğini idrak edemiyordu. Her zaman yaptığı gibi emme basma tulumba misali başını salladı. Kadir Bey, oğlunun yüzündeki ifadeden sözlerinin suya yazılmış bir dize gibi etkisizleştiğini anlamakta gecikmedi. Başını manidar bir şekilde salladı. "Bunun için biraz bekle. Büyüdüğünde anlattıklarımın hepsini bizzat yaşayarak öğreneceksin!" Battal, Kadir Bey'in o günkü hışımlı tavrını şimdi daha iyi anlıyordu. Haklıydı İhtiyar Kurt! Bu âlemde ayakta kalabilmek için güçlü olmak zorundaydı insan. Hatta gerekirse en yakınındakileri bile harcamaktan çekinmemeliydi. Aksi takdirde o debdebeli dar çukur kaçınılmaz olacaktı. Elbette çocukken bulunduğu şu dünyayı pembe gözlüklerle yorumlamış; fırsatını bulunca da babasını kenara çekerek, "Kadir amca, Mervan'a neden böyle davranıyor?" diye sormuştu. O da alaylı bir şekilde, "Kadir Bey, onu Beyliğe hazırlıyor! Ağaç yaşken eğilir, vaktinde Haşim Bey'i de böyle eğitseydi şu an aylak aylak gezen, korkak bir delikanlı olmazdı." diyerek efendisinin bu ipe sapa gelmez hareketlerini onayladı. Battal'ın kafası iyice karışmıştı. Masumane aklı, tüm bu sözleri mantık süzgecinden geçiremiyor, aşılanmaya çalışılan kirli dünyaya hatırı sayılır bir mana yükleyemiyordu. "Benimde mi böyle davranmam lâzım şimdi?'' diye bir soru yöneltti babasına. Babası başını "Hayır!'' babında salladı. "Sen kâhya oğlusun; o Bey oğlu. Biz emretmeyiz, onlar emreder, bizler yerine getiririz. O çocuğa Bey diyeceksin Mervan değil!" Battal, uzun zamandır bu bey-hizmetkâr meselesini fark ediyordu; fakat sınıf farklılığının dostuyla arasına böyle bir uçurum koyacağını hiç tahmin etmemişti. Ona göre bu sınıf farklılığı sadece büyüklere mahsus bir şeydi ve kendi masum dünyalarında asla bunu yer yoktu. Mervan, dostuydu; onu çok seviyordu ve sevildiğinden de en ufak bir şüphe duymuyordu. Hâl böyleyken kimin bey, kimin hizmetkâr olduğunun ne önemi vardı ki? Zaman su gibi akıp gitmişti. O masum çocuk yıllar geçtikçe serpilmiş; aklı, fikri aldığı eğitimle birlikte daha da kemale ermişti. Kadir Bey, onun en yakın takipçisi olmaktan asla vazgeçmiyordu. Mervan, büyüyüp gürbüzleştikçe babası ondan daha fazla şey bekliyor, onun en iyi şekilde yetişmesi için elinden geleni ardına koymuyordu. 10 sene içinde o zarif, ürkek çocuktan bir cengâver yaratmıştı. Belki de yarattığını sanmıştı kim bilir? Mervan, başta zorlanıp kaçsa da zamanla değişen pozisyonuna ayak uydurmuş, tam da babasının istediği gibi yeri doldurulamaz bir Bey olmuştu(!) Gündüz başka, gece başka bir hayatı yaşıyordu sanki. Hayatını babasının isteklerine adamış; bütün amacı ona eşsiz bir evlat olduğunu göstermek oluvermişti her nedense! Elbette her gidişatın bir kırılma noktası oluyordu. Mervan'ın hayatının kırılma noktası da Nazar Hanım'a âşık olduğu an başlamıştı. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı ve olmayacaktı da! Adamının seslenmesiyle geçmişin hatıralarından bir çırpıda sıyrıldı. "Efendim! Küçük Bey hiç iyi görünmüyor." Ona cevap vermedi. Sahili izleyen, darmadağın olmuş dostuna kararsız ve hüzünlü adımlarla yaklaştı. Yaklaştıkça Mervan'ın ıssız bir şekilde mırıldandığı o içli Anadolu türküsü geliyordu kulağına. Genç adam, nemli gözlerle kıyıya çarpan dalga seslerini izliyor; kimseye şikâyet etmeden bir veda türküsüyle kendi içinde acısını yaşıyordu sanki. "Erzurum çarşı Pazar, Leylim aman aman Leylim aman aman, Leylim aman aman, sarı gelin! İçinde bir kız gezer, oy nenen ölsün! Sarı gelin aman, sarı gelin aman, sarı gelin aman, suna yârim! Katlime ferman yazar, oy nenen ölsün! Sarı gelin aman, sarı gelin aman, sarı gelin aman, suna yârim!" Dudakları bir anda yeniden birbirine kenetlendi. Mervan, gerçekten yaralı olduğunda ancak böyle türküler söylerdi. Sessizliği yitikliğinin en büyük şahidiydi bu gece. Battal, mahcubiyetle, "Üzgünüm efendim!" diye sayıkladı. Mervan onun bu sözlerine en ufak bir tepki dahi vermedi. Battal, derin bir iç çekip devam etti. "Lütfen susmayın! Bunu yapmayı ben de istemezdim. Onu ne kadar çok sevdiğinizi biliyorum. Ne yaptıysam sizin için yaptım!" O şu an sadece içindeki acıyı yaşayıp sevdiğinin yasını tutmak istiyordu. Başını dizlerinin arasına gömüp içli içli ağladı. Omuzlarının sarsıntısından haykırmaya çalıştığı azabı tüm vicdanlara galebe çalıyordu. Olmuyordu işte! Akmaz denilen yaşlar durmuyor, görmezden geldiği yaralar bir bir kanayıp ruhuna akıyordu. Dışı da içi de alev alevdi şimdi. Nasıl yapabilmişti bunu? Nasıl ölümüne karar verebilmişti? Korkmuyordu ondan? Ne yapacağı ihbar umurundaydı ne babası ne de hapse girme korkusu... Onu öldürmek istemişti. Bu ilk değildi ve belli ki son da olamayacaktı. Öldürmek istemişti. Öldürmek... Ne çok dağlıyordu şimdi yüreğini. Yapmadığı şey değildi oysa; alışkındı Azrail'le kol kola gezmeye ve merhametin kanlı sinesine yüz çevirmeye. Yapamamıştı, kıyamamıştı Nazar'a. Kararlılıkla sıvanmış ruhu, o güzelliğin ve masumiyetin karşısında bir kez daha diz çökmüştü. Ölümünü arzulamıştı oysa. Olmamıştı. Avuçlarına aldığı neşter yine kendi bedenine saplanıp kalmıştı. Ne yapsa bitiremiyordu gönlündeki öldürücü zehri ve lanetli aşkının tek çaresi de yok oluştu maalesef. Yorgun gönlü, belki onun mezara ilişmesiyle sakinleyecek; iyileşmek nedir bilmeyen yaraları, bu tükenişle birlikte kapanacaktı. Suskunluk uzadıkça Battal, daha da sabırsızlanır olmuştu. "Sadakâtimden en ufak bir şüpheniz varsa cezalandırın beni! Ölüme bile razıyım!'' Mervan, "Bunu neden yaptığını biliyorum. Eğer koşullar farklı olsaydı; onun canına kim kıyarsa kıysın, sonu alevli hendeklerde yanmak olurdu. Asla canını bağışlamazdım." dedi söylediklerine kendi bile inanmazken. "Biliyorum. Artık sadece mutlu ve güvende olmanızı istiyorum." "Bende istiyorum; ama ne yazık ki mutluluk benim için sadece bir hayal olabilir. Onun olmadığı bir dünyada nasıl mutlu olabilirim? Benim karanlık yüreğimdeki unutulmuş tüm özel duygular, ilk defa onun gözlerindeki mavi atlasta hayat bulmuştu. Nazar'ın ölümüyle içimdeki o çocuksu masumiyet yeniden karanlık dehlizlere kilitlendi." "Zaman her şeyin ilacıdır. Üstesinden gelebileceğinizi biliyorum." Güçlü durmaya çalışıyordu. Her an önündeki suya kendini bırakabilir ya da Nazar gibi bir inşaatın tepesine çıkıp atlayabilirdi. Ona göre ölüm içindeki acıları bitirebilecek tek yoldu. Telefonun sesi ortamdaki hüzünlü atmosferi dağıtmıştı. Battal, izin isteyip ondan biraz uzaklaştı. Birkaç dakika sonra tekrar efendisinin yanına geldi. Mervan, ondaki değişimi hemen fark etmişti. Yüzü bembeyaz olmuş, elleri sıtma hastalığına yakalanmış gibi tir tir titriyordu. Şüpheyle, "Ne oldu?" diye sordu. Battal, sakinliğini korumaya çalışarak, "Efendim, Nazar Hanım..." Mervan, ismi duyunca heyecanla ayağa kalktı: "Ne olmuş Nazar'a?" "O efendim... O yaşıyor, ölmemiş." "Yaşıyor mu?" "Evet. Odadan çıkarken kalbi durmuştu. Bundan eminim!" Mervan, yaşadığı şokun etkisinden kurtulamıyordu. Nazar yaşıyordu; ölmemişti. Kaybetmemişti onu! "Öldüğünü kendi gözlerimle gördüm. Bu gerçek mi?" diye sordu Mervan. Battal, Mervan'ın sesindeki o umut dolu tonu görmezden geldi. "Doktorlar... Bizden sonra gelip şokla kalbi tekrar çalıştırmış olmalı! Kız hayatta! Şimdi ne olacak?" Mervan, yüzündeki tebessümü gizlemek istemiyordu. Solgun bir çiçeğin suya kavuşunca dallarına, yapraklarına nasıl can geliyorsa; Mervan'ın da bu haberi duyunca tüm bedeni sanki yeniden hayat bulmuştu. Battal, daha fazla dayanamayarak sessizliğini bozdu. "Dilerseniz hastanedeki adamımızı kullanarak onu öldürebiliriz efendim." Mervan, başını reddeder gibi salladı. Battal ısrarlarını sürdürmekten bir türlü vazgeçmiyordu. "Suikast girişimi anlaşılmış. Binanın içini de dışını da polisler sarmış. İşimiz eskisinden de zor şimdi!" Mervan'ın kararı kesindi. "Onu öldürmeyeceğiz. Bu işi başka türlü çözeceğiz!" Battal, Mervan'ın bu kararından oldukça hoşnutsuzdu; ama ona itiraz etmenin bir faydası olamayacağını da biliyordu. Bir süre sessiz kaldı. Bu durumu kabullenmekten başka çaresi var gibi görünmüyordu. Zaman ilerledikçe ortamın ıssızlığı onu boğmaya başladı. Cesaretini toplayıp Mervan'a denizi işaret etti. "Daha önce hiç Kız Kulesine gittiniz mi efendim?" diye sordu. Mervan, bu soruya anlam veremiyordu. Konuyla ne ilgisi vardı ki şimdi? Sözün nereye gideceğini merak etmişti. Kayıtsızca, "Bir kez gitmiştim." diye cevap verdi. Battal, kararlı bir tavırla devam etti. "Kız kulesi Üsküdar'ın sembolüdür. Bu asırlık kule için pek çok efsane söylenir durur yıllardır. Bunların içinden en çok etkilendiğim ise Leandros Efsanesidir." "Efsanelerle ilgilendiğinden haberim yoktu. Söyle bakalım; neymiş bu Leandros efsanesi." Battal bakışlarını ondan ayırmadan sözlerine şefkatli bir kılıf giydirerek başladı. Ona vermek istediği mesajı anlamasını umuyordu. "Bundan çok uzun yıllar önce, Afrodit adına yapılmış bir tapınak vardı. Burada Hero isimli bir rahibe yaşamaktaydı. Hero, bir gün Leandros adında bir delikanlıyla karşılaştı. Olacak bu ya, bu iki genç birbirlerine ilk görüşte âşık oldular. Ayrılığa dayanamayan gençler, gizlice buluşup aşklarını gözlerden uzak yaşamaya başladı. Leandros, her gün yüzerek kuleye geliyor; Hero'nun yaktığı ateşin rehberliğinde sevdiğine ulaşıyordu. Aralarındaki sevda öyle büyüktü ki bu görüşmelerin onlara nasıl bir bedel ödeteceğini düşünemiyorlardı bile. Leandros, bu yasak aşktan vazgeçemiyordu ve bir gün hayatına mâl olacağını bile bile her gece kuleye gelmeye devam ediyordu. Aşka düşmanlık besleyen rahibelerden biri, bir gün sırlarının farkına vardı. Leandros'un yüzerek sevdiğine ulaşmaya çalıştığı bir gece, aniden kuledeki ateşi söndürdü. Hero, bu kumpası durdurmak için çok uğraştı; ama ne yazık ki gücü sevdiğini kurtarmaya yetmedi. Karanlıkta kalan Leandros, yolunu bulamayarak suda boğulup can verdi." Mervan, özellikle de şu anda böylesi bir hikâyeyi duymayı hiç beklemiyordu. Meraklı bakışlarını Battal'a dikip imalı imalı süzdü. "Peki, bu trajik ölüm karşısında Hero ne yaptı?" Battal, beklediği soruyu duymuş olmanın verdiği huzurla sakince cevap verdi. "Onun ardından suya atlayıp intihar etti." Mervan, bu sonuçtan hoşnut olmadığını belli eder tarzda kıpırdandı. Battal, vurgun kokan sözlerine devam etmekte tereddüt etmeyecekti. "Eğer yasak aşkından vazgeçip gidebilseydi; belki de ölmemiş olacaktı." Mervan, Battal'ın ne söylemek istediğini anlamıştı. Aynı kararlı tavırla devam etti. "Belki de aşkından vazgeçmek ona ölümden beter gelmiştir." Battal, susmaya niyetli değildi; öldürülmek pahasına konuşmayı istiyordu bu gece. "Hero, onun aşkı için canını vererek bu aşka layık olduğunu kanıtladı. Peki ya Nazar Hanım! O sizin aşkınıza karşılık aynı fedakârlığı yapar mıydı?" Mervan, bu sohbetten oldukça sıkılmıştı. Battal'ın Nazar'ı öldürmek konusundaki baskılarına dayanamıyordu artık. Kıyamıyordu işte; bunda anlaşılamayacak ne vardı sanki? "Sadece karşılıklı aşklar mı fedakârlığa lâyıktır? Sevilmeyenlerin sevmeye hakkı yok mudur Battal?" Battal, bu soruya cevap veremiyordu; çünkü o da sevdadan geçmenin kolay olmadığını çok iyi biliyordu. Mervan, uzayan sessizlikten cesaret almıştı. Dudakları hüznün kıvrımlarıyla buluşurken, "Hayır!'' diye kestirip attı. "Aşk ücret istemez; kıymeti karşılığıyla ödenmez. Onu severken, bir gün beni sevmesini umut ederek sevdim. Benimle konuşmasa da gözlerime bakıp gülümsemese de tüm varlığımla sevmekten vazgeçmedim. O benim yok olmaya yüz tutmuş tüm insanî duygularımı tekrar harekete geçirdi. Bir canavara dönüşmüştüm; yüreğimdeki merhamet ve sevgi duygusunu tekrar yeşertti. Bir kuşta, bir çiçekte, kar tanelerinde ve görmekten yüz çevirdiğim tüm güzelliklerde kendi ruhumun sesini dinlemeyi öğretti." Battal, tüm bu sözleri Mervan'dan duymaya alışkın değildi. Bu zamana kadar sevdaya dair pek konuşmazlardı. Bu yaralı adamın, Nazar'a böylesi bir aşkla gittiğini anlamamıştı. Tanıştıklarında bu genç ve güzel kızın onun aklını başından aldığını fark etmişti ve bu durumu çok da yadırgamamıştı. Güzelliği görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdı ve pek çok erkek gibi o da bu efsundan payına düşeni almıştı. Onunla gönül eğlendirecek; gezip hoşça vakit geçirdikten sonra yine ailesine dönecekti. Pek çok evli erkeğin yaptığı gibi ara ara kaçak et kesmekten zarar gelmezdi(!) Hoş! Mervan, Gülnaz'ı sevmediği halde bunca zaman bir başka kadını ummak gibi bir girişimde de bulunmamıştı. Vakarlı, cüretkâr duruşuna galebe çaldığından mıdır bilinmez, sevmediği halde karısına sadık olmayı tercih etmişti. Yakışıklılığını ve gücünü düşününce bu davranışının takdire şayan olduğunu inkâr edemezdi kimse. Aldatmanın bu adamın kitabında yazmadığını iyi biliyordu Battal; ama sevdasına direnememesine hayret etmekten de geri duramıyordu. "Onu seviyorum; çünkü aşk bazen mahvolacağını bile bile tükenerek, yanarak, ölerek sevmektir." Battal, söyleyecek tek bir söz dahi bulamıyordu. Güvenle omzuna dokundu, "Her zaman beni yanınızda destekçi bulacaksınız Beyim. Kazansanız da kaybetseniz de...'' 🥀🥀HESAP VAKTİ Kargaşa biraz olsun dinmişti. Niyazi olanları duyar duymaz hastaneye döndü. Polis kimliğini göstererek içeri girdi. Hızla asansöre yöneldi; fakat asansör biraz önceki arbedenin de etkisiyle bir türlü gelmek bilmiyordu. Genç adam, büyük bir öfkeyle kırarcasına düğmeye basmaya devam etti. Hâlâ meşgul olduğunu anlayınca okkalı bir küfür savurup, koşarak merdivenlere yöneldi. Kan ter içinde 5 kat merdiveni çıkıp uzun bir koridora geldi. Oktay, Niyazi daha koridorun başında görünür görünmez ecel terleri dökmeye başlamıştı. Olan biteni amirine nasıl açıklayacağını bilemiyordu. Niyazi, büyük bir hışımla onu duvara yapıştırdı. Boğazını öyle kuvvetli sıkıyordu ki Oktay nefessizlikten mosmor kesilmekten kurtulamadı. Niyazi öfke nöbeti geçirirken, Oktay çatallanan bir sesle; "Ko-ko Komiserim!" diye kekeledi. "Bana hemen burada ne olup bittiğini anlat!" Oktay'ın sesi daha da kısılmış, hırıltılı bir hüviyete bürünmüştü. "Nefes alamıyorum!" diye sayıkladı. Genç Komiser, kin dolu bir bakış atarak ellerini onun boğazından çekti. Boğazındaki baskı gidince biraz olsun rahatlamıştı. Derin bir nefes aldı, boynunu ovarak şiddetli bir şekilde öksürmeye başladı. Niyazi, sabrının sonuna gelmişti; fakat olayları eksiksiz ve doğru anlatması için daha fazla üzerine gitmemeye karar verdi. Öksürükler bir iki dakika içinde tamamen kesilmişti. Niyazi, hiddetle, "Anlat!'' diye haykırdı. "Komiserim, saatlerce burada bekledik, hiçbir hareketlilik olmadı. Birkaç dakika için izin almıştım, yerime Tuğrul'u bıraktım. Yangın alarmının çalışmasıyla bir anda ortalık karıştı. Güvenlik, hastaları ve personeli kontrol altında tutmak için çok uğraştı; ama çok azı soğukkanlılığını koruyabildi." "Sonra!" "2 adam doktor kılığında hastaneye girmiş ve kızın kaldığı yoğun bakım ünitesine girip zavallıya suikast düzenlemeye kalkmış." Niyazi nefret kusarak; ''Lanet olsun!'' diye kükredi. "Bu hiç beklendik bir olay değildi, bilemezdik." "Beklenmedikti öyle mi? Söyleyin, sizi buraya niye diktik? Bu kızı canınız pahasına korumak sizin görevinizdi, ne olursa olsun yerinizi terk etmemeliydiniz!" Bir adım atıp yumruğunu sertçe duvara indirdi. Öfkeden deli gibi soluyordu. Bu çok büyük bir hataydı ve onun kitabında hatalara yer yoktu. "2 adam elini kolunu sallaya sallaya hastaneye giriyor, genç bir kadına suikast düzenliyor. Sizin ruhunuz bile duymuyor. Peki ya güvenlik?" Tuğrul mahcubiyetle söze girdi. "Efendim onlar da ortalığı yatıştırmaya çalışıyordu; izdiham yüzünden hastalar ezilme tehlikesi geçirdi. Kimse kimseyi görecek durumda değildi?" "Yerini terk edecek kadar ne önemli işin vardı Oktay? Söyle bakalım!" "Rahatsızlığım olduğunu biliyorsunuz Komiserim; lavaboya gitmek durumundaydım." "Peki ya sen Tuğrul?" Tuğrul kekeleyerek; "B-ben, bir süre kapıda bekledim; ortalık sessizleşince görevlileri bulmak için alt kata indim." diye titredi. Niyazi, bu sözleri duyunca kindar bir ifadeyle yavaş ritimde bir alkış tutturdu. İkisi de mahcup mahcup başını önüne eğdi. "Sorması ayıptır görevlileri bulunca ne yapacaktın? Hı! Okeye dördüncü mü arıyordun?" Suçluydular ve suçlarının elbette bir bedeli olacaktı. Niyazi'nin gür, kararlı ses tonu, tüm koridorda yankılandı. "Beyler! Sizin göreviniz milletinizi içteki ve dıştaki tüm düşmanlardan korumak. Yapacağınız en ufak bir hata birçok insanın hayatını kaybetmesine sebep olabilir. Gözünüzü dört açacaksınız! Sizden habersiz burada kuş uçmayacak; anladınız mı?" "Emredersiniz efendim!" "Şüphelilerin kimliğini tespit edebildiniz mi?" Tuğrul, söze karıştı. "Maalesef Komiserim! Olayın yaşandığı zamana ait kayıtlar, bilinmeyen bir el tarafından silinmiş. Yangın alarmının öncesine ve sonrasına dair hiçbir kayıt yok! Yedekleri bile bırakmamışlar" "Bu adamları bir gören bilen yok mu? Uyuyor muydu bu millet?" Oktay, biraz daha sakinlemiş bir şekilde, "Maalesef komiserim!" diye sayıkladı. "Adamlar tanınmayacak şekilde kılık değiştirmiş. Taktıkları maskeler yüzünden, gören kişiler de kimliklerini teşhis edemiyor." Niyazi, tüm bu olanları meslekî tecrübesine ve güçlü mizacına yakıştıramıyordu. Sıradan bir kızı bile becerip koruyamamışlardı. Muhtemel bir ölümde bu sorumluluğun ve vicdan yükünün altından nasıl kalkacaktı? "Birkaç saat ayrılıyorum şu olanlara bak! Kızı adlî tıbba sevk ettiniz mi?" Odada hırsla gidip gelirken, duyduğu bir cümleyle afallamaktan kurtulamadı. "O hâlâ yaşıyor Komiserim. Odaya girdiğimizde kalbi çoktan durmuştu; fakat doktorların yoğun çabası sonucu tekrar hayata döndü." Niyazi, başını kaldırıp derin bir oh çekti. Neyse ki korktuğu olmamıştı, kız hâlâ hayattaydı ve en azından ortalıkta ondan başka zarar gören de bulunmuyordu. "Adamlar eli boş döndüler demek!" Tuğrul, "Ever komiserim!" diyerek onu onayladı. Niyazi'nin biraz olsun sakinlediğini bilmek içine tarifsiz bir mutluluk bahşetmişti. Suçluluğu konusunda amirine söyleyebileceği hiçbir şey yoktu; zira yaptığı affedilecek bir hata değildi. "Sırf onu öldürmek için bu kadar riskli bir suikaste girişmeleri çok anlamsız!" Oktay, şaşılacak bir ciddiyetle, "Belki de hedef o değildi; yanlış kişiye yöneldiler." diye ekledi. Niyazi, Oktay'ın bu görüşüne katılmamıştı. Okuduğu günlük olayların perdesini biraz olsun kaldırmıştı. Artık düğümün çözülmesine biraz olsun yaklaşmıştı. "Bu hesapsız, amatörce yapılmış bir suikast değil. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülüp planlanmış." Ona yan bir bakış attı ve ekledi. "İçerde adamları olmasa bu işi böyle tereyağından kıl çeker gibi halledemezlerdi." Tuğrul, kızın suikastçiler için bir tanık olabileceğini düşünmekten kendini alamadı. Arkasından birileri kovalamasa o saatte sokaklarda koşması için bir sebep yoktu. Oktay, söze girdiğinde düşüncelerinden bir nebze de olsa uzaklaştı. "Belki de basit bir aile davasıyla karşı karşıyayız. Biliyorsunuz doğuda kan davaları hâlâ çok yaygın. Kocaya kaçtıysa intikam amaçlı öldürülmek istenmiş de olabilir." Niyazi, düşünceyi onaylamadığını belli eder tarzda başını salladı. "Sanmam! Peşindekiler kimse çok tehlikeli adamlar. Kadının bildikleri peşindekileri korkutmuş olmalı. Yoksa yakalanma pahasına hastaneye gelip suikast düzenlemezlerdi." Haklı sözleri ortamda küçük bir sessizliğe mâl oldu. "İş artık basit bir intihar ve cinayet davası olmaktan çıktı. Bu olayı eşeleyip gerçeği su yüzüne çıkarmalıyız. Oktay, hemen 10 kişilik bir ekip hastaneye gelsin! Katlara dağılıp nöbet tutsunlar. 5 kişiyi de bahçeye yerleştirin! Dün gece nöbetinde olan tüm personel sorguya çekilsin. Adamların robot resimlerinin çizilmesini istiyorum." İkisi birden, "Emredersiniz Komiserim!" diye bağırdı. Niyazi'nin gazap dolu oklarından kurtulmuş olmak yüzlerinin aydınlanmasına, gönüllerinin hiç olmadığı kadar ferahlamasına sebep olmuştu. Elbette Niyazi, bu rahatlamayı fark etmekte gecikmedi. Ses tonunu arttırıp, yüzünü bilindik ciddiyetine büründürdü. "Kızın ailesi neden hâlâ gelmedi?" Bu ses tonu yeniden küçük çaplı, sert rüzgarlar estirmişti. Oktay; ''Ulaşmaya çalışıyoruz amirim.'' "Geldiklerinde haberim olsun!" "Emredersiniz Komiserim!" Niyazi'yi artık doğru iz üstünde olduğundan emindi. Kızın ardındaki sır perdesini bulmak konusunda hiç olmadığı kadar kararlıydı. Camdan, sargılar içindeki genç kadına baktı. O hortumlar ve iğnelere rağmen bedeninden beklenemeyecek bir dirençle hâlâ hayata tutunmaya çalışıyordu. Onu asla kurtlar sofrasında çaresiz bir şekilde kaderine terk edemezdi. O adamların bu ülkede kafalarına göre at koşturamayacaklarını öğrenmeleri gerekiyordu. Uzun uzun bakıp hemen arkasındaki sandalyeye yerleşti. Son yaşananlardan sonra kimseye güveni kalmamıştı. Ortada kendilerini sırtından vuran bir köstebeğin olmasından endişe ediyordu. Gerek hastane personeli gerekse burada bulunan polislerden biri bu adamlara yardım etmiş olmalıydı. Bu iş bu kadar delilsiz bir şekilde başka türlü halledilemezdi. Kendisi için bırakılmış olan sudan bir yudum içti. Cebinden çıkardığı küçük boy fotoğrafı uzun uzun hüzünlü gözlerle süzdü. Çok canı yanıyordu. Düşündüğü her an benliğinin kor olup içini yaktığını mahvolarak izliyordu. Oktay, tekrar yanına geldiğinde ondaki bu değişikliği hemen fark etmişti. İzin almaksızın yanına oturdu ve gözleriyle onu rahatsız etmeden uzun uzun süzdü. "Kızınız değil mi?" Niyazi, başını kaldırıp, evet manasında gözlerini kırptı. Emrindeki bir memurun karşısında bu kadar güçsüz görünmek istemiyordu. Fotoğrafı alelacele cebine koyup derin derin solumaya başladı. İçindeki bu kederi başka türlü ruhundan savamıyordu. "Ondan hâlâ bir haber yok mu?" Dudakları kinle kıvrıldı. "Yok! Kayıplara karıştı. Ne kızıma ne de Leyla'ya dair en ufak bir iz bile bulamıyorum. Yer yarıldı da yerin dibine girdiler sanki. Beş yıl... Koskoca beş yıl tükenip gitti ömrümden, ama karımdan ve kızımdan en ufak bir haber alamadım" Oktay, Niyazi'nin bu gizli yarasına hüzünlü gözlerle baktı. Beş yıl önce karısının, kızıyla ortalıktan kaybolması onu içten içe bitirip mahvediyordu. Yarım bırakılmış her hikâye gibi biraz eksikti Niyazi. Aradığı cevaplar o kadar uzağındaydı ki, meraklı elleri boşluktan başka bir şeye değemiyordu ne yazık ki. Ne olmuştu Leyla'ya? Bu kadar hayat dolu, mutlu bir kadınken neden Niyazi'yi terk edip gitmişti? Cevapsız kalan her soruyla ömrü yarım yamalak kalmıştı ve bu kaderi değiştirecek hiçbir şey onda mevcut değildi. Çaldığı her kapı yüzüne kapanmış; aradığı hastaneler, karakollar, cezaevleri, garlar yüzüne hep aynı tokadı savurmuştu. Yokluk... Geçmişindeki mutsuzluk izlerini işiyle silmeye çalışmış ve görevine tutkun bir Komiser olarak sayısız başarılara imza atmıştı. Yeni gelen polis memurlarının koruma görevini devralmasıyla yerinden doğrulup usul adımlarla bilgisayarların tutulduğu odaya süzüldü. Elbette Oktay, Niyazi'nin peşine düşmekte gecikmeyecekti. Kapı açıldığında gördükleri manzara hiç de şaşırtmamıştı. Açık bırakılmış bilgisayara ve yerdeki yanık kağıtlara kızgın bakışlarla göz gezdirdiler. Hiçbir parmak izi bulunamamıştı. Eğilip masanın kenarlarını ve arkasını kolaçan etti. Elini aradaki boşluğa uzattığında bir şişe parmaklarının arasında beliriverdi. "Astım ilacı!" Oktay, onu merakla takip ediyor; işindeki profesyonelliğine gıpta etmeden duramıyordu. "Memurlar bu delili görememişlerdi." Niyazi, "Belki de yanık kokusu astımını tetikledi ve ilaç kullanma ihtiyacı hissetti." diye sayıkladı. "Profesyonel bir adam... İz bırakmamak için eldiven kullanmış. Ayakkabı izi, saç, tırnak ve deri kalıntılarına da rastlanmadı. Yani suikaste yardım eden kişi bir polis memuru olabilir ya da bu işleri iyi bilen bir suçlu." "Er ya da geç ortaya çıkacaktır Komiserim. Hiçbir suç gizli kalmaz!" Niyazi, kızın yattığı yoğun bakım ünitesine yöneldi. Orada bulunabilecek muhtemel delilleri incelemek istiyordu. Kapıyı açıp Nazar'a meraklı bakışlarla göz gezdirdi. Onun hakkında bildiği onca şeyden sonra içinde ister istemez bir tanışlık peyda olmuştu. Onun bu güçlü ve iradeli duruşuna hayran olduğu gerçeği yadsıyamazdı. Her ne kadar birinin ölümüne sebep olmuş da olsa, iyi bir kalbi olduğunu düşünmekten kurtulamıyordu. Gözlerini Nazar'ın yaralı yüzünden ayırdığında parıldayan bir nesne dikkatini çekti. Yastığın hemen yanına gelişigüzel bırakılmış olan bu kolye suikastçiye karşı bir delil olabilir miydi? Uzanıp kolyeyi avuçlarının arasına aldı. Mehmet'in hediyesi... Bu defterde yazdığı kolyenin tasvirine çok benziyordu. Nazar, onu yaklaşık 3 yıl önce kaybetmişti. Kolye hiç olmadık bir yerde, hiç olmadık bir zamanda nasıl karşısına çıkıvermişti bir anda? Tüm bunlar da neyin nesiydi? Bırakmayacaktı. Bu işin peşini asla bırakamazdı. Hiçbir sır gizli kalmazdı ve hiçbir suç hak ettiği karşılığı almaktan kurtulamazdı. *** Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🔥 |
0% |