@syildiz_koc
|
Medya: Bir taraf seç (GÜLŞEN) Günümüz Niyazi, şöminenin başında elindeki demir maşayla küskün küskün közleri karıştırıyordu. Gözlerini kıvılcımlara dikmiş, minderinin yumuşaklığında yalnızlığın bedenini uykuya teslim etmesini bekliyordu. Yorgun vücudu sıcaklığın da etkisiyle uyuşmuş gibiydi. Sırtını hemen arkasındaki kaz tüyü yastığa yasladı. Odada 3 modern koltuk bulunuyordu ve yerdeki halılarla ortama en uyumlu olabilecek şekilde seçilmişti. Duvardaki Rönesans Devrini yansıtan zevkli, sanatsal tablolar eve ayrı bir asalet katıyordu. Plazma televizyon sehpanın üzerinde yerini almış, belki de 2 yıldır hiç açılmamıştı. Hemen sol tarafında büyükçe bir kitaplık bulunuyordu; raflarında ise Türk ve Dünya Edebiyatından onlarca eser çoktan yerini almıştı. Bu evde ne kadar yalnız olduğunu düşündü. Hem de çok yalnız... En çok da yaşayabilecekken yaşayamadığı mutluluklar için üzülüyordu. Ruhu hayal kırıklıklarının kıskacında sahipsizce evin bir köşesine sinmiş yeniden mutluluğa kavuşacağı günü bekliyor gibiydi. Hayatını düşündü. Yaşadığı şu son 5 yılı... Hayatının kadınını bulmuş; onunla dünya evine girip huzurlu bir hayata yelken açmıştı. Ne yazık ki mutlulukları uzun sürmemiş, hayat verdiği tüm güzellikleri bir çırpıda geri almış ve onu acılar içinde bırakmıştı. Şimdi açılan tüm yaraları sarmak ona düşüyordu. Uzanıp çekmeceyi açtı ve içindeki fotoğraf çerçevesini çıkardı. Gözlerini çerçevenin içindeki bebek fotoğrafından alamıyordu. Parmak uçlarını fotoğrafın üzerinde gezdirdi. "Hasret!" diye inledi. O simsiyah gözlere, küçük dudaklara, pembe yanaklara doya doya baktı. Derin bir nefes indirdi ciğerlerine. Yüreği evlat hasretiyle cayır cayır yanıyordu. 5 yıl olmuştu onu kaybedeli. Kim bilir neredeydi, kimleydi? "Doya doya koklayamadım, öpemedim yavrumu!" diye geçirdi içinden. Ağlamak istiyordu ama buz tutmuş yüreği sanki göz pınarlarını kurutmuştu. Kalbi öfkeyle doluydu; bu öfke onu o kadar sarmıştı ki ne bir tebessüm dökülüyordu dudaklarından ne de yıllardır gözlerinden birkaç damla yaş akıyordu. Çerçeveyi kalbinin üzerine bastırdı, tıpkı bir evladı kucaklar gibi. O soğuk camı yüzünde, dudaklarında gezdirdi tıpkı bir evladı öpüp okşar gibi. Bir elin omzuna dokunduğunu hissetti. Başını çevirdiğinde neredeyse kan beynine sıçrayacaktı. "Sen!" diye şaşkınlık dolu bir bakış attı. Karşısında gördüğü kadın onu öfkeden deliye döndürmüştü. Hemen ayağa kalkıp dik bakışlarını onun üzerinde gezdirdi. Oydu... Leyla... Geçen o kahrolası 5 yıl onu hiç değiştirmemişti. Uzun, açık kahverengi saçları, simsiyah iri gözleri, yüzündeki o masum ifade hâlâ aynıydı. Değişen tek bir şey vardı o da yüreğindeki aşkın yerini alan o katran karası nefret duygusu. "Sana geldim Niyazi." dedi genç kadın yüzünün tüm masumiyetini ona yansıtırken. Niyazi ise onu hissedemeyecek kadar körelmişti. "Hâlâ utanmadan adımı nasıl anabiliyorsun? Nasıl sana geldim diyebiliyorsun? Bu nasıl bir yüzsüzlük?" Leyla üst ön dişlerini mahcup bir edayla dudaklarına bastırdı. "Anla beni!" dedi yalvarır gibi. "Gitmeyi ben istemedim. Seni hâlâ..." "Kes sesini, daha fazla konuşup beni çileden çıkartma!" Leyla'yı kollarından tutup kendine doğru çekti. Bu hamlesinin onun canını yakması umurunda bile değildi. Gözleri yazıklar gibi o siyah bakışlarda dolaştı. "Ben nasıl bir hata yaptım, nasıl inandım sana?" Leyla'nın reddeden bakışlarını görmek onu sakinleştirmemiş, adeta öfkeden deliye döndürmüştü. "Senin gibi bir insanı sevmek benim en büyük günahım ve cezam oldu." O nefret kusarken Leyla iri, siyah gözlerini ona dikmiş, gözyaşları içinde sevgi ve merhamet dileniyordu. "Lütfen dinle beni." "Kızım nerde?" "O güvenli bir yerde. Bir gün yeniden bir araya geleceğiz; o zaman her şey..." "Seni sevmiştim; hem de çok, çok sevdim. Güvendim... Kadınım oldun. Çocuğumun annesi oldun. Söyle! Söyle diyorum. Bir gün olsun kötü söz söyledim mi sana, el kaldırdım mı? Seni sevmekten başka ne yaptım? Ne yaptım söyle?" Gözyaşları Leyla'nın gözlerinden ardı ardına dökülmeye başladı. "Seven sadece sen değildin, ben de sevdim. Hem de çok... Ama..." Ne yazık ki genç adam sözlerini tamamlamasına bile müsaade etmeyecekti. "Kızımın yerini söyleyeceksin ve derhal hayatımızdan defolup gideceksin?" Elini Leyla'nın çenesine kilitledi ve var gücüyle sıkmaya başladı. Onu duvara sıkıştırmış, olabilecek en gaddar, en merhametsiz haliyle gözlerinden alev çıkararak sevdiği kadını nefret denizinde boğuyordu. Genç kadınsa bu halinden büyük bir ızdırap duyuyor; pişmanlık içinde kocasının gözlerinde merhamet kırıntıları arıyordu. "Kızım nerde?" diye yineledi Niyazi. "Kızımız..." diye bir sayıklama son kez o loş odaya yayıldı. Niyazi, Leyla'yı öfke selinde boğmaya çalışırken bir anda kollarındaki o ince bedenin yok olduğunu gördü. Hırsla sağa sola bakındı; fakat ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Korku içinde ağlayarak etrafta koşuşturmaya başladı. Onu bu evde bulamayacağını biliyordu. Çaresizlik tüm bedenini ele geçirmişti sanki. Sert bir şekilde bedenini yere bıraktı. Dizlerinin üzerine çökmüş, hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Başını isyankâr bir tavırla göğe kaldırdı, ellerini iki yana açıp "Leylaaaa!" diye haykırdı. Ne yazık ki sesini kimse duyamayacaktı. Bir anda sıçrayarak uyandı. Şömine çoktan sönmüştü ve etrafta mumların alevinden başka bir hareketlilik görünmüyordu. Alnında birikmiş boncuk boncuk terleri elinin tersiyle sildi. Her şey bir rüyaydı. Gözüne fotoğraf çerçevesi ilişti. Çerçeveyi eline alıp o masum güzel bebeğe bir kez daha doya doya baktı. Çerçevenin camında kendi yansımasını gördü. Gözleri yaşlarla dolmuş, yüzü kederden çizgi çizgi olmuştu. Saçları dikkatini çekti. O simsiyah saçlarında yer yer beyazlıklar belirmişti. Derin bir "Of!" çekip dudaklarını efkârla kıvırdı. Çerçeveyi kalbine bastırdı ve dilinden dökülen son sözlere teslim oldu. "Bir gün kavuşacağım sana Elif, işte o zaman yaşamak için gerçek bir nedenim olacak." Sözlerini tamamlar tamamlamaz bir telsiz anonsu geldi. Artık evdeki gizli dünyasını bırakıp işine dönmesi gerekiyordu. Dolaptan çıkardığı pizza dilimini ısıtmaya bile gerek görmeden kısa sürede bitirdi. Artık dışardan beslenmeye alışmıştı. Eve işi dolayısıyla çok yorgun geldiğinden yemek yapacak şevki ve gücü kalmıyordu. Öyle ki maaşının önemli bir kısmını yemeğe harcamak bile mutfağa koşmaktan mantıklı ve cazip gelmeye başlamıştı. Zamanla yaşadığı semtin tüm restoranlarının müdavimi olup çıkmıştı. "Her zamankinden!" lafını duyan elemanlar "Tamam komiserim emret!" der Niyazi'nin aceleciliğini bildiklerinden ikiletmeden paketi hazırlayıp evine kadar getirirdi. Yeme faslını bitirdikten sonra çar çabuk dişlerini fırçalayıp banyoya koştu. Geç kalmak konusunda master yaptığı için zamanında hazırlanamama durumunu hiç dikkate almıyordu. Çoğu zaman başkomiser, Niyazi'den bu konuda şikâyet etse de genellikle imalı imalı saatine bakıp sert bir şekilde iç çekmekle yetinirdi. Niyazi'ye ise o kötücül bakışlarını ve büyüyen burun deliklerini görmezden gelmek kalırdı. Duş alıp üniformasını giydi ve kendisini almak için gelen araca binip büroya gitti. Dakikalar sonra odasına gelmişti. Kafası karman çormandı. Özel hayatını bir kenara bırakmalı ve işine odaklanmalıydı. Zihni geçmişe takıldığında yaralanmaktan kurtulamıyordu. Hayatın akışına teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Huyuydu bu! Bir şeyler düzelmiyorsa dağınık bırakmak en iyisiydi. Eyvallah deyip yola devam etmekten başka çaresi yoktu. Nazar Ateş... Kafasındaki soruların kilit noktası olan bu isim aklına her geldiğinde aklı daha da karmakarışık bir hâl alıyordu. Onun kalın, hacimli günlüğünü okumuş ve genç kadın ölüm uykusundayken sırlarına ulaşmıştı. Defterin üzerindeki fotoğrafa şüpheli gözlerle baktı. Onu düşündü. Hikâyesini... Bir gece ansızın hayatına giren ve tüm zihnini işgal eden bu kadına dair pek şeyi öğrenmişti. Onun gizli dünyasının belki de tek tanığı kendisiydi. Nazar Ateş kendi hâlinde yaşayan sıradan bir kızdı. Herkesten gizlediği bir aşkı, hayalleri vardı. Okumak ve kendi ayakları üzerinde durmak istiyordu. Her şey istediği gibi giderken hayatı büyük bir kaosa mirasçı oldu. Mervan... Ona deliler gibi âşık olan bu adam hayatının güzelliklerinin üzerine bir bomba gibi düşmüştü. Nazar'ı çok sevdiğini söylemiş ve evli olduğunu unutup onu kapalı kapılar ardında rahatsız etmeye başlamıştı. Hayat ne tuhaftı. Onun hayret uyandırıcı senaryosuna bazen ayak uydurmakta kendisi bile zorlanıyordu. Masum bir genç kızı nasıl da bu kibirli, ruhsuz adama köle yapmıştı. Nazar, hiç ummadığı bir anda ne yazık ki abisi Murat'ın Zeynep'e olan büyük aşkının kurban olmuştu. Murat, Zeynep'i kaçırıp düzene çelme takarken farkında olmadan kardeşi Nazar'ı Mervan'ın kucağına atmıştı. Saçma bir berdel Nazar'ı Mervan'ın karanlık hayatına itmiş ve onun kurduğu beyazlar içindeki bir mahzene hapsetmişti. Nazar, kalbindeki sancıyı unutup kendisini istemeyen insanların arasında Mervan'ın heveslerinin kurbanı olarak yaşamaya başlamıştı. Tüm kaçma girişimleri sonuçsuz kalsa da kaderine boyun eğmemeye kararlıydı. Mervan'a ve suçlarla ördüğü dünyasına dair güçlü belgeler bulmuştu. Bu belgeler onu hapse atması için yeterdi. Yetmeliydi. Aksi taktirde bu kurtuluş asla mümkün olamayacaktı. Nazar, o karanlık alem için önemli biriydi. Aksi takdirde en savunmasız olduğu anlarda suikaste uğramazdı. Susturulmak isteniyordu genç kadın. Bildiği önemli şeyleri ortaya çıkarmasından korkuyorlardı belli ki. O suikast günü koşarak hastaneye gidip ekiplerle birlikte ipuçlarını bulmaya çalışmıştı. Kalp şeklindeki güllü kolye, suikastçiye dair bulduğu tek ipucuydu. Zihni düşünmekten karıncalanmaya başlamıştı. Mehmet'in Nazar'a verdiği o kolye suikastin işlendiği hastane odasına nasıl gelmiş olabilirdi? Nazar, kolyeyi ablasının kına gecesinde kaybetmişti. O ortamda Mervan'la görüştükten sonra kolyeyi defalarca aradığı halde bir türlü bulamamıştı. Kolye ancak Nazar'a yakın olan bir kişi tarafından saklanabilirdi. Bunu düşündüğünde aklına Mervan'dan başkası gelmiyordu. Mervan, Nazar'ın ablasının düğününde çekildiği bir fotoğrafın tablosunu yapmıştı. Tablonun günlükteki tasvirine bakılırsa düğün gecesi takmadığı halde kolye de resme eklenmişti. Nazar kolyeyi o dönemde takamazdı çünkü kolye kınadan sonra kayıplara karışmıştı. Şu durumda fotoğrafta bulunan bu detayı Mervan olsa olsa Nazar'dan çaldığı kolyeyi kullanarak ekleyebilirdi. Düşünceler beynine hücum etti. Mervan, Nazar'ı böyle çok severken nasıl öldürmeyi göze alabilmişti? Daha işin içinde neler vardı kim bilir? Sıkıntılı nefesi ciğerlerine indirdi. Suikastçi kadar köstebek de oldukça kafasını karıştırıyordu. Hastanedeki tüm personeli sorguya çekmiş ama yapıcı bir sonuç çıkaramamıştı. Herkes olan bitene karşı üç maymunu oynuyordu. Çekmeceyi açıp cinayet dosyasını çıkardı. Suikastçiye dair bulduğu astım ilacı ona ipucu vermişti. Şahısları sorguladığında hastanedeki 3 kişinin astım hastası olduğu ortaya çıkmıştı. Onlardan biri Yahya'ydı. Yahya görev yerini terk ederek büyük bir hata işlemişti. Ama bu onu şüpheli yapsa da köstebek yapmaya yetmezdi. 2 sağlık personeli de astım hastasıydı. Biri hastabakıcı diğeri ise kıdemli bir doktordu. Hepsi sorguya alındığı halde gerçek suçlu bir türlü ortaya çıkmamıştı. Olayların belirsizliğe sürüklenmesi Niyazi'yi delirtse de boş durmaya hiç niyeti yoktu. Savcıyı karşısına alıp defterde yazanlardan bahsetmişti. Adam ilgiyle dinlediği halde onu destekleyecek tüm sözleri yutmuş ve sadece onaylamakla yetinmişti. Yanından ayrılırken duyduğu sözler hayal kırıklığı yaşamasına sebep olmuştu. "Senin işin cinayeti çözmek Niyazi. Kendi sınırlarının dışına çıkıp mafyacılık oynama. Bırak bu işlerle ilgili birim ilgilensin." Haklı olmaya haklıydı ama olaylar birbiriyle bu kadar ilgiliyken nasıl kurallara bağlı kalırdı ki? Birlikte hareket etmeleri gerekiyordu. 'Kendi işine bak!' demek böylesi bir durumda belki profesyoneldi ama ne yazık ki amaca hizmet etmiyordu. Demet'i yanına çağırıp bazı şahısların ismini verdi. Mervan Hanzade başta olmak üzere kızın tüm ailesi bu listede yerini almıştı. Onları araştıracak gerekirse sorgu odasına alıp saatlerce terletecekti. Bu iş artık Nazar'ın özel meselesi değildi. Yaşanılan suikastten sonra emniyet için onur meselesi halini almıştı. Tüm gizemler çözülmeli, sır perdesi aralanmalıydı. Aksi takdirde belirgin bir güven ve itibarsızlaştırma problemi kaçınılmaz olacaktı. Niyazi'nin iyi bir ekibi vardı ve ne yazık ki bu şaibeli suikast üstlerin onlara duyduğu güveni sarstı. Aralarında bir köstebeğin olması fikri yaptıkları pek çok iyi işin örtülmesi için yetmişti. Hayatın kuralıydı bu: Dünyanın en eşsiz tohumlarını da eksen, bir kıvılcım, tüm başakları ve emekleri yakıp küle çevirmeye yeterdi. İşin raconunu bildiğinden kimseye diyecek bir şeyi yoktu; fakat en yakın zamanda ensesine çökeceği aşağılık bir hain vardı. Çekmecesini alıp dosyayı yerine yerleştirdi ve günlüğü çıkarıp sayfalarını çevirmeye başladı. O depoda ölüme terkedilişinin ardından ne yaşadığını hâlâ çok merak ediyordu. Berdelle başlayan bu tuhaf hikâyenin tüm ipuçlarına ve gidişatına hâkim olmalıydı. İşte o zaman düğüm kendiliğinden çözülecekti. Okuma gözlüklerini takıp merakla sayfalara yöneldi. PİŞMANLIK Beni mahveden şey yalan söylemiş olman değil; Bir daha sana inanamayacak olmamdır. VİCTOR HUGO Hiçlik... Şu an yaşadığım şey neydi bilmiyorum. Akıl almaz, gönül duymaz bir haldeydim. Neredeydim, nereyeydi bu sürükleniş; anlamıyordum. Zihnim ketlenmiş, hafızam resetlenmişti. Ani bir irkilme cansız bedenimi yokladı. Gözlerimi açamıyordum. Göz kapaklarım birbirine mıhlanmışçasına kenetlenmişti. Okyanusu andıran gözlerim, zihnimi perde perde gölgeleyip beni yokluğa mahkûm etmişti. Aralamak için çırpındığımda bulanık kareler harelerimde uçuştu. Karanlık, sisli manzara, direksiyonun dönüp çevrilme hareketleriyle anbean hafızamdan sıyrıldı. Gözlerim iç dikiz aynasından yansıyan ışıkla kıvranırken belleğimi yırtarcasına bir kez daha yokladım. Kimdim ben? Hangi yılın, hangi zamanının tutsağı olmuştuk? Ani bir fren, arka koltukta olduğunu anladığım zayıf bedenimi sarsıcı bir şekilde sendeletti. Dudaklarım aralandı ve ne yazık ki gözlerimi açtıracak o cesaret çoktan yüreğimden sönüp gitmişti. Açılan bir kapı sesi içimi taradı. Oldukça sert bir şekilde itilmiş ve kulağıma çarpmışçasına yankılı bir sedaya bürünmüştü. Küçük inlemeler dilimden dökülürken başucumdaki kol ansızın çevrildi. Bir çift elin beni sımsıkı kavradığını hissettim. Belime ve bacağıma ilişen o sert doku, hırslı olduğunu bildiğim bir eda ile beni göğsüne yasladı. Başım o tene değdiğinde delicesine atan kalp atışlarım kulağıma hiç hesapta olmayan bir ezgiyi fısıldar gibiydi. Yaslandığım göğüs kafesi, sert ve kesik solumalarla kasılıyor ve üzerindeki o kışkırtıcı kokuyla yıkıcı hülyalara yarenlik ettiriyordu. Kapı ardımızdan kapandı ve kulağıma belli belirsiz sesler ilişti. "Buyurun efendim!" Yaşadığım bu halin adı neydi bilmiyordum. Her şeyi duyuyor ve hissediyor; ama hiçbir şeye tepki veremiyordum. Alnımda küçük bir kaşıntı hissettim. Sakalları tenimde çizikler oluşturmuş olmalıydı. Yine o kışkırtıcı koku... Böylesi bir koku ancak Mervan'a ait olabilirdi. Ölümü canhıraş bir şekilde tırmaladığımda ömrüm yine ona tutulmuştu belli ki. Kollarındaydım; ehemmiyetsiz bir eşya gibi yaka paça zindanıma doğru sürükleniyordum. Mervan Hanzade, yine çetin bir savaşın eşiğinden kurtarmıştı beni. Yüreğime çöreklenen acıya dayanmak ne zordu şu durumda. Bu sarsıcı hıçkırıklarımı daha ne kadar zapt edecektim? Zihnime bir çiğ damlası misali düşen kareler, bana tüm olanları bir bir hatırlattı. O depoyu, aldığım darbeleri, ölüme terk edilişimi kanayarak, kahırlı bir nefesle belleğime taşıdım. Ölmemiştim. Adım sesleri zihnimi yokladı. Esen rüzgâra ve çiçek kokularına bakılacak olursa bahçenin sonuna erişmiştik. "Mervan!" Sesim zayıf ve yorgun çıkmıştı. Gözlerimi belli belirsiz araladığımda harlı, kuzguni gözlerine tosladım. Kirpiklerimin her bir zerresine ölümü fısıldıyor gibiydi. Şimdi parmakları belime çok daha sıkı bir şekilde kenetlenmişti. Biliyordum, bu hareket gazabının bedenime verdiği kahır yüklü bir mesajdan başka bir şey değildi. Kesik ve evhamlı solumaları dibine kadar sitem yüklüydü. "Sus!" Başım arkaya düştüğünde o sarsıcı bakışlara daha fazla maruz kalmadığım için kendimi şanslı adettim. Zihnim, bedenimle köşe kapmaca oynuyordu. Hani masallarda söylenir ya: Bir varmış, bir yokmuş... Benim yazgım da öyleydi işte! Başladığı yerdeydi Nazar Ateş. Şafağın vuslatına kavuşacağım derken en büyük hüsranının kollarında almıştı yine soluğu. "Beyim, Ama bu..." Telaşlı bir çift ses, Mervan'ın hırs ve kin dolu haykırışını baltaladı. "Kes sesini!" Yine benim yüzünden evdeki yardımcılarımızı azarlıyordu. "Bunun hesabını vereceksiniz!" İliklerime kadar korkuyordum. Mervan delirmiş gibiydi. Yaptıklarıma karşılık ödeyeceğim bedeli düşünmek dahi istemiyordum. Onun peşine düşmüş; bir pelerinin altında gizlediği karanlık yüzünün ifşasına uğraşmıştım. Mervan'ı bitirecek o deliller elimdeydi ve bulduğum ilk fırsatta sırtından hançerimi esirgemeyecektim. İşler hesap ettiğim gibi gitmemişti. Zaferi adımladığımı sanırken paslı bir bıçak adaletin gönlüne hesapsız bir darbe indirmişti. Bu darbe ile birlikte yiyeceğimi sandığım kızıl elmadan ansızın koparılmış ve kendimi çetin bir mücadelenin içinde bulmuştum. Beni ölüme terk etmişti. O gaz, kurşunla hemdem olmuşken, ciğerlerim yabancı bir soluğa kapılmış ve beni hayatın sancılı avuçlarından söküp almak istemişti. Mervan'ı hatırladım. Beni öylece bırakıp gitmişti. Oradaki varlığımdan habersiz olduğunu biliyordum. Ne olmuştu? Ne olmuştu da geri dönmek istemişti o viraneye? Kapıyı açıp beni usulca yatağa yerleştirdi. Zihnim şimdi çok daha berraktı; fakat görmekten delicesine korktuğum o gazap maskesi göz kapaklarımı yitik bir titremeye bırakmıştı. Açmamalıydım. Şu an o, bu haldeyken uyanmam ölüm fermanımı imzalamamla eşdeğerdi. Hazır değildim yüzleşmeye, vahşi bir aslan gibiydi. Günlerce kırbaçlanıp, aç bırakılmış vahşi bir aslan gibi... Ağlamak istedim. Hıçkırıklar içinde ağlamak şimdi ne de güzel yakışırdı bana. Odanın içinde dönüp duruyor; delirmiş gibi nefret soluyordu. Tok bir ses yeniden sıçramama sebep oldu. Duvarı yumruklamış; ellerinin paralanacağını hiç düşünmeden tüm gazabını onda tüketmişti. Gözlerimi araladım. Kaçışım yoktu; varlığına ve zavallı hesaplaşmamıza daha ne kadar direnebilirdim ki? Uyandığımı fark ettiğinde adım adım yanıma yaklaştı. Öfkesinin perçemlerini titrediğini, dudaklarının dişleri ile dövüştüğünü hissedebiliyordum. Burnumun dibine kadar sokulup yüzümü sertçe kavradı. Dolu dolu olmuş gözlerimle medet umar gibi gözlerine baktım. O aşk ve tutku dolu bakışlarının varlığı yerle yeksan olmuştu. "Ne yaptın sen?" Gözlerimi kapattım. Canımı acıtıyordu ve ruhum bu durumu daha fazla kaldıramayacaktı. "Aç gözlerini! Aç! Kaçamazsın yüzleşmekten!" "Canımı acıtıyorsun!" Yüzümü bırakıp kollarımdan sertçe kavradı. "Nasıl yaptın bunu? Ne işin vardı senin orada?" Gözlerine aval aval bakıp suskunluğun bağrına sığınıyordum. Yine aynı gür sesiyle sorularını yinelemeye devam etti. "O depoda ne arıyordun Nazar? Söyle! " Ona ne diyebilirdim ki? Seni iş üstündeyken yakalamak için peşine düştüm; ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Avcıyken avlandım; mahvetmek isterken mahvoldum diyemezdim ya! Biliyor muydu planımı? Bulmuş muydu belgeleri? Ne yapardım ben o zaman? Nasıl düze çıkarırdım kendimi? Dolu dolu olmuş gözlerime inat beni kollarımdan tutup sertçe kendine çekti. Artık biraz olsun doğrulmuş, kürek kemiklerime yaptığı destekle ona biraz daha yaklaşmıştım. Beni yine kömür karası gözlerine hapsetmişti. "Niye geldin?" "Ne işler çevirdiğini anlamak için..." dedim gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken. Gözleri anlık gazap kisvesinden sıyrıldı. "Sana benim işlerime karışma demiştim." Kulaklarımı yırtan bir seda eşliğinde, "Sana hata yapma; bedelini ödetirim demiştim." diye bağırdı. Nemli gözlerimi azabından korumak için sımsıkı yumdum. Elleri yanaklarımı kavradı. "Hata yaptın Nazar! Çok büyük bir hata! Yavrularımızı tehlikeye attın, hayatını tehlikeye attın. Neden ha? Neden? Değdi mi yaptıklarına?" Sert elleriyle yüzümü yüzüne yaklaştırdı. "Gözlerime bak! Neden yaptın bunu? Kendini düşünmedin, çocuklarımız da mı umurunda olmadı? " "Böyle olacağını bilemezdim. Hesaplı bir şey değildi. Düşüncesizce atılmış, ani bir adımdı. Başıma bunların geleceğini tahmin edemezdim." Beni umursamaz bir tavırla yatağa bıraktı. Başını ellerinin arasına alıp dudaklarını hınçla büktü. Hüznü, yüreğinden sıyrılıp gözlerime tutundu. O harelerdeki her bir pırıltı bana yüreğindeki derin korkuyu anlatıyordu. "Ölebilirdin! " dedi. "Ölebilirdin ... Orada bensiz, zavallı bir şekilde can verebilirdin. Yavrularımızın yüzünü göremeyebilirdik." Elleri, tekrar yüzümü avuçladı. Kuzguni bakışları öfkeden sıyrılıp gözlerime nakış nakış acıyı işledi. "Seni kaybetseydim, yavrularımızı kaybetseydim, ne yapardım ben; ha? Ne yapardım söyle! " Ona verecek tek bir cevabım yoktu. Karşısında zavallı bir kedi yavrusu gibi büzülüp kalmıştım. Ne söylese öfkesini alamıyor; her sözüyle beni yaralamak için çırpınıp duruyordu. "Sende hiç mi insaf yok be kadın? Bu kadar mı körsün, bu kadar mı nefret dolusun bana karşı? Kurtulmak için kendini ve çocuklarımızı ölüme atacak kadar mı iğreniyorsun benden?" Başımı eğdim. Haklıydı... Çok haklıydı hem de! Benim küstah gururumu ayaklar altında ezecek kadar haklı... Gülnaz'ın kötülüklerini düşününce yaptıklarımdan utanıyordum. Hırs ne kadar da kötü bir şeydi. Mervan'ı yeneceğim düşüncesi beni avuçlarına almış; zafer heyecanı ile yaptırmadık şebeklik bırakmamıştı. Üniversiteye hazırlanırken okuduğum bir paragraf sorusu beynimde şimşekler çaktırdı. "Harese otu nedir bilir misin? Devenin severek yediği bir dikenin adıdır harese. Deve bu sert dikeni yedikçe ağzı kanar, kanadıkça hörgücünden gelen tuzlu su ile kan hemhal olup deveyi iştah konusunda daha da galeyana getirir. Eğer deve kendini zapt edemezse bu kısır döngüde kan kaybından ölür gider... " Kendi hırslarımı düşündüm. Mervan'ı yenme hırsı beni olmadık tehlikelere atmıştı. O deve gibi kışkırtıcı heveslerim yüzünden kendi sonumu getirecektim. Ne acıydı ki Mervan'ın durumu da benden farklı değildi. Bana olan aşırı tutkusu gözünü kör etmiş; en bariz gerçekleri bile görmez olmuştu. Bu elde etme ve hapsetme zafiyeti yüzünden kendi sonunu iple çektiğinin farkında bile değildi. Beni zorla yanında tutarak dikenlerimi farkında olmadan bile isteye kalbine saplıyordu ve acı çektiğini anlayamayacak kadar vurdumduymazdı. Kin ve gazap dolu sesi zihnimi bin bir parçaya böldü. "Kaçmak için bindiğin o kamyon, seni çok tehlikeli insanlara, korkunç insanlara götürecekti." Kolumu tutup sert bir şekilde kendine çekti. Gözlerime günahımı haykırmaktan asla vazgeçmeyecekti. "Sana işkence yapabilirlerdi, öldürebilirlerdi; organlarını satıp bir çöplüğe bırakabilirdi. Başka erkeklere pazarlayıp..." "Yeter sus!" diye bağırdım. "Sus ne olur?" Elleriyle alnına sert bir şekilde bastırdı. "Gerçekleri duymak zoruna mı gitti?" Sorusuna ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Çok kızgındı ve öfkeyle zorlu kararlar almasından delicesine korkuyordum. Benden beklediği cevabı alamayınca daha gür ve kasvetli bir ses tonuyla devam etti. "Evet, kötü bir adamım ben. Bunu hiçbir zaman inkâr etmedim." Bana biraz daha yaklaşıp alınlarımızı birbirine bastırdı. Elleri yanaklarıma tutunurken, "Sana karşı zayıfım. Kıyamıyorum, Allah kahretsin!" diye esefle haykırdı. İtirafları ve çaresizliği içimi hiç olmadığı kadar yakıyordu. Bana ne zaman güvenmeye kalksa onu sırtından vuruyor ve güvendiğine güveneceğine bin pişman ediyordum. Bana olan duygularının kefaleti bir ömür bitmeyecek nefretimdi ve ücreti nikahımızın kıyıldığı gün alınmıştı. Alınlarımız ayrıldığında baş parmağı dudaklarımda dairesel hareketlerle gezindi. "Seni bulduğumda ölmek üzereydin." dedi mahvoluşumun vesikasını imzalarken. Sesi sayıklama gibi çıkmıştı; belki de ölümcül bir hastanın medet umması gibi tedirgin ve şefkat dolu. Dolan gözlerini, yüreğinin bitaplığında gizleyerek sitemlerine devam etti. "Ölümün koynunda çaresizce yatıyordun. Eğer biraz daha geç kalsaydım... " Parmaklarımla haklı haykırışlarını dindirmek için dudaklarını kapattım. "Her şeyin farkındayım." Parmaklarımı indirip sert bir şekilde tuttu. Gözlerini gözlerime çivilemiş bir an olsun bakışlarını mavi atlasımdan ayırmıyordu. "Bana ne olduğunu anlat. Nasıl düştün oraya? Seni kim darp etti? Olanları bilmek istiyorum." Nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Hakkındaki tüm gerçekleri bildiğimi anlaması çok tehlikeliydi. Bu bilgi yapacağım tüm hamleleri bertaraf etmek için yeterdi. Olabildiğince normal görünmeye çalışarak sakin bir şekilde anlatmaya çalıştım. "Kamyona bir şeyler yerleştirdiklerini gördüm ve merakıma yenilip içindekilere bakmak istedim. Adamlar kamyonun kasasına yaklaşınca da saklandım. Benden habersiz oldukları için kasayı hemen kapattılar." Sözlerimi dikkatle dinliyor; yer yer hırslı solumalarla öfkesini hissettirmekten gocunmuyordu. Bu gereksiz merakımı başını sallayarak kendince kınadı. "Kamyonun yanına kadar geldiğim halde neden bana bir şey söylemedin? " Başımı eğip, "Korktum!" diyebildim. Dalga geçer gibi güldü. "Benden korktun, o serserilerden korkmadın öyle mi?" Ne kadar öfkeli olduğunu görebiliyordum ve suçlu olmam dilimin prangalı olmasına sebep oluyordu. "Sonra... " Dudaklarımı birbirine bastırıp devam ettim. Şu koşullar altında sakin olmak ve söylediklerini yapmak belki de en doğrusuydu. "Kamyon durunca bir depoya geldiğimizi anladım. Kasayı açan adamı etkisiz hale getirip kaçmaya çalıştım. Gangsterin biri beni yakaladı ve muhbirlikle suçladı. Yüzünde keskin bir bıçak izi vardı." Yumruğunu sıktığını görebiliyordum. Başını tehditkâr bir şekilde salladı. "Vücudundaki morlukları ve yaraları da o yaptı değil mi?" Başımı sallayıp üzgün bir şekilde onayladım. "Sonra..." Öfkesi dinmiyordu ve bu durum zihnimi çetrefilli bir yola girmişçesine savurup dağıtıyordu. Yutkunarak devam ettim. "Beni sürüklercesine üst kata çıkardı. Karın olduğumu söylediğim halde bana inanmadı." "Ve borulara ateş edip, seni ölüme terk etti." Şimdi neden depoya döndüğünü anlamıştım. Kamyonun önündeki adam ayılıp ona beni gördüğünü söylemiş olmalıydı. Eğer o olmasaydı belki de çoktan ölmüş olacaktım. Bakışlarımı kaçırıp gözlerimi yerdeki halıda gezdirdim. Çenemi kavrayıp bir çırpıda mahcubiyete esir olmuş yüzümü kendisine çevirdi. "Çok büyük bir hata yaptın Nazar. Kendini ve yavrularımızı tehlike atmamalıydın. Hatalarının bedelini ödeyeceksin!" Suçluluk tüm bedenimi esir almıştı. Hayatımla ilgili yaptığım hiçbir şeyin hesabını ona vermek zorunda değildim; fakat hamile olmam bedenim hakkında onu da söz sahibi yapmıştı. Bu bebekler ikimize aitti. Onu çocuklarımızın hayatı konusunda geri plana itemezdim. Pişmanım demek istiyordum; fakat bunu ona söylemeye gururum asla müsaade etmeyecekti. "Sana Karadeniz'e gideceğimize dair söz vermiştim." dedi elini çenemden kaldırıp yanağıma sabitlerken. Ne yapacağını anlamıştım. Başımı yalanlar gibi salladım. "Hayır... " Suratı acıklı bir şekilde kıvrıldı ve dudakları yıkıcı bir tebessümle kucaklaştı. "Seyahatimiz iptal oldu. Aklını başına alıp sözlerime itaat edene kadar bu evden dışarı adımını bile atmayacaksın!" Sözlerini yüreğimi kanatarak şefkat dolu bir alayla söylemişti. Öyle ki yanaklarıma olan hassas dokunuşları bile küstahlığına alkış tutmaktan kurtulamamıştı. Hızla ayağa kalkıp karşımızdaki boy aynasına yöneldi. Aynadaki yansımama bakıp tepkimi seyrettiğini biliyordum. "Yapamazsın!" diye sayıkladım. Gözlerini aynadan ayırmadan, "Görürsün!" diye imalı imalı güldü. Ayağa kalkmaya çalıştığımda hıçkırıklar boğazımın yakıcı kuytuluğundan kurtulup vicdanıma kaçıştı. Dökülen gözyaşlarıma aldırmadan, "Söz vermiştin; gitmeme izin verecektin." diye bağırdım. "Sen de söz vermiştin!" dedi bitirici son kozunu oynarken. "Bir daha yaramazlık yapmayacaktın, kaçmayacaktın. Sen yeminini unuttun, ben de verdiğim sözü!" Yemin... Abimin canına karşılık feda oluşumun yakıcı mührü... Özgürlüğümü kurdeleli bir paketle Mervan'a sunuşumun son hatırası... Medet umar gibi kendimi avuçlarına bırakmıştım. "Bana bunu yapmaya hakkın yok. Ailemden, sevdiklerimden koparmaya hakkın yok!" Karşıma bir baykuş edasıyla dikilip, "Senin üzerinde her şeye hakkım var. Sana o gece de söyledim." Canım yanıyordu. Yine başladığım yerdeydim; ömrümün tükendiği yerde. "Sana olan aşkıma çok güveniyorsun Nazar Ateş... Canını yakmayı da bilirim ben. Benim asi kısrağım... Er ya da geç yola geleceksin!" Güç bela yataktan kalkıp duvara tutundum. Karnım hâlâ sancılanıyordu ve bu acı tüm direnişimin baltalanmasına sebep olmuştu. Bir haykırış beyazlar içindeki mahzende derin bir yankı bıraktı. "Dilan!" Saniyeler içinde oda ayak seslerine teslim oldu. Bilirdim, başlarına getireceğim felaketi Mervan'ın kollarında eve ilk girişimde anlamışlardı. Bu masum insanların başına bela olmuştum. Artık onları, Mervan'ın şerrinden ben bile kurtaramazdım. Makbule Hanım'ı ve Dilan'ı görünce yalvarır tarzdaki bakışlarımı onlara yönelttim. Yüzlerindeki korku ve endişe daha ilk bakışta kendini hissettiriyordu. Kendilerine kesilecek faturayı bilerek acı acı yutkundular. "Nazar'a göz kulak olmanızı emretmiştim. Onun yaptıklarının bedelini size ödetirim demiştim. " Dilan, iri iri açılmış gözlerini Mervan'dan kaçırırken, "Onların bir suçu yok!" diye bağırdım. Başkalarının yanında kendisine sesimi yükseltmeme çok kızardı ve ne yazık ki içimdeki feryatlar, tüm sözlerini kulak ardı ettiği gibi bunu da görmezden gelecekti. Kirpikleri maviliğime yeniden hesapsız oklar fırlattı. "Kes sesini!" Başımı yalvarır gibi salladım. "Hayır Mervan." "Sözüme kulak vermediniz; beni yok saydınız. Onu cehennemden ben çekip aldım. Bu itaatsizliğe göz yumamam!" Dilan daha fazla kendini tutamayıp söze girdi. "Vallahi bir suçumuz yok Beyim. Ben Dicle'yi yıkıyordum; annem de Nazar Hanım'ın odasını toparlıyordu. Her gün 10 defa kontrol ediyordum onu, bu kale gibi evden kaçmayı başaracağını bilemezdim. " Mervan, ona karşılık vermekte gecikmedi. "Sizin en önemli işiniz onun hata yapmasını engellemekti. İşinizi iyi yapsaydınız, bu yaşananlar olmazdı. Karar verildi; hemen yarın evi terk edeceksiniz. Artık burayla bir bağınız kalmadı." "Mervan, hayır!" Ellerimle omuzlarını kavrayıp onu hafifçe sarstım. Ayakta duracak gücüm olmamasına rağmen karşı koymaktan vazgeçemiyorum. Benim yüzümden onları harcamasına dayanamazdım. "Benim suçum; onlar bir hata yapmadı. Plansız gelişti her şey! Yemin ederim kimse böyle olacağını tahmin edemezdi. " "Tahmin etmeliydin. Sana o gün de söyledim; hatalarının bedenini senden çok başkaları öder. Bunu yapmakta bir an bile tereddüt etmem." Yeniden onlara döndü. Gözleri kararındaki istikrarında en ufak bir zafiyet göstermemişti. "Kendinize kalacak bir yer bulun; en kısa zamanda gidiyorsunuz bu evden. Şimdi çıkın dışarı!" Makbule Hanım'ın yüzüne baktığımda dolu dolu olmuş gözleri içime işledi. Gururlu hâlinden hiçbir şey eksilmemişti. Başı dik bir şekilde, "Gideriz Beyim, sen merak buyurma!" diye teessüflü bir cevap vermekten kurtulamadı. Artık gözyaşlarımı zapt edemiyordum. Yıkılmış bir halde odayı terk ettiklerinde yalvarır gibi Mervan'a baktım. "Lütfen!" Beni umursamadan kapıya yöneldi. Peşinden gidip aralanmış kapıyı hızla örttüm. Yüzü kapıya dönük, sessiz bir şekilde ayakta öylece dikiliyordu. Kapıya yapışmış parmaklarının üzerine ellerimi sabitleyip köhneleşmiş vicdanına erişmeye çalıştım. Alnımı ummadığı bir anda sırtına, iki kürek kemiğinin ortasına yasladım. Başını isyan eder gibi arkaya bıraktığında, "Lütfen yapma!" diye sayıkladım. "Hatalarımın bedelini onlara ödetme." Kısa bir sessizlik hüküm sürdü beyaz cehennemimde. Vicdanını avuçlayan tutunuşum yüreğimi talan eden o zehirli sözlerini dudaklarından kovdu. Yaralıydı ve benim yalvarışlarım şu durumda asla onun kahırlı gönlünde yer edinemeyecekti. Alnını o ahşap yapıya yaslarken, "Haklıymış!" dedi. "Baban, 'Nazar'dan geç! O huri olsa cennetten kovulur; damla olsa denizi kirletir. Koynuna genç ve güzel bir kadını değil; pimi çekilmiş bir bombayı alıyorsun.' demişti. Haklıymış... Ne kadar da doğru söylemiş meğer! Sana sevdamı verdim; kendi gözümden bile sakındım. Bu evin Hanımı yaptım. O nefret dolu yüreğine ne yaptıysam değemedim. Kendini ve yavrularımızı öldürme pahasına benden kaçtın." Elini ellerimden kurtarıp kırgın gözlerini tüm ruhumu çırılçıplak bırakacak kadar vebal dolu bir kisveyle yüzümde gezdirdi. "Artık seninle anladığın dilden konuşacağım." Kapıyı yüzüme çarpıp çıktığında bulunduğum yere diz çöküp içli içli ağladım. Ardından işittiğim kilit sesiyle beni yeniden umutsuzluk mahzenime kapattı. Bir süre öylece bekledim. Duyduklarımı ve yaşadıklarımı hazmedemiyordum. Ne olacaktı şimdi? Mervan'ın bu öfkesi daha nasıl bir intikam hevesine gebeydi? Benimle ilgili planları neydi, bilmiyordum. Bildiğim tek şey bebeklerimle arama girmesi muhtemel hiçbir şeye izin vermeyecek olmamdı. Dışarıdan gelen birkaç bağırtı tüm dikkatimi terasa yöneltti. Sürünmekten hallice adımlarla terasa çıktım. Sancım dur durak bilmeksizin devam ediyordu. Hâlâ savaştan çıkmışçasına yorgun ve hastaydım. Gözlerimi bahçeye çevirdiğimde bakışlarımın kadrajında yine Mervan vardı. Karşısındaki adama öfkeli olduğunu hissettirir tarzda bir şeyler söylüyordu. Aniden elini kaldırıp kızıl saçlı, genç adamı okkalı bir tokadın hışmına maruz bıraktı. Adam, sendeleyerek yere kapaklanırken ellerimle haykırmak için debelenen çığlığımı bastırdım. Oldukça çiroz, zayıf bir adamdı. Genç olduğu halde saçlarının ön kısmı döküldüğünden o dazlak yapı adeta güneşin altında göz kamaştırıyordu. Ben iri iri açılmış gözlerimi ayırmadan olanları utançla seyrederken sert bir tekme karnına inmiş ve adamı bayılacak bir hâle getirmişti. Ne yazık ki diğerleri de bu gazaptan nasibine düşen payı almadan kurtulamayacaktı. Mervan'ın bitmek bilmeyen yumruklarının ve tekmelerinin karşısında susup cezalarına boyun eğiyorlardı. Alışkındılar gazap dolu darbelerine ve aşağılayıcı sözlerine. Bu insanların ezilmekten ve köpeklik yapmaktan başka bir marifeti yoktu. Alacakları paraya karşılık adamlıkları da dahil olmak üzere pek çok şeyden el etek çekmiş ve hayatlarının iplerini Mervan'a bırakmışlardı. Despot kocam, bir süre daha bağırıp, gururlarını tarumar edecek şekilde şiddetini üzerlerine püskürttü. Tüm yaşananların sebebi bendim. Attığım bu hesapsız adım, Dilan ve Makbule Hanım da dahil olmak üzere pek çok insanın üzerine kara bir perde gibi düşmüştü ve ben ödenen her bedelde biraz daha küçülüyordum. Adamlar dayaktan perişan olmuş bir halde yerde çırpınırken, Mervan başını çevirip ayakta güçlükle duran hamile bedenime sert bir bakış attı. Sağ elimi kalbime bastırıp içimdeki ürpertinin geçmesini diledim. Karnımdaki küçük kıpırdanmalar beni korkularımdan kurtaracak tek teselli aracıydı. Gitmemişlerdi benden. Hâlâ onları kucağıma almak için bir şansım vardı. Ne çok korkmuştum yavrularımı kaybetmekten. Annelik duygusunu tattıktan sonra ben onlarsız nasıl yaşardım? Varlıklarını ummadan nasıl nefes alırdım? Vazgeçemezdim artık! Onlarsız bu hayat manasızdı. Adamlar darmadağın hallerine rağmen yanından ayrılmak için sendeledi. Mervan, hâlâ öfkeli ve kırgın bir eda ile bana bakıyordu. Ona bir teşekkür borçluydum. Sırtına indirmek için hazır bulundurduğum hançerlere rağmen, avcumdan yitip gitmek üzere olan bu mutluluğu bana geri vermişti. Belki de en çok bu yüzden mahcuptum ona karşı. Yaptığımın doğru olduğunu bildiğim hâlde tuhaf bir suçluluk duygusu içimi yakıp küle çeviriyordu. Oysa ben doğru bildiğimi söylemekten ve yapmaktan asla geri durmazdım. Ona karşı kolumu kanadımı kıran da neydi? Bakışlarım odayı taradı. Çantam... Yanımda yoktu. Belgeler ve telefon da... Orada mı bırakmıştım hepsini? Mervan bulsa, bu yaptıklarımın hesabını sormaktan asla geri durmazdı. Demek belgeler onda değildi. Belgeleri bulduğunda yapacaklarını düşünmek dahi istemiyordum. Kendi kendimin kurdu olmuş hayatımı içten içe çürütüp duruyordum. Bu tekinsiz zihnimden Mervan da nasibini almaktan kurtulamıyordu. Koynunda kendisini sokmak için bekleyen bir yılan besliyordu; fakat aşkı gözlerini bir örümcek ağı gibi sarmış yakıcı gerçeğimizi görmesini engelliyordu. Mervan, bana bakmayı sürdürürken bu ürkütücü ifadenin altında daha fazla ezilmeye dayanamadım. Bakışlarının odağında olmak beni yoruyordu. Kırgın bir şekilde odaya yöneldim. Yatağa uzanıp derin bir uykuya hapsolmak istiyordum. Tenim o yumuşak dokuyla buluştuğunda kasılmalar da biraz olsun azalmıştı. Zihnimin derinliklerindeki o korkunç depoyu bir türlü unutamıyordum. Her şeye rağmen burada, güvende olduğuma sevinmiştim. Bunun yerine beyaz bir kefen içinde toprak altında da olabilirdim. Kendim için üzülmezdim belki; ama çocuklarımın hayatını çalmış olma fikri beni şüphesiz mahvederdi. Olanları hatırlamak için zihnimi zorladım. Çırpınışlarım fayda vermişti. Belleğim, buzlarından çözülüp yeniden canlandı. Şimdi gözlerimin önüne gelen tekinsiz kareler hiç olmadığı kadar ruhumu yıpratıyordu. O depoda ölüme teslim olmuşken saniyeler içinde açılan kapının gıcırtısı ile üzerimdeki kefen örtüsü biraz olsun aralandı. "Nazar!" Tanımıştım bu sesi. Nerede olsa bilirdim sesindeki tınıyı ve nerede olsa tanırdım tenindeki o kışkırtıcı kokuyu. Öksürükler ciğerlerini yoklarken dudaklarımı kıpırdatmaksızın "Kurtuldum!" diye sayıkladım. Hırsla yanıma gelip parmakları ile yüzüme dokundu. Kulaklarımın uğultusu haykırışlarını duymama engel oluyordu. Gözlerimi yeniden açtığımda nemli bir yığın çimin üzerinde, onun güven verdiğini inkâr edemeyeceğim kollarının arasındaydım. Sıcak, dolgun dudaklarını dudaklarımın üzerinde hissettim. Gözlerimi açtığımda elleri hâlâ kalbimin üzerine baskı yapıyordu. Kalbim durmuş muydu? Beni çekip almış mıydı ölümün kollarından? Evet... İkinci kez kurtarmıştı beni. "Nazar! Şükürler olsun, şükürler olsun yaşıyorsun! " Beni kollarının arasında sımsıkı sarıp tenine bastırdı. Bedenim onda kaybolmuş gibiydi. Alnıma kondurduğu öpücükler beni yaşadığım cehennemden bir nebze de olsa çıkarmıştı. Kendime gelemiyordum bir türlü. Onu bulanık görüyordum ve doğru düşünemeyecek kadar da korku doluydum. Elini bacaklarımda hissettim. Kan dolu parmaklarına baktığında gözbebekleri kocaman olmuştu. Gözlerimden yuvarlanan o birkaç damla yaş çaresizliğimin şahidi gibiydi. "Allah kahretsin! Ne yaptın sen Nazar?" Beni kucaklayıp arabaya bindirdi. O direksiyonun başında akla zarar bir hızla gaza basarken başucumdaki pencerenin içimi titretmesi ile karanlık düşümden uyandım. "Mervan!" Hâlâ kollarındaydım. Bir eli direksiyonda öteki yüzümde usulca geziniyordu. Ellerinin terlediğini, teninin alev alev yandığını hissetmemek imkansızdı. Alnıma düşen damlalar, içimde serin ürpertiler oluşturdu. Ağlıyor muydu? Bizi kaybetmekten bu kadar çok mu korkuyordu? "Dayan! Dayan sevgilim! Kurtaracağım sizi? Ölmene izin veremem; sensizliğe dayanamam. Bir evlat acısına daha dayanamam." Yüzümü, sırılsıklam olmuş yanaklarına bastırdı. Ağlayamıyordum bile! Bu çaresiz durumda ağlamak ne boş bir eylemdi. "Seni seviyorum. Seni çok seviyorum Nazar! Beni bırakamazsın, böyle olmaz!" Zihnim yeniden darmadağın olmuştu. Artık söylediği hiçbir söz ne kulağıma ne de kalbime değemeyecekti. Uyandığımda bir hastane odasındaydık. Parmakları parmaklarıma kitlenmiş başucumda yarı baygın bir halde uyuyordu. Yorgun ve bitik gözleri gözlerime odaklanınca ellerimi karnıma iliştirdim. "Ne olur yaşadıklarını söyle. Onlara bir zarar gelmediğini söyle!" Sesimin inleme gibi çıkmasına engel olamıyordum. Gözleri aralandı. Bilirdim hafifti onun uykusu, çıt çıksa uyanırdı. "Bebeklerimiz..." Ellerini alnımda dolaştırdı. "Yaşıyorlar. İyiler; merak etme!" Duyduğum bu güzel haber yüreğime su serpmişti. Gözyaşlarım şakaklarımdan süzülürken parmak uçları ile o alevli yaşları sildi. Yeniden uyku bedenimi hapsetmişti ve buradaydım; hikayemin darmadağın olduğu yerde. Mehmet'in deponun yanındaki o hâli düştü zihnime. Orada mıydı gerçekten? Askerden dönmüş olabilir miydi? Hayal mi görmüştüm? Belki de beni kurtarmak için gelmişti. Sorularım bir süre daha cevapsız kalacaktı ne yazık ki. Dinlenmem gerekiyordu. Çok yorgun ve kırgındım. Biraz olsun durulmaya ihtiyacım vardı. |
0% |