Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm: Firtinaya Doğru

@syildiz_koc

Yanlışlarınla gel bana,


Seni doğrularıma hapsedemeyecek kadar hasret doluyum.


Şeyma KOÇ


Şu günlerde evimizde müthiş bir telaş var. Sonunda ablam evleniyor. Aylardır çeyiz ve düğün hazırlığı yapmaktan derslerime bile çalışamaz oldum; ama onun mutlu olduğunu görmek benim için birçok şeye değerdi doğrusu. Aslında onu evlendirmek pek aklımızda yoktu. Ansızın gelen misafir beklentilerimizin soluğunu farklı bir yöne çevirmiş ve bizi büyük bir telaşın eşiğine sürmekte gecikmemişti.


O gün abimin isteğiyle bahçede piknik yapıyorduk. Herkes bir şeyle meşgul olmuştu. Biz piknik hazırlığı içerisindeyken pek de samimi olmadığımız bir dostumuz, kapımıza misafir oldu. Evimize nadir gelen ve babamla da pek bir ahbaplığı olmayan bu adam, hepimizi oldukça şaşırtmıştı. Bir kenara oturup bizi izlemeye başladı. Babam, üzerindeki beyaz atletle bir yandan mangalı yelleyip diğer yandan elinin tersiyle alnında biriken terleri siliyordu. Ablam, etleri mangala dizerken, ben de salatayı yapıyordum. Farkettirmeden misafiri süzmeye başladım. Adamın tedirgin ve meraklı hâli dikkat çekmeyecek gibi değildi. Belli ki ziyaretinin altında bilmediğimiz bir başka sebep yatıyordu.


Etler pişer pişmez sofrayı kurup, babamların yemeğini hazırladım. İkisi de büyük bir iştahla yemeğe koyuldu. Küçük kardeşim Ayşe, hâlâ oyundan kopup sofraya oturmamıştı. Annem, babamların tepkisini çekmemek için telaşlı bir şekilde yanına gitti ve aceleyle elinden ipini alıp sürüklercesine sofraya oturttu. Ben, ablam, annem ve küçük kardeşim başka bir sofraya oturmuştuk. Murat abim de sigarasından son nefeslerini çekip babamlara katıldı.


Yemek babamların sesleriyle çekilmez bir hâl alsa da konuşulanları büyük bir dikkatle dinlemekten kendimi alamıyordum. İçimde anlam veremediğim bir sıkıntı vardı. Ne zaman bu duyguyu hissetsem, mutlaka ardından beni kederlendirecek bir şeyler olurdu. O gün de öyle oldu. Çay saati geldiğinde çardağa geçip oturmaya başladık. Kimseden çıt çıkmıyordu. Misafirimiz, babamla zoraki "Maşallah maşallah! Kızların da pek büyümüş, serpilmiş." diyerek bizleri babama methediyordu.


Babam, normal günlerin aksine başkalarının yanında bize kızmaz; ele güne karşı kötü bir imaj oluşturmazdı. Misafir bizi yağlayıp balladıkça o da, "Hamdolsun büyüdüler! Allah sahibine bağışlasın; kaderlerini güzel yazsın inşallah. Şu zamanda evlat büyütmek, arıyla namusuyla gelin etmek zor oldu doğrusu!" diyip hem diliyle hem de jest ve mimikleriyle onu onaylıyordu.


Onlar sigaralarını tüttürürken, ablam da kahveleri hazırlamaya koyuldu. Ayşe'yi yatırıp kapı aralığından babamları dinlemeye başladım. Bu ziyaretin normalin dışında bir sebepten kaynaklandığını hissetmiştim sanki. Benim dışımda herkesin keyfi oldukça yerinde görünüyordu. İçimde büyüyen sıkıntı, geçen her dakika beni daha da bunaltıyordu ve ne yapsam felaket tellallığı yapmaktan kurtulamıyordum.


Babam, her zaman yaptığı gibi biricik oğlunu övmeye ve böyle bir evlada sahip olduğu için Allah'a ne kadar şükrettiğini anlatmaya başladı. Abime karşı ne öfke ne de nefret duygusu hissetmiyordum. Bazen bizi çevremizdeki erkeklerden kıskanıp hırpalasa da o benim abimdi. Ablamı ve kardeşimi nasıl seviyorsam onu da öyle seviyordum. Durum onun için de benden farklı değildi. Murat abim, babamın aksine bizleri sever; onun bizi dövmesine asla izin vermezdi. Bunca ilgi ve alaka onu şımartmadığı gibi olgun, ağır mizacını da olumsuz etkilememişti.


Babam, abimi övme seansını uzatırken misafir de bu sözlerden sıkılmış bir ifadeyle lafın sonunu sabırsızlıkla bekliyordu. Kahveler bitince adam, derin bir nefes alıp gelme sebebinden bahsetmeye başladı. "Hurşid kardeş, yıllardır aynı ilçede birbirimizi tanır, biliriz. Bunca zaman ne ben senden incindim ne de sen benden! Sözün kısası senin büyük kızın Nurten'e iyi bir kısmet çıktı." Şaşırmamıştım. Ablam evlenme çağındaydı. Elbette isteyenleri olması pek tabiydi.


Esasen babam ilçede pek sevilen bir adam değildi ve ne yazık ki evde de pek sevilmezdi Hurşit Efendi. Bu sebepten olacak, ablamın pek isteyeni bulunmazdı bu civarda. Babamdan korktuklarından mıdır bilinmez; güzel bir kız olduğu halde talip çıkmaya cesaret edebilen yoktu çevremizde.


Babam, yüzünün ciddiyetini bozmadan, "Yaaa!" diyerek yalancıktan bir şaşkınlıkla karşılık verdi. Yaşlı adam, dudaklarını hevesle aralayıp babamı memnun edecek o sihirli sözleri fısıldadı. "İsteyenleri oldukça saygın ve zengin bir aile. Diyarbakır'da yaşıyorlar. Büyük oğulları için çok kız baktılar; fakat kafalarına uyan olmadı." Misafir, çayından bir yudum alıp kaş altından babamı süzdü. Vereceği tepkiyi onun kadar bizlerde merak ediyorduk. Babam ise yeminli gibi pos bıyıklarıyla ve kalın sakallarıyla yüzünü kamufle etmiş, duygularının perdelerini yüzümüze sımsıkı kapatmıştı.


Misafiri başıyla onaylayıp, "Nasip!" diye karşılık verdi. Elbette çöpçatanımız, babamın buraların kurdu olduğunu, zengin ve şanlı bir damatı kaçırmayacağını çok iyi biliyordu. Bundan olsa gerek çalım atma işini ciddiye alıp yüzünü bile düşürmemişti. Dilini dudaklarında gezdirip, esefli bir hâle büründü. "Zaten okumuş, çalışan kız istemiyorlar. Malum zaman kötü; bu devirde kimseye güven olmuyor." Babam hak verir gibi, "Öyle tabî!" diyerek onu başıyla onayladı. Onun bu tavırlarını gören kendisini makbul bir adam sanırdı. Oysa hangi adamlığın kitabında yazardı kadına el kaldırmak. Hangi merhamet sahibi küfürlerle, hakâretlerle bir kızı dövüp hırpalardı ki?


Sokakta başıboş gezen serkeş kadınlardan, içki şişelerinde balık olmuş berduş adamlardan daha mı masumdu yaptıkları? Hep zaman kötü, zaman kötü diyorlar. Zamanı kötü yapan kim? Bizler değil miyiz? Aramızdaki sevgiyi uçuruma yuvarlayıp sinsi bir yılan gibi nefrete ve şiddete sarılan kim? Susmak... Ne kadar da köhneleştiriyordu beni! Düşünceler... Şimdi bir kenara bırakmalıydım tüm bunları. Misafirin sözlerinin nereye gideceğini ben de çok merak ediyordum.


Yutkundu ve aynı ağır, hâkim tavrıyla konuşmasına devam etti. "Ben senin saygın bir esnaf olduğunu; kızlarını da terbiyeli, namuslu yetiştirdiğini anlattım. İsterseniz görücü olmaya gelecekler. Bakın, düşünün, kafanıza yatarsa olur." Babamın yüzünde saklamaya çalıştığı bir tebessüm belirdi. Aklından ne geçtiğini tahmin edebiliyordum. Ciddiyetle boğaz ayıklayıp, çok hevesli görünmemeye çalışarak, "Bir düşünelim, kafamıza uyarsa gelirler kızı görmeye." diyerek kestirip attı.


Annemle birbirimize şaşkın şaşkın baktık. Onları kapı aralığından gözetliyor, çıtımızı çıkarmadan her bir cümleyi anlamaya çalışıyorduk. İkimiz de babamın kızlarını vermek için ölüp bittiğini biliyorduk elbette. Başından giden her bir kız, aynı zamanda eksilen bir boğaz demekti. Hele ki yuvadan uçan, bir de zengin kocaya gidiyorsa; itilip kakılan o kız, ailenin kurtarıcı meleği oluverirdi bir anda. Babam, evde zalim, gaddar adamın tekiydi; ama dışarıya karşı onur gösterileri yapmayı pek severdi. Besbelli işi istediğini belli etmeden kendini naza çekiyordu.


Nuri amca, müsaade isteyip ayaklandı. Babam, "Otursaydın Nuri kardeş! Hanım meyve getirecekti." diyip onu engellemeye çalıştıysa da misafir sözünü bitirmiş, görevini tamamlamış ve çoktan kapıya yönelmişti. "Kızım Nazar, Nuri amcanın çantasını getir!" Babamın seslenişiyle adeta bir zıpkın gibi yerimden fırladım. Çantayı Nuri amcaya uzattım. O da görevini yerine getirmiş olmanın verdiği bir gönül rahatlığıyla evine döndü.


Sonrasında olanları tahmin etmek hiç de güç değildi. Yaklaşık 20 kişilik bir kadın grubu evimize kız görmeye geldi. Ablamı görücüye çıkma heyecanı sarmıştı bir kere. Nerdeyse yerinde duramıyor, evin içinde bir o tarafa bir bu tarafa koşturup duruyordu. Ona çarşıya çıkıp mor renkte, dantelli bir elbise aldık. Laf aramızda oldukça da pahalıydı şu bizim görücü kostümü. Eh! Babam kaz gelecek yerden tavuğu esirgeyecek değildi ya! Nurten ablam görcüye parlasın, kendini kabul ettirsin diye elinden gelenden de fazlasını yapardı neticede.


Ablamı allayıp pullama işi bendeydi. O esmer soluk yüzünü türlü türlü boyalarla renklerdirdik. Şimdi eskisinden de güzel olmuştu. Makyajın kadını bir sanat eserine çevirdiği hep görürdüm. Karıncalı ne görüntüleri HD hale getirirdi hayretli bakışlarımız içinde. Bu gün de estetik boyalarda, maharet bende işimizi layığıyla tamamlamıştık.


Nurten ablam, benim aksime esmer, kara gözlü, hafif balıketli, güzelce bir kızdı. Her zaman benim önümde dururdu. İnsanlarla sohbete meraklı, gıybeti seven biriydi. Her şeye karışma huyu yüzünden başımızı ağrıtacağını bile bile diliyle insanları birbirlerine düşürmekten de geri durmazdı. Tam da bu davranışları yüzünden az dayak yememişti babamdan. Ablamdı... Onu iyisiyle kötüsüyle çok sever; yanında kendimi güvende hissederdim. Çünkü o, kaya gibi sağlam durur, ne kendisini ne de ailesini kimseye ezdirmezdi. Hoş! O da babamın sesini duyunca kedi görmüş fare gibi ürkerdi ama korktuğunu belli etmez, "Ben yürekliyim bacım!" der yağmasa da gürlerdi.


Sabah ezanında kaldırdı annem bizi. Bir elimiz kısırda, bir elimiz kurabiyede, ötekisi sarmada... Çeşit çeşit pişirdik durduk tüm gün. Saatler geçtikçe hepimiz gerilmeye başlamıştık. Kapı çalınca olabildiğince doğal görünmeye çalışarak misafirleri buyur ettik. Selam, kelam faslından sonra birbirlerine işmar ederek ablamı baştan aşağı süzmeye başlamışlardı. Bizim görmemizden endişe duymaksızın göz kırpıp, dudak gererek başlarıyla olur işareti yaptılar. İş tatlıya bağlanınca yaptığımız ikramlıkları memnun bir edayla misafirlere sunduk. Kadınlar, bir yandan ikramlıkları iştahlı iştahlı yerken diğer yandan ablama ve ailemize methiyeler düzüyorlardı. Evimiz neşeli gülücüklere sahne olmuştu bu gün.


Tabakları servis ederken bakışlarım soğuk rüzgarlar estiren iki kişiye mıhlanıp kaldı. Kaynanası ve eltisi... Ortamdan hiç de memnun görünmüyorlardı. Bu ikilinin huysuz ve ukala tavırları diğer kadınların arasında dikkat çekmeyecek gibi değildi doğrusu. Sohbet ilerledikçe kaynanasının isminin Raziye, eltisininkinin ise Gülnaz olduğunu öğrendim. Oldukça kibirli ve hadsiz duruyorlardı. Evimizi aşağılar gözlerle süzdüler. Ablamın kendileri gibi zengin bir aile kızı olmaması onu küçümsemelerine sebep olmuştu. Onların o sevimsiz hâllerini görünce ister istemez ablam adına endişelenmeye başladım.


İşmar edip onu bir kenara çektim. Kimsenin bizi dinlemediğinden emin olunca da, "Abla! Bu ikisine çok dikkat et! Suratları pek asık; sakın seni üzmelerine izin verme!" diye fısıldadım. Ablam da imalı imalı gülerek, "Merak etme bacım, ben onların hakkından gelirim!" dedi. Mutfak da kimseye duyurmadan kısık kısık gülmeye başladık. Annem seslerimizi duymuş olacak ki hemen yanımıza geldi ve bizi ite kaka tekrar odaya soktu.


İçeri geçtiğimizde kısacık bir sessizlik hüküm sürdü. Annem bu sessizlikten faydalanıp oğlanın bir fotoğrafının olup olmadığını sordu. Meraklı bakışlarımızın arasında büyük bir özgüven ve edayla fotoğrafı çıkarıp bize uzattılar. Annem fotoğrafı inceledikten sonra ablama verdi. Ablam, kendinden beklenemeyecek bir otokontrolle fotoğrafa bakıp utanmış gibi başını eğdi ve bir süre hiçbir şey söylemedi. Normalde duygularını gizlemeyi pek beceremezdi . Neyseki koca meraklısı, oppa kız rolüne düşmemek için ağırbaşlılığını korumuştu bu sefer.


Emine hala, ortamdaki bu soğuk havayı dağıtmak için şen şakrak bir tavırla, "Aman aman kızımız da pek utangaçmış." diyerek ablama takıldı. Sonra da anneme döndü. "Küçük kızınızın güzelliğinden de gözlerimizi alamadık doğrusu! Masmavi gözleri, hilal kaşları, bembeyaz teni... Allah övmüş de yaratmış. İnşallah kaderi de kendi gibi güzel olur." Gururumu okşayan iltifatları ortamda gergin bir hava yarattı. Annem de bu övgü dolu sözlere tebessüm etmekten geri durmamıştı. "Sağolun Emine Hanım! İnşallah tüm kızlarımıza Allah güzel kaderler yazar!" diye ekledi.


Bu sözler en çok Gülnaz'ı rahatsız etti her nedense? Suratını asıp Emine Hanım'a ters bir bakış attı. Bu kadının benimle ne alıp veremediği olur diye düşünmekten kendimi alamadım. Daha yeni tanışmıştık ve benden en ufak bir olumsuz hareket görmemişti. Düşman gibi bakıyor, çay bardağını dudaklarına götürürken bile beni ince ince süzmekten kendini alamıyordu.


Emine Hanım, güleç tavırlarıyla şimdiden gönlümü kazanmayı başarmıştı. "Adın ne senin?" diye sorduğunda nezih tavrımı bozmadan, "Nazar!" diye cevap verdim. "Gözleri mavi olduğu için mi Nazar koydunuz?" diye sormaktan kendini alamadı. Annem, alıştığı bu soruya aşina olduğumuz tarzdaki edebini bozmadan karşılık verdi. "Hayır, teyzesinin adı Nazar'dı." Gözler beni tararken annemin teyzeme dair bir şeyler anlatacağını düşünüp heyecanlandım. Ve ne yazık ki bu beklenti bir heves olmaktan öteye gidemeyecekti. Ağzı kelpetenle sıkılmış gibi kitliydi. O vidaları gevşetmeye ne benim ne de Emine Hala'nın gücü yetmeyecekti.


Annem sözlerine devam ederken gözlerim, benim aksime minik sayılabilecek gözlerine odalandı. Güzel bir kadındı annem! Güzel ve talihsiz... Ninemin sözleri zihnime bir şimşek gibi çakmıştı yine. "Güzeller talihsiz olur. Onların talihsizliği güzelliklerinin kdv'si gibidir!" Ne ilginç bir yorum! Haklıydı galiba. Çirkin ve bakımsız kadınların el üstünde tutulduğunu, güzellerin ise paspas gibi hırparalanıp soldurulduğunu az görmemiştim şu bakir ömrümde. Annem de babam gibi biriyle evlenerek o kdv'yi döke saça ödemişti işte. Başka nasıl bir açıklama yapılırdı ki onun bedbaht hayatına?


Annemin konuşması, beni zihnimin koyu düşüncelerinden sökercesine kopardı. "Pek severdim kardeşimi; ama ne yazık ki ömrü uzun sürmedi. Genç yaşta aramızdan ayrıldı. O da tıpkı Nazar gibi boylu poslu, ak yüzlü, göğ gözlü bir kızcağızdı. Kaderi benzemesin, Nazar'ım çok benzer ona. Onun vefat ettiği gün doğurdum kızımı, adı anılsın diye de Nazar koyduk bebeğin ismini." Hep birlikte, "Allah rahmet eylesin!" diyip bu tatsız konuyu kapattılar.


Annem, ne zaman bu konu açılsa hüzünlenirdi. Belli etmemeye çalışsa da gözlerinin dolduğunu, yüreğine kara bulutların çöktüğünü anlardık. Teyzemin ölüm nedeni bende büyük bir merak konusuydu. Bunu anneme her sorduğumda ya lafı ağzıma tıkar ya da küçük bir azarla konuyu değiştirmeye çalışırdı. Bu merak yıllar boyu içimde kök salmıştı ve ben bu sırrı öğrenmeyi kafama koymuştum elbette. Misafirler gider gitmez ablamı kenara çekip bu işin aslını astarını sorup öğrenecektim.


Kadınlar, iyi dileklerle oldukça memnun bir şekilde ayrıldılar evimizden.Günler su gibi akıp gidiyordu. Ablamın uzatmalı nişanlılık döneminin artık sonuna gelmiştik. Hepimiz onun eteklerinin nasıl zil çaldığını büyük bir ilgiyle izliyorduk. Artık iş kınaya, çeyiz taşımaya ve nihayet düğüne gelmişti. Gelin görme gününde daha resme bakar bakmaz yüzündeki arzu kendini göstermişti; ama ben yine de yalnız kaldığımızda ona bir kez daha içimi deşeleyen o soruyu sormakta tereddüt etmedim. "Abla gerçekten onunla evlenmek istiyor musun?" Ablam, gamzeli yüzüyle hafifçe kıkırdadı. "Tabiki neden olmasın! Yaşım geldi geçiyor. Hem duymadın mı, durumları oldukça iyiymiş. Hem yakışıklı hem de zengin... Daha iyisini bu çöplükte nerden bulacağım?"


"Önemli olan mutlu olman, para değil." Başını onaylayarak salladı. "İnşallah hep mutlu olursun ablam!" diyip boynuna sarıldım. Bu günler bizim birlikte geçirdiğimiz son günlerdi ve her anını dolu dolu yaşamak istiyorduk. Ablam bir yandan etrafta mutlulukla cıvıldarken bir yandan da nişanı bozulacak diye çok korkuyordu. Babamın da ondan pek farkı yoktu doğrusu. Pek hevesliydi ablamı vermeye! Bey gelini olacaktı; az şey mi? Hem evinden bir boğaz eksilecek hem de ensesi kalın bir damada sahip olacaktı. Sırtı yere gelmezdi artık. Eh! Kaz gelecek yerden tavuk esirgemek mantıksızdı ne de olsa. Misafirleri iyi ağırlamalı, şanını yüksekte tutmalı, gözden düşmemeliydi babam.


Bunun için oldukça zahmetli bir kına hazırlığına giriştik. Gerçi damat tarafı kınayı da üstlenmek istemişti; ama babam, "Her şeyi damat yaparsa nerde kalır bizim babalığımız?" demiş olabildiğince gönlünü alçakta tutmuştu zengin dünürlerinin karşısında. O böyle yürekli yürekli konuşurken bir an gözüme çocukluk hatıralarım geldi. Ablamı böyle telli duvaklı gelin etmek için çırpınan benim babam mıydı gerçekten? İnsan; o zalim, gaddar adamın, başkalarının yanında bu kadar değişeceğine bir türlü inanamıyordu!


Keşke hep böyle olsa diye geçirdim içimden. Demek o da baba gibi davranıp kızlarını da oğlu gibi sahiplenebiliyordu. Peki neden yalnızken bu kadar farklıydı ve neden bizlere sırt çeviriyordu? Bunu hayatım boyunca hiç anlayamayacaktım. Anlamak için çabalamak bile bomboş görünüyordu gözüme.


Evin büyük kızı olma vazifesi artık bendeydi. Her şeye yetişebilmek için dur durak bilmeden çalışıyordum. Bu gün kına günüydü ve daha yapılacak pek çok iş vardı. Ben ve kuzenlerim hemen evi süsleyip çerezleri hazırladık. Murat abim de ışıklarla ilgileniyordu. Hepimiz hummalı bir tempoya tutuşmuş, gelenleri memnun etmek için canla başla çalışır olmuştuk.


Abim, alnında biriken terleri elinin tersiyle silerken; "İşte oldu!" diye gülümsemekten kendini alamadı. Düğmeye basınca her tarafı birbirinden güzel, renkli ampuller aydınlatmaya başlamıştı. Tek katlı mütevazi evimiz, tüm bu süslerle inanılmaz bir güzelliğe kavuşmuştu. Avlu masalarla ve ses sistemiyle dolup taşıyordu. Ahşap ev, gelen konuklarla şenleniyor, bize de ev sahipliğinin yorucu düsturları kalıyordu ister istemez.


Zavallı annem, uzaktan gelecek misafirlere günlerce birbirinden güzel yemekler hazırlamak için uğraştı durdu. Biz koşturup dururken mutfak masası dolmalarla, içli köftelerle, pilaki ve sotelerle dolmuş taşmıştı. Birbirinden renkli salatalar ve mezeler ise yemek masalarına özenle yerleştirilmiş, konukların tabaklarına iliştirilmeyi bekliyordu. Hepimizin elleri, gece gündüz cam silip ev temizlemekten aşınacak hâle gelmişti; ama ablamın yüzündeki o umutlu bekleyişi görmek tüm bu fedakârlıklara deyiyordu gerçekten.


İşleri kolaylayınca hazırlanmak için odama geçtim. Dolabımdaki beyaz elbiseyi çıkardım. Balık kesimli bu elbise astarın hemen üzerinden yıldız işlemeli bir tülle hareketlendirilmiş; bu görünümüyle sade ve şık bir abiye formatına kavuşmuştu. Bu güzel elbise endamlı, sıkı vücudumla da birleşince o loş ışıklı ortamda beni daha da göz alıcı göstermişti. Beyaz, platform ayakkabılarımı giyip hazırladığımız kına alanına gittim. Beni görenler gözlerini üzerimden alamıyorlardı; bazıları kıskanç bakışlar atarken bazıları da samimiyetle beni iltifatlara boğmakta gecikmedi.


Sonunda hazırlıklar tamamlandı; ve biz de sabırla uzaktan gelecek misafirleri beklemeye koyulduk. Damat konvoyu kornalar eşliğinde evimize ulaştığında, çoluk çocuk hoplaya zıplaya pencerelere koşturdu. "Geldileeer! Damat ve ailesi geldiiii!" İçimi kaplayan hüzne ve endişeye engel olamıyordum. Bu insanlardan çekinmek hayatımın vazgeçilmez kanunlarından olmuştu. Varlıklarının verdiği huzursuzluk; değişmeyecek, değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir hâle gelmişti. Sabırla bir an önce gitmelerini bekliyor; kimseyle gereğinden fazla muhatap olmuyordum.


Ablam, bordo kınalığının içinde bir prenses kadar güzel olmuştu. Çevresinde, mutluluk dileklerinde bulunan insanlara samimiyetle teşekkür edip, kendisi için hazırlanan masaya yerleşti. Bense mutfakta aceleyle çerezlikleri hazırlıyor; karıştırılmış kınaları misafirler için paylaştırıyordum. Elimdeki koca tepsiyle avluda koşuştururken; yerde yuvarlanan yumurcaklardan biri ayağıma dolaştı. Hazırladığım tüm atıştırmalıklar büyük bir çınlama eşliğinde yeri boyladı. Bıkkın bir halde, "Offf!" diye inledim. Böyle küçük bir hadise bile morelimin düşmesine, canımın sıkılmasına sebep olabiliyordu.


Ben yerdeki çerezlerle boğuşurken ortalığı bir anda oldukça yüksek frekanslı bir kahkaha sesi kapladı. Olduğum yerde öylece donup kaldım. Kızarmıştım... Başımı kaldırmaksızın görebildiğim tek şey ilk bakışta dahi pahalılığı anlaşılan, yılan derisinden yapılma, parlak bir çift ayakkabıydı. Hırsla nefes alıp içimden kendime bir tokat patlattım ve "Bu densizin karşısında susmayacaksın değil mi?" diyerek kendimi cesaretlendirmeye çalıştım.


Yerde karman çorman bir halde duran tepsiyi bırakıp, yavaş ve emin adımlarla ayağa kalktım. Gördüğüm yüz karşısında hiç de şaşırmamıştım. Bu küstah kahkahaları atan kişi, eniştemin sinir bozucu erkek kardeşinden başkası değildi. Henüz 27-28 yaşlarında olan bu adam yaşından çok daha olgun davranır; ağır ama sevimsiz hâlleriyle beni öfke girdabına düşürürdü. İlk gördüğüm günden beri hiç ısınamamıştım ona. Ne zaman varlığını yakınımda hissetsem; sanki kapkara bir bulut içime çöker, vargücüyle ruhumu sıkmaya başlardı. Hele şu bey pozları yok mu? Gel de çileden çıkma! Beymiş... Utanmadan evimize her geldiğinde bıyık altından beni süzüyor, her bir hareketimi ezberlercesine takip ediyordu. Bir insan, nasıl olur da bu kadar dengesiz olurdu; anlaşılamayacak şeydi doğrusu.


Elbette bu tarz davranışların hiç de yabancısı değildim. Zaten beni gören erkeklerin büyük bir çoğunluğu aynı tepkileri veriyordu. Evimizin kapısından atılmış aşk mektupları, en yakın arkadaşlarım aracılığıyla gönderilen arkadaşlık istekleri, gizli gizli çekilen fotoğraflarım ve daha niceleri... Yıllar yılı tüm bunları yaşadığımdan mıdır bilinmez; oldukça neşeli olan mizacım, dikenli çöl bitkileri gibi sertleşmiş adeta huysuz, kenar mahalle delikanlılarını aratır olmuştu. Ben bu düşüncelerin içinde debelenirken Mervan, aynı küstahlıkla konuşmaya başladı.


"Biraz daha dikkatli olmalısınız küçük hanım! Misafirler içerde nerde kaldı bu tepsiler diye söylenip duruyordu." Bu sözlerden sonra öfkem 2 kat daha arttı. O kim oluyordu da bana ne yapacağımı söylüyordu? Mervan'a dönüp oldukça hiddetli bir ses tonuyla, "O halde gelip tepsileri kendileri alsınlar ya da daha iyisini yapalım. Siz etrafta kudretli bey pozlarında pişkin pişkin dolaşıp beni meşgul etmeyin; ben de işimi yapayım!" diye bağırdım.


Ben bu sözlerin karşısında kızarmasını beklerken o daha da memnun olmuş bir şekilde sırıtmaya devam etti. Hep böyle yapıyordu. Ne dersem diyeyim bana olan o kontrollü bakışlarını, ağır duruşunu bozmuyordu. Yaramazlık yapan küçük bir yumurcakla konuşuyormuş gibi üstten üstten bakarak, ruhumu küle boğup bırakıp gidiyordu ansızın. Dudakları dalga geçer gibi kıvrıldı. Kaşlarını kaldırıp, kömür gözlerini perdeleyerek bana edepsizce meydan okuyordu.


"Küçük hanımın dili de pek uzunmuş. Ben çakır gözlülerin fena ve zorlu olduğunu bilirdim; ama bu kadar dişlisine de hiç rastlamamıştım doğrusu!" diyerek yalancıktan bir hayretle gözlerini yorgun gözlerime mıhladı. "Ben sizi sadece küstah zannediyordum; doğrusu bu kadar işgüzar olacağınızı tahmin etmezdim. Bence herkes kendi işine bakmalı! Siz konağınızın; sert, buyrukçu Beyi olun ben de bu evin okumuş, hırçın kızı!" Öfkeyle söylediğim bu sözlerin karşısında bozulmasını umuyordum; ama o küstah tavrından bir nebze de olsa ödün vermemişti.


Sözlerimi tamamlamış olmanın verdiği bir özgüvenle yönümü tekrar mutfağa çevirdim. Ama o bu kadarını yeterli görmemiş olacak ki sözleriyle tüm dikkatimi yeniden kendisine mıhlamayı başardı. "Bu öfkeli davranışlarınıza dikkat etseniz iyi olur? Babanız bu konuda hiç de müsamahakâr görünmüyor!"


Kimdi bu adam? Ne hakla bana karışıp, babamın tehditkâr davranışlarıyla gözümü korkutmak gibi bir aptallık ederdi? Onun alaycı bakışlarını her gördüğümde içimdeki öfke yeniden tazeleniyordu. Ben öfkelendikçe o sadistçe bir zevk alıyor; yüzümü nadide bir mücevhere bakar gibi büyük bir dikkatle inceleyip, sanki her bir santimini ezberliyordu. O siyah, keskin gözlerin, sert bakışların içimi nasıl ürperttiğini ne yazık ki kendimden bile gizleyemiyordum.


Bulunduğumuz konumları düşündükçe şu konuşulanları hayretle karşılamaktan kendimi alamadım. Evli ve 2 çocuklu bir adam, genç bir kızı nasıl olurdu da bu kadar çapkın bakışlarla süzebilirdi? Peki ya her fırsatta beni rahatsız etmeleri... Beni ne sanıyordu bu adam? Yeni yetme, arsız bir ergen mi? Yoksa kendisiyle gizli aşk oyunları yaşayıp macera peşinden koşacağımı mı düşünüyordu hayasızca? Bu küstahlıktan öte onursuzca bir beklentiydi ve ben onun böyle bir şeyin hayalini kurmasına bile izin vermeyecektim. Bir yandan içimden bunları geçirirken diğer yandan öfke ve kin dolu bakışlarımı gözlerine dikmiş benden çekinip gitmesini bekliyordum. O ise meydan okurcasına aramızdaki mesafeyi daha da daraltmıştı. İnatla o siyah gözlerini üzerimden çekmiyordu.


Artık soluğunu hissedebileceğim kadar yakınımdaydı ve ben bir adım daha atabilecek durumda değildim. Kokusu bu yakınlıkla birlikte daha hoyrat bir şekilde içime işlemişti. Elimdeki tepsiyi göğsüne hızlı bir şekilde yapıştırarak onu vargücümle ittim ve kendimden uzaklaştırdım. "Benim ne yaptığım ve nasıl olduğum sizi zerre kadar ilgilendirmez. Bence asıl siz hâl ve hareketlerinize dikkat ederseniz kendinize büyük bir iyilik yapmış olursunuz. Benim yersiz tavsiyelerinize hiç mi hiç ihtiyacım yok!"


O yeni bir sözle polemiği uzatmaya hazırlanıyordu ki , bir çift topuk sesi tüm dikkatimizi dağıtmaya yetti. Gülnaz, sinsi adımlarla sol yanıma yaklaştı. Aramızda sadece 3 adım bir mesafe vardı ve ben onun gelişiyle daha da huzursuz olmuştum. Beni çıngıraklı bir yılana bakar gibi öfke ve nefret dolu bir ifadeyle süzdü. Tüm bu geliş gidişleri boyunca ters ters beni kestiğini farkediyor, alttan alttan laf sokmalarına aynı ayarda cevap verip onu başımdan savuşturuyordum.


Acaba biraz önce yaşananların ne kadarına şahit olmuştu? Sakinliğimi korumaya çalışarak ona döndüm. O ise kıskanç bakışlarını dizginleyip eşine yöneldi. Mervan, karısının gelmesinden oldukça rahatsız olmuştu. Ona kaşlarını kaldırıp oldukça sert bir bakış attı. Gülnaz, az önceki öfkeli solumalarına bir son vermiş; sahibinin karşısında kuyruğunu kıstıran dişi bir köpek edasına bürünmüştü. Mervan, ona dönüp, "Bir sorun mu var?" diye sordu. Gülnaz ise bu sevgisiz hal ve hareketlere aynı yumuşak başlılıkla cevap verdi. "Ağır misafirler gelmiş. Baban karşılarken senin de yanlarında bulunmanı istiyor."


Mervan, isteksizce; "Tamam!" dedi ve bıkkın bir hâlde avluya yöneldi. Karısı, onun uzaklaştığından emin olana dek arkasından bakmaya devam etti. Ardından kontrollü hareketlerle birkaç adım atıp biraz önce eşinin bulunduğu yere geçti. Karşımda kaskatı dikilmesinden oldukça rahatsız olmuştum. Belli ki eşinin bu ayarsız davranışlarını seziyor, kendince bana otoritesini hissettirmek istiyordu.


Bu gün polemiğe girmek için hiç de iyi bir zamanlama değildi. Onu görmezden gelmeye çalışarak yerdeki tabakları ve mumları toplamaya giriştim. Ben bu işlerle uğraşırken o mağrur mağrur, hanımağa tavırlarıyla beni izliyordu. Tepsiyi kaldırıp tekrar ayağa dikildim. Bu ortamda daha fazla kalmak istemiyordum; bu yüzden uzaklaşmak için bir adım attım. Arkamı döner dönmez kolumu sert bir şekilde kavradı. Adeta kan beynime sıçramıştı. Yüzümü ona çevirdim ve elini hiddetle kolumdan çektim.


Biraz rahat davranmaya çalıştım."Bu gün seni pek süslü gördüm. Belli ki bu kına merasiminden beklentisi olan tek kişi ablan değil. Yoksa bir zengin koca da ben bulsam diye hayaller kurmayı mı başladın?" diyerek beni kışkırtmanın yollarını aradı. Başarmıştı da... Rahatlığımı korumaya çalışıyordum; aksi takdirde üzerine atlayıp bu sözleri tek tek yutturmaktan geri duramayacaktım. "Benim özel hayatım ve giyim kuşamım niçin sizi bu kadar ilgilendiriyor?" Bu sorum onu afallatmıştı. Beni tanısaydı bu aptal muhabbete asla girmezdi. Zira ben hiçbir zaman para budalası, aciz bir kız olmamıştım. Şatafat ve güç hevesi yüreğimde zerre kadar yer bulamamıştı. Mutlu olmak istiyordum... Hepsi bu. Huzur ve mutluluk... Bu kadar! Bundan fazlası umurumda bile değildi.


Bakışları elbisemde ve bedenimde gezinirken, onu daha fazla yorma fırsatını elde ettiğimin farkındaydım. Alevli gözlerimi gözlerine diktim. Yaralamak istiyordum. Bunu ukala tavırlarıyla çoktan haketmişti. "Bence beni takip etmeyi bir kenara bırakıp hayat enerjinizi çocuklarınıza ve eşinize ayırmalısınız. Tabi eşinizle ve çocuklarınızla uzun yıllar mutlu bir aile olarak kalmak istiyorsanız!"


Öfke ve kıskançlıktan yüzünde derin çizgiler oluştu. Bana, "Sen ne demek istiyorsun?" diye çıkıştı. Aynı özgüvenli tavrımı koruyarak ona biraz daha yaklaştım. Mervan'ın beni sıkıştırdığı yerde sadece rolleri değişmiştik. Bu sefer akbaba gibi dönme sırası bendeydi. "Ben zengin koca avcısı değilim." dedim beni anlayacağını umarak. "Hayatım boyunca kimseye yük olmadan kendi ayaklarım üzerinde durmanın hayalini kurdum; bundan fazlasına da tenezzül edecek değilim. Fakat herkes ben değil; burda onlarca kız var. Dışardakileri hiç söylemiyorum bile. O genç, güzel ve cazibeli kızların ne hayaller kurduğunu, sınırlarını ne kadar aşabileceklerini kim bilebilir ki?"


Sözlerimi duyduktan sonra yüzü büyük bir korkuyla gerilip kızardı. Tek bir söz dahi söylemesine izin vermeksizin sakin ve endamlı adımlarla oradan uzaklaştım. Dönüp bir kez bile arkama bakmadım; çünkü arkamda yaralı, kocaman bir enkaz bıraktığımdan hiç şüphem yoktu.


Gülnaz, yirmili yaşlarının sonlarında esmer, oldukça sıska bir kadındı. Uzun boylu olmasına rağmen aşırı zayıflığı cazibeli bir vücuda sahip olmasını engelliyordu. Sigaradan sararmış dişleri ve neredeyse karnına kadar sarkmış olan göğüsleriyle güzellik konusunda alt sınıf bir kadın imajını aşamıyordu. Kıskanç bakışlarını farkettiğim günden beri kendisiyle beni sürekli kıyasladığından emindim. Güzel olmadığının farkındaydı ve kocasıyla olan ilişkisini, kaynanasının ve kayınpederinin desteğiyle ayakta tutuyordu. Özellikle de bizim yanımızda kaynanasının ilaç saatleriyle, yediği yemeklerle ve tansiyonuyla o kadar çok ilgileniyordu ki onun gelinden çok bir hasta bakıcı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Düğün dernek işleri bittikten sonra onlarla görüşmeyeceğimi bilmek, içime tarifsiz bir mutluluk ve huzur veriyordu. Yoksa bu kibirli ve küstah insanlara nasıl dayanırdım?


Saatler ilerledikçe kalabalık arttı. Sonunda ablamın kınasını yaktık ve kadınlar arasında bol çiftetellili, halaylı bir gece geçirdik. Neyse ki onca emeğimiz sonuç vermiş ve misafirler keyifli vakit geçirip memnun bir şekilde birer ikişer ayrılmaya başlamıştı. Kadınlar bizlere teşekkür edip ablam için iyi dileklerde bulunurken erkekler de salonda son kahvelerini içiyordu.


Yakınımdaki birkaç tabağı toplayıp mutfağa geçtim. Elimi boynuma attığımda birkaç saat önce büyük bir özenle taktığım kolyemin yerinde olmadığını farkettim. Kuzenime kalan misafirler için kahve yapmasını söyleyip dolaştığım yerlerde kolyemi aramaya başladım. Evin içinde her yere bakmıştım; ama ne yazık ki kolyem hiçbir yerde görünmüyordu. O kolyeyi bulmak zorundaydım. Bende yeri doldurulamayacak bir hatıraya sahipti.


Odada dinlenmeye çalışan ablama ve anneme kalp şeklinde parlak bir kolye görüp görmediklerini sordum. Annem, bıkkın bir tavırla; "Aman kızım! Şimdi bunun sırası mı? Dans ederken düşürmüşsündür; sonra ablanla çarşıya gider yenisini alırsınız!" diyerek kestirip attı. Kırgındım. Bu kadar ucuz muydu hatıralarımız? Elbette ona kolyeyi Mehmet'in aldığını söyleyemezdim. Benim için o kadar kıymetliydi ki ondan çok daha güzel ve değerli bir kolye alsaydım da yeri doldurulamazdı.


Ablam, ayağındaki topuklu ayakkabıları çıkarmış; bir eliyle saçlarını gerisin geriye iterken diğer eliyle ayakkabılardan perişan olmuş tabanlarını ovuşturuyordu. Benim hâlâ kolyeye bakındığımı görünce, "Bacım şu misafirler gitsin; ortalığı toparlayalım, bir yerlerden çıkar elbet!" diyerek teskin etmeye çalıştı. Onlarla daha fazla vakit kaybetmek istemiyordum. Kolye başkalarının eline geçmeden bir an önce bulmalıydım. Mehmet, hediyesini boynumda görmezse bana çok kırılacaktı ve onu üzgün görmek benim en son isteyeceğim şey bile değildi. Kolyemi boynumdan hiç çıkarmazdım ve kendimi ne zaman kötü hissetsem gözlerimi kapayıp ona dokunurdum.


Babamı düşündüm. O kolyemi Mehmet'in verdiğini bilse kimbilir bana neler yapardı? Yiyeceğim dayağı; duyacağım azarı tahmin dahi edemiyordum. Hızlı adımlarla kendimi bahçeye attım. Kolyeyi bulma umuduyla dans ettiğim, gezdiğim yerleri tek tek arayıp taradım. Ben kolyemi ararken, etraf iyice ıssızlaşmıştı. Birden kulağıma odunluktan fısıltı hâlinde bazı sesler gelmeye başladı. Bu saatte odunlukta kim olabilirdi ki?


Yavaş adımlarla seslerin geldiği alana yaklaştım. Fısıltılar, odunluğa yaklaştıkça daha da tanıdıklaşmaya başlamıştı. Birileri bu ıssız yerde romantik sözlerle hasret gideriyordu. Kendimi farkettirmeden usulca kapı aralığına yaklaşıp içeriye bir göz attım. Gördüklerim karşısında adeta başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Şaşkınlıktan dilimi yutmadığıma hâlâ hayret ediyorum. Gördüğüm kişiler abim ve Zeynep'ten başkası değildi. Neler oluyordu böyle? Bu ikisinin burda ne işi vardı?


Zeynep, Mervan'ın kız kardeşiydi. İlk tanıştığımız günden beri zerafeti ve kibarlığıyla beğenimi kazanmış, o aileden olamayacak kadar alçakgönüllü ve uyumlu kişiliğiyle adeta bizden biri olmuştu. Belli ki onu beğenen bir tek ben değildim. Abimin bakışlarını farketsem de bir türlü konduramamıştım bu ilgiyi. Ve sonunda olan olmuştu. İkisi de bu tuhaf aşk rüzgarına esir olmuş, başımıza örebilecekleri çorapları hiç düşünmemişti.


Zeynep, odunluktaki şiltenin üzerinde sırtını duvara yaslayarak oturuyordu; abimse onun dizlerine uzanmış büyük bir mutlulukla derin derin gözlerine bakıp iç çekiyordu. Birbirlerine kim bilir ne kadar âşıktılar? Güzellik konusunda da bir çift olarak birbirlerini tamamladıklarını inkar edemezdim; fakat ne yazık ki bu aşk beni hiç olmadığı kadar rahatsız etmişti. O aile ile kuracağımız bu ikinci akrabalık bağının yuvamıza nasıl bir getirisi olacağını tahmin edemiyordum. Onlar çok güçlü insanlardı ve bizim küçük, sade yuvamız onların bu sert, eserekli hayatına uyum sağlayamayacak kadar zayıftı.


Sahi o güçlü aile bizi beğenip de kız verir miydi; ya da o kız zengin evini bırakıp bizim sade yaşamımıza uyum sağlayabilir miydi, bilemiyordum. Kafam allak bullak olmuştu. Olan bitene bir türlü anlam veremiyordum. Birbirlerini ne zaman sevmeye başlamışlardı? Bu ilişki ne zamandan beri vardı kim bilir? Peki ya annem... Acaba onun bundan haberi var mıydı? Olanlar karşısında nasıl bir tepki vermem gerektiğini bir türlü kestiremiyordum. Abim neden sevmek için Zeynep'i sevmişti sanki? Bu ilçede onun dengi olabilecek ne çok kız vardı oysa. Ve abim, en âşık olamaması gereken kişiyi seçmişti bize gelin olarak.


Ablamı istemeye geldiklerinde, "Bizim evimize gelinlikle gelen kız kefenle çıkar!" demişlerdi gözlerimizin içine baka baka. Bu söz yüreğime amansız bir pençe atmış; tüm benliğimi korkunun esaretine düşürmüştü sanki. "Kefenle çıkar?" da ne demek? Kocası kendisini döverse, aldatırsa ya da öldürmeye çalışırsa, ablam kaderine boyun eğip susacak mıydı yani? Bu korkunç hayattan kurtulmak için ölümü mü bekleyecekti? Tüm bu soruların içinde adeta boğuluyordum. Anneme işmar ederek mutfağa çağırdım. Kararlı bir şekilde, "Bunları gözüm tutmadı, vermeyelim!" dedim.


Annem kısa süreli bir kalp krizi geçirmişti o an. Dudaklarının gerildiğini, yüzünün ateşler içinde yandığını hissedebiliyordum. Bana hüzünlü bir bakış attı. "Artık çok geç!" Öfkem bir kat daha artmıştı. Kinayeli bakışlarımı üzerinde gezdirdim. "Neden geçmiş? Daha yüzükler bile takılmadı." Bana, acizlik kokan gözlerle küçümser tarzda baktı. Esefli bir nefesi ciğerlerine atarken, "Bu insanlar bu kadar cümbür cemaat buraya geldikten sonra eli boş dönmeyi kabul etmezler. Bu işi şeref meselesi sayarlar." dedi.


Nasıl bir algıydı bu böyle? Ne demek onur meselesi? Ne yani kapımıza her gelene bir kız mı bahşedecektik? Konuşmaya, reddetmeye hakkımız olmayacak mıydı? Anneme baktım. Saçları yemenisinin kenarlarından sarkmıştı. Diplerine dökülen beyazlar sanki onun çileli hayatına şahitlik ediyordu. "Duymadın mı ne dediklerini?" dedim öfkemi kontrol etmeye çalışarak. Alışkındı benim içli ve sert isyanlarıma. Ne de olsa onun deli kızıydım işte. Hurşit ve Elif'in ipe sapa gelmez asi kızı... "Duydum!" dedi hiçbir şey olmamış gibi. "Duydum! Ama elimden bir şey gelmez Nazar! Bunu sen de biliyorsun?"


"Babamı çağır ve caydığımızı söyle." Gözlerini kocaman açtı. Ses tonuna olabildiğince hakim olmaya çalıştığı görebiliyordum. Kapıyı kolaçan ettikten sonra, "Beni dinler mi sanıyorsun?" diyerek cevabını bildiğim o tuhaf soruyu sordu ve devam etti. "Yerdeki şu paspastan ne farkım var benim bu evde? Vermek istemiyorum, hem de hiç! Ama başka çarem yok, anlamıyor musun? Dua et de ablan kocasıyla mutlu olsun!"


Annemi kollarından tutup kendime yaklaştırdım. Gözlerimi tükenmişliğin erittiği tutsak gözlerinde elemle gezdirdim. Korkuyordu. Çaresizlik; harelerine peydahlanmış, umutlarını söndürüp onu köşe bucak zihnindeki kara deliğe itekliyor gibiydi. Gözaltlarındaki kırışıklar, yıllar yılı bitmek bitmeyen itilmişliğin, aşağılanmışlığın simgesi olmuştu sanki. Son kez ümitvâr olarak yüreğimden dökülen hıçkırıkları dudaklarımdan bıraktım. "Ne demek istiyorsun? Ablamın hayatı üzerine kumar mı oynayacağız yani?"


"Beni anlamıyorsun. Bu evin reisi baban!" Gözlerimi kindar bir edayla açıp, "Onu doğuran da sensin!" diye haykırdım. Sesim çok yüksek çıkmıştı. Misafirlerin duyup, tepki gösterebileceği kadar yüksek... Babamın ellerini her an saçlarıma dolayacak kadar da küstahtı serzenişlerim. Annem, dudaklarımı parmakuçlarıyla kapattı ve incecik dudaklarını büzerek bir sus işareti yaptı. Şimdi biraz olsun sakinleşmiştim. "Kızlar!" dedi tutuk bir şekilde. Lafının nereye gideceğini çok merak ediyordum. Gözlerinden akan bir damla yaşla, "Kızlar babalarının tercihlerini yaşar." diye sayıkladı. Boğazına düğümlenen son sözlerini bir ok gibi yüreğime çakmıştı ve ben nefes bile alamıyordum artık.


"Hayır!" dedim. "Hayır!" Bu düşünceleri taşıyan benim annem olamazdı. O, bizi babam gibi dengesiz bir adamın insafına bırakamazdı. İrademizin önüne çelikten, aşağılık bir duvar öremezdi. Ben kendi hayatıma bile karar veremeyeceksem neden bu hayatı yaşıyordum ki?


"Babana varmayı ben mi istedim sanıyorsun? Düğünden bir gün önce itiraz ettiğim için yediğim dayak... Morluklarım sızlarken giydiğim o beyaz gelinlik... İlk çocuğumu kız doğurduğum için loğusa hâlimle yaşadığım o hortum ıstırabı... Sen bunları hepsini evcilik oyunu mu zannediyorsun?"


Annemin gizli dünyasıdaki yangınları duymak kanımı dondurmuştu. Acıyan gözlerle ona bakmaktan kendimi alamadım. Çaresizlik... Yıllardır bitmek bilmeyen o kahrolası çaresizlik, onu mücadeleye bitap düşürmüştü. Artık dayak yemeden de babamın dilinden, babamın sesinden konuşuyordu. Kapının önünde bağlı duran köpekler geldi aklıma. Onları ilk defa bağladığımızda hiç durmadan havlıyor, kaçmanın yollarını arıyorlardı. Gözlerindeki vahşiliği görmekte zorlanmazdı kimse. İşler hep aynı şekilde gitmeyecekti elbette. Zamanla köpekler bile tutsaklığa alışmıştı, boynundaki ip çıksa da kaçmaz olmuşlardı evden. Daha fazla özgürlüğe sahip olsalar da öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla uzaklaşamıyorlardı bağlı oldukları yerden.


Bu çaresizlik duygusu iliklerimize kadar işlemişti besbelli. Sonuçsuzluğa ve hüsrana olan inancımız, hareket edip kurtulmamızın önündeki yegane engelimiz olmuştu. "Umarım sen bunların hiçbirini yaşamazsın kızım!" Son cümlesi konunun kapandığının sinyallerini veriyordu. Onun için konu kapanmıştı elbette; ama ben bu yenilmişliği uzun süre benliğimden söküp atamayacaktım ne yazık ki.


"Kaçabilirdin!" dedim son umut kırıntılarımı da onun gözlerinde harcayarak, "Kaçabilirdin!" Esefli bir gülümseme dudaklarını araladı. "Sen bu cahil hâlimle o koca şehre sığabileceğimi mi sanıyorsun?" Artık konu benim için de kapanmıştı. Tartışmak ne kadar da yersizdi şu durumda. Karar verilmiş, hakim tokmağını vurmuştu çoktan. Olacağını hissettiğim tüm felaketler, içimi kavursa da susmaya mecburdum. İleri görüşlülüğümün en azından bu sefer beni yanıltmasını umuyordum. Hem de hayatımda hiç istemediğim kadar çok!


"Tamam anne! Nasıl biliyorsan öyle yap!" dedim küskün küskün bakarken. "Ama şunu unutma! Bir kızın kaderini sadece babası çizmez; onun zulmüne sessiz kalan annesi de bu işe ortak olur." Hıçkırıklarımı tutmaya çalışarak odama gittim ve olabilecek kötü şeyleri düşünmemeye çalıştım. İçimdeki tüm duygular köz olmuş, ruhumu cayır cayır yakıyordu sanki. Acı çekiyordum. Olacakları önceden görüyor olmak, beni mahvediyordu. Ablam, bu insanların elinde harcanabilirdi. Hayatı mahvolabilirdi ve biz her zaman onun yanında olamazdık.


Aslında Haşim eniştem; oldukça duyarlı, hassas ve kibar bir adamdı. Bize gelişlerinde anneme de bana da saygı da kusur etmez, kalbimizi kazanmayı da iyi bilirdi. Ablama sadakâtli ve iyi davranır; güzel hediyelerle gönlünü hoş tutmaya çalışırdı. Ona güveniyordum; ama ailesi ailemin üzerine bir karabasan gibi çökebilirdi ve tanıdığım kadarıyla Haşim eniştemde, ablama kol kanat gerebilecek kadar büyük bir yürek yoktu.


Bu gece ne yazık ki kalbime bir korku hançeri daha saplanmıştı. Abim doğruldu ve ellerini Zeynep'in yüzünde gezdirdi. Parmak uçları, o ince yüzün her bir santimini ezberlemek ister gibiydi. Yüzünü avucunun içine aldı ve "Seni çok seviyorum Zeynep!" diye fısıldadı. Zeynep, onun gözlerine kitlenmiş bir şekilde, "Seni çok seviyorum Murat!" diyerek karşılık verdi. Sonra umutsuz bir ifadeye bürünüp abime sırtını döndü. Kıpırdanmalarına bakılırsa, onun bu hâli abimi de huzursuz etmeye yetmişti. Saçlarına şefkâtle dokunup, "Neyin var?" diye sordu. Zeynep, tekrar yüzünü ona döndüğünde birbirlerinin soluklarını hissedecek kadar yakındılar.


"Ne olacak bizim hâlimiz?" Belli ki bu gidişattan korkan tek kişi ben değildim. Abim, doğrulup yüzünü Zeynep'in simsiyah uzun saçlarına gömdü. Her bir teline aşk ezgileri fısıldıyor gibiydi sesi. Onun bu hesaplı sorularına verecek bir cevabı olmalıydı elbette. "Seni Allah'ın emriyle isteyeceğim." Zeynep, abim kadar kayıtsız değildi olanlara. Belli ki benim gördüğüm pek çok şeyi o da anlamıştı. Ailesinin küstah ve zorba pek çok yönü vardı. Ben uzaktan bu kadarını anlayabilmişken o kim bilir neler görmüş, nelerin kaygısıyla yanıp tutuşuyordu.


"Ya vermezlerse." dedi umutsuzca. "O zaman ne olacak? Sensizliğe nasıl dayanacağım?" Çaresizliğini anlıyordum. Aşıktı ona. Kim istemezdi ki sevdiğiyle evlenmeyi. Kim istemezdi mutlu olmayı? Olmayınca olmuyordu işte! O aşkını düşünmekte haksız değildi; ama bizde ailemizi ve huzurumuzu düşünmek zorundaydık. Rüzgara direnen sazlar gibi bu insanların karşısında daha ne kadar eğilip bükülecektik?


Düşüncelerim, abimin kasvetli inadıyla yeniden bölündü. Ailemizin tüm geleceğini bu insanların karşısında hurhar bir bıçak gibi kesip atmıştı. "Böyle bir şey olmayacak. Babam, ablamı size verdi. Araları çok iyi. En ufak bir sorun yaşamadık. Seni vermemelerini gerektirecek hiçbir durum yok." Bu sözler Zeynep'i teskin etmeye yetmemişti. "Sen ailemizin kanunlarını bilmiyorsun Murat!" dedi umutsuzluğunu gizlemeksizin.


"Neymiş sizin ailenin kanunları?"


"Evlilik sadece gençlerin arasında olmaz. Bir düşmanlığı bitirmek ya da bir dostluğu pekiştirmek için evlatlar aracılığıyla aileler arasında da bir kan bağ kurulur. Gençler isteseler de istemeseler de bu kararları kabul etmek zorunda kalırlar. Bunun örneğini defalarca gördüm!"


"Sen böyle konuşmazdın, yoksa bildiğin bir şey mi var?" Yüzünü ona döndü. Bakışlarındaki kırgınlığı acıyarak tahmin edebiliyordum. "Artık benim için de evlilik lafları edilmeye başlandı." Dolan gözleri boğazına düğümlü sözyaşlarını akıttı. "Bu da ne demek?"


"Beni Gülnaz'ın abisiyle evlendirmek istiyorlar Murat. Benden 15 yaş büyük bir adamla. Henüz konuşmuyorlar; ama Gülnaz'ın imalı sözlerini anlamamak imkânsız." Yorgun ve esefli hâli beni de kederlendirmişti. Elimden en ufak bir yardım gelse asla desteğimi esirgemez, tutardım çaresizliğin kıymık kıymık battığı ellerini. Ama ne yapılabilirdim ki bu insanların karşısında?


"Seni kimseye vermem!" Abimin öfke patlamalarına pek az şahit olurdum; oysa şimdi hüsranlı gözleri alevler içindeki bir kefeni andırıyordu. Ruhundaki mezarsa ne Zeynep'in ne de endişeden darmaduman olmuş zihnimin dikkatinden kaçmamıştı. "Her şey yoluna girecek! İnan bana!"


"Ya girmezse! Ya kader bizi ayırırsa."


"Ben o zaman ne yapacağımı bilirim!"


Abim söylediklerine kendisi de inanmıyordu. O, şu ilçede kıt kanaat geçinen sıradan bir tamircinin oğluydu. Bu insanlarla nasıl başa çıkacaktı ki? Artık tir tir titreyen ellerime, gözlerimden süzülen sıcak yaşlara engel olamıyordum. Bizi büyük bir fırtına bekliyordu ve ne yazık ki sahipsiz kayıklar gibi hiç bilmediğimiz sahillere vuracaktık. Daha fazla bu manzaraya tahammül edemedim. Ayaklarım beni geri geri götürüyordu sanki. O kadar dalgın ve hassastım ki ayaklarımın dibindeki tuğlaları göremedim. Tuğlalar büyük bir gürültüyle yere devrildi. Ne olduğunu anlamaksızın korkuyla yerlerinden sıçradılar. Bense farkedilmeden hemen küçük koridorun solundaki büyük varillerin arkasına saklandım.


Abim, ona beklemesini söyleyip ayağa kalktı ve kapının ağzına kadar gelip etrafı kolaçan etti. Sokak lambalarının aydınlattığı odunlukta beni görmesi an meselesiydi. Zeynep, yanına gelip endişeyle koluna dokundu. "Bizi dinleyen biri olmalı!" Abim teskin eder gibi fısıldadı. "Baktım kimse yok!" Onlar sağa sola bakınırken yakınlarda bir çift ayak sesi duyuldu. Zeynep, korkuyla abimin arkasına saklandı. O kadar hızlı soluk alıp veriyordu ki oracıkta kalp krizi geçirdiğini sanmaktan kurtulamadım. Hiçbir gizlenme davranışı göstermeden başlarına gelebilecek her felaketi kabullenmiş; ayakta öylece titriyorlardı.


Zehra'yı görünce biraz önceki endişeleri, yerini büyük bir huzura bıraktı. Zehra, Zeynep'in kız kardeşi aynı zamanda en büyük destekçisi ve sırdaşıydı. Korkudan kızarmış yüzleri Zehra'yı görünce biraz olsun aydınlanmıştı. İkisinin de derinden bir oh çektiğini duyabiliyordum. Demek ilişkilerini Zehra da biliyordu; hatta bilmekten öte onları destekleyip, koruyordu. Bu vurdumduymazlık karşısında öfkeden deliye dönmüştüm. Canımı en çok da abimin bu durumu bizden saklaması yakıyordu. Demek onlara Zehra kadar bile yakın değildik.


Zehra kan ter içinde sayıkladı. "Zeynep, babamlar kalkmak üzere gitmemiz lâzım! Annem de seni sorup duruyor. İdare edeyim diye sabahtan beri çırpınıyorum. Yokluğun farkedilmek üzere!" Zeynep, apar topar abimle vedalaşıp koşar adımlarla odunluktan çıktı. Abim bu sisli mahzende endişelerinden kurtulmak için onların tamamen uzaklaşmasını bekliyordu. Bu ilişkinin duyulmasından ne kadar korktuklarını her hâllerinden anlayabiliyordum.


Konvoy halindeki arabaları evimizden uzaklaşınca abim de alnındaki terleri silip biraz sakinleşmeye çalıştı. Artık gizlenmek istemiyordum. Varillerin arkasından çıktım. Beni farketmemişti; bense farkedilmek için adeta can atıyordum. İçinde bulunduğumuz durumla hiçbir alakası olmadığı halde tepkimi ortaya koymak için bir tiyatro oyununu alkışlar gibi ellerimle yavaş tempoda bir alkış tutturdum. Çıkan alkış sesleri abimin tüm dikkatini bana yönlendirmişti. Gözlerim hüsranın dipsiz kuyularında, hesapsızca titreyen ürkek kalbine değmişti. İçimdeki tüm boraları yüreğine akıtmak istercesine, gözlerimle ruhuna derin kesikler atıyordum.


Biraz önce kendilerini gözetleyen kişinin ben olduğumu anlamıştı. Hiçbir söz söyleyemeden başını utançla eğdi. Abimi tanıyordum; o aşkından utanmamıştı. Utandığı tek şey en yakınlarından bile gizlediği bu sevdayı korkarak, kaçamak bir şekilde yaşamaktı. Gecenin geri kalanını birbirimizin yüzüne bile bakmadan sessizliğimizi koruyarak geçirdik. Tedirginliği her hâlinden belli oluyordu. Celladını bekleyen bir mahkum gibi konuyu diğerlerine ne zaman açacağımı kestirmeye çalışıyordu. Bense bu suskunluğu onur meselesi yapmış; küskün tavırlarımla olacakları seyre koyulmuştum.


***


Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️


Loading...
0%