Yeni Üyelik
42.
Bölüm

42. Bölüm: Yüzleşme

@syildiz_koc

YÜZLEŞME


Bölüm Şarkısı: Açmam Diyor Güller 🥀🥀🥀


☺️☺️Merhaba Arkadaşlar. Bugünkü bölümümüz oldukça uzun oldu. Geleceğe dair ipuçları barındıran noktalar mevcut. Düşüncelerinizi ve tahminlerinizi yazarsanız çok mutlu olurum. Hikayeyi baştan sona bilen biri için okuyucunun ilk okuduğundaki düşünceleri oldukça önemlidir. Çünkü ipuçlarının yerine ulaşıp ulaşmadığını dair epey bilgi verir. Şu an hamileliğimin sekizinci ayında olduğum için çalışma yapmakta biraz zorlanıyorum. Ama ilerleyen zamanlarda hem Instagram hesabımda hem de yeni açacağım YouTube hesabında tanıtım filmlerini ve bölüm videolarını linkleri ile birlikte paylaşıp kitlemizi arttırma gayretinde bulunacağım

DREAME ve Stary Writing uygulamalarında "Yıldızların Melodisi" isimli bir başka kurgumu yayınlıyorum. Bunun dışında şu an elimde üzerinde çalıştığım "Kelebeğin ölümsüzlük Şarkısı" isimli tarihi bir aşk kurgusu da mevcut. İlerleyen zamanlarda bu kurguyu WATPADD de sizlerle buluşturacağım. Keyifli okumalar...


"Aynı kâğıdın arka ve ön yüzleri gibiyiz.


Sonsuza dek beraber; ama hiçbir zaman birbirini göremeyen."


ÖZDEMİR ASAF


     


Bu büyüleyici şehre gelmemle hatıralar zihnime kar taneleri gibi yapışmış; ayazın soğukluğuyla huzurun tatlı esintisini kör bir düelloya tutuşturmuştu. Bu evde huzurluydum. Raziye Hanım'ın ve diğerlerinin burada olmaması en büyük şansım olmuştu. Ne güzel şeydi onlardan uzak olmak.


Korkuyordum geçmişimle yüzleşmekten. Mehmet'in gözleri her an gözlerimin önündeydi. Bahçede oturduğumuz o sıradan günlerde bile her an bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibi endişeliydim. Onunla yüzleşemezdim. Kelimeler ikimize de küskündü. Ben onsuz yaşayacağım bu hayatı kabullenmiş ve doğacak çocuklarıma odaklanarak yüreğimdeki sevdayı küflü sandıklara kapatmıştım. O ise benden vazgeçerek kurduğumuz kibrit çöpünden yuvayı kendi elleriyle bir kıvılcımın yarenliğinde ateşe vermişti. Onu düşünmemeye çalışıyordum. Bu ayrılığın azabı başka türlü çekilir cinsten değildi.


    

Hislerimin gelip geçici olduğunu hiç düşünmemiştim. Bu ihtimal yüreğime ve çocukluğuma ihanet gibi gelirdi. Ama alışmıştım işte! İnsan bilerek ya da bilmeyerek ne çok şeye alışıyordu. Ona kızmıyordum aslında; bilakis hak verdiğim bile söylenebilirdi. Kimse canını sokakta bulmamıştı neticede. Vazgeçmek, sonunun hezimet olduğu en başından belli olan bir savaşa girmekten çok daha evlaydı belli ki.


Güzel bir delikanlıydı Mehmet. Yerimi doldurabilecek güzellikte bir kızı koluna takıp mutlu olabilirdi. Bir başkasının kokusunu üzerimde taşırken ondan aşk ve merhamet dilenmek gibi bir gaflete düşemezdim. Bizim için en hayırlı olan geçmişi geçmişte bırakmak olacaktı. Artık sorumluluklarım vardı. Çocuklarımı düşünmeli, yaşanabilecek kaostan onları korumalıydım.


     

Bahçede Ayşe ile Dicle'nin oyunlarını seyre dalmıştım. Oyuncak bebeklerle neşe içinde dolaşıyor, yer yer koşturup köşe kapmaca oynuyorlardı. Onları izlerken gözlerim Mervan'a takıldı. Uzun zamandır onu bu kadar sakin ve huzurlu görmemiştim. Gözlerindeki neşe pırıltıları dikkatten kaçacak gibi değildi.


Dicle, Ayşe ile çamurun içine girmiş; çıplak ayaklarıyla o kahverengi çukurun içinde zıplayıp duruyordu. İkisi de oyuna öyle dalmıştı ki etrafa sıçrattıkları çamurlar umurlarında bile değildi. Onlara muzır tavırlarla yaklaşan Mervan da bu haylazların çamur silahından payına düşeni alacaktı. Takım elbisesini giymiş fakat beyaz gömleğin üzerine siyah ceketini geçirmeyi tercih etmemişti. Şimdi o beyaz gömlek çamura bulanmış haliyle benim histerik kahkahalarıma selam veriyordu. Aynı kaygısız tavırlarla yanına yaklaştığımda başını kaldırıp yalancıktan kindar bir bakış attı. Aylardır kahkaha atmadığım için bu durum ona oldukça yabancı gelmişti.


"Demek bana gülüyorsun! Nazar Ateş, benimle uğraşmaması gerektiğini hâlâ öğrenememiş anlaşılan."


Kızlarla birlikte ne yapacağını merakla takip ediyor; bir yandan da olacaklar konusunda endişelenmekten kurtulamıyordum. Suratındaki yaramaz, imalı tebessümü bozmadan ağır adımlarla yanıma yaklaştı. Onun bu çocuksu hâli tuhafıma gitmişti ve ne yazık ki bu durumdan keyif aldığım yüzümdeki ebleh ifadeyle ayan beyan ortadaydı. Ben kıkırdayarak kaçmaya çalışırken o iki muzırın çamur deryasından çıkıp bana doğru koştuğunu gördüm. Bu koşuşturmanın benim akıbetim için hiç de iyi olmadığı yüz ifadelerinden belli oluyordu.


     

"Yakaladık!" diye bağırdı Ayşe. Sevimli bıdık daha şimdiden tarafını seçmişti. Mervan, bana adım adım yaklaşırken, "Sakın düşündüğüm şeyi yapma! " diye sayıkladım. Ne yazık ki bu çağrı çamurlu ellerinin yanaklarımı avuçlamasını engelleyemeyecekti. Ben dudaklarıma bulaşan çamuru iğrenerek tükürürken o iki şapşik kahkahalarla yerde debelenip duruyordu.


Bakışlarım hırsla karışık Mervan'ı buldu. Eseriyle gurur duyan bir ifadeye bürünmüştü. "İntikamım acı olacak!" diye mırıldandım. Avuçladığım çamuru yüzüne bulaştırmak için cebelleşirken beni bileklerimden yakalayıp bir çırpıda yere bıraktı. Saniyeler içinde dizlerimi kıskaca almış, sımsıkı tuttuğu ellerimin arasından dudaklarını büzerek, haylaz bir şekilde meydan okuyordu.


"Sen intikam mı dedin? İntikamcı prenses ha! Hımm! Hoşuma gitti!"


     

Kızlar elleri hoplamaktan sızlayan karınlarında, ağızları kulaklarında gülmekten ayakta bile zor duruyordu. Kıkırdamaların arasında, "O da ne?" diye sayıkladım. Bakışları benden ayrılıp gösterdiğim noktaya kitlendi. Bu dikkat dağınıklığı bana istediğim fırsatı vermişti. Ellerimi çamurlu ellerinden kurtarıp suratına sürdüm. Kurnazlığımı ukala bir eda ile karşıladı. Biz yaramaz çocuklar gibi cebelleşirken annemin boğaz ayıklayışı tüm ambiyansı bozdu. Başımı çevirdiğimde Zeynep ile birlikte bana baktıklarını fark ettim. Sanırım epey zamandır tuhaf bakışlarla bizi izliyorlardı. Birbirimizle boğuşmaktan onları fark edememiştik.


     

Mervan, bir ciddiyet kisvesi takınarak doğruldu. Ben de mahcup bir ifadeyle üzerimdeki çamurları temizlemeye çalıştım. Mervan, giysilerini değiştirmek için duyarsızca eve yöneldiğinde hemen yanı başında sırıtan ve imalı bakışlar atan Zeynep'i fark etmiş olmalıydı. Annemin yüz hatları oldukça yumuşaktı.


Mervan'ın yeri geldiğinde gülebildiğini; hatta şakalaştığını görmek içini biraz olsun rahatlatmış olmalıydı. O da benim gibi Mervan'ı hep kasıntı ve öfkeli halleriyle görmüştü. Bu değişim onun için de oldukça beklenmedik bir durumdu. O an yaşanılanlardan hoşnut olduğumun farkına vardım. Planlasam bile biraz önceki hengamenin bir benzerini sahneleyemezdim. Her şey doğaçlama bir şekilde gerçekleşmişti. Annemin mutlu olduğuma inanmasını istiyordum. Böylece beni düşünmekten kurtulacak ve huzurla bu ilçedeki hayatına devam edebilecekti.


   

"Sabah sabah bu ne güzel bir neşe böyle?" Ablamın sesini duyunca hayretle ona yöneldim." Demek geldiniz!" Sevinçle ona sarılmak için hareketlendim; fakat suratını, dudaklarını büzerek ekşitti ve geri çekildi.


"Temizlenmeden aklından bile geçirme." Yalancıktan bir kırgınlıkla annemlere baktığımda, "Haklı!" diye aynı anda karşılık verdiler. Eniştem aracı çitin arkasına park etmiş, tuhaf tuhaf bana bakıyordu.


"Bu ne hâl deli kız?" Utangaç bir şekilde gülümsedim. "Ne sen sor ne de ben söyleyeyim." Bu çamurlu hâlimle çevrelerinde dolaşmak istemiyordum. Onlar kucaklaşıp koyu bir sohbete dalmışken ben de bu aralıktan faydalanıp banyoya koştum. Temizlenip siyah mevlana kesim bir elbise giydim. Saçlarımı alnımı açıkta bırakacak şekilde arkaya attım. Siyah dişleri olan bir tokayı saçlarıma tutturdum. Bu kadar kısa zamanda hazır olduğum için kendimle gurur duymaktan kurtulamıyordum.


    

Bahçeye döndüğümde Mervan ve eniştem çoktan koyu bir sohbete dalmıştı. Zeynep ve ablamlar da oldukça mutlu görünüyordu. İçimdeki endişeleri görmezden gelerek aymaz bir şekilde masaya yöneldim.


Zeynep'in elime tutuşturduğu tabakları alıp masaya yerleştirdim. Bahçe baharın müjdesi, harika çiçeklerle dolup taşmıştı. Ahşap çardağımız nemli hava ile mücadele ederken mükemmel bir kahvaltı sofrası bizleri bekliyordu. Etrafımız, masayı çevreleyen sarmaşıklarla ve sarmaşıklara tutunmaya çalışan kır çiçekleriyle dolup taşmıştı. Buruk bir şekilde gülümseyip bu manzarayı Mervan'la olan ilişkimize benzetmekten kurtulamadım.


    

Aşk kelimesi köken olarak ağacı sarıp kurutan zehirli bir sarmaşıktan geliyordu. Mervan'ın yanlış bir zamanda, yanlış şartlar altında bana tutulması hepimizin hayatında hoyrat bir girdaba kapı açmıştı. Bu sevda onun yüreğini ve benliğini bir ağ gibi sararken kendi dünyamda çok başka hülyalar görüyordum. O hayatıma zehirli bir sarmaşık gibi yapışmış ve ben de bu ihtirasın koynunda ona tutunmak zorunda kalmıştım. Kır çiçekleri gibi...


Dalgın dalgın otururken ablam yanı başımda belirip konuşmaya başladı. Zaten onun en sevdiği şey konuşmaktı. Öyle çok severdi ki anlatmayı, günlerce, haftalarca dur durak bilmeden konuşsa bıkacağını düşünmezdim. O, evini ve hayatını anlatırken aralanan dudaklarımı güçlükle yumdum. Yanında küçük yeğenimi de getirmişti. Bu sevimli bebeğin utangaç hali beni daha büyük bir şefkate düşürdü. Ablam mutlu olduğunu anlatıyordu anlatmaya ama onun da tamamen kaygısız olduğu söylenemezdi.


    

Eniştemin batıp çıka yürütmeye çalıştığı işleri yine sarpa sarmıştı ve çaresiz Kadir Bey'den borç istemek zorunda kalmışlardı. Ne yazık ki eniştemin beceriksiz ve saf karakter yapısını düşününce bu duruma hiç de şaşırmamıştım. Uzun uzun kendini anlattıktan sonra sonunda, "Sende ne var ne yok!" diye sormayı akıl etti. Biraz sıkılgan bir tavırla, "Aynı!" diye geçiştirdim.


Ona çok defalar dertlerimden söz edemezdim. Ağzında bakla ıslanmaz tuhaf bir mizacı vardı. Kendisine söylenen bir sözü birkaç saat sonra 40 dervişin dilinden zikir olarak duyabilirdi insan. Ana haber bültenlerinden çok daha iyi bir haber yayma potansiyeline sahipti ve en iyi istihbarat ajanları bile onun bilgiye ulaşmadaki becerisine erişemezdi. Hâl böyleyken pek çok sohbetimizde dinleyici pozisyonda kalmam hiç de anormal sayılmazdı.


      

Kısa bir sessizlik ortama yayıldı. Kuş cıvıltıları ruhumu okşuyordu. Bahar havası şehri bir başka güzel yapmıştı bu mevsimde. Ben uzun zamandır bir huzuru bu kadar derinden hissetmemiştim.


Abim, ekmekleri fırından almış göz ucuyla bana bakarak bostana yönelmişti. Oraya niye gittiğini biliyordum. Taze bostan sebzelerinden toplayacaktı. Sevdiğimi bilirdi. "Ne güzel!" dedim içinden. Yine bir aradaydık. O gün bu anın bizim son neşeli zamanlarımız olduğunu bilemezdim. Düşünüyorum da iyi ki bilememişim. Ben vedaları sevmezdim. Ömrümün en güzel anlarına veda etmek çok acı verici olurdu.


      

"Aranız nasıl?" Ablamın beklenmedik sorusu huzursuz kıpırdanmalara sebep olmuştu. Yüzümün renginin attığını biliyordum. Gözlerimin kızardığını da... Söyleyecek sözüm yoktu. Beceremezdim ben yalan söylemeyi. Şu mutlu anlarda da yalanın kirli tırnaklarına sarılarak palavralarla örülü bir efsane uydurmak yapacağım iş değildi. Suskunluğumdan cevabı almıştı.


"Neden Nazar?" Sıkılgan bir tavırla, "Bunları konuşmayalım abla!" dedim. Ablamın daha da gerildiğini fark edip bakışlarımı kaçırdım. Şimdi tüm derdim olanları annemin duymasını engellemeye çalışmaktı. Benim için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Şu durumda iyi olduğumu düşünüp avunması en doğrusuydu.


"Bacım, daha ne istiyorsun? Mervan, mükemmel bir adam. Çok yakışıklı, zengin ve sana da deli gibi aşık... Daha iyisini bu ilçede nereden bulacaktın?" Derin bir iç çektim. Beni anlamıyordu; ne acı! Mutlu olmak için bunlar yeterli miydi yani? Kalbimin ne söylediğinin bir önemi yok muydu?


    

"O senin tanıdığın gibi biri değil abla! Beni anlayamazsın." Elime dokundu. "Kuman olduğu için mutsuzsun, değil mi? Haklısın, bir adamı başka bir kadınla paylaşmak hiç kolay bir şey değil." Ben konunun kapanmasını istiyordum. Galeyana gelip içimden akıp giden onca acıyı ona dökemezdim. Şu an için susmak en iyisiydi. Ona bir şey anlatıp ortalığın mahvolmasını istemiyordum.


"Odasına bile gitmiyormuş Gülnaz'ın! Haklı; senin güzelliğine kapılan hiçbir erkek, kolay kolay başka bir kadını arzulamaz." Bakışlarım şaşkınlıkla üzerine dikildi. Özel hayatımız hakkında yorum yapmasından hoşlanmamıştım.


  

"Sen nereden biliyorsun?"


"Kuşlar söyledi." Dudaklarımdan belli belirsiz bir öf sesi yükseldi.

"Şimdi bunları bırak. Evet, Mervan zor bir adam; ama aşkını, cazibeni kullanarak onu yola getirebilirsin. Bak eniştene; ağzımın içine bakıyor. Kafanı kullan kızım. Saçma sapan davranıp adamı kendinden soğutma sakın!" Ablamın bu sözü beni güldürmüştü. Kadir Bey, kırsal bir kız alarak Haşim eniştemi avcunun içinde tutmaya çalışmıştı. Gel gör ki ablam bu konuda hiç de tahmin ettikleri gibi saf değildi. Raziye Hanım, kurda kuzu emanet ettiğini anlayınca ne hissetmişti acaba?


  

"Ona bak! " Ablamın işaret ettiği noktaya bakıp olan biteni şaşkın şaşkın izledim. Mervan, hortumu eline almış sabırla Ayşe ve Dicle'nin çamurlu ayaklarını yıkıyordu. Bana neredeyse bir kopyam kadar benzeyen küçük kardeşime baktım. Abimin aksine Mervan'ı sevmiş görünüyordu. Kucağına oturmuş ıslak ayaklarının kurulanmasını gülerek takip ediyordu. Onlar böyleyken aralarındaki samimi ilişkiyi inkâr etmem mümkün değildi.


Mervan, Zeynep'in getirdiği çorapları özenle giydirdi. Onun çocukları bu kadar sevmesi hayret uyandırıcıydı. Beyliğini bir kenara bırakıp baba olmasını umutla izledim. Gözlerimin kadrajına yansıyan bu anlara öyle kapılmıştım ki Zeynep'in, bana bakan neşeli gözlerini fark edememiştim bile. "Teşekkür ederim Nazar! " Anlamsızca bakışlarımı kaçırdım. "Ne için?"


    

"Abimi değiştirdiğin için!" Annem ve ablam son tabakları masaya yerleştirirken kulak kabartıp birbirlerine baktılar. "Ben bir şey yapmadım." Elini uzatıp parmaklarımı sımsıkı kavradı. "Ona sevmeyi öğrettin Nazar! Merhametli olabilmeyi öğrettin!" Yalanlar gibi gülümsedim. Mervan'ı o depodaki korkunç, gaddar haliyle görse, acaba yine böyle düşünebilir miydi?


"Abimi hiç böyle görmemiştim. Yıllar yılı gülümsediği anları saysak bir elin parmaklarını geçmezdi. Çocukluğunda bile oyun oynadığını, yaşıtları gibi çizgi film izlediğini bilmezdim. Her zaman dimdik, ağırbaşlı durur; otoriter, ciddi tavırlarından bir an olsun ödün vermezdi. Karşısında konuşmaya babamdan başka kimsenin cesareti yetmezdi. Sen ona gülmeyi, mutlu olmayı öğrettin."


    

Bakışlarım annemi buldu. Gözlerinde aşina olduğum bir hüzün ve korku vardı. Belli ki Zeynep'in ümit yüklü sözleri bile onu teskin etmeye yetmiyordu. Ana yüreği işte! Olacakları sezmişti belli ki! Annemle en şaşırtıcı ortak özelliğimiz de buydu. En mutlu anlarımızda bile olabilecekleri düşünüp; sırtımıza inecek hançerlerin milimetrik hesabını yapardık. Şanssızlığı çiğneyip yutmuş kadınlar olarak hayatın yalancı baharına kanmamayı öğrenmiştik. Bulutların ardına sinsice gizlenmiş olan şimşekler her an çıkabilirdi ve biz şimdiden gardımızı almalıydık.


Annem konuyu değiştirmek ister gibi masaya yöneldi ve çatalları özenle yerleştirdi. Birkaç dakika sonra annemin, "Kahvaltıya buyurun!" çağrısı yine hepimizi masanın etrafına toplamıştı. Börekler, çörekler ve bin bir çeşit kahvaltılıklarla mükemmel bir ziyafet olmuştu. Başındaki yemeni ve sade kırsal giysileriyle tam bir Anadolu kadını duruyordu karşımda. Bu güzelliklere şaşırmamam gerekirdi.


     

Elbette kahvaltı faslını fazla uzatmaya niyetimiz yoktu. Bizimkilerin bugün için çok daha farklı planları vardı çünkü. Kahvaltının ardından üçer beşer araçlara binip balık tutmaya gittik. Bugün balık tutmak için oldukça güzel bir gündü. Oltaları ve yiyecekleri hazırlamak epey zamanımızı almıştı; fakat göl, eve yakın olduğundan hâlâ güzel bir gün geçirebilmek için oldukça fazla zamanımız vardı. Dicle ve Ayşe birbirlerini çok seven iki yoldaş olmuşlardı. Birlikte oyunlar oynayarak etrafta cıvıldaşıp duruyorlardı. Onları böyle neşeli görmek Mervan'ı da keyiflendirmiş olmalıydı.


     

Abim oltaları balık yemi ile doldurmuş, balıkların bize misafir olmasını bekliyordu. Yavaş yavaş kaplarımız balıklarla dolmaya başladı. Mervan'ın şansı bu konuda da hepimize galip gelmişti. Hangi oltayı atsa mutlaka bir balık vuruyor, hiçbir çabası sonuçsuz kalmıyordu.


Kovasındaki balıkları incelerken, "Şanslısın!" diye imalı bir bakış attım. O da küstah bir tebessümle, "Balıklar konusundaki şansımı bilmem de vaktiyle oltama çok güzel bir deniz kızı takılmıştı. Şöyle sarışın, çakır gözlü bir şey..." Başımı kınar tarzda salladım.


"Ne yaptın onu? Yoksa ızgara yapıp yedin mi?" Sesli bir şekilde gülüp kırık bir bakış attı. "Zorbayım ama yamyam değilim. Onu kraliçem yaptım. Artık benim yanımda, bana ait. Yakında çocuklarımın annesi olacak. " Histerik bir şekilde gülümsedim.


"Gerçekten mutlu musun?"


"Neden olmayayım? Şu hayattaki en büyük arzum sendin. Seninle kurduğum bu hayatla birlikte her şey yoluna giriyor. " Söyleyecek tek bir söz bulamıyordum. Aşk ve mutluluk sarhoşluğuna kendini öyle bir kaptırmıştı ki kapısındaki esas düşmanı göremiyordu.


     

Ablamın çağrısıyla yemek hazırlıklarına başladım. Mervan'ın beni takip ettiğini bulunduğum açıdan fark edebiliyordum. Bu tarz şeylerden hoşlandığını biliyordum. O sade hallerimi severdi. Gerçekçi, doğal davranışlarım gözlerinin neşeyle kanat çırpmasına sebep olurdu. Ailesinin aradığı hanımlık, ağalık bende yoktu. Sevmiyordum insanlara tepeden bakmayı. Olduğum gibi davranmak benim için çok daha iyiydi. Kısa sürede işlerimi halledip kızların yanına gittim.


Mervan da balık faslından sıkılıp etrafımda atmaca gibi dönmeye başlamıştı. Bugün benimle çok zaman geçiremediğinin farkındaydı. Elimi tutup "Biraz dolaşalım." dedi. Benden bu kadar bile uzak kalacağını beklemezdim. Gözünün önünde olduğum halde aile ortamında bile beni özlüyordu.


    

Mervan, kalabalık aileyi pek tutmazdı. Kadir Beylerle bir arada yaşasak da içten içe bunu istemediğini bilirdim. Benimle ve çocuklarıyla kuracağı o hayatı dört gözle beklediğini anlamıştım. Bu imkânı elde edip etmeyeceği ise tam anlamıyla bir muammaydı. Elbette Kadir Bey oğullarını kendinden uzakta tutmak istemez, onları idare edebilmek için yakınında kalmalarını sağlardı. Mervan'ın bu koşullar altında bir süre sabretmekten başka bir çaresi yoktu.


    

Ağaçların arasında yavaş yavaş yürüyordum. Kolları kollarıma değecek kadar yakın bir mesafede bana eşlik etti. Mangal yapmak için koşuşturan insanlara bakmak hoşuma gitmişti. Çocukların top oynarken ki neşesi, mangallardan yükselen dumanlar ve etrafı saran o nefis koku bana geçmiş güzel günlerimi anımsatıyordu. Oldukça gür ağaçlar çevremizi sarmıştı. Gökyüzüne baktığımda birbirinden güzel uçurtmaların ahenkle dans ettiğini ve maviliğe karıştığını gördüm. Tarifsiz bir güzellik yüreğime bir sızı gibi işlemişti.


Çocukluğumu anımsadım. Bazen çimlere uzanır hayaller kurardım. Başımı kaldırdığımda gördüğüm o bulutları uzun uzun seyreder; şekillerini kendi dünyamda çocuksu duygularla yorumlardım. Kimi zaman bir bebek görürdüm bulutlarda kimi zamansa canavarlar. Hayaller kurmak o zamanlar benim en büyük keyiflerimden biriydi. Olmayacağını bildiğim pek çok şeyi beynimde kurup bozar şekilden şekle sokardım. Hatta bazen o kadar çok hayal kurardım ki kurduğum hayallerden onlarca film senaryosu bile çıkarılabilirdi.


     

Mesela gökyüzünde bir bulut prensesi olduğum, şimşeklerden oluşan bir tahta oturduğum bunlardan en uçuk kaçık olanlarıydı. Yeterince büyük bir merdivene tırmanırsam gökyüzüne çıkabileceğimi, bulutların üzerinde oturup kuşlarla konuşabileceğimi düşünürdüm. Gözlerimi kapatmazsam asla ölmem tarzında tuhaf düşüncelerim de vardı elbette. Şimdi bu sade ortamda o mutlu günleri kendime oldukça yakın hissediyordum. Adanmışlıklarıma inat güzelliklerin arasına sinmiş paslı bir geçmiş vardı önümde. Yaşananlar, ne kadar unutmaya çalışsam da onca kötü hatıranın arasından sıyrılıp kahır yüklü, hakir gönlüme değiyordu.


     

Başımızı sola çevirdiğimizde küçük bir çocuğun elinden kaçırdığı uçurtmanın ipini kovaladığını gördük. Bizden epey uzaktaydı ve yardım edemeyeceğimiz kadar da hızlı gelişmişti her şey. Ne yazık ki beklenen olmuştu. Çocuk anlık bir dikkatsizliğin bedelini özene bezene hazırladığı ve kuyruğuna hayallerini işlediği uçurtmasını kaybederek ödemişti. Mavi uçurtması gökyüzünün turkuazdan kızıla çalan örtüsüne karışmıştı ve her geçen saniye bizden biraz daha uzaklaşıyordu. Çocuğun mahzun hali içime dokunmuştu. Kendinden uzaklara giden oyuncağını pür dikkat takip ediyor, içinde kopan sarsıcı hissiyatı belli ki çevreye yansıtmak istemiyordu. Çocukların oyuncakları ile olan bağını bildiğim için neler hissettiğini az çok anlayabiliyordum.


Birçok insanın ehemmiyetsiz bir yapı olarak gördüğü oyuncaklar, çocukların yüreğinde ayrı bir tahta sahipti ve ne kadar görmezden gelinse de yitirilenin anısı yıllar sonra bile yürekte sızı olarak kalacaktı.


     

Biraz sonra gözyaşları içinde yere kapanacağına inandığım çocuğa güz dolu bir bakış attım. Ama beklenen olmamıştı. Çocuk birkaç adım atıp bağdaş kurarak sakince bir yere oturdu. Kendi zihin dünyasında ne planladığını anlayamamıştım. Elindeki kamışları bıçakla düzeltip poşetini istediği ölçülerde kesmeye başladı. Epey uğraştıktan sonra eskisini aratmayacak bir uçurtmayı kısa sürede yapmıştı. Kuyruğundaki detayları da tamamlayınca yeniden ayaklanıp etrafta koşuşturmaya ve rüzgârı yaren kabul edip uçurtması ile buluşturmaya çalıştı. Çocuğun bu hâli yaşadığım karanlıklara karşı bende bir cesaret kıvılcımı çaktırmıştı. Hesapsızca gelen yitiklere karşı her zaman güçlü durmam ve vazgeçmemem gerektiğini küçük bir çocuğun yüreğinden hiç ummadığım bir anda öğrenmiştim.


      

Mervan, omuzlarını silkerek gülümsedi. Bitmek bilmeyen kavgalarımızdan sonra farklı bir iklimde solumak ona da en az benim kadar iyi gelmişti. İnsan durağanlığı sevmeyen, sürekli uyarılmayı bekleyen tuhaf bir varlıktı. Yazın baharın, baharda ise kışın özlemini duyabilirdi. Her gün bal börek olsa yemez; çeşit ve farklılık arardı. Biz ademoğullarının yapısı da böyleydi işte!


       

Küçük gezintimizde misket oynayan 7-8 yaşlarında bir grup çocuğa rastladık. Çocuklara ne kadar dikkatli baktığını görebiliyordum. Harelerine çöreklenen çetin bir soğukluk, donuk donuk bakmasına sebep olmuştu. Bu tuhaf ilgisini anlamlandıramayıp cevabını merak ettiğim sancılı bir soru yönelttim.

  

"Sen de misket oynar mıydın? " Gözlerini kaçırıp, " Hayır! "diye kestirip attı. "Beyler misket oynamaz!" Yine aynı söz! Çocuğun beyliği paşalığı mı olurmuş? Çocuk çocuktur işte; her hareketini ölçerek tartarak yapmak zorunda hissetmez kendini. Düşe kalka öğrenir hayatı. Düştüğünde aldığı yaralar bir sonraki adımında rehberi olur ve böylece düşmemeyi de öğrenir zamanla.


     

Ona bu tuhaf fikri kimin aşıladığını bilmiyordum. Bildiğim tek şey Mervan'ın çocuk olmadan büyüdüğü gerçeğiydi. Çalınmış yıllar vardı ömründe. Çalınmış tutkular, sevgiler, izlenmemiş çizgi filmler, top değmeyen ayaklar, hiç okunmamış, dinlenmemiş masal kitapları ve kim bilir daha niceleri ... Hasret kaldıkları bir araya gelmiş ve bugünkü Mervan'ı yaratmıştı. Çocuk olmadan büyümenin ücreti böyle bir insan olmaktı; kefareti ise hepimizin arasında paylaştırılmış acılar. Kadir Bey, bu kadarcık mutluluğu bile ondan esirgeyecek kadar kötü değildir diye ummaktan başka bir çıkar yol göremiyordum. Sonra düşündüm; o kirli mavi gözler, bir kasırga gibi önüne geçeni yıkıp savurabilecek kadar ürkütücüydü. Bundan çok daha fazlasını yapabilecek bir potansiyeli karakterinde damıttığını tahmin edebiliyordum.


    

Ben düşüncelerimin arasında kaybolurken bir misket Mervan'ın ayaklarının dibine yuvarlanarak geldi. Çocukların bakışlarının umursamadan o turkuaz, saydam yapıyı avuçlarının arasına aldı. Onu güneşe doğru tutup büyük bir ilgiyle inceledi. Dolu dolu olmuş gözlerini bir noktaya dikip öfke ve kızgınlıkla soludu. Hayretle yüzüne bakıp ruh halini anlamlandırmaya çalıştım. Misketi almak için gelen çocuk, onun öfkeli bakışlarını görünce yutkundu. Mavi gözleri buruk bir kedere kucak açmış, saç dipleri ve şakakları bu endamlı adamı görünce istem dışı terlemişti.


     

"Sende kalabilir abi, bizde daha çok var." Mervan, bu sözleri duyunca acıklı bir tebessümle bakışlarını onda dinlendirdi. Titreyen dudakları dişlerinin hırsına bulaşmıştı. Ona doğru usulca yaklaştı. Çocuk bu heybetli, ciddi adamın yaklaşması ile daha da tedirgin olmuştu. Çekingen bir eda ile kurumuş dudaklarını bir çırpıda yaladı.


Mervan, parmaklarının arasındaki misketi uzanıp çocuğun avuçlarına bıraktı. Sonra da çocuğun küçük parmaklarını birbirine kenetleyip avcunu kapattı. Çocuk, şaşkın şaşkın yumulu haldeki avcunu inceledi. Bir yandan da bize göz gezdirip olanlardan bir mana çıkarmaya çalışıyordu. Misketlerini alan çocuk bir süre sonra omuz silkip yanımızdan uzaklaştı. Bense hâlâ tatmin olmamıştım.


"Bunu neden yaptın?" diyerek onu sarsan bir soru yönelttim. Bir cevap vermeden elini cebine atıp 5 tane kurşun çıkardı. Bu kurşunları hiç yanından ayırmadığını biliyordum. Her sıkılıp, öfkelendiğinde meydana çıkarır; avuçlarının arasında sıkıp, kurcalardı. Mervan'ın bu tuhaf alışkanlığının sebebini hep merak etmiş; ama cevabını alamayacağımı bildiğim için sormaya cüret edememiştim.


    

Konuyu daha fazla kurcalamayıp oradan uzaklaştık. Yol kenarına dizilmiş tablalar hemen ilgimi çekmişti. Beni yavaşça oraya doğru yönlendirdi. Bir süre tablaya ilgiyle göz gezdirdim. Onun bakışlarıysa her zamanki gibi bendeydi. Yemenilere baktığımı görünce içinden bir tanesini seçip başıma bağladı. Saçlarımın arasında oldukça şık durmuştu. Samimi görünmeye çalışarak teşekkür ettim.


Kısa bir süre sonra havadan sudan sohbetler edip yeniden piknik alanına döndük. Dolaşmak bana iyi gelmişti. Keşke bunu daha sık yapabilseydim. Ne yazık ki şimdilik bu söz konusu bile olamazdı. Diyarbakır'a döndüğümde sürgün hayatım yeniden başlayacaktı. Kaçıp gidemezdim. O gözü kara biriydi. Söylediklerini yaptığında bu mutlu yuva yerle bir olacaktı. Bunları şimdilik düşünmek istemiyordum. Daha sağlam, daha sert adımlar atmalı; kimse zarar görmeden bu işi tereyağından kıl çeker gibi halletmeliydim.


     

Alana gelir gelmez ondan uzaklaşıp ablamın yanına gittim. Ahşap masaya eşsiz bir balık sofrası kurmuştu. Ablamın sofralarını ne kadar özlediğimi fark ettim. Döndüğümüzde bu anları düşünüp yeniden hasret duyacağımı biliyordum. Ne yazık ki bir süre daha bu duruma dayanmak zorundaydım. Her şeye rağmen mutluluğu iliklerime kadar hissediyordum. Onların varlığı benim yüreğimde tahmin ettiğimden çok daha büyük bir öneme sahipti.


Ablam ve eniştemin gelmesi ortama ayrı bir neşe katmıştı. Sevecen, güler yüzlü insanlar oldukları için girdikleri her yeri renklendiriyorlardı. Eniştemin bitmek bilmez Temel fıkraları hepimizi güldürmüş; yaşanan onca şeye rağmen bir aile olduğumuzu hatırlatmıştı. Mervan, ağırlığını korurken onun ve ablamın komik hatıraları dizilere, mizah dergilerine konu olacak cinstendi.


    

Haşim Eniştem, bazen anlattıklarına o kadar kapılırdı ki yemeği soğusa da ağzına tek bir lokma bile atamaz; aklı bir karış havada gezerdi. Kâh güler, kâh taklitler yapıp hepimizi güldürürdü. Öyle durumlarda aşırıya kaçtığını fark eden ablam ya ayağına küçük bir tekme atar ya da koluyla toparlan diye yanımızda dürterdi. Bu uyarıyı alan eniştem ise mahzun oluşunu gizlemeksizin yeniden yemeğine dönerdi. Onun tükenmez neşesi geldiğimden beri somurtan abime de bulaşmıştı. Günler sonra tuhaf bir şekilde güldüğüne, eğlendiğini şahit olmuştum. İçime dolan bu huzurla biraz olsun rahatlamış bir şekilde Diyarbakır'a dönebilirdim.


     

Babam, semaver başına gidince içimde yıkıcı bir acı hissettim. Semaver çayı benim ondan görebildiğim tek ikramdı. Bizim yaktığımız hiçbir semaveri beğenmez, üşenmeden odunun en iyisini seçer, kendi usulüne göre dakika tutup çayı demlerdi. Bardağı doldururken de ince belli bardağı olabildiğince altta tutar, böyle daha iyi olduğuna inanırdı. Bir kez kazara çayını büyükçe bir kupa bardağa koyup getirmiştim de etmedik laf koymamıştı bana. Rize çayı ince belli, nazik bardaklarda içilirmiş. Büyük bardak aynı tadı vermez, çabucak soğuduğundan insanın içine ısıtmazmış. Çayın tarım önderi Zihni Derin gelse, demlediğimiz çayı görüp suratımıza tükürürmüş. Falan filan işte! Babam ve çay felsefesi üzerine tezler bile yazılırdı herhalde. Aralarındaki bağı rakı ile kavun, kuru fasulye ile pilav, mantı ile yoğurt arasında bile bulamazdık.


     

Sofra kalkınca etrafı toparlayıp ellerimi yıkamak için çeşmeye doğru yürümeye başladım. Elbette Mervan, peşinden gelmekte gecikmeyecekti. Hamile olmam mı yoksa kaçacağım düşüncesi miydi onu peşimden sürükleyen bilmiyordum. Kendini dizginleyip biraz daha rahat olması gerekiyordu. Yaptıkları beni strese sokmaktan başka bir işe yaramıyordu. Ona duyarsız kalarak yürümeye devam ettim. Çeşme başına geldiğimde tanıdık bir ses dikkatimi çekti.


"2 dakikaya geliyorum." Başımı büyük bir heyecanla çevirdim. Fatma'ydı bu. Mehmet'in kuzeni... Sıdıka Hanım'ın gelini olmasını istediği kişiydi. Mehmet'e eş olarak layık bulduğu kız... Beni görünce dudaklarından "Nazar!" diye küçük bir çığlık koptu. "Seni görmeyi hiç beklemiyordum." Karnındaki şişliğe ve parmağındaki yüzüğe kederle bakıp, "Bende!" dedim.


    

"Evliliğin çok ani oldu. Seni tebrik etme şansım bile olmadı. Bebeğin hayırlı olsun." Dudaklarım acıyla kıvrıldı. Ne kadar da mutlu görünüyordu oysa. Sağ eli karnının üzerinde değerli bir mücevheri taşır gibi imtinalıydı. Alyansı da oldukça sade ve şık görünüyordu. Demek benden sonra vakit kaybetmeden evlenmiş ve hatta Mehmet'ten bir de çocuk sahibi olmuştu. Kim bilir Sıdıka Hanım ne kadar da mutluydu. Hayalleri gerçek olmuştu sonunda. Oğlunu benden kurtarıp düşlediği geline kavuşmuş; arzularını bir de torun sevgisiyle iyice perçinlenmişti. İçimin kederle yanıp kavrulduğunu hissettim. Unutulmak da en az unutmak kadar acıydı.


    

Durgun bakışlarım, zayıf bedeninde gezinirken kendi düşüncelerimi hüzünlü gözlerimden kustum. İçimde bir yangın, başımda hüsranım ve karnımda ondan bana kalan yavrularım vardı. Ötekileştirilmiş sevdamın külleri ile yoğrulmuş, hissiyata kör bir kalbim vardı. Harcanmış bir ömrü amel defterime işlemek ne zordu! Fatma, Mehmet'in karısı olmuştu. Onunla uyuyor, ona dokunuyor, onda soluklanıyordu. Benim bir kez bile tutamadığım ellerini Fatma sevda ile tutuyordu, ne hüsran!


"Hayatım iyi misin?" Mervan'ın sesi irkilmeme sebep oldu. Düşünce dünyamdan sıyrılıp Fatma'ya karşılık verdim.


"Teşekkür ederim. Evlenmişsin, hayırlı olsun. Annelik sana da çok yakışmış!"


"Teşekkür ederim. Fark edeceğini düşünmemiştim; henüz küçük sayılır." Başımı onaylar gibi salladım. Gitmek istiyordum; daha fazla bu atmosfere dayanamazdım. Veda edip uzaklaşmaya yeltendiğimde yanımıza yaklaşan genç adamı fark ettim.


"Gülüm nerede kaldın? Herkes seni yemeğe bekliyor. " Fatma gülümseyerek beni yanındakine takdim etti. "Canım, Nazar benim okuldan arkadaşım. Aynı zamanda komşum. Benden kısa bir süre önce evlenip Diyarbakır'a gelin gitmişti. Ancak aylar sonra yüz yüze gelebildik. "


    

"Memnun oldum." Ben duyduklarım karşısında bocalarken, Dicle Mervan'ı çekiştirerek bir yere götürmeye çalışıyordu. Onların uzaklaşmasını fırsat bilip ona Mehmet'i sormaya karar vermiştim. Eşi yanımızdayken bunu nasıl yapacağımı bilemiyordum. Fatma, aklımdan geçenleri okumuş gibi çeşmeden doldurduğu suyu eşine uzattı ve biraz sonra geleceğini söyleyip gönderdi. Artık yalnızdık. Elimizi çabuk tutmalı ve geçmişi utana sıkıla da olsa kurcalamalıydık.


    

"Mehmet'le evlendiğini sanıyordum." dedim utanarak. Onun mahcubiyeti de benden farklı değildi.


    

"Hayır, olur mu öyle şey? O benim kardeşlerimden farksız, asla böyle bir şey düşünmem." Şaşkınlığı gözümden kaçmamıştı. Yüzü keder çizgileriyle kırıştı.


"Hem düşünseydim de bu mümkün olmazdı." Yüzümdeki hüznü fark ettiğini adım gibi biliyordum. Ben de kırılıp dökülen şeyleri anlayamayacak kadar aptal bir kız değildi. İmalı bir şekilde gülümsedim.


"Neden? Sıdıka Hanım seni de mi gözden çıkardı yoksa? " Başını eğip derin bir soluk aldı. "Mehmet'i kaybettik Nazar! " Mehmet'i kaybettik Nazar! Mehmet'i kaybettik Nazar! Duyduğum sözler beynime bir kurşun misali girmiş ve içinde ne varsa tarumar etmişti. Ölmüş... Ölmüş... Ölmüş... İçimden çığlık çığlığa bağırmak geliyordu. Mehmet nasıl ölürdü? Ölüm Mehmet'e nasıl yakışırdı? Fatma bende bıraktığı yarayı daha da kanatarak sözlerine devam etti.


    

"Sen evlendikten 4 ay sonra haberi geldi. Bindiği askeri araca füze atmışlar. Ne yazık ki bir arkadaşı ile birlikte şehit olmuş. İlçeye aynı gün haberi geldi. Hepimiz günlerce kan ağladık."


Ellerimi kalbimin üzerine bastırdım; sanki göğüs kafesimi yeterince sıkıştırırsam tutuşan kalbimin yıkıcı harı biraz olsun dinecekti. Nefes almak için çırpındığımda boğazımdan hırıltılı sesler çıktı. Düşmemek için çeşmenin ağır taşlarına tutundum. Yüzümün ve ellerimin tüm kanı çekilmiş; duyduğum haber beni diri diri mezara gömmüştü. Bendeki bu değişimi fark eden Fatma, elimi tutup belimden yakaladı.


    

"Habersiz olduğunu bilmiyordum. Özür dilerim, ben... " Kendimi çözülen dizlerimin merhametini umar gibi yere bıraktığımda bir çift el gövdemi sımsıkı kavradı. "Fenalaştı, ne olduğunu anlamadım." Mervan'ın şaşkın bakışlarını umursamadan ellerini indirdim.


"İyiyim. Yürüyebilirim bırak!" Titreyen ellerimle veda bile etmeden yanından ayrılmaya çalıştım. Güçlü durmak, yıkıldığımı hiç kimseye belli etmemek istiyordum. Giderken elinde damacanalarla sıra bekleyen birkaç kişiye çarptım ve ürkek bir şekilde, "Af edersiniz!" diye sayıkladım.


     

Beynim darmadağın olmuştu. Dudaklarım her an hıçkırıkların istilasına tutulabilirdi. Öyle ki derbeder halim, piknik alanına bulmak konusunda da şaşırmama, yanlış tarafa yönelme sebep olmuştu. Mervan'ın uyarıları ve çekiştirmeleri neticesinde zar zor alana yönelebilmiştik. Bendeki bu değişimi anlamlandıramadığını hissedebiliyordum. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Öyle çaresiz bir ruha bürünmüştüm ki o an cesaretini yutup bana neler olup bittiğini soramadı. Hızlı yürüyordum, kaçmak istediğim onca gerçek arkamdan dörtnala kovalarken suskunluğun sinesine sığınmıştım.


Birkaç dakika sonra alana vardığımızda ablamlar çoktan çaylarını içmeye başlamıştı. Kulaklarım uğulduyordu. Gözlerim hiç olmadığı kadar bulanık görmeye başlamıştı. Başımı kaldırdığımda ağaçların gölgeye, kuşların sevimli kisvelerinden ayrılıp birer baykuşa dönüştüğünü gördüm. Duyduğum çığlıklara bir çift inleme sesi eşlik etti. Ayşe, elinde oyuncak bir bebekle eteğimin ucuna yapışıp ağlamaya başlamıştı. Sarı, kısa saçları ağlamaktan ıslak ıslak olmuş; yer yer dolaşıp düğümlenmişti.


   

"Dicle bebeğimi kopardı." Bir günahın vebali gibi yerde öylece duran bebeğe duyarsızca yürüdüm. İki çocuğun çekiştirmesi sonucu saçları yolunmuş; plastik kafası gövdesinden ayrılmıştı. İçinden taşan beyaz pamuk, çamura bulanmıştı. Bu haliyle ne kadar da zavallı duruyordu. Dicle ve Ayşe mahzun mahzun bakarken annemin sesi ile irkildim.


    

"Kızım, iyi misin?" Hâlimdeki tuhaflık suçlayıcı bakışlarını Mervan'a yönlendirmişti. Durgun bir şekilde yavaş yavaş yanlarından uzaklaştım. Bitap halim Mervan'ı daha da endişelendirmişti. "Nereye gidiyorsun? Nazar... Nazar... "


Ona cevap vermiyordum. Hava kararmaya yüz tutmuş, güneş kızıldığını hemen sol tarafta cimrileşerek dünyaya sunar olmuştu. Sonunda kendimi dizlerimi paralayarak yere bıraktım. İlk hıçkırık dudaklarımdan kurtuldu. Ardından bir gözyaşı eşlik etti yas dolu matemime. Doya doya haykıra haykıra ağlıyordum işte! Adım sesleri kulaklarıma hüsranla değdi. Mervan, yine peşimdeydi. Acımı haykırarak yaşamama bile müsaade etmeyecekti. Beni sımsıkı kolları ile göğsüne bastırdı. Ona sığınıp tüm zehrimi akıttım.


"Geçti bir tanem; her şey düzelecek. "


"Çocukluğumu çaldılar!" Daha büyük bir haykırışla bir kez daha tekrarladım.

"Çocukluğumu çaldılar! Çaldılar... "

  

Onun öpücükleri ve sımsıkı dokunuşları artık fayda vermiyordu. "Öldürdüler, paramparça ettiler kalbimi!" Perişan bir haldeki bebeği göğsüme bastırıp o yakıcı acıya teslim oldum. Ruhum bedenimde değildi artık. Başka bir dünyada, başka bir boyutta umuda merhem sürüyordu. Nerede olduğumu ne yaptığımı unutup hayallerimin, anılarımın arasında dolaşıp duruyordum.


     


"O bebeği çok beğendin bakıyorum; gözlerini vitrinden alamıyorsun. " Mehmet'in masum sesi gözlerimi vitrinden ayırmama sebep oldu. Gülümsedim.


"Evet, çok güzel." Hiçbir şey söylemeden dükkâna girip kaşla göz arasında bebeği sardırdı. Oldukça pahalı, güzel bir bebekti. Evinin ihtiyaçlarına, annesinin ilaç parasına bile zar zor yetişen bu samimi delikanlının ufacık yevmiyesini böyle şeylerle çarçur etmesini istemiyordum. Bebeksiz de yaşardım ben. Bunca zaman bebekle mi oynamıştım sanki? Babamın oyuncaklardan ne kadar nefret ettiğini düşünürsek bundan daha iyisini ummam olanaksızdı. Bebeği yüzünde kocaman bir gülümseme ile bana uzattı.


Onu kalbime bastırırken, "Teşekkür ederim." diye fısıldadım. "Artık kâbus gördüğünde buna sarılıp uyursun. Seni kötülüklerden koruyacaktır." Gözlerinin derinliğindeki o güzel kavislere umutla baktım. "İyi ki varsın! "


"Adını ne koyalım?" Huzurlu bir ifadeyle güldüm. "Hazal olsun; kızımızın adı... "


"Tamam. " dedi bakışları ile yüreğimi huzur denizinde yıkarken. Hazal... Hazal...


***


Loading...
0%